eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Şubat 2021 Pazartesi

ANADOLUDA BUGÜN

ANADOLUDA BUGÜN





Prof.Dr.Sait Yılmaz 

23 Ağustos 2019 

Yaklaşık altmış yaşlarındaki köylü kıyafetleri içindeki kadın, kızı ile birlikte bahçede kahvaltı yapıyor. Sonra kızı kahvaltıyı kaldırırken kadın, bahçeyi eşelemeye başlıyor. Biz onu karşı evden izlerken, birlikte çay içtiğimiz komşusu anlatıyor. Kadın aslında emekli banka müdürü ve büyük şehirden gelip, burada bahçeli bir ev almış. Kızı, büyük şehirde çalışıyor ama tatil için yanına gelmiş. Emekli geliri olan kadın, 600 kadar ceviz ağacı satın almış, ayrıca arıcılık da yapıyor. Ürünlerini pazarda satıyor. 

Birkaç gündür memleketim olan Yalvaç‟tayım, dostları dinlerken ortaya faydalı bir 
saha çalışması çıkıyor. Buraya makale yazmak için gelmedim ama çocukluğumun kahveci çırağı olarak geçtiği cennet Yalvaç ile özel bir gönül bağım var. Çalıştığım yaşlı kahvesinde dinlediklerim hayatıma yön verdi, Anadolu insanını tanıdım. Yalvaç, 21 bin 400 nüfuslu ve bir türlü büyüyemeyen, sürekli göç veren ve göç alan bir şehir. Bu ilçemizde yaşanan değişim aslında son 20 yılda Anadolu‟da neler olduğunun da tam bir portresi. 
„Anadolu‟da yaşamak zor‟ diye düşünüyor olabilirsiniz ama şehir-kasaba halkı için hayat zor değil, çünkü çalışmadan yaşamak için herkes bir yolunu bulmuş. Kimse üretime katkıda bulunacak bir işte çalışmıyor, ne de büyük projeler peşinde. “Acı Çeken Türkiye” başlıklı makalemde Türkiye‟nin sosyo-ekonomik olarak üç bölgeye ayrılmakta olduğunu anlatmıştım. Bu makalede, ikinci bölgeye yani Anadolu‟nun içlerinde yaşayan halkımızın yaşadıklarına değinmeye, onlara dokunmaya çalışacağız. 

 Üretim bitmiş?.. 

 Önce ekonomi boyutu ile yaşananları anlatmaya başlayalım. Eskiden yani bundan 20 sene öncesine kadar Anadolu‟da insanların üç tür gelir kaynağı vardı; 
- Tarım, 
- Hayvancılık ve 
- Zanaat (dericilik, kiremitçilik, keçecilik vb.). 
Bunların hepsi artık bitmiş yani yapılmıyor, yapılan da çok az ya da neredeyse hobi gibi görülüyor. Ortada esnaf var yani bakkal, fotoğrafçı, kasap vb. ama onlar zaten hiçbir zaman geçimlik gelir kaynağı olmaktan öte birer iş alanı olarak görülmedi. Caddeleri her yerde olduğu gibi artık cep telefonu bayileri-teknik servisleri, çiğ köfteciler, börekçiler sarmış. Tabii bir de çok bilindik düşük seviyeli sözde süper market zincirlerinin şubeleri. 

Şehrin kendine has güzelim yeşil görüntüsü ve o eski dükkânları kaybolmuş. 
 Köylü artık tarımla uğraşmıyor, yemyeşil tarlalarda yabani otlar ağaç gibi olmuş. 
Yalvaç‟ın en yeşil köyü olan Hisarardı‟nda Almanya‟dan ya da yazlığa gelen birkaç aile hobi olarak elma ya da salatalık yetiştiriyor. Hisarardı Köyü‟nde bulunan 10 bin dönüm çok verimli tarım alanının üç bin dönümü şimdiden yabancılara satılmış, yeşil alana yazlık ev yapsın diye. Şehrin oksijen ve su deposu olan Hisarardı‟nın yeşil alanları inşaatlara açılarak, şehrin geleceği de yok ediliyor. Üstelik madencilere saha açma illeti ve baraja su toplama merakı Hisarardı‟nın yeşil alanını her an yok edebilir. 
 Peki, neden tarımla uğraşmaktan vazgeçilmiş? Çünkü çok zahmetli ve elde ettiğin kazanç, masrafını karşılamıyor, emeğine değmiyor. Tohum ve mazot pahalı, traktör almaya yetecek paraları yok, üstelik tarlayı sürecek hayvan da yok. Diyelim ki üretim yaptınız, ürettiğiniz domates ya da salatalık bir hafta, hatta birkaç gün içinde satılmazsa çürüyor ve elinizde kalıyor. Bunu (soğuk hava deposunda) depolayacak ve pazarlayacak, üstelik rekabet edecek bir sisteme ihtiyaç var; Yalvaç‟ta bu yok. 

 Sadece birkaç köy üretim yapmak için direniyor. Çetince köyünde seracılık yapılıyor. 

Bundan 10 yıl önce Antalya‟ya çalışmak için gidenler seralarda iş bulmuşlar ve dönenler Çetince köyünde seracılığı başlatmışlar. Organik olan eski tohum ilaç ister, ama organik ürünler piyasada rekabet edemiyor. Hazırcılığa gidip dışarıdan gelen yeni tohum aldığınızda hastalık az, verim fazla ama fiyat yüksek. 
Şehir, tarım ve hayvancılığa oldukça müsait, cennetten bir köşe ama Yalvaç‟ta 
bulunan tarım alanlarının %80‟i el değiştirmiş. Köylerde bankalara borçlananların tarlalarına el konulmuş onlar da çareyi şehre gitmekte bulmuş. Köyden gelmişler ama şehre uyum sağlamak yerine şehri köylüleştiriyorlar. Zanaatkâr ve esnaf olan şehirlinin büyük bölümü ise çoktan kaçmış. Kalan yaşlıların deyimi ile şehri köyden gelen işe yaramaz insanlar doldurmuş. 
 Öte yandan mevcut tarım alanları miras yolu ile bölüne bölüne öyle parçalara ayrılmış ki, tarım yapmak akıl karı değil. Örneğin bir zamanlar Sait dedemden kalan büyük tarla önce altı çocuğuna, sonra da onların 4-5‟er çocuğuna bölünmüş durumda ve tabii bu paylaşım kolay yapılamadığı için diğer tarlalar gibi başıboş bekliyor. 
 Tarlaların küçülmesinin bir önemli sonucu da Traktör kullanımını verimsiz hale 
getirmesi. Bir yılda 240 gün çalışması gereken traktör ancak 90 gün işe yarıyor. 

Tarıma zarar veren diğer bir faktör ise domuzlarla mücadelede başarılı olmanın zorluğu olmuş. Tüm ürünü talan etmeleri çiftçiyi bıktırmış. 
Hayvancılık bitmiş denecek kadar az. Besicilik zor ve zahmetli bir iş ve bunu ancak bazı özel çiftlikler yapabiliyor. Duyduklarımızın çoğu iflas etmiş. Maliyetler (yem, aşı, veteriner vb.) çok yüksek. Hayvancılıkla uğraşanlar maliyetleri azaltmak için örgütlenmek zorunda. Yem ihtiyacının dışarıdan temini yerine yerinde üretilmesi bir çare olabilir. Küçük çiftliklerin aşı, veteriner gibi ihtiyaçları için ise bir ortak kullanım havuzu düşünülebilir. 

Göç, bitmek bilmez Göç.. 

On yıl önce 33 bin nüfusu olan Yalvaç‟ın merkez nüfusu bugün 21 bine düşmüş. 
Bunun 10 bini köyden göç edenler. Köylü kazanmayınca ve „köylüyü köyde tutacak‟ bir devlet politikamız olmayınca şehre ya da kasabaya gelmişler. Yalvaç nüfusu bir yandan sürekli iş bulmak için dışarı gidenlerle nüfus kaybederken, köyden gelenler mevcut nüfusun %45-50‟sine ulaşmışlar. Şehirde gezinenler köyden gelen gençler. Şehrin gerçek oturanlarının yerini köyden gelenler almış, kalanlar yaşlılar. Tarihinde hiç dış göç almayan Yalvaç Suriyeli ve Afganlılardan nasibini almış, sayıları bin kadar. 
Gerçek esnafı bitiren, isimlerini çok duyduğumuz büyük marketler olmuş. Kredi kartı ile yani borçlanarak ödeme kolaylığı marketleri tercih edilir hale getirmiş. 50-60 bin TL yatırım yaparak bir dükkân açan kişi, beş-altı ay sonra dükkânını kapatmak zorunda kalıyor. 

