Refah-Yol Hükümeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Refah-Yol Hükümeti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 20

 28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 20


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,Refah-Yol Hükümeti, Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Refah-Yol Hükümeti ,



DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 

4. 28 ŞUBAT 1997 MİLLİ GÜVENLİK KURULU KARARLARI ve SONUÇLARI 

Refah-Yol Hükümeti’nin, kurulduğu günden itibaren iç ve dış politikada göstermiş olduğu siyasi tavırlar, şeriat ve irtica olaylarının hep gündemde olduğu, irticai tutum hareketleri ve davranışları, laik ve demokratik siyasi kesim, üniversiteler, sivil toplum kuruluşları basın-yayın organları, medya ve TSK başta olmak üzere, ülkenin tüm kesimlerinde giderek artan olaylar ve bunların sonucunda ortaya çıkan tepkiler çeşitli olayları da beraberinde getirmiş idi. 
27 Ocak 1997 günü yapılan bir önceki MGK toplantısında, irticai faaliyetler 
nedeniyle Türk Silahlı Kuvvetleri’nde baş gösteren rahatsızlığın Deniz Kuvvetleri 
Komutanı Oramiral Güven Erkaya tarafından tekrar dile getirilmesi üzerine, 
28 Şubat tarihli MGK toplantısı gündemine “İrticai Faaliyetler” konusu da ele alınmıştır (Komisyon, 2012, s.154). 

Genel olarak ülkede çeşitli kesimler büyük bir huzursuzluk içeresinde idi. 
Şeriatçılar başta olmak üzere bütün dini kesimler adeta huzursuzdu, ne zaman laik ve demokratik Cumhuriyet’i yıkıp da yerine şeriatçı bir yönetim kurulacak düşüncesi içerisinde bekliyorlardı. Bunun yanında laik demokratik kesim de tıpkı dini kesim gibi huzursuz bir atmosfer içeresinde idi. Çünkü şeriatçıların laik ve demokratik düzeni yıkacaklarından endişe ederlerken bunları kimin durduracağı zihinlerde yer etmişti. 

Bunların yanı sıra asker ise içten içe huzursuzluğunu dile getirmeye başlamış idi. Asker tamamen hükümet üzerinden faaliyetlerini yürütmekle beraber bu hükümetin irticai faaliyetlerini önlemek için gerekli olan önlemlerin bir an önce alınması yolunda önemli adımların atılması gerektiğine inanıyordu (Bölügiray, 1999, s.23-24). 28 Şubat Kararları öncesi artık düğmeye basılmıştı, bazı çevreler ve güç odakları Refah-Yol Hükümetine karşı harekete geçmek için girişimlerde bulunulmaya başlamıştı (Özer, 2011, s.79). Bu durum başta kamuoyu ve medyayı etkisi altına almış olmakla beraber durum hükümet cephesinden tamamen farklı bir tutum içerisinde izlenmekte idi. 
Bununla beraber yetkili makamlardaki durum ve en önemli unsur olan TSK’da ki durum tamamen farklı olmakla beraber; kamuoyu, medya, hükümet, yetkili makamlar ve TSK 28 Şubat öncesi tavırlarını ortaya koymuş ve 28 Şubat MGK Kararları öncesi durumu şöyle özetlemişlerdir. 

4.1. Kamuoyu ve Medyadaki Durum 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından devlet içerisinde zaman zaman 
yolsuzluk, rüşvet ve iltimas olayları gündeme gelmiş olmakla beraber çoğu zaman bu olaylar karşısında devlet ve hükümetler hiçbir faaliyette bulunmamışlardır. Refah-Yol iktidarı döneminde kadar çoğu yolsuzluk, hırsızlık, çürümüşlük ve yozlaşmışlık karşısında sessiz kalan çoğunluk Refah-Yol iktidarı döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve demokratik yapısının her geçen gün biraz daha yıkılması karşısında nihayet harekete geçmiş ve artık sesini çıkarmaya başlamıştı (Bölügiray, 1999, s.24). Bu yaşanan olaylar “Susurluk Olayı” ile daha da farklı bir anlam ve önem kazanmış “yolsuzluk, çete, irtica” faaliyetleri ile bu dönem içerisinde mücadele edilmeye başlanmış idi. 
Kamuoyu içerisinde o dönem oldukça etkili olan şeriat ve irtica konuları 
toplumda büyük bir panik ve endişe yaratmış olmakla beraber, belli bir kesimi temsil etmeyen ya da bir gruba ait olmayan insanlar tarafından çeşitli eylemler başlatılmıştı. 
Bu eylemler içerisinde en dikkat çekeni ise “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” adı verilen eylemler ön plana çıkmış ve kendilerine “Yurttaş Girişimi” adı verilen gruplar tarafından yapılmıştır. 1-29 Şubat günleri süresince her gece saat 21.00’de evlerin büyük çoğunluğu elektriklerini 1 dakika süre ile yakıp söndürürmüşlerdir. Bu eylemler daha çok İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde başlayıp tüm yurda yayılan bir eylem haline gelmiştir, elinde siyasi bir gücü olmayan ve sistem karşısında her zaman ezilen kesimler bu pasif ama etkili eylem yoluna gitmişlerdir. Bu eylem planlarının yanında kimi insanlarda sokaklarda küme küme toplanmaya şarkılar ve türküler söyleyerek, düdük çalarak, alkış tutarak, tencere ve tavalara vurarak yapılan bu eylemi sesli bir protestoya dönüştürüyorlardı. “Aydınlık İçin Yurttaş Girişimi” dalga dalga yayılırken, ilk kez böyle bir protesto eylemi olduğu için dünyanın da ilgisini 
çekmiş olmakla beraber olay uluslararası medyanın da gündemine girmiştir (Bölügiray, 1999, s.24). 
   Bu eylemcilerin amacı “Temiz Devlet-Temiz Toplum” sloganı ile Türkiye 
Cumhuriyeti’nin tarafsız yurttaşları olarak yaşanan bu olaylara tepkileri göstermek idi. 
Sessiz Çoğunluk” taraftarları; “Bir yandan konuşmaya değer hiçbir haklı sözü 
olmadığı halde konuşanlar, öte yanda konuşulacak çok şeyi olduğu halde susan, 
susturulan toplum, toplum olarak yaşamda bize sunulan sessiz çoğunluk rolünü bu sefer reddediyoruz” (Bölügiray, 1999, s.25) vb. açıklamaları ile düzen, adalet, hak, hukuk, laiklik ve demokrasi vurgusu yapmışlardır. Bu eylemler gün geçtikçe Refah-Yol Hükümeti aleyhine bir krize dönüşmekle beraber özellikle Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın eylemciler için “Mum Söndü” oyununu ile benzerlik göstermesi şeklindeki açıklamaları ile olaylar daha da ateşlenmiş ve başta kamuoyu olmak üzere Alevi vatandaşların tepkisini çekmiştir. Kuşkusuz bu olay ilk ve en büyük sivil hareket olması açısından dikkat çekmiş ve etkileri uzun yıllar sürmüştür. 

