SUUDİ ARABİSTAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SUUDİ ARABİSTAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2020 Perşembe

SİYASİ İSLAM, NEDEN BAŞARISIZ.

SİYASİ İSLAM,  NEDEN BAŞARISIZ ?. 



ATİLLA İLHAN
14 Temmuz 1994 

Belki de yazmışımdır: Batı medeniyetini, yeryüzü medeniyetler zinciri içinde değerlendirirken, Malraux, bu güçlü medeniyetin ilk ve tek 'laik' medeniyet olduğunu belirtir; öncekiler hep din üzerine kurulu medeniyetlerdir; zaten bu saptama bile, Siyasi İslam'ın muhtemel başarısızlığım önceden sezdiren gerçek bir sebep; laik yani rasyonalist, yani pozitivist, yani bilimlere dayanıp onlarla yükselen bir medeniyete; onun çoktan aştığı - hatta ezdiği - manevi ve dogmatique değerlerle karşı çıkamazsın; oysa Siyasi İslamcılığın yapmaya kalkıştığı işte bu, başarısız olacağı önceden belli, dini ancak toplumsaldan çıkarıp bireysele intikal ettirebilen bir İslam toplumu, laikliği başardığı ölçüde, çağdaş medeniyet seviyesini tutabilecektir, burası çok açık görünüyor. 

Mustafa Kemal, boşuna mı, 'Hayatta en hakiki mürşit ilimdir' demişti? 
Olivier Roy, Siyasi İslam'ın fiyaskosundan iki sonuç çıkarıyor: 

Biri Suudi Arabistan türü radikal dincilik -ki onu 'şeriat artı rant' diye ifade etmiş-; öbürü Cezayir türü radikal dincilikki onu, 'şeriat artı işsizlik' diye formüle bağlamış-; ikisinde ortak nokta, toplumu devlet yoluyla değil, aşağıdan yukarıya yeniden İslamileştirmek, bu da bireylerin gündelik yaşantıları içinde şeriata göre yaşamalarını içeriyor, yani neleri, alkol yasağını, kadının mutlaka örtünmesini, haremi ve selamlığı, cinselliğe, kumara, eğlenceye karşı tavır koymayı, din eğitiminin - özellikle Arapçanın- ağırlık kazanmasını ve yaygınlaştırılmasını, vs. 

Belki bu iki radikal İslamcılığı, siyasi İslamcılıktan ayıran asıl önemli fark, Siyasi İslamcılığın Üçüncü Dünyacı (anti/ emperyalist) ve kalkınmacı çabasına mukabil, bunların ya işbirlikçiliği tercihi (Suudi Arabistan, Kuveyt vs.), ya da siyaseti bırakıp toplumsal terörizmi yeğlemesi (Cezayir). 

Olivier Roy Siyasi İslamcılığın başarısızlığından söz ederken diyor ki: "...o, İslam ile siyasi modernlik arasında bir andı, kırılgan bir sentez, sonuçta kök salamadı." Yeni radikal İslamcılığın çıkmazı ise, 'düşünce düzeyinde topluma, dindarlığın dışında hiçbir vaatte bulunamaması'! 

Sahiden sorun soyut bir 'maneviyat' ortamından çıkarılıp, çağdaş gelişmişliğin son derece karmaşık, ilişkileri son derece çetrefil, özlemleri ve imkânları zengin 'maddiyat' ortamına yerleştirilirse, siyasi İslamcılığın da, yeni İslam radikalizminin de, insanlara vaadedebüdiği ancak 'ahire tte' mutlu olmak; önerdiği ise, İslama uygun yaşamak, yani fazüet sahibi olmak! 

Böyle bir 'program'ın, ister az gelişmiş, ister gelişmekte olan olsun, çağdaş toplumlarda insanlara yeteceğini söylemek mümkün değildir. 

' Öyleyse Nasıl güçleniyorlar? 

Basit: Batı'lı emperyalist 'Sistem' üçüncü ülkeleri öyle itip kakıyor, öyle hor görüyor, kültürlerini öyle ezip dağıtıyor ki, zaten milli burjuvazisi oluşamamış, millet olamamış bu toplumlar, Batı'ya olan öfke ve tepkilerini dine, yani İslam'a sığınarak, onu destekleyerek gösterebiliyorlar; bu, temelinde, ideolojik olmaktan çok politik, hatta duygusal bir destek, İslamı siyasi iktidar yapsa bile, başarılı olmasına yetmez. 

Nitekim Yetmemektedir, çünkü: 

1/ İslam ağırlıklı yönetimler, ne İran'da, çağdaş ve alternatif bir toplum modeli oluşturabilmişlerdir, ne Suudi Arabistan'da, ne de Libya'da! 
2/ Dini komplekslerini asr-ı saadete dönmek özlemini, çağdaş siyasi bir sistemi, gerekli sosyal kurumları vs. yaratmaya yeterli sanıyorlar; oysa yetersizliği açıkça görülüyor. 
3/ Bireyi fazilet sahibi kılmak, çağdaş bir toplum içinde, hem son derece zor, hem de toplumsal çetrefilliği çözmekte başarısız kalıyor. 
4/ Ekonomik düzeydeki önerileri ya yok, ya Üçüncü Dünya bir devletçilik edebiyatı, ya da üretimi değil spekülasyonu ve rant gelirlerini içeren uyduruk bir liberallik! 