Bunun başlıca nedeni ticaret azlığı kadar, eğer bir dükkân biraz iş yaparsa hemen yanına aynı işi yapan başka dükkânların kurulması yani halkın deyimi ile „ortakçı çıkması‟. 
Her dört evden biri dolu, üçü boş. Bunlar da emekliler ve yurt dışında işçi olarak 
çalışanlar. Özetle, köylümüz tarlada, kırda, ovada çok yıprandı; yol yok, su yok, banyo yok, ürettiğinin getirisi yok. „Şehirde dört duvar arasında yaşayayım, yeter ki elim toprağa değmesin’ diyecek hale gelmiş. 

Çünkü şehirde yaşamak kolay; gezecek-dolaşacak yer yok, ulaşım masrafı yok, 
erzakını ve yakacağının bir kısmını bahçesinden karşılıyor. Biraz okumuş insan ise masabaşı iş istiyor, üretim sektöründe çalışmak istemiyor. Köyler büyük ölçüde boşalmaya başlayınca sağlık ocakları ve okullar da kapanmaya başlamış ve bu şehre göçü daha da hızlandırmış. 

Tabii iyi haberler de var. Örneğin bugünlerde doğal gazın şehirde dağıtımına 
başlanması. Hemen herkes evine doğal gaz bağlatmak ve proje için birilerine para ödemek telaşında. Böylece artık odun-kömür yakmadan ısınabilecek ve bu yüzden pek çok emekli artık memleketine dönmeyi tercih edebilecek. 
Ancak, ev fiyatları çok pahalı, hatta İstanbul‟dan bile pahalı; şehir merkezinde sıradan evler 400-500 bin TL civarında. Bu fiyatları verenler ise yurt dışında yaşayan Yalvaçlılar. En çok Yalvaçlı İstanbul‟da yaşıyor. İlk göç İstanbul‟a yapılmaya başlanmış, onu Ankara izlemişti. Bugünlerde ise göç için Antalya revaçta. 

Şehir yazları gelenlerle doluyor. Almanya ve Fransa gibi yerlerden memleket hasreti ile gelen yaklaşık 50 bin Yalvaçlı yaz döneminde birkaç ay şehre canlılık veriyor. Ancak, şehre yatırım yapacak kadar çok kazanmıyorlar. Hayalleri yeşillik bir yerde ev alıp, yazın bahçe ile uğraşmak, öyle de yapıyorlar. 

İnsanlar Nasıl geçiniyor? 

Tarım ve hayvancılık dışındaki gelir kaynağı olan, geleneksel birçok zanaat ölmek 
tarihe karışmış, geride resimler ve hatıralar kalmış. Tekstil, halıcılık, kaynakçılık, bakırcılık, kiremitçilik Yalvaç‟ta bir zamanlar çok revaçta idi ama bitmiş. 21 bin kişilik nüfusun yerlisi olan 10 bin kişi, zaman içinde birbiri ile evlene evlene nerede ise tamamen akraba olmuş. 

Dolayısı ile şehir ekonomisi büyük ölçüde kişisel ilişkilere bağlı gelmiş. Esnafın %80‟i de bu işi hobi olarak yapan emekliler. 

Peki, insanlar nasıl geçiniyor? Çalışmadan geçinmenin yolunu bulmuşlar. Öncelikle köyden gelenlere komşuları yardım ediyor. Ama asıl gelir kaynakları eski ifadesi ile FakFukFon yani Fakir-Fukara Fonu‟ndan dağıtılan paralar. FakFukFon‟dan yararlanan %30 kesim, büyük ölçüde köylerden gelenler. Devlet, köyünde tarlasını ipotek sonucu bankaya kaptırıp, şehre göç etmek zorunda kalan köylü isyanını böylece önlemiş. 
Özetle, aileden biri mutlaka devletten bir yerden maaş alıyor ya da emekli geliri var. 
Bahçeden erzakını karşılıyor ama parsını öncelikle içkiye harcıyor. Gezip-görmenin tadını bilmediği için daha çok kazanmayı ve bunun için çalışmayı istemiyor. Ailenin gençleri ise anne-babanın sırtından geçinirken, bahçeye bile gitmiyor. 
Köylünün elinden tarlası gitmiş ve borçsuz köylü yok. Fukara fonundan karı-kocanın her biri 700 TL aldığından Yalvaç şartlarında 1400 TL ile idare edebiliyorlar. Aslında bu yardım, 65 yaş ve üstü için planlamış ama Belediye Sosyal Hizmetler Müdürlüğü ve muhtarlar yardım işini ayarlıyor. Yardım alacak üzerinde mal mülk göstermiyor. Kahvelerde oturanların %40-45‟i bu şekilde geçiniyorlar. 
Yaşlıların yastık-altı dediğimiz paraları var ama değerlendirilmiyor, ya gerçekten 
yastık altında ya da bankada yatıyor. Biraz parası olan ev alıyor ve kiraya vererek, kendine rant kapısı açıyor. İş yok, ekonomi yok ama herkes para biriktiriyor, parayı bu kesim saklıyor çünkü parasız kalmaktan korkuyor, kullanmıyor. 
Parası olan şehrine yatırım yapmıyor çünkü gelecek görmüyor. Geleceği yakın büyük şehir olan Antalya‟da görüyor. Evini oradan alıyor, çocuğunu okumak ve iş için oraya gönderiyor. Bu yüzden Antalya, son yıllarda özellikle Isparta, Burdur ve Karaman‟dan aldığı göçlerle çok kozmopolit bir vilayet haline geldi. 
Kahvelerde en revaçta sohbet konusu ise define arama. Bu, bir tür hayal tacirliği. Önce birisi elinde bir harita olduğunu ve beraber yaparlarsa çok zengin olacaklarını söylüyor. 
Adaylara sözde define haritasının fotokopi olan bir parçasını gösteriyor. Sonra diğer kişilerle birlikte 50-60 bin TL bir araya getirip, define kazmaya başlıyorlar. 
Birilerinin bulduğu bazı eski paraların hiçbir değerinin olmadığı anlaşılıyor. 
Anadolu‟daki tarihi eser kaçakçılığının arkasında aldatılan insanların değil, kilit konumda olan müze müdürlerinin olduğunu öğreniyoruz. Çünkü ne bulunursa ilk iş değerini öğrenmek için müze müdürüne danışmak oluyormuş. 

Kültürel bozulma.. 

İnsanlar ellerindeki kredi kartları ile borçlarını idare ederek yaşıyorlar. İpotek altındaki mal ve mülklerini kaybetmeleri de yakındır. Ekonomi olmayınca bundan aile düzeni de zarar görüyor. Türkiye‟nin en huzurlu 6‟ıncı şehri olan Yalvaç, son yıllarda aile cinayetleri ile anılıyor. Boşanmalar arttı. Bunun altında yatan asıl faktörün ekonomi yani geçim şartları. 

Erkek, evin ihtiyaçlarını karşılayamayınca, ekmeğin yanında pişirecek bir şeyler de alıp gelemeyince bir süre sonra kadın evden kendi anne-babasının yanında dönüyor. Erkek, bir süre içki ve hovardalıkla zaman geçiriyor. Sonra eşini evini döndürmek istediğinde ise geç oluyor. Bu durum, gözü dönmüş erkeğin cinayet işlemesine kadar varabiliyor. Pek çok evlilik sallantıda ve bu aşamalarda psikolog desteği gerekiyor. 
Sinemalar, kültür merkezleri kapanmış. Şehir kültürü yozlaşmış, insanlar çağdaş 
hayata değil, yoz eğlence kültürüne ve tüketici teknolojiye sarılmış. Atatürk‟ün kurduğu Halk Eğitim Merkezleri ya da Köy Enstitüleri gibi modernleşme araçları yok. Halkın televizyon dışında iki eğlencesi yaz aylarında yapılan festivaller ve konserler. 