Belli bir kesimi temsil etmeyen ya da bir gruba ait olmayan insanlar tarafından 
ortaya konulan bu eylemlerin yanında işçi, işveren, sağ ve sol gruplar, esnaf, doktor, avukat vb. tüm demokratik ve laik kitle örgütlerinin bir araya gelmesi ile oluşan “Sivil Toplum Örgütleri’nin” oluşturduğu TÜRK İŞ, DİSK, TÜSİAD, KESK, TOBB vb. örgütlü grupların yöneticileri parti liderlerini ziyaret ediyor ve isteklerini anlatıyorlardı. 
Bu gruplar genel olarak “siyasi partilerin ve parlamentonun kamuoyunun beklenti ve isteklerine cevap veremediği, halkın gerisinde kaldığı, Atatürk’ün şahsına ve temsil ettiği çağdaşlaşma anlayışına yönelik saldırıların olduğu, laik Cumhuriyet düzenini şeriat tehlikesi altına girdiği, çetelerin ve mafyanın devleti ve kurumlarını ele geçirmeye çalıştığı, meclisin halktan kopuk olduğu” (Bölügiray, 1999, s.26) vb. söylemleri kamuoyunun rahatsızlığını dile getirmiş olmakla beraber Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller’in bu durum karşısında sessiz kalmış olmaları olayların daha da rahatsız verici bir hala gelmesine sebep olmuştur. 
Kamuoyundaki gelişmeler ve huzursuzluk ortamı genel olarak böyle olmakla 
beraber özellikle o dönemde toplumda büyük bir etkisi olan ve yaşanan olaylara yön verebilen medya organları açısından ise durum tüm detayları ile ele alınıyor ve kamuoyuna yansıtılıyordu. 

28 Şubat Süreci MGK Kararları öncesi durum medya açısından ele alınacak olur 
ise; laik, demokratik ve bağımsız medya her geçen gün rejim, laiklik ve demokrasi kavramalarını yıkmak isteyen RP’nin yaptığı her irticai olayı, her yanlış olayı ve her yolsuzluğu sonuna kadar araştırıyor, buluyor ve kamuoyunda gözler önüne seriyordu. Bu nedenlerden ötürü medya ve hükümet arasında şiddetli bir kavga sürüp gidiyordu (Bölügiray, 1999, s.26). 

4.2. Hükümet Cephesindeki Durum 

28 Şubat süreci MGK Kararları öncesi durum genel olarak kamuoyu ve medyada 
geniş bir yer tutmuş olmakla beraber özellikle Hükümet Cephesi’nden de yakından takip edilmekte idi. Refah Partisi; 27 Mart 1994 yerel seçimleri ve 24 Aralık 1995 genel seçimlerinden büyük bir başarı ile çıkmış olmasının yanında özellikle yerel yönetimlerin çoğunu ele geçirmiş olması, kamuoyunda büyük bir yankı oluşturmuştur. 

Bununla beraber özellikle RP’nin yerel yönetimlerdeki bu seçim başarısı ve çoğunluğu ele geçirmiş olması ve RP öncesi bazı belediye başkanlarının yolsuzluk ve rüşvet iddiaları halk nezdinde sindirilmeye çalışılmış olmakla beraber Anayasa ve Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri etrafında çalışan başkanlar ise halk tarafından takdir ile karşılanmıştır. 

RP’nin yerel yönetimlerdeki bu seçim başarısı 24 Aralık 1995 genel seçimleri ile 
devam etmiş ve RP’ni iktidara getirmiştir. Gelişen bu olaylar ile beraber özellikle yerel ve genel idarede ki RP’nin laik ve demokratik düzeni yıkma girişimleri ve bu yönde faaliyetler düzenlemeleri toplumun laik ve demokratik çevreleri tarafından tepkiyle karşılanmış ve giderek bu durum daha da yoğunlaşmıştır. 
Refah-Yol Hükümeti, kendi dönemi içerisinde yararlı işler yapmış olsa da 
yaratılan rejim bunalımından ötürü kamuoyunun bu yapılan yararlı işleri hiç kimsenin görmesi beklenemezdi, çünkü bütün ülkenin tartıştığı tek konu “Rejim Bunalımı” idi. 
Bu siyasi atmosferin mimarı ise Refah-Yol Hükümeti’nin kendisiydi. RP toplumda 
yükselen bu gergin atmosferi daha da tırmandırıyor, Adnan Menderes iktidarı gibi, “Ben iktidarım istediğimi yaparım” mantığı ile hareket ediyordu (Bölügiray, 1999, s.29-30). 
Bu gergin siyasi atmosfer karşında RP kendisini ikazda bulunanlara karşı ise tamamen umursamaz bir tavır sergiliyor ve ortağı DYP ise aynı tavrı takınıyordu. 
Refah-Yol Hükümeti dönemi içerisinde her gün Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve 
demokratik düzenin sarsan bir başka olay gündeme geliyordu. Bu olayların en 
önemlileri irtica eylemleri, şeriat isteği yönünde ki bazı siyasilerin konuşmaları, 
medyayı ve yerel yönetimleri baskı altına almak, Genelkurmay Başkanlığı’nın statüsünü değiştirerek TSK’yı MEB (Milli Eğitim Bakanlığı) gibi kendi hâkimiyeti altına sokmak istenmesi gibi çabaları gösteren Refah-Yol Hükümeti ayrıca irticanın siyasi simgesi olan türbanın yasallaşması ve bu konuda ki Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamamaya çalışması, Taksim’e ve Çankaya’ya cami projeleri, karayolu ile hacca gidilmesi, kurban derilerinin toplanması vb. gibi konuları gündemine alan Refah-Yol Hükümeti yeni yeni tartışmalara ve bunalımlara sebep oluyordu (Bölügiray, 1999, s.30). 

Refah Partisi, “Bürokrasiye hâkim olamazsanız hükümete de hâkim olamazsınız” kuralından hareketle uzun yıllar öncesi önemli görevler için hazırladıkları kişileri günümüzde devletin ve yerel yönetimlerin en etkin kadrolarına getirme 
girişimini sürdürmekle beraber RP, Türkiye Cumhuriyeti’ne uygun gördüğü şeriat 
rejiminin önünü açmak ve gerekli zemini oluşturmak için, bir yandan inkılap 
kanunlarını, özellikle Tevhid-i Tedrisat Kanunu, kıyafet kanunu, medeni kanun ve 
toplum yaşamını düzenleyen diğer kanunları delmeye çalışmakta, yönerge, genelge ve şifahi talimatlarla bu kanunları savsaklayıp ihlal ederken bir yandan da hazırladıkları önerge ve kanun teklifleriyle muhalefete ve kamuoyuna hissettirme den bu kanunları değiştirmeye çalışmaktadır (TBMM, 2012, s.987). 

Necmettin Erbakan, lideri olduğu Refah-Yol Hükümeti dönemi içerisinde dış 
politikada 28 Şubat sürecinin siyasi nedenlerini hazırlamış olmakla beraber adeta 
Batı’yı arka plana atmış ve dışlamış idi. Batı karşısında sergilemiş olduğu bu olumsuz tutumun aksine Doğu ile daima yakınlaşma politikaları sergilemiştir. Özellikle Orta Doğu ile olan ilişkilerini geliştirme yoluna gitmiş, çeşitli İslam ülkelerine resmi ziyaretler gerçekleştirmiş ve bu ziyaretler sonucunda büyük bir tepki ile karşı karşıya kalan Refah-Yol Hükümeti âdete 28 Şubat öncesi siyasi nedenleri hazırlamış gibiydi. Başbakan Erbakan, …“Bugün Türkiye’de demokrasi var, devlet-millet kaynaşması var. Bu uyum sadece iki parti arasında değil; hükümetin, Cumhurbaşkanı ve ordu ile arasında da tam bir işbirliği ve uyum var” diyorsa da bunun tam tersine RP ve DYP dışında, hükümetin hiç kimse ile ne işbirliği ne de uyumu söz konusuydu. Cumhurbaşkanının ikazlarını dinlemeyen, kulak arkası eden, kamuoyunun tepkilerini “fesatlar” diye niteleyen, medyanın eleştiri ve uyarıları için ise “Bir kısım medyanın uydurması” şeklinde itham ediyordu (Bölügiray, 1999, s.30). 

Birçok Refahlı milletvekili ve yöneticisi, Genel Merkez’in “Faaliyet alanınıza 
girmeyen işlere karışmayın, partimizi güç durumda bırakacak tutum ve davranışlardan sakının” diye uyarı genelgelerine karşın, irtica yanlısı tutum ve davranışları daha da hızlanarak ilerliyordu. RP’si ile DYP arasında bu bakımdan gerginlik yaşanıyor, Tansu Çiller sık sık “Ben Laikliğin Garantisiyim” şeklinde açıklamalar yapıyordu. DYP lideri Tansu Çiller bu durum karşısında bir şey yapmıyor sadece seyretmekle kalıyordu (Bölügiray, 1999, s.30-31). 