Batı'lı emperyalist 'sistem'e direnebilmenin doğru yolu, onlar 'millet' sonrası aşamalarına ilerlemiş iken, Müslüman toplumları 'ümmet' aşamasında tutmakla, ya da 'ümmet' aşamasına döndürmekle değil; laik ve demokratik 'millete' dönüşmelerini gerçekleştirmek; 'maneviyat' ortamında değil, 'maddiyat' ortamında, yani pozitivist teknolojiyle güçlenerek, karşılarına çıkmakla mümkün! 
Türkiye Cumhuriyeti, ta başında bu yolu seçen tek İslam ülkesidir, onun ayağmı bu kadar çelmeye uğraşmalarının sebebi de bu değil mi? 

Türkiye'de 'geri kalmış olan', ne yazık ki 'ilerici' aydınların bir kısmı; çünkü laiklikleri 'demokratik' değil 'totaliter' (yani 'yasakçı'), yani bunlar hâlâ Milli Şef döneminin o dikensiz gül bahçesi 'alafrangalığını' özlüyorlar, 'totaliter' özellikleri ağır basıyor; o takdirde niçin İtalya'dakl, ya da Almanya'daki gibi neo-faşlst bir parti kurmuyorlar anlaşılmaz. 

Laiklik, şeriatın siyasi iktidar olmasına, devlet) eline geçirmesine, tahakkümüne direnmek anlamına gelir; şeriata geçit elbette yok; elinde diyalektiğin kılıcı, dine dayalı her dünya görüşü ile yasalar çerçevesinde sonuna kadar çata çat mücadele edeceksin; ama bin yıllık İslam ülkesi yurdunda Hıristiyanlığı hoş görüp, kendi dinine yasak koyamazsın; bakın ne diyorum, athee yani dinsiz bir komünist bile olsanız, eğer demokrasiye inancınız varsa, eğer demokratsanız, bu böyledir. 


***

8 Nisan 2018 Pazar

SUUDİ ARABİSTAN KULVAR DEĞİŞTİRİYOR

SUUDİ ARABİSTAN KULVAR DEĞİŞTİRİYOR,

ATA  ATUN.,

09/03/2018

77_1

Suudi Arabistan Prensi Muhammed bin Salman, Türkiye’yi neredeyse bir yüzyıl önce Osmanlı İmparatorluğu’nun çöktüğü zaman ortadan kalkmış olan İslami Hilafet’i geri getirmek için çaba sarf etmekle suçlamaya başladı. Belli ki Türkiye, Suudi Arabistan’ın Arap dünyasındaki liderliğini sallamaya başlamış.
Suudi Arabistan yönetiminde güçlü bir yeri olan Prens Muhammed bin Salman, Mısır Al-Sorok gazetesine verdiği demeçte, İran’a verip veriştirdi, arkasından da, Türkiye’yi İran’ın yanında İslami örgütlerin de içinde bulunduğu “şer üçgeni”nde yer almakla ve bu şer üçgenine destek vermekle suçladı. Salman’a göre şer üçgeninin bir köşesinde İran, bir köşesinde İslami Örgütler, diğer köşesinde de Türkiye bulunmakta.

Bu yorumlar, Suudi Arabistan’ın diğer bazı Körfez ülkeleri ile olan çatışmasında Türkiye’nin kendi yanında değil, Katar’ın yanında yer alması nedeni Suudi Arabistan’ın Türkiye’den duyduğu endişeyi ve derin şüpheyi yansıtıyor.
Türkiye’nin, geçtiğimiz bir kaç ay içinde Suudi Arabistan’ın Ortadoğu’daki büyük rakibi olan İran’la birlikte, Kuzey Suriye’deki savaşları azaltmak için çalışması, İranlı ve Türk askeri yetkililerin geçtiğimiz yıl resmi olarak görüşmeleri ve birbirlerine yaptıkları ziyaretler, Suudi Arabistan’ın ve ağabeyi ABD’yi pek hoşnut etmemiş anlaşılan.
ABD’nin bölgedeki en büyük düş kırıklığı, 1952 yılından sonra Orta Doğu’yu İngilizlerden devr aldıktan sonra Orta Doğu’da kurduğu ve 21’inci yüzyılın başına kadar sürdürdüğü “Yat Arap, Kalk Arap” sistemine Türkiye’nin çomak sokmuş olması. Türkiye’yi son 60 yıldır, kendisinin köle bir eyaleti olarak yönetmesinin son bulması, ABD’nin bölgedeki stratejilerini değiştirmiş durumda.
Strateji değişikliğinin başında Suudi Arabistan’ın başına ABD hayranı ve kölesi bir kişiyi getirmek ve Orta Doğu’yu Suudi Arabistan liderliğinde ve önderliğinde yönetmek var. Bu nedenle de Suudi Arabistan’da büyük bir tasfiye operasyonu gerçekleştirildi son bir yıl içinde.

Prens, geçen yıldan bu yana yurtdışına yaptığı ilk seferinde Kahire’yi ziyaret etti ve Suudi tahtının halefi olarak Mısır gazetelerinin yöneticileriyle önemli bir toplantı yaptı. Bu özel toplantıda Şer üçgeni tanımlamasının yanında Katar uyuşmazlığının 60 yıl önce Küba’ya uygulanan ABD ambargosuyla süreceğini söylemesi, gelecekte nelerin yaşanacağının habercisi.