Festivaller sözde yerli üretimi desteklemek için düzenlenir ama Yalvaç‟ta dışarıdan gelenler kendi ürünlerini satıyor yani şehrin kendi halkına gelir kaynağı olarak bir faydası yok. Sanatçı konserleri ise Anadolu‟da genellikle halkın kısıtlı parasına göz diken ve sonu gelmeyen diğer bir sektör. Yalvaç‟ta konserler halka bedava çünkü belediyeler tarafından ödeniyor. Tabii ki bu halkın vergileri ile toplanana para. 
Şehrin sakini olan yaşlılar ise kahvelerde bekliyor, tavla-okey oynuyor, gelen geçeni seyrediyor, sohbet edecek birini arıyor, camiye gidiyor, ikindi sonrası eve gidip-biraz uyuyup, akşam yemekten sonra soluğu gene kahvede alıyor. Şehirde 118 kahve var. Bunların önemli bir kısmında kumar oynanıyor. İnsanlar kredi ile aldığı parayı kumar yolu ile ödemeyi hayal ediyor. Kumar ve eğlenceye düşkünlük, parasızlık ile birleşince yakın zamanda hırsızlık ve fuhuş gibi suçların da kapısı çalınabilir. Şehirde uyuşturucu satışı da önemli bir suç sektörü haline gelmiş. 

Toplumsal hayat çıkmazda.. 

Biraz eğitimli kadınların beklentileri artmış. Bunda TV dizilerinin ve medyanın da 
etkisi çok. Erkeklere göre; kadınların beklentileri o kadar yüksek ki çok paraları olsa bile daha fazlasını isteyecekler. Kadınlar; gezmek, giyinmek, güzel evlerde oturmak, rahat ve konfor istiyor. Çok az da olsa eğitimli kadınların dernek kurma gibi gayretleri var. 
Büyük çoğunluktaki eğitimsiz ev kadınlarının sosyal hayatları yok, evden 
çıkamıyorlar, dışarıda bir yerde bir araya gelip oturamıyorlar. Kadına yönelik baskının arkasında erkeğin otorite yitirme korkusu var. Onlara el atan tarikat ve cemaatler akşamları kadınları hücre evlerde topluyorlar, dini sohbetler yapıyorlar. Düzenledikleri kermeslerde kadınlara börek vb. yiyecek görevi vererek toplanan paraları vakıflarına aktarıyorlar. 
Şehirde Menzil Grupları ve Süleymancılar etkin, Yazıcılar da var. Menzilciler mahalle içlerine kadar örgütlenmiş, kadınları yanına çekiyor, gençler için Adıyaman‟daki liderlerinin yanına ziyaretler düzenliyorlar. Süleymancılar ise yurtlar üzerinden öğrencilere el atmış. Yalvaç, Isparta ilinde nüfusuna göre en yüksek oranda FETÖ üyesi bulunduran ilçe imiş. Isparta ilindeki bilinen liderleri olan Topal Hafız lakaplı kişi, ev hapsine çıkmış ve biat edenleri kabule devam ediyor. Daha önceki seçimlerde FETÖ‟nün Isparta‟dan her seçimde bir 
iki milletvekili çıkardığı biliniyor. Bunlar içinde çok bilinen bir isim de var. 
Kadınlar, mahalle baskısı nedeni ile namaz kılıyorlar ama okudukları duaların 
anlamını bilmiyorlar. Aynı şekilde mahalle baskısı nedeni ile genç kızlar sokakta yok, olanlar ise büyük ölçüde kapalı. Kızlarımızda özgüven eksikliği var, geleceklerini sadece evlilik üzerine düşünmek zorundalar. 

Kızlar erken yaşta evlenmek zorunda. Çoğu bir üniversiteye kazanamadığı için bir 
tuhafiyeci yanında çalışabilirse, düğme kutularını yerleştirirlerse ne mutlu.. Şehir içinde dolaşan, pastanede oturan genç kıza kötü gözle bakılıyor. 

Erkeklere gelince, dört ayrı görüntüleri var. Camiye gidiyorlar çünkü mahalle baskısı var yani toplum içinden eleştiri gelmesini istemiyorlar. Ama aynı kişi Yalvaç‟ta „dindar‟ rolü oynarken, şehirden çıktığında yani gözlerden kaybolduğunda Eğirdir‟de „ayyaş‟, Isparta‟da „kumarbaz‟, Antalya‟da ise „hovarda‟ oluyor. 

Yalvaç gibi mütedeyyin bir şehirde bile Tekel rakamlarına göre ayda 800 bin TL, yılda 10 milyon TL değerinde içki satılıyor. İçki çok pahalandığı için bu rakamlara evde yapılanlar, dışarıdan getirilenler dâhil değil. Şehirden uzak yerlerde yapılan içkili partilerden sonra yaşanan ahlaksızca olayları sarhoşlukla açıklamak mümkün değil. 

Eğitim, Sağlık.. 

Şehrin okullarında eğitim geriye gitmiş. Benim mezun olduğum 1970‟li yıllaırın 
sonunda mezun olan herkes üniversitede bir yerlere girerdi şimdi %30‟a düşmüş. Eskiden eğitimin çok daha iyi olduğu tüm öğretmenlerinde mutabık olduğu bir konu. Ailelerin ve genç neslin şehri terk etmesinde eğitim zafiyetinin de önemli bir rolü var. 
Yalvaç halkı, şehir kurulduğundan beri mütedeyyin bir hayatı benimsemiş ama içinden çok önemli devlet adamları ve aydın insanlar yetiştirmiş. Ancak şehirde din, toplum hayatının ivmesi olmaya devam ediyor. İnsanlar cami ve kahve arasında yaşıyor. Cehalet ve kadercilik hayatı iyice yavaşlatmış. 
İnsanlar yeni bir şey yapmak, girişimci olmak istemiyor, birileri bizi gütsün diye 
bekliyor. Çalışmadan yaşamak istiyorlar ama beklentileri büyük, her şeyi hak etiklerini düşünüyorlar. Halk içinde kitap okuma oranı çok az, gazetelerin resimlerine bakıyorlar. 
Kütüphaneye 20 sene önce günde 100 kişi giderken, şimdi en fazla üç kişi gidiyor. Kelime dağarcığını yitirmiş, cümle kuramayan insanlarımız, bu boşluğu küfürlü kelimelerle dolduruyor. 
Şehirde kurulu bulunan dört adet Meslek Yüksek Okulu‟nun öğrencilerinin durumu şehirde bir yama gibi duruyor. Öğrenciler aslında şehirde özgürlük ve aksiyon sembolü.. 

Pastahaneden aldıkları simitleri yerken çay içecek paraları olmadığı için parklarda oturuyorlar.. 

Şehirdeki üniversite öğrencilerine ahlaki olarak kötü gözle bakıldığından öğrenci 
sayısı düşmeye başlamış. On sene önce 4 bin olan öğrenci sayısı bugün 2 bine düşmüş yani yarısı artık Yalvaç‟ı tercih etmiyor. Öğrenciler şehirde rahatsız olmuş, üniversitede ise hoca durmuyor. 
Sağlık konusuna gelince şehir hastanesinde doktor, pek fazla durmuyor. Genel halk sağlığı ile ilgili bir önleyici çalışma yok. Şehir suyundan kaynaklanan guatr ya da yaygın olan kanser, tansiyon gibi hastalıkların nedeni araştırılmıyor. İşin aslı kimse ne hastalığı olduğunu bile bilmiyor. Hastaların çoğu son ana kadar beklemekte ya da soluğu Isparta‟da almakta. 

Devlet ve siyaset.. 

Yalvaç halkı siyasetçiden umudu kesmiş, siyasetçi de şehri unutmuş. Siyasetçi şehre kayda değer hiçbir şey getirmemiş. Şehir azalan nüfusu nedeni ile yaklaşık 7-8 bin oyu temsil ediyor ve pek fazla umursanmıyor. Böyle olunca halk, hükümetten bir şey isteyemiyor zaten alamıyor. 

İktidara ait olmayan belediyeler genellikle borçludur. Alacaklarını alamaz, bir 
yerlerden para gelmez. Ancak, Yalvaç belediyesinin böyle bir sorunu yok. Şehir merkezindeki 300‟den fazla dükkânın sahibi ve onların kira gelirleri yanında su parası, çöp parası, belediye vergileri ile bütçesi fena değil. 