4.3. Yetkili Makamlardaki Durum 

28 Şubat süreci içerisinde MGK Kararları öncesi durum genel olarak kamuoyu 
ve medyada büyük bir yer tutmuş olmakla beraber özellikle Hükümet içinde de ayrı bir tutumun sergilenmesini beraberinde getirmiştir. Özellikle yetkili makamların başında TBMM ve Cumhurbaşkanlığı makamları gelmekte idi. 
TBMM içerisinde ki atmosfer ve gergin hava siyaset yaşamına da yansımıştır. 
Meclis, tamamen kilitlenmiş, çalışamaz duruma gelmiş, ülkenin yığınla yaşamsal 
sorunu ve halkın umutla beklediği konulara çözüm bulmaktan uzak, sürekli boş 
tartışmalarla ya da kulis sohbetleri ile vakit öldüren bir görüntü içerisinde idi 
(Bölügiray, 1999, s.26). TBMM’nin bu tutumu ülkede tırmanan şeriat tehlikesi ve irtica eylemleri ile artan olaylar karşısında tamamen pasif bir konumda olmakla beraber, artan bunalımlar karşısında tedbir almaktan uzaktı. 
DYP’nin RP’ye bağımlılığı gözlenirken, mecliste ki diğer partiler ise kendi aralarında örgütlenmişlerdi. Meclis’in bu dağınık hali 12 Eylül dönemlerini hatırlatmakla beraber, ülkede her kesim ve insanlar her gün ayağa kalkarken, hemen hemen bütün partilerin milletvekillerinde de derin bir karamsarlık ve bıkkınlık gözlemleni yordu (Bölügiray, 1999, s.26-27). 
Oysaki ortada bulunan bu sıkıntılı durumu meclis ve milletvekilleri oluşturmakla beraber yine çözüm yolunu da kendilerinin bulması gerekmekteydi. Ancak tek sorun ise milletvekillerinin kendi istek ve sağduyularına uymak yerine liderlerinin hâkimiyeti dışına çıkmamaları ve kendi özgür düşüncelerini ifade edememeleri idi. 
28 Şubat süreci içerisinde yine yetkili makamların başında Cumhurbaşkanlığı 
makamı da gelmekte idi. Özellikle TSK’nın şeriat ve irtica konusunda ki kaygıları nın iletildiği Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, yaptığı ikili görüşmelerde konuya değinmekle beraber ayrıca mektuplar yazarak da görüşlerini açıklıyordu. Başbakan Erbakan’a, Haziran 1997 ye kadar toplamda 64 mektup gönderilmiş, hiç kuşkusuz mektupların içeriği ülkede yaşanan şeriat ve irtica konuları olmakla beraber, laik Cumhuriyet yönetiminin geleceği, laiklik ve Cumhuriyet’in temel ilkelerinin korunması vb. gibi konular yer almıştır. Bunun yanında ayrıca Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği yolu ile Adalet ve İçişleri Bakanlıklarına da irtica ile ilgili mektuplar gönderiliyordu (Bölügiray, 1999, s.27). 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bu görüşlerinin ardından yakın çevresi ile 
olan diyaloglarında; “Yaşanan sorunların kaynağını hem hükümet hem de TSK 
açısından ele aldım ve anlattım” diyordu. “Ortada ciddi bir sıkıntı ve huzursuzluk 
ortamı var. Bu durum ve uyarılarım karşısında Başbakan Erbakan ve Çiller’in beni 
anladığını sanmıyorum…” şeklinde ki açıklamaları oldukça dikkat çekmekteydi. Bu 
açıklamalarının yanında yine Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; “Yaşanan bunca 
olaya kayıtsız kalmalarını anlamıyorum” şeklinde yine açıklama yaparak bunun 
yanında meclisteki gruplardan da şikâyetçi idi. Muhalefet gruplarında ki bu kilitlenme ortada bulunan huzursuzluğa yeni kaygıları da beraberinde getiriyordu. Cumhurbaşkanı; hem hükümet hem de mecliste ki muhalefet partilerinin tutumlarından memnun olmamakla beraber adli makamlar ve mahkemelerden de hoşnut değildi. 
Cumhurbaşkanına göre; “Adalet çalışmıyor, laik ve demokratik düzene karşı işlenen suçlar var ama adalet mekanizması buna karşı yeterli ölçüde işlemiyor” şeklindeki açıklamaları ve bunun yanında irtica ve şeriat tehlikesinden RP’nin zararlı çıkacağını ancak bunları anlattığına rağmen iki cephenin de bunları anlamadığını söylüyordu (Bölügiray, 1999, s.28). 
Yaşanan tüm bu olumsuzluklara rağmen Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel 
adeta bir denge unsuru teşkil ediyordu. Çünkü Refah-Yolcuları TSK’yı siyasete 
çekmemeleri için uyarırken, tırmanan irtica ve TSK’ya yönelik saldırılar karşısında 
kışkırtılan komutanlara soğukkanlılığı elden bırakmamalarını öğütlüyordu. Bu olumlu ikazlar TSK açısından anlaşılmış olmakla beraber, Refah cephesinde ise bu uyarıları dikkate alan yoktu. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel; 28 Şubat’tan birkaç gün önce Yalçın Doğan’la yapmış olduğu görüşmede “Bunların ayaklarının yere basmadığını” söylüyordu ve bunun yanında nitekim Cumhurbaşkanı Demirel’in hem Erbakan’a hem de Çiller’e askerle konuşmaları yönünde ısrar ettiği öne sürülmüştür. Nitekim Refah-Yol Hükümeti iktidardan düştükten sonra Yalçın Doğan’la yaptığı röportajda Demirel şunları söylemiştir: “Dilimde tüy bitti. İkisine de defalarca söyledim. Toplantıdan bir gün önce bile askerlerle görüşselerdi… Onların rahatsızlıklarını dinleselerdi, gelişmeler farklı olurdu. Toplantının bir gün öncesinde, bazı gazetelerde kime ait olduğu belli olmayan “Türkiye yarın başka bir Türkiye olacak” başlıklı ilanlar yer almıştır (Komisyon, 2012, s.154). 
Tüm bu olumsuzluklara karşın Cumhurbaşkanı Demirel 28 Şubat öncesinde 
halkı yatıştırmaya çalışmakla beraber, Cumhuriyet’in temel niteliklerinin 
değiştirilmesinin söz konusu olmayacağını ifade ediyordu. Cumhurbaşkanı Demirel’e göre halk Cumhuriyet’i yıktırmaz, laik ve demokratik düzenden vazgeçmezdi. 
Cumhuriyet, laik ve demokratik rejimin güvence altında olduğunu izah etmeye 
çalışıyordu (Bölügiray, 1999, s.28-29). 