Suudi Arabistan’ın, Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır ve Bahreyn ile birlikte geçtiğimiz Haziran ayında Katar ile diplomatik ve ticari ilişkileri kesmesi, dünyanın en büyük sıvılaştırılmış doğal gaz ihracatçısı olan ve dünyanın en büyük ABD askeri üssüne ev sahipliği yapan Katar’a hava ve deniz yollarını kapatması, Suudi Arabistan ile Katar’ın yakında kanlı bıçaklı olacağının habercisi.
Suudi Arabistan’ın dış politikasındaki bir başka değişiklik de İsrail ile olan ilişkilerinde.

Suudi Arabistan yönetiminin, daha doğrusu Prens Salman’ın verdiği tarihi olan ve Arap dünyasında köşe taşı olacak bir kararla 1948 yılından beri diplomatik ilişkileri sürdürmediği İsrail’e bazı koşullarda hava sahasını açması. Bundan sonra İsrail’den kalkan ve İsrail’e gidecek uçaklar Suudi Arabistan hava sahasını kullanabilecek. Şimdilik bu uygulama gizli tutuluyor ve İsrail yetkilileri ile Suudi yetkililer güya “haberimiz yok” diyorlar ama uygulama başladı bile.

Suudi Arabistan’ın İsrail’in bile ancak fark ettiği bu kararı, Riyad ve Tel Aviv’in İran’ın daha geniş bölgedeki nüfuzu konusunda endişe duyduğunu ve Ortadoğu’daki iki ana müttefik, Suudi Arabistan ve İsrail arasındaki ikili ilişkilerde bir iyileşme olduğunu işaret ediyor.

Belli ki Trump yönetimi, İkinci Dünya savaşından sonrasında kurduğu dengelerin değişmesi sonrasında elinden kaçırmak üzere olduğu Orta Doğu’ya son bir gayretle müdahale ediyor. Sonrası ise belli ki tufan olacak….


***

7 Temmuz 2017 Cuma

ABD SUUDİ ZİYRETİ KODLARI


ABD SUUDİ ZİYRETİ  KODLARI




Muhittin Ataman
21 Nis 2016 
GÖRÜŞ
















ABD-Suudi Arabistan: Menfaat var, Güven yok
ABD-Suudi Arabistan ilişkilerinin bugünden sonra asla bir daha eski yakın müttefik ve dostluk ilişkisi seviyesine çıkmayacağını söylemek mümkün. 
Menfaat ilişkileri devam edecek, ancak taraflar arasındaki güven ciddi bir şekilde zedelendi.

Konular: ORTADOĞU, SUUDİ ARABİSTAN, İRAN, SURİYE'DE İÇ SAVAŞ, IŞİD 

Körfez İşbirliği Konseyi zirvesine katılmak için Riyad'a giden Barack Obama, zirve öncesinde Suudi Arabistan Kralı Selman ile görüştü. 

Son dönemdeki bölgesel gelişmeler dikkate alındığında ABD’nin Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri ile mevcut ilişkileri dört farklı bağlamda değerlendirilebilir. 
Öncelikle, daha çok küresel hegemonyasına meydan okumayla karşı karşıya kaldığı Çin merkezli trans-Pasifik bölgesine odaklanan ABD’nin küresel siyasetinde, Ortadoğu ve Körfez bölgesi artık birinci öncelikli konu olmaktan çıktı.

İkinci olarak, ABD önemli bazı bölgesel meseleler ve sorunlar konusunda Suudi Arabistan’dan farklı düşünüyor. Bunların başında, Suudi Arabistan’ın ev sahipliği 
yaptığı Selefi düşünceye mensup grupların ABD ve Batı karşıtı bir şiddet siyaseti geliştirmesi, İsrail’in Filistinlilere yönelik saldırgan ve uzlaşmaz siyasetine 
devam etmesi ve İran ile Batı arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi süreci geliyor.

İran Devrimi’nden 11 Eylül saldırılarına kadar Şii İslam’ı ötekileştiren ABD, daha çok Riyad’ın temsil etme iddiasında olduğu Sünni İslam’a karşı Körfez 
ülkelerinin algıladığı en büyük tehdit olan İran’a alan açmaya başladı.

ABD, 11 Eylül 2001’de kendisine karşı gerçekleştirilen terörist saldırılardan bu yana Ortadoğu’da – ve Müslüman dünyada – farklı bir siyaset izlemeye başladı. 
11 Eylül saldırılarını gerçekleştiren militanların tamamının Selefi düşünceye mensup olması ve çoğunluğunun Suudi Arabistan vatandaşı olması, 
ABD’nin Sünni İslami yorumu –Selefi ve Vahhabi düşüncesini – ötekileştirmesini beraberinde getirdi.

ABD’deki bazı çevreler Suudi Arabistan’ı “küresel cihadın!” hamisi ve destekçisi olarak görüyor. Aynı çevreler bunu gerekçe göstererek Suudi Arabistan’ın 
teröre destek veren ülke olarak tanınmasını talep ediyor. Yakın zamanda Amerikan basını ABD Kongresi’nde Suudi Arabistan’ın 11 Eylül olaylarında rolü 
olduğunu vurgulayan ve Suudi rejiminin ABD’de yargılanmasına yol açabilecek bir yasa tasarısının görüşüldüğünü duyurdu. Bu gelişme bile tek başına iki 
ülke arasındaki mevcut güvenin zedelendiğini göstermeye yetiyor.

Bugünkü ortamda Ortadoğu’nun en önemli devlet dışı aktörleri olarak ortaya çıkan el-Kaide ile DAİŞ’in Selefi düşüncesine mensup olmasıyla birlikte 
ABD’nin uluslararası terörizm ile mücadelesindeki hedefi de değişmiş oldu.