Zengin bir belediye var ama beceriksiz çünkü vizyonu yok. Yapılan en büyük yatırım, şehre şelale yapmak. Şehir genelinde çarpık yapılaşma almış başını yürümüş. Belediyecilikten her yeri betonlaştırma anlayan zihniyet, şehrin merkezi ve çevresindeki yeşilliği yok etmiş. 
Makyaj olsun diye parklar, mesire yerleri yapılmış. Saçma sapan yollar ve araç trafiği ile her yere park etmiş araçlar şehrin görüntüsünü bozuyor. 
Şehirlerdeki devlet daireleri başta belediyeler ve hastaneler olmak üzere İş-Kur 
üzerinden siyasi arpalık olarak yandaş kişilerle dolduruluyor. Bu da çalışmadan, üretmeden yaşamanın diğer bir kaynağını temsil ediyor. 
Antik Pisidia Antiokheia şehri gibi turizm imkânları var ama bu potansiyel iyi 
kullanılamıyor. Otel, pansiyon ve turistlerin zaman geçirebileceği mekân eksikliği var. Şehre gelen Japon turist, 1,5 saat ötede Eğirdir‟de konaklıyor. 
Diğer bir temel sorun ise ulaşım. Gece 9‟dan sonra özel arabanız dışında hiçbir yere gidecek otobüs, minibüs yok. Bu da şehirde yaşamı sönükleştiren ve göçü artıran diğer bir faktör. Kışın şehirde hayat tamamen ölüyor, yaşlılar bile kahveye gelmez oluyor. 

Sonuç.. 

Türkiye‟de ekmekle karın doyurma yani açlık sınırı 2 bin TL, açlığa giyecek gibi bazı temel ihtiyaçlarının eklendiği yoksulluk sınırı ise 7 bin TL ama Yalvaç‟ta insanlar genellikle açlık sınırının altında bir gelirle yaşıyorlar. Üstelik bundan şikâyet de etmiyorlar, kaderlerine razı olmuşlar. 

Pek çok Anadolu şehrinde de durumun farklı olmadığı söylenebilir. Son 20 yıla kadar kendi kendine yeten Anadolu ekonomisi bitti. Şehirlerimiz kasabaya ve kasabadan da köye dönüşme sürecine girdiler. Cennet şehrimiz Yalvaç, bunun en çarpıcı örneklerinden biri olmaya aday. 
Toprağı verimli, suyu bol Yalvaç‟ta tarım da hayvancılık da ölmüş. Bir zamanlar 
revaçta olan tekstil, kiremitçilik, halı dokuma ve dericilik de bitmiş. Hepsinin altında yatan temel neden ise üretim giderlerinin gelirleri karşılayamaması ve dışarının fiyatları ile rekabet edememesi. Üretmek yerine daha ucuza tüketmek yani hazırcılık tercih ediliyor. 

Domatesini, salatalığını üreten köylünün ürünü elinde kalmış ve hemen çürümüş, 
kimse soğuk hava deposu sağlamamış, pazarlamaya yardım etmemiş. Köylü, üretim için aldığı borçlarını ödeyemeyince bankalar tarlalara el koymuş, köylü şehre hücum etmiş. Yeşil alanlar bölünmüş, inşaata açılmaya başlanmış. 
Yalvaç‟ta durum böyle de diğerlerinde farklı mı? Eğirdir‟in bir avantajı yol imkânı ve göl kenarında olması ama oradan da iyi haberler gelmiyor. Gölü besleyen sular, yapılan baraj ve gölet çalışmaları, bilinçsizce yapılan sulama sondajları nedeni ile oldukça azaldı ve göl 30 m. çekildi. Tarım için kullanılan ilaçların da göle ulaşması ile gelir kaynağı Kerevit ve Sazan öldü. Isparta il merkezinin en önemli gelir kaynağı gül ürünleri. Rekabet edemeyince elde dokunan halı bitti, endüstriyel halıcılığa geçildi. Emekli şehri olan Isparta, civar illerden de emeklileri çekiyor yani pek çalışanı ve üreteni yok. 

Makalemizin sonunda çözüm için bazı önerilerde bulunmak istiyoruz. Ancak, bunlar makalenin hazırlık aşamasında sohbet ettiğimiz sevgili dostlarımızın ortak fikirleri. Diyorlar ki; devlet her şeyden önce; “Köylüyü köyde, şehirliyi şehirde tutma” politikası izlemelidir. 

Bununda başlıca yolu, şehirde ve köyde hem ekonominin canlanması hem de yaşam şartlarının iyileştirilmesidir. 

Bu insanları yerinde tutmanın tek yolu, para kazanması yani ürettiğini karlı bir şekilde satabilmesi. Halkın kazancını artıracak her yönetim ve proje destek görür. Bu kapsamda üç ayrı adreste tedbirlere başvurulabilir; 

(1) Devlet halkın ekonomik sorunlarına el atmalı; çiftçiyi desteklemeli, ürününe gelir getirecek fiyat vermeli, kooperatif yetmediği yerde depolamalı. Şehirde daha önce olduğu gibi istihdam yaratacak tekstil, kiremit, deri, meyve suyu fabrikaları kurulabilir, arıcılık desteklenebilir. 

(2) Tunceli‟de olduğu gibi aktif ve halkçı bir belediyecilik anlayışı ile bizzat  belediyeler bu işe öncülük edebilir. Yerel ürünler dışarıda pazarlanır, el sanatları desteklenir, halka meslek ve zanaat eğitimi verilebilir. 

(3) Kooperatifleşme; üreteciler örgütlenerek masrafları azaltacak tedbirler almalı, rekabet imkânları artırılmalı, depolama kapasitesi yaratılmalı ve yeni pazarlama kanalları oluşturulmalıdır. 

Organik ürünlerin bitmesi hastalıkları artıracak, iş hayatında bedensel çalışmanın azalması sağlık sorunlarımızı çoğaltmaya devam edecektir. 

Bu konularda da sağlık sektörümüz tedbirler üretmelidir. 

Son olarak kendi fikirlerimi söylemeliyim. 1400 yıldır süre gelen hayat şekli artık bir sona gelmektedir. Öncesindeki göçebe ve savaşçı hayat tarzı nasıl bitti ise kapitalizmin türevleri olan yaşam biçimlerinde de bir sona gelmekteyiz. İktidarın meşruiyeti, kapitalizm ve din‟in işbirliği üzerine kurulu ütopya artık bitti. Onlardan geri kalan distopyayı yani yozlaşmış bu hayatın resmini artık arşive kaldırmanın zamanı geldi. Her zaman olduğu gibi din adamları değil gene bilim insanları rehberlik ederse, insanlık ilerleyecektir. Sosyal bilimciler bu yeni hayatı siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yönleri ile yeniden yazmalıdır. 

Bu geçiş aşamasında öncelikle yapılması gereken ise tüketim ekonomisinden üretim ekonomisine geçilmesidir. Devletimiz ve halkımız ancak böyle ayakta durabilir, bağımsız kalabilir. Ekonomi kadar diğer önemli bir acil tedbir gerektiren alan ise toplumsal yozlaşmanın önüne geçilmesidir. Ülkemizin çağdaşlaşması geriye dönmüştür, ülke saati geriye gitmektedir. Atatürk‟ün çizdiği yolda toplumun çağdaşlaşması ve çağdaş eğitim için kurumsal tedbirler acilen alınmalıdır. Türk insanı kaderciliğe değil, çalışmaya ve yeniliğe, aklın ve bilimin öncülüğünde başarmaya yönlendirilmelidir. 

Muhtaç olduğumuz kudret, damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur. 

***

9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 47

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 47


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Tevhid-i Tedrisat Kanunu,Zaviye ve Medreseler, İmamhatip Liseleri,