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 19

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 19


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 


3.2.2.7. ABD basını ve 28 Şubat sürecinde yaşananlar 

Refah-Yol Koalisyonu döneminde ABD’nin Türkiye’ye yönelik politikası 
oldukça ilginç bir eğrilik izliyordu. DYP lideri Tansu Çiller’in Avrupa’ya ve ABD’ye 
vermiş olduğu güven, RP ile koalisyon kurması ile şok etkisi yaratmasına sebep 
olmuştur. Özellikle bu şok etki karşısında ABD “bekle-gör” politikası uygularken 
Refah-Yol Hükümeti’ne ve TSK’ya olan eleştirilerini sürdürüyordu (Bölügiray, 2000, s.163). ABD medyasında da durum aynı olmakla beraber RP’nin takip etmiş olduğu politikaları yakından izliyor, duyulan kuşku ve kaygıları ise yakından takip ediyordu. 
Washington Enstitüsü Türkiye uzmanı Alan Makovsky’nin “Başbakan Erbakan’ın 
Başbakanlık Kurumunu kısa sürede etkisi altına aldığı ve Türk Dış Politikasında 
öncelikle Libya, İran ve Irak gibi ülkeler ile işbirliği yapmasını oldukça önemli 
gelişmeler olmasının yanında döneme damgasını vuran gelişmeler olarak” 
değerlendirilmiştir. 
Başbakan Erbakan’ın olaylı Libya gezisi ve sonrasında yaşanan kriz hakkında 
açıklamalar yapan ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns “Biz PKK konusunda nasıl ki Türkiye’ye yardım ediyorsak, Türkiye’de Libya konusunda bize yardımcı olmalı” diyordu. Bu sözler siz Libya ile ilişki kurarsanız biz de PKK ile ilişki kurarız şeklinde yorumlanmış ve gündeme ABD Türkiye’yi tehdit ediyor (Bölügiray, 2000, s.164) düşüncelerini getirmişti. Bu gelişmelerle beraber New York Times ise; “Erbakan’ın dış politikasını yeniden gözden geçirmesi gerektiğini, Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşmak yerine işbirliği yapması gerektiğini ve bu işbirliğinin Türkiye siyaseti için önemli olduğunu” söylüyordu. 

28 Şubat 1997 MGK toplantısı öncesinde giderek tırmanan siyaset yaşamı; irtica 
ve Başbakan Erbakan’ın sürdürdüğü dış politika vb. gibi nedenler RP ve TSK arasında ki ilişkilerin bozulmasına sebep olmuş ve Türkiye’de olduğu gibi ABD’de de “darbe” tartışmalarını beraberinde getirmiştir (Bölügiray, 2000, s.164). Buna karşın ABD Medyası Türkiye’de ki askerlerin büyük bir öfke içerisinde olduklarını ifade ediyor ve ayrıca askerin hükümeti ele geçirme girişimleri büyük bir facia doğuracağı görüşünü taşıyorlardı. 

Refah-Yol Hükümeti’nin Batı ile olan yakınlaşmasını dikkatle izleyen ABD ve 
ABD Medyası “işbirliği yapılabilir” olarak değerlendirmekle beraber, askerler dâhil 
diğer kurumlarda yakınlaşmayı olumlu buluyorlardı. Ancak Türkiye’nin iç politikası ve Refah-Yol Hükümeti’nin takip etmiş olduğu inişli çıkışlı politikalar, artan irtica 
söylemleri, hükümetin takip etmiş olduğu siyaset vb. gibi gelişmeler ülkenin dış 
politikası adına tam bir güven vermemekle beraber bu düşünce ABD’nin Türkiye ile olan ilişkilerini de etkiler düzeyde idi. Bu nedenlerden dolayı ABD’de birçok çevreler RP’ye tam olarak güvenmiyor, daha mesafeli ve dikkatli olunması gerektiğini ifade ediyorlardı (Bölügiray, 2000, s.165). 

Türkiye’de siyasetin nabzını tutmasını çok iyi bilen ABD yönetimi, özellikle  Genelkurmay Başkanlığı’nın brifingler vermeye başlamasının ardından, sık sık “darbe olasılığından” söz etmeye ve ABD’nin darbeye karşı olduğu yolunda mesajlar vermeye başlaması o dönem içinde oldukça anlamlı idi (Bölügiray, 2000, s.258). ABD’nin ve Avrupa’nın görüşleri aynı TSK ile örtüşmekle beraber, “parlamenter, laik ve demokratik düzenin bir kesintiye ve zarara uğramadan sürmesi ve bu yaşanan siyasi bunalıma TBMM’nin bir an önce çözüm bulması” görüşünde idi. “Bu çözümün anahtarı ise, ya Refah-Yol Hükümeti’nin istifa ederek iktidardan ayrılması ya da sağduyu sahibi milletvekillerinin çoğunluk sağlayarak, bu iktidarı düşürmesi olduğu yolunda önemli adımlar atılmalı idi” (Bölügiray, 2000, s.258). 

Genelkurmay Başkanlığı’nın bu süreç içersin de ki kaygı ve endişeleri gayet açık 
ve net olmakla beraber; Türkiye’nin İran gibi aynı yola gireceği, rejimin ve yönetimin tehlikeye uğrayacağı, şeriat tehlikesinin kapıda olduğu, tarikat ve dini liderlerin iktidarı ele geçireceği, laik devlet yönetiminin ve Anayasa’nın yerine şeriat kanunlarının getirileceği ve İslam’ın giderek her konuda toplumu etkisi altına alacağı görüşü hâkimdi. 

Bununla beraber kimi ABD medyası, generallerin, “devrim yasaları’nın” Atatürk gibi demir yumruklu yöntemlere başvurarak O’nun mirasını koruduklarını ileri sürüyorlardı. Başbakan Erbakan’ın daha İslamcı bir toplum oluşturma yolunda ki çabaları sadece askerleri değil, kendi ülkelerinde gittikçe büyüyen Müslüman nüfusla başa çıkmaya çalışan Avrupa ülkelerini arasında da huzursuzluk yaratmıştı (Bölügiray, 2000, s.258). Yaşanan bu gelişmeler ile beraber; türban krizi ve Taksim’e yapılacak olan cami projeleri ile olaylar daha da çığırından çıkılmaz bir hale dönüşmüş, Türkiye İslamcı bir devlete dönüşüyor imajını vermiştir. 1982 Anayasası’nda orduya özel bir görev tanınmış olmakla beraber, bu süreç içersin de TSK yönetime el koymak istemiyordu. İslami kesimin ve radikal İslamcıların önünün kesmek ve faaliyetlerine darbe vurmak amacı ile MGK 28 Şubat 1997 kararlarını alıyordu (Bölügiray, 2000, s.258). 
   ABD’li Analistler Refah-Yol Hükümeti’nin TSK’nın MGK Kararlarının 
uygulanması yönündeki baskıcı tavırlarına karşın daha fazla iktidarda kalamayacağını ve 12 Mart döneminde olduğu gibi bir hükümet kurulacağını düşünüyorlardı (Bölügiray, 2000, s.259). Bu durum ABD tarafında yakından takip edilmekle beraber; 
Türkiye’nin içinde bulunduğu bunalımlı atmosferden dolayı, Türkiye’nin dış politikada gelişen olaylardan habersiz kalacağı ve yeterince takip edemeyeceğini, siyasi, ekonomik ve askeri projelerle ilgilenemeyeceği görüşündeydiler. 

Özellikle ABD ve Batı’nın, 28 Şubat Kararlarından sonra da müdahaleyi 
gerektirecek bir durum görmediği, yöneticilerin bir askeri müdahale halinde buna sert tepki gösterecekleri anlaşılıyordu. Laikliğin uzun vadede darbelerle korunması na olanak bulunmadığı, laikliğin ancak TBMM’nin ve laikliği koruyacak kurumların görevlerini tam yapmaları ile sağlanabileceğini söylüyorlardı (Bölügiray, 2000, s.259). MGK’nın 28 Şubat 1997 tarihinde yaptığı toplantı Batı medyası tarafından  yakından izlenmiş olmakla beraber çok değişik yorumları da beraberinde getirmiştir. 