ABD’nin İran ile yakınlaşması ve görüş ayrılıkları

İran Devrimi’nden 11 Eylül saldırılarına kadar Şii İslam’ı ötekileştiren ABD, daha çok Riyad’ın temsil etme iddiasında olduğu Sünni İslam’a karşı Körfez 
ülkelerinin algıladığı en büyük tehdit olan İran’a alan açmaya başladı. Bunun bir göstergesi de Sünni Irak devletinin Şiileştirilerek İran’a teslim edilmesiydi.

ABD ayrıca Suriye krizinde NATO müttefiki Türkiye’nin ve Körfez ülkelerinin tezlerini bir tarafa bırakarak İran’ın Suriye’de etkin olmasının yolunu da açtı. 
Irak’ı çoğunluğu da oluşturan Şiilere bırakan ABD, Suriye’de tamamen zıt bir tavır takınarak Nusayri rejiminin yıkılıp çoğunluğu oluşturan Sünnilerin 
iktidara gelmesine olumlu bakmıyor.

Sünni İslam’ın en önemli temsilcilerinden biri olan Suudi Arabistan, hem Sünni İslam’ın el-Kaide ve DAİŞ gibi örgütler üzerinden bilinmesine engel olmak 
hem de Sünni Müslüman ülkeleri bir şemsiye altında toplayarak bölge siyasetinde aktif bir aktör haline getirmek istiyor. Bu bağlamda, 2015 sonlarında hem bölgesel devletlere hem de küresel güçlere karşı caydırıcı ve işlevsel bir güç olarak tasarladığı 34 ülkeden oluşan İslam Ordusu’nu kurduğunu ilan etti. 200 bin kişilik bir tatbikat ile de bölgesel dengeleri değiştirmek istediğini gösterdi. Bu oluşumun başarıya ulaşması için aralarında gerginlik bulunan Türkiye ile Mısır’ı da uzlaştırmak için gayret gösteriyor.

Üçüncü olarak, Körfez ülkeleri ekonomik bakımdan da ABD için eski önemini kaybetmiş görünüyor. Özellikle son zamanlarda ABD’nin kaya gazını 
keşfetmesiyle birlikte Körfez petrolüne olan bağımlılığının azalması önemli. Rusya’nın Ukrayna Krizi nedeniyle ABD ve diğer Batılı ülkeler tarafından 
cezalandırılması amacıyla petrol fiyatlarının düşmesi, Körfez ülkelerinin de gelirlerini düşürdü.

11 Eylül saldırılarından bu yana Riyad da ABD’ye bağımlılığını azaltmak amacıyla ekonomisini çeşitlendirmeye çabalıyor. Bugün itibariyle ABD’de 
Suudilerin elinde 750 milyar dolar değerinde FED tahvili ve bonosu bulunuyor. Riyad, bir denge unsuru olarak, ABD’nin olumsuz bir siyasi tavrı karşısında 
bu tahvilleri ve bonoları satabileceğini hissettiriyor. Buna mukabil, ABD de ülkesindeki Suudi varlıkları dondurma ihtimalini bir karşı kart olarak kullanmayı 
düşünüyor.

Dördüncü olarak, Arap isyanları sürecinde ABD’nin başlangıçtaki kayıtsız tavrı Suudi yönetimini endişelendirdi. Özellikle Mısır’da Müslüman Kardeşler’in 
seçimlerle iktidara gelmesi, Riyad’ın da kendisini tehdit altında hissetmesine yol açtı. Bunun üzerine Suudi Arabistan, isyanlara ve bölgesel değişime 
daha sert bir şekilde tavır takınmaya başladı ve netice itibariyle Mısır’da seçimle iktidar olan Mursi hükümetinin düşmesine ve Sisi’nin bir askeri darbeyle 
iktidara gelmesine katkıda bulundu. Birleşik Arap Emirlikleri ile birlikte Bahreyn’e müdahale eden Suudi Arabistan, Yemen’deki iç savaşa da doğrudan taraf oldu.


Suudi Arabistan belki de ilk kez ekonomik kaynaklar dışında siyasal araçlar kullanarak uluslararası siyasi hamleler yapıyor. Yeni bir siyasal söyleme dayanan bu hamlesi beklenen etkiyi de yaptı, yani başarılı oldu.


Muhittin Ataman

Suudi Arabistan’ın yeni Siyasal Söylemi

Netice itibariyle, Suudi Arabistan ve ABD hâlâ birbirine muhtaç iki güç. Bundan dolayı da kısa süre içinde bu durumun değişmesini beklemek pek makul 
gelmiyor. Obama’nın ziyareti de bu karşılıklı bağımlılık ilişkisinin teyidini ifade ediyor. Sadece Obama döneminde ABD, dünyanın en büyük silah ithalatçısı 
olan Suudi Arabistan’a 100 milyar dolar civarında silah sattı.

İki ülke de el-Kaide ve DAİŞ gibi örgütleri tehdit olarak algılıyor. Dolayısıyla bu ve benzeri şiddet kullanan devlet-dışı aktörlere karşı mücadelede 
birbirleriyle işbirliği yapmaya ihtiyaçları var.

Bölgesel siyasal istikrarın sağlanması için iki ülkenin işbirliği yapması şart. Netice itibariyle, unutmayalım ki Suudi Arabistan hâlâ Ortadoğu’nun en 
önemli ülkelerinden biri ve ABD’nin bölge siyasetindeki önemli ve etkili ortaklarından biri olmaya devam edecektir.