28 Şubat süreci ile gerçekleştirilmek istenip de hayat bulmayan birçok talep ve 
istek bu süreç içerisinde gerçekleşmemiş olmakla beraber halkın kendi seçtiğinin ve milli iradenin yansıması olan seçim yolu ile değil ancak başka yöntemler kullanılarak iktidardan uzaklaştırılmasına tepkisi yine geç olmamıştır. 
Nitekim 28 Şubat süreci ile siyaset sahnesinden silinmek istenen kadronun, 28 Şubat müdahalesinden 5 yıl sonra tek başına iktidara gelmiş olması, Türk milletinin 28 Şubat’ı onaylamadığının bir kanıtı olarak gösterilmektedir. 
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde post-modern darbe olarak yaşanan bu süreç 
içerisinde Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah-Yol Hükümeti’nin ardından ANAP, DSP ve DTP ortaklığında kurulan Anasol-D Hükümeti iktidara gelmiş ve adını 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısından alan bu sürecin etkileri uzun süre devam etmiştir. 
Bu hükümet ilk iş olarak 28 Şubat 1997 tarihi MGK kararlarının en önemli 
maddesi sayılan “sekiz yıllık kesintisiz temel eğitim” yasasını kabul etmiş, böylece 
imam hatiplerin, Anadolu liselerinin, meslek teknik okullarının ve özel okulların orta kısımları kapatılmıştır. 
Bu bağlamda Türk Eğitim Sisteminin Yapısal Özellikleri, Türk eğitim sisteminin 
iktidarla olan ilişkileri, “devlet-iktidarı ilişkisi”, 28 Şubat 1997 MGK karaları sonrası Türkiye’de “Eğitim-İktidar İlişkileri” açısından ortaya çıkan gelişmeler vb. konular da bu çalışmamızın bir başka temel konusunu oluşturmaktadır. 
Günümüzde Eğitim; değişimlere ve çevresine uyum sağlayabilen ve çevresiyle 
bütünleşebilen bir sistemi ifade etmektedir. 
Çağdaş, medeni ve muasır bir toplum oluşturabilmek için eğitimin gelişmesine gereken önem verilmelidir. 28 Şubat 1997 MGK karaları sonrasında ülkemizde reform hareketleri  denilebilecek eğitim alanında yenilikler yapılmaya başlanmıştır. Bu yenilik hareketlerin önceliği beş yıllık olan zorunlu ilköğretimin, üç yıllık ortaokul ile birleştirilerek zorunlu temel eğitimin sekiz yıla çıkarılması olmuştur. Önceleri pilot bölgelerde başlayan sekiz yıllık ilköğretim 16.08.1997 tarihinde kabul edilen yasa ile ülke genelinde kesintisiz zorunlu hale getirilmiştir. 
28 Şubat 1997 MGK karaları sonrasında kabul edilen ve zorunlu eğitimi sekiz 
yıla çıkaran 4306 sayılı Yasa ile İmam-Hatip Okullarına olan talep büyük oranda 
düşmüş İmam-Hatip Liselerinin orta kısımları bu yasadan dolayı kapatılmış, bundan dolayı bu yasa İmam-Hatip Liseleri için yeni bir dönüm noktası olmuştur. Sekiz yıllık zorunlu eğitim sonrasında kapatılan İmam-Hatip Okulları’nın orta kısmı ve üniversiteye giriş sınavında meslek lisesi olması nedeniyle katsayı sorunuyla karşılaşılması, Kur’an kursları, yükseköğretim kademelerinde ki başörtüsü-türban sorunu ve bu sorunların gerek hükümet gerekse toplum nezdinde uzun süren tartışmaları da beraberinde getirmiş olması 28 Şubat 1997 askeri darbesinin Türk Eğitim Sistemi üzerindeki etkileri göstermesi açısından oldukça önemlidir. 
Geçmişten günümüze kadar gelen süre içerisinde ilköğretimin geliştirilmesine ve 
iyileştirilmesine dönük olarak atılmış birçok adım bulunmaktadır. 18 Ağustos 1997 tarihinde yürürlüğe giren, 4306 sayılı yasa ile tüm ülke genelinde 1997-1998 eğitim öğretim yılından itibaren Sekiz Yıllık Kesintisiz Eğitim uygulanmaya başlanmıştır. Eğitim sistemindeki yaşanan bu çarpıklıklar ve daima değişen sınav sistemi ile milyonlarca gencin, üniversite kapılarında yığılmasına neden olunmuş ve bu yüzden özel dershanelere olan talep her geçen gün artmış, böylelikle söz konusu kurumlar tüm ülkeye yaygınlaştırılmıştır. Cumhuriyetten bu yana eğitim alanında atılan adımların hiçbiri, eğitimde var olan sorunların çözümünü sağlayamamıştır. 
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra eğitim alanında ortaya konulan 
politikalar ve uygulamalar, iktidar sahiplerinin eğitimle her halükarda ilgili olması 
bakımından, diğer ulus devletlerden herhangi bir farklılığa sahip olmamıştır. Devlet, eğitim marifetiyle halkını aydınlatarak modernleştirmeyi amaç haline getirmiş ve toplumsal hayatta ve kültürel bağlamda köklü bir yere sahip olan dini ve geleneksel alışkanlıklar yine eğitim marifetiyle değiştirilmeye çalışılmıştır. 
1990’lı yılların ikinci yarısından sonra başlayan ve 28 Şubat Süreci olarak anılan 
dönemde eğitimle ilgili alınan bazı kararların günümüzde de etkilerinin görülmesi 
bakımından, eğitim iktidar ilişkileri bu dönemde çok net olarak ortaya çıkmıştır. Eğitim ile iktidar arasındaki bu canlı ilişki, iktidar sahiplerinin mücadelelerini sürdürürlerken araçsallaştırdıkları eğitime zarar verdiklerine dair farkındalıklarını bile engelleyecek boyutlara ulaşmıştır. Sonuçta, Türkiye’de iktidar mücadelesi neticesinde istikrara kavuşamayan eğitimin ve bileşenlerinin iktidar ilişkilerinden zarar gördüğünü kesin bir şekilde ortaya çıkarmıştır. 
Türkiye’de eğitim sisteminin yasal dayanağı anayasanın 42. maddesi ile 
belirlenmiştir: “Eğitim ve Öğretim, Atatürk ve İnkılâpları doğrultusunda çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır... 
Özel ilk ve orta dereceli okulların bağlı olduğu esaslar, devlet okulları ile erişilmek istenen seviyeye uygun olarak kanunla düzenlenir...” Görüldüğü gibi anayasa eğitim sistemini hem çağdaş bilginin hem de devlet ideolojisinin (Atatürkçülük) aktarılmasının bir yolu olarak görmekte ve devlete eğitim hizmetini gözetleme ve denetleme görevini vermektedir. Bu görev, en üst düzeyde Milli Eğitim Bakanlığı ve Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığı tarafından yerine getirilmektedir (Çokgezen, Terzi, 2008, s.7). Türkiye’de özellikle “28 Şubat süreci” ile başlayan dönemde meydana gelen siyasal gelişmeler ve ulusal tehditler arasına “irticanın” da konulmasından sonra yaşanan sorunlar neticesinde toplumsal bir tepki meydana gelmiştir. Meydana gelen bu toplumsal tepki şiddete veya silahlı mücadeleye dönüşmemiş, demokratik yollarla dile getirilmiştir. Koalisyon hükümetlerinin Türkiye’de ekonomik alanda başarılı olamamaları ve yaşanan ekonomik krizler, toplumda dönemin iktidar sahiplerine karşı tepkilerin artmasına yol açmıştır (Şimşek, 2012, s.183). 
28 Şubat süreci sonrasında özellikle Refah-Yol Hükümeti’nin iktidardan düşürülme si ile başlayan istikrarsızlık süreci koalisyon hükümetleri zamanında da sürmüş, bu dönem içerisinde toplumsal barış ve huzurun bozulması, artan ekonomik  bunalımlar, geniş bir alana yayılan toplumsal memnuniyetsizlik sonucunda 3 Kasım 2002 yılında yapılan genel seçimler üzerinde büyük bir etki yaratmış ve seçim sonuçlarını etkilemiştir. 
28 Şubat süreci sonrasında kurulan koalisyon hükümetleri zamanında her alanda 
devam eden istikrarsız yönetim biçimi 2002 genel seçimleri ile beraber AKP’nin tek başına iktidara gelmesi sonrasında yeni bir Türkiye stratejisi gündeme getirilmiştir. 
Özellikle 2002 sonrasında her alanda olduğu gibi eğitim alanında da AKP’nin ortaya koyduğu uygulamalar toplumsal açıdan takdir kazandığı gibi bu yapılan yenilik hareketlerini eleştirenlerde ortaya çıkmıştır. 
 Bilindiği üzere Refah-Yol Hükümeti’nin ardından kurulan koalisyon 
hükümetleri dönemlerinde 28 Şubat sürecinin etkileri uzun süre hissedilmiştir. Olay ve olguların ürünü olan 28 Şubat sürecinde büyük bir özgürlük daraltılması yaşanmış ve toplumun tüm kesimleri bu süreçten zararlı çıkmıştır. Devletin bütün kurum ve kuruluşları bu sürecin sonunda itibar kaybetmiştir. Bugün hâlâ Türkiye siyasetinden ekonomisine, toplumsal kesimlerden devlet kurumlarına, bağımsız medyasından sivil toplum kuruluşlarına kadar uzanan geniş bir yelpazede 28 Şubat’ın açtığı yaraları kapatmakla ve yarattığı tahribatı onarmakla meşgul olan bir Türkiye siyaseti bulunmaktadır. 
3 Kasım 2002 yılında yapılan genel seçimlerde AKP’nin tek başına iktidara 
gelmesinden sonra eğitim alanında hayata geçirilen uygulamalar arasında başörtüsü konusunda yapılan çalışmalar, zorunlu eğitim süresinin kesintili olarak 12 yıla çıkarılması, İmam-Hatip liselerinin orta kısımlarının 4+4+4 şeklinde kademelendirilen 12 yıllık zorunlu eğitimle tekrar açılması, üniversiteye girişte katsayı farkının kaldırılması ve Kur’an Kurslarına devam yaşı ile ilgili yaş sınırının kaldırılmış olması, 28 Şubat sürecinde hayata geçirilen eğitim uygulamaları ile taban tabana zıt olması bakımından dikkat çekicidir. Belirtilen konulardaki uygulamalarda, her iki dönem özellikleri açısından bakıldığında eğitim ile iktidar ilişkileri çerçevesinde değerlendirilecek unsurlar bulunmaktadır (Şimşek, 2012, s.184). 