Özellikle, ABD Basını 28 Şubat sürecini büyük bir titizlikle takip etmiş olmakla 
beraber, kendi medya organlarında da geniş yer vermiştir. 
ABD: Associated Pres (Amerikan Haber Ajansı): “Etkin MGK, Türkiye’nin laik 
kimliğini savunma çağrısı yaptı.” 
ABD: Washington Post’un Ankara çıkışlı ve Kelly Couterlar imzalı haber; 
“Başbakan Erbakan’ın, toplantıdan sonra “Bu suni gidermek şimdi bizim işimiz” 
dediği ve ayrıca Tansu Çiller’in ise Refah-Yol Koalisyonunun bozması için 
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve laik kurumların baskılarıyla karşılaştığı ileri 
sürüldü” (Komisyon, 2012, s.172). 
ABD: The New York Times “Türkiye’nin İşgüzar Generalleri (Turkey’s 
Meddlesome Generals)” başlıklı yazıda şunları yazıyordu: “Generallerin laiklik 
savunması pek çok Amerikalıya cazip gelse bile, ABD, yeni bir askeri idare düzeyinin Türkiye’ye zarar verebileceğini bilmelidir. Washington sivil bir yönetimden yana olduğunu, askerlerin hâkim olduğu bir rejime mesafe koyacağını açıkça belirtmelidir.” 
“Generallerin, 1960’dan bu yana, üç kez darbe sahnelediği bir ülkede, askeri yönetim tehdidi, ciddiye alınmak zorundadır. Laikliği savunmaktan endişe duyanlar, bu darbelerin, Türkiye’nin şu anda karşı karşıya bulunduğu hoş olmayan tercihlerin şekillenmesine yol açtığını dikkate almalıdır. Ordu tarafından desteklenen laik partiler, kökleri derinlere uzanan bir popülerlik yaratmakta başarısız kaldılar… Bunların aksine Başbakan Erbakan’ın RP’si Türkiye’nin çok büyük kentlerinde, nispeten temiz ve etkili belediye yönetimleri oluşturarak, tabandaki desteğini güçlendiriyor. Koalisyon, ilk başlarda İran ve Libya’ya yönelik izlediği kaygı verici politikalarından sonra, İsrail, ABD ile yakın askeri işbirliği de dahil pragmatik dış politikalar takip ediyor. Ancak kendi içinde, her bir partinin diğerini öbür tarafa itme şansı aradığı gergin bir ittifak oluşturuyor. Askeri bir müdahalenin, Refah’ı, DYP, ya da laik rakibi ANAP lehine görevden uzaklaştıracağı düşünülebilir. Bu, Washington için, suni olarak rahatlatıcı görünmekle birlikte, pek çok bakımdan da işlerin daha da kötüleşmesine yol açacaktır.” 

ABD: The Washington Post (Loli Waymouthe): “RP’nin, gerçek anlamda 
demokratlardan değil, Batı ve İsrail aleyhtarı radikallerden meydana geldiği ortaya çıkmıştır. Washington, Türkiye’de ki İslamcı akımları uysallaştırabileceği fikrinden vazgeçmelidir.” 

ABD: Washington Post (Wrustun Başkanı John Tisman): “Gerçek iç savaş, 
dinciler ile laikler arasında değil, demokratik haklarla, asker zihniyeti arasında oluyor. 
Tahakkümcü Türk ordusu, seçilmiş Başbakan’ı, dini görüşlerin serbestçe ifade 
edilmesini istediği için bu davranışlardan vazgeçirmeye çalışıyor.” 
ABD: Washington Post: “Erbakan’ın İran’a yaklaşma politikası, Türkiye’de ki 
laik düzen ve uluslararası dengeler açısından tehlike arz ediyor… Eğer Türkiye’de 
askerler bir darbe yapmaya karar verirler ise, bu anlayışla karşılanmalı.” 
Amos Perlmutter “Türkiye’de ki Krizin Getirecekleri” başlıklı yazısında; 
“Erbakan, Türkiye’de laik partilerin bölünmüşlüğünden ve Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller’in büyük olasılıkla doğru olan yolsuzluk iddiaları karşısında zayıflığından yararlanıp, kökten dinci politikaları, yavaş yavaş uygulamaya koymaya çalışıyor. Başbakan Erbakan’ın izlediği çizginin askerin sabrını taşıracağı gibi görülüyor… Türkiye’de ki laik düzenin zedelenmesi, hem Ortadoğu hem de Avrupa için büyük tehlike yaratabilir. Bu sebepten dolayı ABD’nin askere tam destek vererek Başbakan Erbakan’ı uyarması gerekir.” ABD Savunma Bakanı William Kohen ise: “Türk ordusunun demokrasiye katkılarını yakından izliyor, olumlu görüyor ve destekliyoruz.”(Kazan, 2013, s.309-311) şeklinde ki açıklamaları ABD basınının da kendine yer edinmiştir. 

Yukarıda ki yaşanan gelişmelere paralel olarak 28 Şubat 1997 MGK sonrasında 
yine Türk ve dünya basınında “28 Şubat süreci” geniş yer tutmuş ve dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’a göre; “28 Şubat sonrası ABD müdahaleleri tekrardan devam etmiş ve süreç sonrasında çeşitli açıklamalar yapılmıştır.” 
ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns, 28 Şubat sonrası ABD’nin ilk 
tepkisini şu sözlerle ifade etmiştir: “Türkiye’nin kökleri, güvenliği ve geleceği 
Avrupa’dadır. Türkiye stratejik açıdan bir Avrupa ülkesidir. Türkiye’de laikliğin, 
düzenin temeli olması bizim için çok önemlidir. Türkiye’de laik demokrasiyi korumanın yolu, Türkiye’nin AB ile bütünleşmesinden geçer.” 
Bu söylemlerinin üzerinden 2 ay geçtikten sonra ise yine ABD Dışişleri Bakanı 
Sözcüsü Nicholas Burns, “Modern Türkiye’de, Atatürk döneminden bu yana temel 
alınan laik demokrasinin ilerde de görevini sürdüreceğinden eminiz” diyor ve darbe söylemlerinin yoğunlaştığı günlerde ise; “ABD Türkiye’de sivil yönetimi 
desteklemektedir” şeklinde ki açıklamaları ile dikkat çekmekteydi. 
ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns’un bu dikkat çekici açıklamalarının ardından ise, ABD Dışişleri Bakanı Mandeleine Aibright organize muhalefet merkezine; “ Ne yaparsanız yapın, ama darbesiz yapın. Darbe yaparsanız kendiniz bilirsiniz, arkasında biz yokuz” diye mesaj gönderiyordu. 
28 Şubat süreci ülke gündeminde geniş yer tutmuş olmakla beraber ABD 
basınında da uzun süre yer edinmiştir. Bu önemli açıklamaların ardından bir müddet sonra Başbakan Erbakan 18 Haziran’da görevi DYP Genel Başkanı Tansu Çiller’e devretmek için istifa edince ABD Dışişleri Bakanı Sözcüsü Nicholas Burns; “Erbakan Hükümeti’nin istifa ettiğini öğrendik. Hükümetin, laik ve demokratik yapısının devan edeceğine inanıyoruz” sözleri ile ABD’nin Refah Partili yeni bir hükümetin kurulmasına artık sıcak bakmadığını ima ediyordu. 

Aslında 28 Şubat sürecinde ABD, Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasını ve 
kuruluş sonrası politikalarını açıktan desteklemediği gibi D-8 Grubu sonrası 
anlaşmaların imzalanması sonrasında ise Refah-Yol Hükümeti’nin yıpranması ve 
yıkılması için çaba gösterenlere yardımcı olmakla beraber adeta onlara yol göstermiştir. 
28 Şubat döneminde, Türkiye üzerinde ki siyasi oyunlar daha çok “Atatürkçülük” perdesi arkasında oynanmakla beraber, Amerika Dış İlişkileri Konseyi tarafından Çevik Bir’e “Liderlik ve irtica ile mücadele” ödülünün verilmesi de dönem içinde oldukça dikkat çekici idi. Bununla beraber ABD eski Başkanı Clinton, son 
Ankara ziyaretinde “Atatürk ve Devrimlerine” vurgu yapması Kemal Derviş’in “IMF Patentli” yeni programına “Ulusal” deyip “İkinci Kurtuluş Savaşı” olarak nitelemesi oldukça dikkat çekici idi. Bu gelişen etkenlerin başında bir başka sebep ise ABD Lobilerinin faaliyetleri olmuştur. Bilindiği üzere ABD lobileri federal yönetim alanında oldukça etkin bir rol üstlenmektedirler. Özellikle bu lobilerin başında Yahudi, Rum ve Ermeni Lobileri gelmektedir. Lobiler özellikle BM’de (Birleşmiş Milletler), ABD Kongresi’nde, IMF ve Dünya Bankasında oldukça etkin bir konumda rol oynuyorlardı. 