Obama ziyaretiyle ABD, Suudi Arabistan’a sadece silah satmayı değil, aynı zamanda askeri eğitim personeli de göndererek iki şeyi amaçlıyor: 
Bir taraftan Riyad’ın ve diğer Körfez ülkelerinin kendisine olan bağımlığını arttırmak, diğer taraftan da İran’a karşı Körfez ülkelerinin gücünü artırarak iki 
tarafın birbirlerini dengeleme siyasetlerini sürdürmek.

Kral Selman ile birlikte küresel güçler dışında, özellikle Müslüman dünyadan, müttefikler bularak ve somut platformların kurulmasına öncülük ederek 
denklemdeki varlığını görünür kılan Suudi Arabistan, ABD’yi bir süredir ihmal ettiği Körfez ülkelerine yeniden yönelmek zorunda bıraktı.

Suudi Arabistan belki de ilk kez ekonomik kaynaklar dışında siyasal araçlar kullanarak uluslararası siyasi hamleler yapıyor. Yeni bir siyasal söyleme 
dayanan bu hamlesi beklenen etkiyi de yaptı, yani başarılı oldu.

Muhittin Ataman, SETA Genel Koordinatör Yardımcısı ve Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Öğretim Üyesi.

@MuhittinAtaman

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Al Jazeera'nin editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Muhittin Ataman

1992 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. 1994-1996 yılları arasında Central Oklahoma 
Üniversitesi’nde yüksek lisans, 1996-1999 yılları arasında ise Kentucky Üniversitesi’nde doktora çalışmalarını tamamladı. 1993 yılından 2014 yılına kadar Abant İzzet Baysal Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde araştırma görevlisi ve öğretim üyesi olarak görev yaptı. 
Şu an itibariyle Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olan Ataman, üç yıl boyunca yarı 
zamanlı olarak SETA Dış Politika Birimi’nde çalışmalar yaptığı SETA Ankara Genel Koordinatör Yardımcısı olarak görev yapmaktadır. 

Daha çok Türk dış politikası, Ortadoğu siyaseti ve Körfez politikası konularında akademik çalışmalar yapmaktadır.


http://www.aljazeera.com.tr/gorus/abd-suudi-arabistan-menfaat-var-guven-yok

***

4 Ocak 2017 Çarşamba

SUUDİ ARABİSTAN KRAL ABDULLAH SONRASI SUUDİ ARABİSTAN: BÖLGESEL VE KÜRESEL SİYASET



SUUDİ ARABİSTAN KRAL ABDULLAH SONRASI SUUDİ ARABİSTAN: BÖLGESEL VE KÜRESEL SİYASET 


















Selefi Kral Abdullah’tan Kral Selman’a, dış politikada muhtelif aktörlere karşı birçok cephede açılmış ve aynı anda devam eden diplomatik ve askeri mücadeleler miras kalmış bulunuyor. 

Özellikle, Suudi Arabistan’ın kuzeyinde ve güneyinde devam eden mücadeleler karşısında Kral Selman, Suudi Arabistan’ın Arap Baharı sürecinde elde ettiği stratejik kazanımları muhafaza ve maruz kaldığı stratejik kayıpları telafi etme politikası takip edecektir. 

Eyüp ERSOY 

Kral Abdullah’ın 23 Ocak’ta vefat etmesi ve yerine Selman bin Abdulaziz’in yeni kral olarak Suudi Arabistan’da iktidarın başına geçmesiyle birlikte, Kral Abdullah sonrası Suudi Arabistan’ın takip edeceği bölgesel ve küresel siyasetin değişim ve süreklilik ekseninde nasıl bir mecra takip edeceği konusu, Ortadoğu jeopolitiğinde ani bir öncelik ve kayda değer bir önem kazandı. Kral Selman’ın, kendisine miras kalan Suudi Arabistan’ın dış politikasında izleyeceği siyaset hususunda, kısa süreli idaresinde şimdiye dek attığı diplomatik adımlar temelinde, Suudi Arabistan’ın Arap Baharı sürecinde elde ettiği stratejik 
kazanımları muhafaza ve maruz kaldığı stratejik kayıpları telafi etme politikası takip edeceği söylenebilir. 

Bunun için öncelikle, ülkesel, bölgesel ve küresel ittifaklarını tamir ve tahkim etmesi beklenebilir. İkinci olarak, Arap Baharı sürecinde bölge kamuoylarında yıpranan itibarındaki tahribata karşı bir tamirat siyaseti uygulayacaktır. Kral Selman’ın, çok sayıda üst düzey yöneticiyi değiştirmesine karşın dışişleri ve petrol bakanlarını görevlerinde tutması da, Suudi Arabistan dış politikasında süreklilik unsurunun hakim olacağına dair bürokratik bir emare. 

Suudi Arabistan’ın Bölgesel Siyaseti 




İlk olarak, Körfez İşbirliği Konseyi, Suudi Arabistan’ın dış politikasının bölgesel eksenini oluşturuyor. Konsey’in Körfez’de istikrarın sağlanması ve Suudi Arabistan’ın hâkimiyetinde sürdürülmesi noktasında, Bahreyn’deki sivil gösterilere karşı Suudi Arabistan öncülüğünde Mart 2011’de başlatılan askeri harekâtın da gösterdiği üzere, hayati bir işlevi bulunuyor. 