8.2. Öneriler 

Türk demokrasi tarihi aynı zamanda onun kesintiye uğrayışının, muhtıra ve 
darbelerin talihsiz hatıraları ile doludur. Oysaki darbelerle demokrasilerin sekteye 
uğratılması, askıya alınması hatta ortadan kaldırılması demokratik hukuk devletlerinde olmaması gereken bir görüntüdür. 
Ülke yönetimlerinin demokrasi dışı unsurlarla ele geçirilmesi ve sivil iktidarın yerine ara rejimlerin bir darbe ya da muhtırayla birlikte hâkim kılınmaya çalışılması o ülke demokrasilerinin olgunlaşmasını ve süreklilik arz etmesini her zaman sekteye uğratır. Siyasi tarihimizde neredeyse her on yılda bir gerçekleşen, kimi zaman muhtıra, kimi zaman darbe, kimi zaman da post-modern darbe 
olarak nitelendirilen, demokrasimizi sekteye uğratan girişimlerin ülkeye verdiği 
zararları hep birlikte yaşadık ve gördük (TBMM, 2012). 

Ülkemizde demokrasiye müdahale eden tüm darbe ve muhtıralar ile demokrasiyi 
işlevsiz kılan diğer bütün girişim ve süreçlerin tüm boyutlarıyla araştırılarak, alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla gerekli kanunlar çerçevesinde çalışmalar yapılması gerekmektedir. Bununla beraber Türkiye'de darbelerin zemin bulmasının gerçek sebebi, demokrasimizin güçlü olmamasıdır. Demokrasinin olmazsa olmazı siyasi partilerdir. Siyasi partilerin ve siyasetin kurumsal kimliklerinin güçlendirilmesi için önündeki hukuki ve idari engellerin kaldırılmasıyla ilgili yasal düzenlemelerin yapılması, bu maksatla darbe dönemlerinden kalma Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Kanunu, Yüksek Seçim Kurulu Kanunu gibi mevzuatın gözden geçirilmesi gerekmektedir. 
Ülkemizin yakın tarihi ve özellikle darbe geçmişi ile yüzleşen Türkiye’de darbe 
ürünü olan tüm yasa, tüzük, yönetmeliklerin yeniden gözden geçirilmek suretiyle, başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndaki askeri vesayet unsurları olmak kaydı ile ortadan kaldırılması ve olağan bir süreç içerisinde milletin arzuladığı çağdaş normlara uygun demokratik adımların atılması, Anayasal çalışmaların yapılması tarafsız ve bağımsız bir yargı sisteminin oluşturulabilmesi için gerekli önlemler alınmalı ve en önemlisi de darbe dönemlerinde çıkarılan TSK İç Hizmet Kanunun 35’inci maddesi derhal kaldırılmalıdır. Buna bağlı olarak çıkarılan İç Hizmet Yönetmeliğinin ilgili maddeleri de iptal edilmelidir. 

48. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 44

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 44


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Tevhid-i Tedrisat Kanunu,Zaviye ve Medreseler, İmamhatip Liseleri,



Özel kurum ve kuruluşların bu dönemden güçlenerek çıkması beraberinde 
olumlu ve olumsuz birçok düşünceyi de getirmiştir. Böyle bir dönemde din eğitiminin veriliyor olması gençlerimizin dini ve kültürel değerlerimizden uzaklaşmaması olumlu bir gelişme olurken, din eğitiminin cemaatler eliyle verilmesi gerektiği tartışmalarını beraberinde getirmiş olması ya da var olan bir düşüncenin yüksek sesle dillendirilmeye başlanması olumsuz bir gelişmedir. Çünkü genel eğitimin dışında verilecek olan bir din eğitiminin mezhepçiliğe, tarikatçılığa, peygamber dışında dini motifler aramaya ve din adına çatışmaya götürmesi (Özcan, 2012, s.175) gibi sonuçlarının doğurabileceğinden ve dahası kendi aralarında bile belirli bir konsensüsü sağlayamamış cemaatlerin din eğitimi konusunda da farklılaşmalara gidebilecekleri, kendi düşünce ve anlayışlarına göre eğitim verme istekleri milli birlik ve beraberlik açısından fayda değil zarar  getirecektir. 
Ülkemizdeki Kur’an kurslarında son zamanlarda ciddi artış yaşanmıştır. 2000’li 
yılların başında 3.368 olan Kur’an kursu sayısı, 2009-2010 öğretim yılına gelindiğinde 8696’ya, 2010-2011 öğretim yılında ise 9066’ya ulaşmıştır. Kur’an kursu sayısındaki artışların 28 Şubat sürecine gösterilen tepki olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır. 
Bununla birlikte Kur’an kurslarıyla ilgili yapılan güncel düzenlemelerde kurs ve öğrenci sayılarının artmasına sebep olurken öğretici sayısının da öğrenci ve kurs sayısına bağlı olarak artmasını sağlamıştır (Soylu, 2013, s.46-47). 

5.1.6.9. Katsayı Uygulaması (1997-2011 arası) 

28 Şubat 1997 öncesinde, Türkiye’de üniversiteye giriş sisteminde genel liseler 
ile meslek liseleri arasında herhangi bir ayrımcılık söz konusu değildi. Öğrencilerin 
hangi liseden geldiklerine bakılmaksızın aynı sınava tabi tutulurlar ve bu sınavda 
gösterdikleri başarı oranında üniversitelere yerleştirilirlerdi.
 