ABD Lobileri’nin bu faaliyetlerinin temel amacı ise, Türkiye’yi İslam dünyası ve 
Müslüman komşularından koparmak ve bu topraklar üzerinde yaşayan ve % 90’ı 
Müslüman olan milleti de -fundamentalist- uydurmaları ile İslam’dan soğutmaya 
çalışıyorlardı (Kazan, 2013, 319-323). 

Bu önemli gelişmelerle beraber 28 Şubat MGK Kararlarının, MGK öncesinde, 
medyada açıklanması ve MGK Karalarından sonrada Pentegon, CIA, Dışişleri 
Bakanlığı gibi resmi organlara bağlı olan kimi ABD basınında TSK ile ilgili olarak ağır eleştiriler olmakla beraber RP’ne yakınlık gösteren söylemlerde bulunmakta idi (Bölügiray, 2000, s.259). Haziran 1997’ye doğru ise ABD ve Batı’nın Türkiye’de gelişen durumlarla ilgili görüşü açıklık ve kesinlik kazanıyordu. “Ne şeriat ne darbe ve laiklikle demokrasi birbirine yeğlenemez, her ikisi de beraber sürmelidir”. Ancak bu görüş tamamen düşüncede kalıyor ve bazı kesimler tarafından ise Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleriyle özelliklede laikliğe öncelik verilmesi gerektiğine inanıyorlardı (Bölügiray, 2000, s.261). 

ABD için önemli olan ise, Türkiye’nin Batı’dan ve demokrasiden ayrılmaması 
idi. Türkiye’de demokrasi, Batı ölçülerine göre tam bir demokrasi sayılmazdı. 
Türkiye’nin laik ve demokratik tek ülke Müslüman ülke oluşu da göz ardı edilmemeli, askerlerin laikliğin bekçisi olması ve demokrasiye bağlı olmaları Batı için bir güvence unsuru teşkil etmekteydi (Bölügiray, 2000, s.262). 
28 Şubat süreci içerisinde özellikle RP ve koalisyon ortağı olan DYP’nin ABD 
ile olan ilişkileri zaman zaman darbe söylemleri, irtica ve şeriat konuları, Refah-Yol Hükümeti’nin takip etmiş olduğu politikalar ve bunun yanında Türkiye’de ki ordu ve muhalefet gruplarını tutumları ile 28 Şubat ve ABD ilişkileri oldukça dikkat çekmektedir. Bununla beraber Şükrü Elekdağ’ın 11 Kasım 1996 Milliyet Gazetesinde ki Türkiye-ABD İlişkileri üzerine kaleme almış olduğu yazısında Türk-ABD İlişkilerine “Katolik Nikâh” benzetmesi yaparak şöyle devam etmiştir; “Türk-ABD İlişkileri Katolik evliliği gibidir. Arada sevgi olsa da olmasa da, evlilik hayatı rahatta olsa zor da olsa ilişkiler bağlayıcı ve kalıcıdır. ABD’nin küresel ve bölgesel stratejileri ve çıkarları açısından, Türkiye’ye biçtiği rol ve beklentileri, Amerika’nın Türkiye’ye yönelik politikasını şekillendiren kilit bir unsur konumundadır. 
 AB’nin Türkiye’ye bakışı ise; böyle bir stratejiden yoksun olması ve AB’nin 
Türkiye’nin sorunları karşısında ABD’ye kıyasla çok daha duyarsız bir tutum 
sergilemesi ve Türkiye’yi Avrupa’nın siyasi ve askeri yapılanmasından dışlamayı 
öngören girişimlere kayıtsız kalınmasına yol açmıştır. 

ABD’nin Türkiye’yi kaybetmesi çıkarlarına büyük zararlar verebileceği gibi, 
Türkiye’nin ABD’yi kaybetmesi ise AB’nin Türkiye’yi Avrupa güvenlik ve siyasal 
yapılanmasından dışladığına göre Türkiye’nin yapayalnız kalmasına yol açar. Ulusal çıkarlar ve aklın gereği Türkiye’nin ABD’ye yönelik olan tutum ve politikasını bu gerçekler üzerine bina etmesi ve ortak çıkar alanlarını daraltmaya değil aksine 
olabildiğince genişletmeye çaba göstermek zorundadır.” (11 Kasım 1996) Milliyet, s.15. 

Etiketle: Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 

20. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 18

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 18


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 


3.2.2.4. İran gezisi ve İran ile olan ilişkiler 

Refah-Yol Hükümeti’nin ilk olay yaratan girişimi iktidara geldikten iki ay sonra 
yaşanmıştır. Bu olay İran Gezisi idi. Bu gezi, İran’ı “terörist ülke” olarak niteleyen 
ABD tarafından tepkiyle karşılanmıştır (Komisyon, 2012, s.61). Başbakan Necmettin Erbakan, ilk yurt dışı gezisini 1996 yılının Ağustos ayında ABD’nin terörist ülke ilan ettiği ve Türkiye’nin PKK sorunuyla ilgili aralarında husumet yaşadığı İran’a gerçekleştirdi. RP’lilere göre bu ABD’ye karşı bir meydan okumaydı, ABD’li görevlilere göre ise bu bir hattaydı ve bunu diplomatik bir dille eleştirdiler. Başbakan Erbakan bu gezinin amacını bölgedeki terörü boğmak ve ekonomik yatırımları artırmak olarak dile getirdi (Özer, 2011, s.43). “Türkiye, İran, Irak ve Suriye ile birlikte Ortadoğu’daki terörü temizlemelidir. Bu işbirliği ortamı sağlanırsa terörü Ortadoğu’da boğarız. Özellikle Suriye teröre destek vererek hiçbir fayda sağlayamayacağını bilmelidir. Ayrıca Müslüman ülkelerle ticari işbirliğimizi arttırmamız gerekiyor” (Tayyar, 2009, s.29) şeklinde ifade etmiştir. 

Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasının ardından ilk siyasi kriz İran konusunda 
patlak vermiştir (Özgan, 2008, s.63). Refah-Yol Hükümeti kurulur kurulmaz 
tartışmalarda beraberinde gelmişti. Koalisyon ortağı Tansu Çiller hem Başbakan 
Yardımcısı hem de Dışişleri Bakanı’ydı (Ilıcak, 2013, s.23). Necmettin Erbakan ilk 
seyahatini Suriye ve İran’a yapmayı kararlaştırması ile beraber medyada büyük bir yankı uyandırmış olması ve 6 Ağustos 1996 Milliyet gazetesi “Saltanat Gezisi” başlığı ile “Başbakan Erbakan’ın zamansız ve anlamsız İran ve Uzakdoğu seyahati devletin zirvesini karıştırdı, Süleyman Demirel kendi gezisini iptal etti” diye yazarak ülke gündeminin değişmesini sağlamıştı. Başbakan Erbakan’ın İran’a yapacağı gezi için kamuoyunda oluşan tepkiyi azaltmak için gezi programına Malezya, Endonezya ve Singapur gibi ülkeleri de gezi listesine eklemişti. Bu gelişen olaylarla beraber Süleyman Demirel, Erbakan’ın Uzakdoğu gezisi için kendisinin o bölgeye olan gezi programına iptal etmişti. ABD, Başbakan’ın İran ziyaretine tepkisini ortaya koymakla beraber ülke kamuoyu Malezya, Endonezya ve Singapur gibi ülkelerin Türkiye’ye ne faydası olacağını sorguluyordu. Bunun yanında özellikle 7 Ağustos 1996 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesinde, askeri çevrelerin Erbakan’ın İran gezisinden duydukları tepkileri veriyordu. “Yanlış hesap Tahran’dan döner – Erbakan’ın İran gezisi için asker şöyle düşünüyordu: 
“Terörün bir kolu zaten İran’dan geliyor, İran ile iş yapılabilir mi? Suriye’de öyle” 
(Ilıcak, 2013, s.23) şeklinde açıklaması ile asker Başbakan Erbakan’ın İran ve Suriye gezisine karşı olduklarını ortaya koyuyorlardı. Necmettin Erbakan askerin ve bazı çevrelerin karşı çıkmasına karşın 10 Ağustos’ta İran gezisine çıktı. 
Başbakan Erbakan’ın ilk yurt dışı gezisini İran’a yapması, ABD Dışişleri Bakanı 
Nicholas Burns tarafından 6 Ağustos 1996 tarihinde eleştirilmiştir. RP’li yetkililer ise İran ve Suriye’yi ABD gibi “terörist devlet” olarak görmediklerini ifade etmişlerdir. Bu açıklama üzerine hem MİT, hem de Genelkurmay Başkanlığı tarafından İran’ın terör faaliyetleri konusunda Başbakan Erbakan’a ayrı ayrı dosyalar sunulduğu öne sürülmüştür (TBMM, 2012, s.961). ABD Dışişleri Bakanı Nicholas Burns İran gezisini kastederek bu tür temasların Türkiye’ye yarar sağlamayacağını açıklamış ve Başbakan Erbakan’a gezi öncesi bir nevi uyarı niteliğinde bir açıklama yapmıştır. 

Necmettin Erbakan’ın, İran ile doğal gaz anlaşması imzalaması ardından İran 
Devlet Başkanı Rafsancani ile Başbakan Erbakan arasında şöyle bir diyalog gerçekleşti “ABD ile aranızın bozulmasını istemeyiz, bu bizim de işimize gelmez” dedi (Aksoy, 2000, s.177). Bu gezi zaten gergin olan asker-iktidar ilişkilerini daha da gerdi ve askerin RP ile ilgili irticai faaliyetlere karşı şüpheleri artırdı (Özer, 2011, s.44). 8 Ağustos’ta RP'li Temel Karamollaoğlu, İran ve Suriye'yi ABD'nin saydığı gibi terörist devlet saymadıklarını söylemiştir. Murat Yetkin’in belirttiği üzere, aynı gün MİT Müsteşarı Büyükelçi Sönmez Köksal, İran'ın PKK'ya verdiği desteği gösteren bir dosyayı Başbakan Necmettin Erbakan'a sunmuştur. Ertesi gün, Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad, Başbakan Necmettin Erbakan'ı ülkesine davet etmiştir. Aynı gün Genelkurmay Başkanlığı, Necmettin Erbakan'a İran'la stratejik ekonomik anlaşmalar yapılmaması konusunda bir rapor vermiştir (Özgan, 2008, s.64). Tüm bu yaşanan olumsuzluklara rağmen Erbakan, İran ziyareti konusunda oldukça kararlı idi. Böylece tansiyonu yüksek olan siyaset ortamı daha da gergin bir ortama sürüklenmişti. Bu yaşanan gelişmeler gerek ülke de gerekse ülke dışında büyük bir telakki ile izlenmiş olmakla beraber 28 Şubat sürecini de hazırlayan önemli gelişmeler arasında yerini almıştır. 

Başbakan Necmettin Erbakan’ın ilk yurt dışı gezisinde İran’ı ziyaret etmesi ve 
bu ülkedeki temasları çerçevesinde, iki ülke arasında 25 yıldır gündemde olan, ancak bir türlü imzalanamayan doğalgaz boru hattı yapımına ilişkin ön anlaşmayı imzalamıştır. 
Başbakan Erbakan’ın, Aralık 1996 ayında İran ile Savunma Sanayii ve İşbirliği 
Anlaşması imzalanacağını açıklaması, Devlet Bakanı Abdullah Gül’ün, İran’la ortak 
helikopter yapımı projesinden bahsetmesi, Dışişleri bürokrasisinde ve askerde 
rahatsızlık duygusu yaratmıştır (Komisyon, 2012, s.64). 

Sonraki dönemlerde ise; İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin 20 Aralık’taki 
Türkiye ziyareti üst düzey askerler ve ABD tarafından tepkiyle karşılanmış; Ankara’ya gelen bir İran heyetinin TAI tesislerini ziyaret etme isteğinin Milli Savunma Bakanı tarafından reddedildiği öne sürülmüştür (Akpınar, 2006, s.140-141). Bu yaşanan olay üzerine Milli Savunma Bakanı Turan Tayan, bu iddiayı reddetmiştir. 
20 Aralıkta Türkiye’ye gelen İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin programına 
Anıtkabir gezisini eklememiştir. İran Cumhurbaşkanı, Atatürk mozolesine çelenk 
koymayı reddetmiştir. Aynı zamanda Çankaya Köşkü’nde İran Cumhurbaşkanı adına verilen akşam yemeğine bayanların katılmaması da büyük bir yankı uyandırmıştır (Akpınar, 200, s.151-152). Ancak dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik, İranlıların ziyaretlerinde Anıtkabir’e gitmediklerini bizimkilerin ise Humeyni’nin mezarını ziyaret etmediklerini söylemektedir (Çelik, 2003, s.109). İranlıların Anıtkabir’i ziyaret edip etmemeleri Türkiye açısından önemli olsa da, Türkiye’nin İran’a mesafeli durmasının asıl nedeni bu değildir. 
İran rejimiyle ilgili olarak Türkiye’nin çok önemli kaygıları vardır. Bu yüzden İran yöneticiler ne yaparsa yapsın Türkiye kamuoyunda hoş karşılanmamaktadır. Özellikle askeri bürokrasi, İran ile iyi münasebetlerin mesafeli, kaygılı ve korkuya dayalı bir eksende sürdüğü iddia edilebilir (Özer, 2011, s.45). İran ile olan bu ilişkiler başta basın ve medya olmak üzere devletin diğer kurumları tarafından da tepkiyle karşılanmıştır. Bu gibi nedenlerden dolayı Türkiye-İran ilişkilerinde uzun süreli bir normalleşme yaşanmamıştır. İran gezisi ile başlayan ikili ilişkiler yapılan heyetler arası görüşmelerle devam etmiş olmakla beraber, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’ye PKK ile ilgili şüphelerini ve kaygılarını bildirmiştir. Ancak Rafsancani bu konuyla ilgili bir bilgisinin olmadığını belirtmiştir. İran Cumhurbaşkanı Rafsancani bu konu yerine Türkiye’nin Suriye ile ilgili politikasını yumuşatması konusunda açıklamalarda ve görüşlerde bulunmuş tur (Akpınar, 2001, s.152). İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin Türkiye’den ayrılmadan önce Çankaya Köşkü’nde düzenlemiş olduğu basın toplantısında İranlı bir gazetecinin “Ankara sokaklarında İslam’a bir dönüş gözledik. Türkiye’de İslam’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz” sorusunu şöyle cevap verdi; “Doğrudur bizce de Türkiye’de İslam’a geri dönüş hareketi başlamıştır. Bu Türkiye’de ciddi bir meseledir ve başlamıştır… Türkiye’nin güneyinde İslami hareketi çok ciddi ve güçlü gördüm… Son seçimde bunun en iyi örneğidir” (Akpınar, 2001, s.155) şeklindeki açıklaması başta asker olmak üzere diğer çevreler tarafından da tepkiyle karşılanmıştır. Bütün bu gelişmeler 28 Şubat sürecini hazırlayan adımlar olarak 
değerlendirilmiştir. 