Bu anlamda, Kral Selman’ın ikinci veliaht ilan ettiği Muhammed bin Naif’in ilk yurtdışı ziyaretini 10 Şubat’ta Katar’a yapması, Suudi Arabistan yönetiminin Konsey içerisindeki diplomatik gerginlikleri sona erdirme isteğini gösteriyor. Bilindiği üzere, özellikle Katar’ın Müslüman Kardeşler hareketine yönelik himaye siyaseti, örneğin sürgündeki Müslüman Kardeşler üyelerine ikamet izni vermesi üzerinden başlayan aleni diplomatik çekişme aylarca devam etmiş, Suudi Arabistan başta olmak üzere Konsey üyeleri Katar’a yönelik cezalandırıcı diplomatik tedbirleralmışlardı. Örneğin, Mart 2014’te Suudi Arabistan, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri, Doha’dan büyükelçilerini çekmişlerdi. Suudi Arabistan için Katar ile ilişkilerini düzeltmesi, bölgesel siyasetinde özellikle Yemen’de süren olaylara karşı izleyeceği siyasette oldukça önem kazanmış durumda. 

İkinci olarak, Yemen’de yönetimin İran destekli Şii Husi militanları tarafından ele geçirilmesi, Suudi Arabistan’ın Arap Baharı’ndaki muazzam bir stratejik kaybı olarak değerlendirilebilir. 22 Ocak’ta Yemen Devlet Başkanı Mansur Hadi ile bakanların Husi militanlarının silahlı tehdidi altında istifa etmesi ve 6 Şubat’ta Husi militanlarının Yemen Meclisi’ni ilga ederek fiili olarak ülke yönetimini üstlendiklerini ilan etmesi, iktidar değişimi sürecinde iç kurumsal düzenlemelere odaklanmış Kral Selman yönetimini Yemen’deki bu oldubittiye karşı hazırlıksız yakaladı. 



 <  Körfez İşbirliği Konseyi’nin 7 Şubat’ta Yemen’deki yönetimin ele geçirilmesini hiçbir koşul altında kabul edilemeyecek bir darbe olarak nitelemesinin ve BM Güvenlik Konseyi’ni darbeyi sona erdirmeye davet etmesinin işaret ettiği üzere, önümüzdeki süreçte Yemen, Suudi Arabistan’ın dış politik mücadelesinin en mühim cephesi olacaktır. >

Üçüncü olarak, Mısır’daki yönetime karşı ise Kral Selman iktidarında bir söylemsel revizyona gidildiği görülüyor. Kral Abdullah, askeri bir darbe ile Mısır’da iktidarı ele geçiren General Abdulfettah el Sisi’nin en büyük destekçilerindendi. Örneğin, Mısır’daki askeri darbeden hemen bir hafta sonra Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt ile birlikte 12 milyar dolarlık bir mali yardım sözü vermiş, ek olarak Mart 2014’te Müslüman Kardeşler’i terör örgütü olarak ilan etmişti. Kral Körfez İşbirliği Konseyi’nin 7 Şubat’ta Yemen’deki yönetimin ele geçirilmesini hiçbir koşul altında kabul edilemeyecek bir darbe olarak nitelemesinin ve BM Güvenlik Konseyi’ni darbeyi sona erdirmeye davet etmesinin işaret ettiği üzere, önümüzdeki süreçte Yemen, Suudi Arabistan’ın dış politik mücadelesinin en mühim cephesi olacaktır. 

Abdullah’ın Sisi iktidarına yönelik maddi ve manevi yardımlarına karşın, Kral Selman yönetiminin Mısır iç siyasetine dair bir söylem revizyonunu tercih ettiği gözleniyor. Örneğin, 11 Şubat’ta Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı Suud el Faysal, Suudi Arabistan yönetiminin Müslüman Kardeşler hareketi ile herhangi bir sorunu bulunmadığı açıkladı. Bu söylemsel revizyonun esas sebebinin, Suudi Arabistan ve Mısır iç kamuoylarında ve bölgesel kamuoylarında darbe yönetimine verilen destekle birlikte yıpranan Suudi Arabistan’ın itibarını tamir etme ve ayrıca Mısır iç politikasında denge siyasetine yönelme olduğu söylenebilir. Yine de eylemsel zeminde, Kral Selman yönetiminin Mısır politikası kısa vadede değişmeyecektir. 

Dördüncü olarak, Suudi Arabistan’ın Suriye politikasında IŞİD’in ortaya çıkması ile değişen öncelik sıralamasının devam edeceği söylenebilir. Kral Selman 
yönetimi, IŞİD ile mücadelede Suudi Arabistan’ın uluslararası koalisyonun çabalarını teşvik etme ve destekleme politikasına ek olarak, eş zamanlı devam eden Suriye iç savaşında, Esad’ı devirmek amacından ziyade savaş sonrası oluşması beklenen güç dağılımının etkili bir parçası olacak iç müttefikler oluşturma ve kuvvetlendirme amacı güdecektir. 
Bu hususta, Suudi Arabistan’ın IŞİD karşıtı uluslararası koalisyonun 22 ülkeden savunma bakanları ve genelkurmay başkanlarının katıldığı 18 Şubat’taki toplantısına ev sahipliği yapması önemli bir diplomatik tavrı yansıtıyor. 