28 Şubat süreci ile bu durum kökten bir değişikliğe uğradı. MGK’nın, 28 Şubat 
1997’de “irticai faaliyetlere karşı mücadele çağrısını” içeren bir bildiri yayınlaması ile birlikte tüm dengeler alt-üst oldu. YÖK, meslek liselerinin ağırlıklı ortaöğretim 
puanlarının, ÖSS’de alanlarında bir okulu seçerlerse 0,5, alanlarının dışında bir okulu seçerlerse 0,2 ile çarpılmasını kararlaştırdı ve böylece katsayı sorunu doğdu. 
Aslında yaşanan bu sorunun temeli, hesaplama yönteminin değiştirilmesinden  ötürü meslek liselerinden mezun öğrencilerin üniversiteye giriş sınavlarında daha fazla soru yapsalar bile genel lise mezunlarından daha az puan almaları ve dolayısıyla üniversitelere girememeleriydi. Meslek lisesi öğrencileri üniversite sınavında doğru cevapları çok düşük bir katsayı ile çarpıldığı için genel lise öğrencilerinden çok daha fazla soruyu doğru çözseler bile daha az puan aldıklarından başarısız sayılıyorlar ve hak ettikleri üniversiteleri okuma imkânları ellerinden alınıyordu. Bu ayrımcı uygulamanın öncelikli hedefi, İmam-Hatip liseleri idi (Komisyon, 2012, s.385-386). 
28 Şubat süreci olarak bilinen dönem ülkemizde bazı alanlarda ciddi değişikliklere yol açmış, siyasi iktidarlar el değiştirmiş, başta eğitim olmak üzere pek çok alanda yeni düzenlemelere gidilmiştir. 28 Şubat süreci ile birlikte uygulanmaya başlayan sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim uygulamasının din eğitimi ve özelde ise İmam Hatip Okulları üzerindeki etkilerini bilinmektedir. Özellikle 1973’te yürürlüğe 
konulan Milli Eğitim Temel Kanunu ile bütün mesleki ve teknik liselerle imam hatip okullarının da liseye çevrilip İmam Hatip Lisesi adını alması ve mezunlarının 
üniversiteye girme hakkı elde etmesinden sonra bu okullar sık sık tartışma  konusu  olmuştur. Mezunların büyük bir azimle ve gayretle çalışıp dini yükseköğrenim kurumları dışında başka yükseköğrenim kurumlarında da öğrenim görmeye başlamaları bazı kişi veya kesimleri rahatsız etmiştir (Soylu, 2013, s.75). Çünkü onlara göre; İmam Hatip Lisesi mezunlarının kendi alanlarındaki mesleki (dini) yükseköğretim kurumları dışındaki fakülte ve yüksekokullara gitmeleri mevcut Cumhuriyet rejimi ve Laiklik açısından sakıncalı idi. Bu konuda siyasi parti mensupları arasında sık sık tartışmalar yapılmıştır. Bir kısım gazete ve köşe yazarları ve bazı üniversite öğretim elemanları bu konuda yazılar yazmış, TV programlarında konuşmalar yapmışlardır. Hatta bazı öğretim üyeleri her yıl kendi fakültelerinin hangi bölümüne kaç İmam Hatip Lisesi mezunu girdiğini tespit ederek kamuoyuna deşifre etmişlerdir. İmam Hatip Liseliye karşı soğuk bakan ve birtakım kuşkular duyan kesimlerden bazıları açıkça, bazıları ise zımnen İmam 
Hatip Lisesi mezunlarının başka alanlarda tahsil yapmaya yönelmelerini devleti ele geçirme planı olarak nitelendirmişlerdir. Onlar bu tür maksatlı iddialarıyla rejim ve laiklik konusunda hassas olan kişi veya kesimleri İmam Hatip Lisesi ve mensupları aleyhine şartlandırmışladır (Öcal, 2011, s.305). 
Yaşanan bu olumsuz gelişmelerin ve bu tür tartışmaların yoğun olarak devam 
ettiği bir dönemde 28 Haziran 1996 günü Necmettin Erbakan’ın Başbakanlığında ve DYP lideri Tansu Çiller’in Başbakan Yardımcılığında 54. Koalisyon Hükümeti olarak bilinen Refah-Yol Hükümeti kurulmuştur. Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasıyla Türkiye’de yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. 
Yukarıda konu ile bağlantılı olarak anlatılan İmam-Hatip Liselerinin orta 
kısımlarının kapanmaması için yapılan miting ve gösterilerin yanı sıra sağ kesimdeki pek çok siyasetçinin çabalarına rağmen 16 Ağustos 1997 tarih ve 4306 sayılı zorunlu 8 yıllık ilköğretim kanunu mecliste kabul edilerek yürürlüğe girmesi sonucunda bu konudaki çabalarda bir anlamda sonuçsuz kalmıştır (Gökaçtı, 2005, s. 245). “Kesintisiz” kavramına ortaöğretim kurumlarının bünyelerindeki ortaokulların, bu arada özellikle de İmam- Hatip Liseleri orta kısımlarının kapatılmaları sonucunu doğuracak bir mana yüklenmek istenmektedir. Bu anlayışa göre “kesintisiz” kavramı tek çatı ve tek idare altında, yönlendirmeye yer vermeyen tek tip bir programa göre sekiz yıllık eğitimin bölünmeden sürdürülmesi şeklinde anlaşılmakta ve anlatılmaktadır. Bu anlayış bilimsellikten uzak, ülke imkân ve ihtiyaçlarını dikkate almayan, ideolojik olmanın ötesinde savunulabilir bir gerekçesi bulunmayan ve uygulamaya konulduğu takdirde, diğer meslek okullarıyla birlikte özellikle İmam-Hatip Liselerinin orta kısımları ve Kur’an Kursları’nı kapatmakla sonuçlanacak bir yaklaşıma dayanmaktadır (Soylu, 2013, s.78). 

8 Yıllık Kesintisiz Zorunlu Eğitim Yasası’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte, hem 
imam hatip okullarının orta kısımları kapatılmış hem de kesintisiz eğitim uygulaması nedeniyle çocukların ilköğretim I. kademe sonrası (ilkokul) Kur’an kurslarına gitme imkânları ellerinden alınmıştır. Bu durum zaman içerisinde Kur’an kursu öğrencilerinin cinsiyet ve yaş grubu dağılımlarının da farklı şekilde değişmesine yol açmıştır. Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim uygulaması öncesinde daha çok 11-12 Yaş arası çocuklar Kur’an kurslarına kayıt yaptırırken, zorunlu eğitimin sekiz yıla çıkmasından sonra 14- 15 Yaş sonrası gençlerin bu kurslara kayıt yaptırdıkları görülmüştür (Bahçekapılı, 2012, s.85). 15 Eylül 1997 sabahı okullar 8 yıllık zorunlu eğitim yaptırmak üzere öğretime açılmış ve İmam Hatip Liseleri ile orta kısımları olan diğer meslek liseleri orta kısımlarına artık yeni kayıt yapmadan öğretime başladılar. Mili Eğitim Bakanlığı’nca İmam Hatip Liseleri’nin 2. ve 3. sınıflarına geçmiş bulunan öğrencilere öğrenimlerine 
bu okulda tamamlama zorunluluğu getirildi. İmam Hatip Liselerinin orta kısımlarının kapatılması yanında, İmam Hatip Liseleri üzerine yapılan yanlış politikalar ve yayınlar sebebiyle bu okullar ve okullarda okuyan öğrenciler üzerinde ciddi bir psikolojik savaş yürütülmeye başlanıldı. Bunlara ilaveten YÖK’ün ve ÖSYM’nin (Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi) Anayasa ve yasaların açık hükümlerine rağmen, uygulamaya koyduğu katsayı farkı da, öğrencilerin bu okullara olan ilgisini olumsuz yönde etkilemiştir (Bahçekapılı, 2012, s.132). 
1999 yılında alınıp aynı yıl uygulamaya konulan katsayı kararıyla; lise  mezunları nın orta öğretim başarı puanları 0,5 ile çarpılarak belirlenirken, mesleki ve 
teknik liseler ve İmam Hatip Lisesi mezunlarının orta öğretim başarı puanları 0,2 ile çarpılarak belirlenmiştir. Bu uygulama ile lise mezunları ile meslek lisesi mezunlarının başarı puanları arasında- meslek lisesi mezunları aleyhine- 25-30 puanlık bir fark oluşturulmuştur (Öcal, 2007, s. 543). Bu uygulanan katsayı sadece İmam Hatip Liselilerini değil bütün meslek liselilerini etkilemiştir. 
Bu adaletsiz ve haksız rekabet normal lise mezunlarına göre meslek lisesi 
mezunlarının ÖSS puanlarının daha küçük katsayı ile çarpılmasını, her iki öğrenci 
sınavda aynı puanı almış olsa bile istediği bölüme yerleştirilme aşamasında aralarında büyük farklar doğmasına neden olmuştur. Bu kat sayı düzenlemesiyle; İmam Hatip lisesi mezunlarının siyasal, tıp, hukuk gibi branşlara geçiş yapması engellenmiştir. Bu tarihten sonra imam hatiplerdeki öğrenci sayısı iyice düşmüştür (Taslaman, 2011, s. 222). 2003-2004 eğitim-öğretim yılına gelindiğinde ise; lise mezunlarının ortaöğretim başarı puanları hesaplanırken 0,8 ile mesleki ve teknik lise mezunlarının ortaöğretim başarı puanları hesaplanırken;0,3 ile çarpılarak hesaplanması kararlaştırılmıştır. Son karar ve uygulama meslek lisesi mezunlarının aleyhine 40 ila 50 puanlık fark ortaya koymuş ve bu sebeple artık meslek lisesi mezunlarının kendi ilgi alanlarındaki yükseköğretim kurumlarının dışında herhangi bir fakülte veya bölüme girmeleri imkânsız hale gelmiştir (Öcal, 2007, s. 543). 