3.2.2.5. İsrail ile olan ilişkiler 

Başbakan Necmettin Erbakan’ın İslam ülkeleri ve dış politikadaki gezi 
programları genel olarak ülke kamuoyu, muhalefet ve dış ülkeler başta olmak üzere ABD tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Özellikle Libya gezisi ve sonrasında yaşanan büyük kriz ve sonrasında İran gezisi sonrası tepkiler bunun açık göstergesi olmakla beraber hükümetin dış politikasını yeterince izah ediyordu. Orta Doğu Barış Sürecindeki olumlu gelişmeler ve Türkiye’nin Suriye’den duyduğu rahatsızlığın artmasından dolayı, İsrail’le ilişkiler 1990’ların ikinci yarısında her alanda ivme kazanmıştır. Bu süreçte, askeri ve ekonomik işbirliği ilişkilerdeki canlanmanın iki temel alanını oluşturmuştur (Erhan, Kürkçüoğlu, 2004, s.571). Bu süreçte, askeri ve ekonomik işbirliği ilişkilerde büyük canlanmalar meydana gelmiştir. 

Bu süreçte, 23 Şubat 1996 tarihli Askeri Alanda Eğitim ve Teknik İşbirliği Çerçeve 
Anlaşmasına dayanılarak 28 Ağustos 1996’da imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği 
Anlaşması, Türk kamuoyunda en çok ses getiren anlaşma olmuş; iki ülke arasında savunma alanında bilgi transferi ve teknisyenlerin karşılıklı olarak eğitimi alanlarındaki çalışmalar bu anlaşmayla başlatılmıştır (TBMM, 2012, s.962). Bu gelişmelerle beraber 54 adet F-4 savaş uçağı 1996 yılında İsrail Uçak Sanayi (Israeli Aircraft Industry, IAI) fabrikasında bakım ve onarımı ile modernize edilmiş olmakla beraber her iki tarafta tatbikat faaliyetlerinde bulunmuş ve askeri alandaki işbirliğini geliştirmişlerdir. 

Bu dönem zarfında hızla gelişen Türk-İsrail işbirliği ortaklığı ülke kamuoyunda 
farklı tepkilere yol açmıştır. Türkiye’de öncülüğünü askeri kesimin yaptığı bir grup, Türkiye’nin İsrail’le olan bu yakınlaşmasını başından itibaren istemiş ve destek vermiştir. Diğer yandan, bu yakınlaşma RP tarafından temsil edilen kesimlerin bir kısmında, RP’nin iktidarı döneminde İsrail’le imzalanan bu anlaşmaların onaylanması tepkiyle karşılanmıştır (Erhan, Kürkçüoğlu, 2004, s.574). 

3.2.2.6. D-8 Toplantısı ve yaşanan gelişmeler 

Refah-Yol Hükümeti’nin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın daha göreve gelir 
gelmez, bir yandan Türkiye’nin ekonomik durumu diğer yandan ise İslam ülkeleri 
arasında tesis etmek istediği birlik ve beraberlik çalışmaları, tüm dünyanın özellikle AB ve ABD’nin dikkatini Türkiye üzerine toplamıştı (Kazan, 2013, s.258). Başbakan Erbakan’ın Türkiye’nin ekonomik ve dış politikasına nasıl bir yön vereceği oldukça merak edilen konular arasında yerini almıştı. Başbakan Erbakan’ın ilk yurt dışı gezisini İran’a düzenlemesi ve bu ziyaret sırasında doğalgaz anlaşmasının imzalanması ve askeri işbirliği konularının görüşülmesi ve her iki liderinde olumlu mesajlar vermesi vb. gibi gelişmeler başta Türkiye’de büyük bir yankı uyandırmakla beraber dış politika ve ekonominin de nasıl şekilleneceği hakkında bilgiler veriyordu. RP lideri Necmettin Erbakan daha iktidara gelir gelmez ayağının tozu ile irticayı destekleyen ya da İslamcı rejimleri ile ön plana çıkan ülkeleri ziyaret etmeye başlamış ve yapmış olduğu girişimlerle G-7 Grubuna karşılık D-8 Grubunu kurma yolunda önemli girişimlerde bulunmuştur. D-8 Grubu yani gelişmekte olan İslam ülkeleri topluluğunu olarak bilinen bu grubun ortak özelliği aralarında din birliği olması idi. 
“Müslümanlar Kulübü” olarak da biline bu ekonomik yapılanma, G-7 Grubu 
ülkelerinde olduğu gibi aralarında bir benzerlik ve uyum bulunmuyordu. 
Bu yapılanma Başbakan Erbakan’ın Türkiye’nin dış siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştirip çeşitlendirme isteğinden çok siyasal önceliklerinin bu yönde kullanılacağı ve kendi İslamcı tabanına bir mesaj olarak düşünüldüğü ve bir seçenek olarak görüldüğü anlaşılıyordu (Bölügiray, 2000, s.158-159). 

Refah-Yol Hükümeti’nin olay yaratan Libya ziyareti sonrasında kamuoyunda 
büyük bir darbe yemişti. Başbakan Erbakan, bu gezi sonrasında İslam Ortak Pazarı için düğmeye basmış ve Batı’nın G-7’sine karşılık 1,5 milyon Müslümanı içine alan D-8’ler Grubunu kuracaklarını açıklamıştı (Birand, Yıldız, 2012, s.161). Başbakan Erbakan; “lider ülke olmanın gereklerini yerine getirirseniz işe İslam ülkelerinden başlarsınız. Nüfusu 60 milyondan büyük 8 Müslüman ülke, 1 milyar nüfus…” Vb. söylemleri ile D-8 Grubunu kurma yolunda ilk adımlar atılmaya başlanmış idi. Bu adımlarla beraber kamu paralarının ortak bir havuzda toplanması gündeme gelmiş olmakla beraber bu durumu eleştirenlerde ortaya çıkmış, havuz sisteminin ekonominin realitesiyle bağdaşmayacağını savunanlarda bulunmakta idi (Birand, Yıldız, 2012, s.162-163). 

Başbakan Necmettin Erbakan, kalkınmakta olan Türkiye, İran, Pakistan, 
Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır ve Nijerya arasında siyasi ve ekonomik 
ilişkilerin derinleştirilmesi amacıyla geliştirilen “D-8 Grubu” projesinin öncülüğünü 
yapmıştır. Bu maksatla, 4-5 Ocak 1997 tarihlerinde, İstanbul'da yapılan toplantı 
akabinde, İran, Pakistan ve Türk yetkililer tarafından gerçekleştirilen “Afganistan” 
konulu üçlü toplantıda sonunda yapılan ortak basın açıklamasında, Afganistan'da 
bulunan gruplara ateşkes çağrısında bulunulmuştur. Meclis’te ise Hükümet aleyhindeki gensoruların birleştirilerek görüşüldüğü 16 Ekim 1996 tarihinde yapılan görüşmelerde söz alan ANAP lideri Mesut Yılmaz bu projeyi eleştirmiştir (Komisyon, 2012, s.64). Mahir Kaynak’ göre; “Başbakan Erbakan’ın D-8 girişim faaliyetleri Türkiye’nin Müslüman ülkelerle olan ilişkilerinin artmasının yanında ülkeleri de birbirine yakınlaştırmıştı. Ancak yaşanan bu gelişmelere en büyük darbeyi 28 Şubat sürecinde ki olaylar vurmakla beraber adeta yapılan ekonomik anlaşmaların da önünü kesmişti.” Mahir Kaynak, “Türkiye’nin İran ile yakınlaşması gerektiğini ifade etmekle beraber o dönem içerisinde yapılanları da yanlış olarak değerlendirmiş, 28 Şubat sürecinin başladığı dönemlerde Endonezya ve Malezya ’da da iç karışıklıkların baş göstermesi ve bu yaşanan olumsuz gelişmelerin ABD’nin D-8 Grubunu baltalama girişimi olarak” değerlendiriliştir (Kazan, 2013, s.259). 

***