Son olarak, Suudi Arabistan’ın İran ile arasındaki, Arap Baharı sürecinde kapsamı genişleyen, şiddeti artan ve doğrudan mücadele ve dolaylı çatışmaya evrilen yapısal rekabet, farklı tezahürleri ile devam edecektir. Hususen, ABD’nin Irak işgali öncesinde İran’ı çevreleme siyaseti takip eden Suudi Arabistan’ın, 
özellikle Arap Baharı’ndaki gelişmeler sonucunda İran tarafından çevrelenmiş gibi görünen bir stratejik konumda bulunuyor olması, Kral Selman yönetimi için 
kabul edilemez bir durum. Ruhani yönetimin özellikle Yemen’de kazanılmış stratejik mevziyi muhafaza ve yeni oluşmuş mevcut duruma meşruiyet kazandırma hedefine yönelik olarak, Suudi Arabistan’a yaptığı uzlaşı çağrılarına Kral Selman yönetiminin bir cevap vermemesi, Suudi Arabistan’ın yeni yönetiminin bu rekabeti sürdürme iradesine işaret ediyor. 

Suudi Arabistan’ın Küresel Siyaseti 




Suudi Arabistan’ın dış politikasının küresel eksenini de, ABD ile ilişkileri teşkil ediyor. Kral Selman yönetiminin, ABD ile muhtelif siyasi ve iktisadi sahalarda devam eden ilişkilerde, Suudi Arabistan’ın stratejik hassasiyetlerini gözeterek, ikili işbirliğini geliştirme ve güçlendirmeye, bölgesel ve küresel politikalarda eşgüdüm içerisinde hareket etmeye yönelik geleneksel yaklaşımı sürdürdüğü görülüyor. İkili ilişkilere ABD’nin verdiği önem ise, Başkan Obama’nın 27 Ocak’ta Dışişleri Bakanı John Kerry, CIA Direktörü John Brennan, Ulusal Güvenlik Danışmanı Susan Rice’a ek olarak çok sayıda Cumhuriyetçi Parti mensubunda oluşan kalabalık bir ‘devlet’ heyeti ile Riyad’a gerçekleştirdiği ziyaret ile bir kez daha vurgulandı. 

Kral Selman yönetimi için, öncelikli olarak, Suudi Arabistan’ın tehdit algılamalarının ana kaynağı olan uluslararası terörizme karşı ABD ile işbirliği yapmak, ikili ilişkilerin ana gündemi oluşturmaya devam ediyor. ABD için de Suudi Arabistan, başta El Kaide ve IŞİD olmak üzere, uluslararası terör örgütlerine karşı ABD’nin gizli istihbarat savaşında ve açık askeri mücadelesinde vazgeçilmez müttefiklerinden biri. Ortak çıkarlara ve karşılıklı ihtiyaçlara dayalı bu işbirliğinin, Kral Selman’ın bürokratik kariyeri ile Suudi Arabistan’ın savunma ve askeri üst bürokrasisinde yaptığı değişikliler göz önüne alındığında daha etkin hale geleceği ifade edilebilir. Mesela, Kral Selman, kral olmadan önce Suudi Arabistan savunma bakanıydı ve yerine oğlu Muhammed bin Selman’ı atadı. Buna rağmen, Esad rejiminin akıbetine dair iki müttefik arasındaki taktik farklılaşmaların da mevcut olduğu hatırlatılmalı. 

İkinci olarak, Suudi Arabistan, ABD’nin küresel ekonomi politik stratejisinin enerji boyutunda uzlaşmaya açık ve işbirliğine istekli en önemli ortaklarından birisi. Son dönemde, Suudi Arabistan’ın düşen petrol fiyatlarına karşın petrol arzını azaltmayarak, yüksek maliyet ile petrol üreten ülkelerin petrol gelirlerinin görece azalmasına dolaylı olarak sebep olması, ABD yönetiminin Rusya’ya ve İran’a uyguladığı yaptırımları yine dolaylı ama ciddi oranda destekleyen bir enerji politikası izlemesi, ABD’nin küresel ekonomi politik stratejisine kuvvet veriyor. 

Son olarak ise, Suudi Arabistan için ABD’nin takip ettiği bölge siyasetindeki endişe verici durumlardan birisi, ABD-İran nükleer müzakerelerinin İran üzerindeki uluslararası baskının azaltılmasını ve İran ile arasındaki yapısal stratejik rekabette konumunun zayıflamasını netice verecek şekilde olumlu sonlanması ihtimali. Kısaca, Suudi Arabistan, İran ile müzakere değil mücadele yolunun tavizsiz şekilde tercih edilmesinden yana. Başkan Obama’nın Suudi Arabistan ziyaretinde İran ile nükleer müzakereler, görüşmelerin gündem maddelerinden biriydi. 

Kral Selman, bu görüşmede nükleer müzakerelere dair herhangi bir çekince ifade etmemiş olsa da, ABD-İran nükleer müzakerelerinin akıbeti, Kral Selman 
yönetimi için de endişe kaynağı olmaya devam edecektir.

 <  Kral Abdullah’ın Sisi iktidarına yönelik maddi ve manevi yardımlarına karşın, Kral Selman yönetiminin Mısır iç siyasetine dair bir söylem revizyonunu tercih ettiği gözleniyor. >


Selefi Kral Abdullah’tan Kral Selman’a, dış politikada muhtelif aktörlere karşı birçok cephede açılmış ve aynı anda devam eden diplomatik ve askeri mücadeleler miras kalmış bulunuyor. 

Özellikle, Suudi Arabistan’ın kuzeyinde ve güneyinde devam eden mücadeleler karşısında Kral Selman, Suudi Arabistan’ın Arap Baharı sürecinde 
elde ettiği stratejik kazanımları muhafaza ve maruz kaldığı stratejik kayıpları telafi etme politikası takip edecektir. 

Türkiye açısından, iki boyuta haiz bu politikanın stratejik kayıpları telafi etme boyutu daha önemli olabilir. 