28 Şubat sürecinin eğitim boyutu içerisinde önemli bir yer teşkil eden katsayı 
sorunu 1999 yılından beri uygulanmaya konulmuş ve 2002 yılından itibaren iktidara gelen AKP Hükümetlerinin önemli uğraş alanlarından biri haline gelmiştir. YÖK başkanının değişmesiyle birlikte ilk defa ciddi anlamda adımlar atılmaya başlanmış, 21 Temmuz 2009 günü YÖK toplantısında yükseköğretim kurumlarına geçiş sınavlarında uygulanmakta olan (alan içi, 0,8; alan dışı 0,3) katsayı farkı uygulamasına son verilmesi kararlaştırılmıştır (Öcal, 2011, s.348, Bahçekapılı, 2012, s.124). YÖK’ün katsayı farkının kaldırdığını ilan etmesinden kısa bir süre sonra İstanbul Barosu Başkanı, katsayı farkının iptali için dava açmış ve Danıştay 8. Dairesi 20.11.2009 günü oy birliği ile aldığı kararla (Danıştay, Esas No:2009/6890) YÖK’ün aldığı katsayı kararını iptal etmiştir. YÖK’ün 21 Temmuz 2009 günü yüksek öğretim kurumlarına geçiş sınavlarında uygulanan katsayı farkını kaldırmasını ifade eden 1266 sayılı Karar’ının ardından Danıştay’ın iptal kararı sonrasında ortaya çıkan hukuki boşluğun doldurulması zorunluluğu karşısında, herhangi bir karışıklılığa meydan vermemek için, yürütmesi 
durdurulan 1266 sayılı Karar’ın 3.,4., ve 5.maddelerinin (katsayı farkının kaldırılmasını ifade eden maddeler) yerine YÖK üniversiteye girişte yeni bir sistem geliştirmeye çalışmıştır (Bahçekapılı,2012, s.127). 
Yapılan bütün bu çalışmalar neticesinde YÖK, 17 Aralık 2009 Perşembe günü 
aldığı yeni kararla lise ve meslek liseleri arasındaki puan farkını iyice azaltan bir çözüm önerisinde bulunmuş; buna göre, üniversite adaylarının “alan” larıyla ilgili program tercihlerinde AOBP (Ağırlıklı Ortaöğretim Başarı Puanları) 0,15 alan dışı tercihte 0,13 ile çarpılarak belirlenmesini kararlaştırdı. Bu kararla YÖK, üniversiteye girişte adaylar arasında uygulanan katsayı farkını 0.02’ye indirmiş ve alınan bu kararla ÖSYM’nin düzenlediği üniversiteye giriş sınavlarında, genel lise mezunu ile meslek lisesi mezunlarının eşit sayıda doğru cevap vermeleri halinde, meslek lisesi çıkışlıların aleyhine 8-10 puanlık bir fark ortaya çıkmaktadır (Öcal, 2011, s.348-349, Aydın, 2010, s. 27). Ancak Yükseköğretim konusuna dikkat kesilen İstanbul Barosu, YÖK’ün almış olduğu bu katsayı uygulamasını da yargı kararlarının uygulamama olarak yorumlayarak yürürlüğünün durdurulması için yeniden Danıştay 8.Daireye yeniden dava açmıştır. Danıştay 8. Dairesi de 27.01.2010 günü “1998 yılından itibaren uygulanan hukuka uygunluğu yargısal kararlarla istikrar kazanmış farklı katsayı uygulaması ile dava konusu karar alınıncaya kadar uygulanmakta olan alan içi tercihlerde 0,8, alan dışı tercihlerde 0,3 katsayısının esas alınacağına ilişkin düzenlemenin değiştirilerek alan içi 
0,15, alan dışı 0,13 katsayı farkına dönüştürülmesine ilişkin dava konusu kararın 
hukuken geçerli bir sebebe dayanmadığı gibi Yargı kararlarının gereklerine aykırı 
olduğu ve yargı kararlarının geçersiz kıldığı sonucuna ulaşılmıştır.” Şeklinde ki 
açıklaması ile YÖK’ün 17.12.2009 tarihli 6 maddeden oluşan kararlarının 2.,3.ve 
4.maddelerine yönelik olarak yürütmenin durdurulması isteminin oy birliği ile 
kabulüne, koşullar oluşmadığından 6.maddesine yönelik yürütmenin durdurulması 
isteminin oy çokluğu ile reddine karar vermiştir (Soylu, 2013, s.81). 
YÖK genel kurulu önce “eşit” katsayı sistemini belirlemiş, daha sonrasında ise 
0,15-0,13 oranlarının Danıştay’dan dönmesinin ardından, YÖK Genel Kurulu yeni 
katsayılar belirleme çalışmalarına başlamıştır. Bu çalışmalara göre; alan içi 0,15 ve alan dışı 0,12 olacak şekilde belirlenmiş ve böylece aradaki fark 0,01 oranında açılmıştır. Bu karala meslek liseleri farklı alanlarda üniversiteye girmek isterlerse genel liselerle aralarında en fazla 15, en az 3 puanlık bir fark oluşacaktı. Danıştay’ın yürütmeyi durdurduğu 0,15-0,13’lük karar ise en fazla 10 puanlık bir fark oluşturuyordu (Bahçekapılı, 2012, s.128). Tüm bunlar yaşanırken aslında olan üniversite sınavlarına hazırlanan gençlere oluyor ve yargı ile YÖK arasında yaşanan katsayı farkın konusunda ki çekişme öğrencilerin, belirsizlik, dışlanmışlık, panik, hayal kırıklığı gibi psikolojik süreçleri yaşamalarına sebep oluyordu (Aydın, 2010, s.26). 

Bütün bu yaşananlara genel olarak baktığımızda; 1998 yılında YÖK’ün aldığı 
kararla meslek lisesi öğrencilerinin kendi alanları dışında yükseköğretim programı 
seçmeleri ve farklı alanlardan tercihte bulunmak isteyen genel lise öğrencilerinin orta öğretim başarı puanlarının diğer öğrencilerinkinden farklı bir katsayı ile çarpılması uygulaması başlamıştır. Bu düzenleme ile 50-60 puanlık farkların meydana gelmesi İmam-Hatip Liseleri’nde okuyan öğrencilerin yükseköğretime yerleşmelerinin zorlaştırılması amacıyla çıkarıldığına dair eleştiriler almıştır. Yusuf Ziya Özcan’ın YÖK Başkanı olmasından sonra katsayı uygulamasına tümden son verilmek istenilmiştir. 
Bu yönde alınan kararın Danıştay tarafından iptal edilmesinden sonra katsayı uygulaması 2009’da YÖK tarafından alan içi tercihlerde 0,15; alan dışı tercihlerde 0,13 olarak düzenlenmiştir. Bu kararın da Danıştay tarafından iptal edilmesiyle uygulama alan içi tercihlerde 0,15; alan dışı tercihlerde 0,12 şeklinde tekrar düzenlenmiş ve bu uygulama son iki yılda uygulanan sınavlarda uygulanmıştır. 01.12.2011 tarihinde ise 1998 yılından itibaren uygulanmakta olan genel ve meslek liselerde okuyan öğrencilerin yükseköğretime yerleşmelerinde önemli bir yere sahip olan orta öğretim başarı puanının çarpılacağı farklı katsayı uygulaması na YÖK Kurul Üyeleri’nin oybirliği ile aldıkları kararla son verilmiştir. Buna göre tüm öğrencilerin orta öğretim başarı puanlarının 0,12 katsayısı ile çarpılarak elde edilecek puanın YGS/LYS’den alınacak ham puana eklenerek yerleştirmeye esas puanın hesaplanacağı bir uygulamaya geçilmiştir (Şimşek, 2012, s.215). 
Katsayı farkının kaldırılmasıyla birlikte yaklaşık 10 yıldır sürdürülmekte olan bir 
dayatmaya son verilmiş, 28 Şubat sürecinin ürünü olan ve toplumda ayrımcılığa, 
dışlanmışlığa sebebiyet veren bir uygulamadan vazgeçilmiştir. Bu uygulama, on yıldır sadece imam hatip lisesi mezunlarını mağdur etmemiş aynı zamanda mesleki ve teknik eğitimi de mağdur etmiştir (Soylu, 2013, s.85). 

Post-modern darbe sürecinde uygulamaya konulan planlardan birisi de, İmam 
Hatip lisesi mezunlarının yargı kurumları ve kamu yönetimlerinden uzaklaştırılmasıdır. Darbeci zihniyetler, İmam Hatip Liselerini sürekli bir engel olarak görmüşler, bu öğrencilerin önünü kesmek için fırsat kollamışlardır. 
Yargının, darbe süreçlerinde emir komuta zinciri içerisinde hareket etmesi için, İmam Hatip okulları gündeme alınmış önce bu okullarda öğrenim gören kız öğrenciler için, "imam olamayacaklarına göre, İmam Hatiplerde kız öğrenciye gerek bulunmadığı" türünden iddialarla, Kız öğrencilerin İmam Hatip liselerine girişleri engellenmeye çalışılırken, "İmam Hatiplerde öğrenim gören öğrenci sayısının, Türkiye'nin imam ihtiyacının çok üzerinde olduğu" gerekçesiyle de öğrenci sayısı azaltılmaya çalışılmıştır (Komisyon, 2012, s.387). 
 
45. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***