Arap Baharı sürecinde maruz kaldığı stratejik kayıpları telafi etme politikası güdecek olan Kral Selman yönetimi ile bu politikaya yönelik atacağı adımlarda yakınlaşma olanakları araştırmak ve iki ülke arasında ortak çıkarların bulunduğu alanlarda işbirliği yapmak, 

Türkiye’nin Orta Doğu politikası açısından yeni bir diplomatik açılım getirebilecek bir seçenek. 


Arş. Gör., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 


****

7 Eylül 2016 Çarşamba

“ CIA Basını Kullanıyor ”


 “CIA Basını Kullanıyor”






Yeni Asya: 21 EYLÜL 1990
Tahir AKA – Talat TURHAN

Talat TURHAN: TÜRKİYE, Batının Körfezdeki jandarması yapılmak isteniyor.
—Komünizme karşı TÜRKİYE'nin Hıristiyan dünyanın yanına çekildiğini kaydeden emekli kurmay Yarbay Talat TURHAN, Batının kendi menfaatleri istikametinde TÜRKİYE'nin Ortadoğu'da rol almasını sağladığını söyledi.
—TURHAN Ortadoğu’da şeytan üçgeni nedir? ANKARA-TAHRAN-İSRAİL idi. Şu anda “Şeytan Üçgeni” nedir? TÜRKİYE-MISIR-SUUDİ ARABİSTAN. Şimdi en belirgin “şeytan üçgeni” budur. Bu üçgenin ucundaki kişiler kime hizmet edecektir. Amerikan emperyalizmine" dedi.  
Thedor HERZL’in fikir babalı­ğını yaptığı İSRAİL, ABDÜLHAMİT zamanındaki gücüne güç kattı. TÜRKİYE ise güç kaybetti. Çeşitli beynelmilel oyun ve tezgâhlara getirildi. Daha 1905'lerde dünya basınının beynini kontrolü altına alan Siyonistler, bugün çok daha güçlüler. Her birisi bir basın imparatoru. Bunların gözü sıcak denizlerde, Akdeniz'de, TÜRKİYE'de. Bu imparatorlar TÜRKİYE'ye geliyorlar, ÇANKAYA'ya çıkıyorlar, basın sektörüne el atıyorlar, TRT ile anlaşıyorlar. Türk kamuoyu sessiz ve tepkisiz bütün bu gelişmeleri seyrediyor. Acaba bu sessizlik neden? Sesini çıkarmak isteyenlere bir şeyler mi oluyor? Beynelmilel haber ağının kontrolünü ellerinde tutan bu güçler, elbette ki Türk kamuoyunu milletin sesi istikametinde yönlendirmek için fırsat tanımayacaktır. Bunun için basın yayın organlarının kontrol altında tutulması lazımdır.

11 EYLÜL 1990 SALI akşamı televizyonu açtığımda 2. programda CNN Dünya Raporu programında basınla İlgili görüşler serdediliyordu. Kendisi Büyükelçi olan bir CIA uzmanı (ismini alamadım), çalışma şartlarını anlatırken, kendileri için basının çok çok ehemmiyetli olduğunu söylüyordu. Kontrolü altındaki ülkede bulunan yerli ve yabancı basın ajanslarına yerleştirdiği ajan gazeteciler vasıtasıyla her türlü bilgiyi toplayabildiğini açıkça itiraf ediyordu. İtiraf da sayılmaz; çalışma sistemini dile getiriyordu. Gazeteci adamlarının hedefteki ülke ile ilgili en gizli bilgileri alabildiğini, giremedikleri yerin olmadığını söy­lüyor ve "Gazeteci Ayağına" çok rahat çalıştığını, elçilikten daha iyi çalıştığını kaydediyordu. 

Bu çark TÜRKİYE'de de farklı şekilde işlemiyor. Basın sermayenin ve belli güçlerin kontrolü altında tutuluyor. 

İfade vermek için Emniyete haftalık ziyaretlerde bulunan Doç. Yalçın KÜÇÜK bu meseleyle ilgili olarak; basının kilit noktalarının MİT’in kontrolünde olduğunu söylüyordu. Aynı meseleyi tenkit eden Ahmet Altan ise, Bâb-ı Âlide­ki istihbaratçıların açıklanması halinde Bâb-ı Ali'nin bezelye tarlasına döneceğini kaydediyordu... Her ne ise... 

Talat TURHAN İle yaptığımız sohbet koyulaştıkça, içtiğim demli çayın sayısını unutmuştum. Masada hazır bekleyen termostaki çayı sıfırlarken, arada sırada bademleri yerken meseleler peş peşe açılıyor, adeta problem çözülüyordu. Bu arada saatlerin nasıl geçtiğinin farkına bile varmıyordum. Talat TURHAN ile esas 12 EYLÜL'ü görüşecektik. Ama aktüel meselelerden 12 EYLÜL’e henüz gelememiştim. 

Bazı sorularıma cevap geldiği İçin, sohbetin akışı içinde soruları yöneltiyordum:

—Tahir AKA: TÜRKİYE Körfez krizinde aktif bir rol oynadı. Batı TÜRKİYE'nin krizde oynadığı rolü çok beğendi. Bunun sebebi nedir? Körfez krizinin perde arkasını değerlendirir misiniz? TÜRKİYE sıcak harbe girebilir mi? Girse ne olur?
Talat TURHAN: Bundan 20–30 yıl evvel, propaganda kitapları dağıtırlardı. Taa NORVEÇ'ten bir zincir başlatırlardı. İNGİLTERE'den NORVEÇ ve TÜRKİYE'ye kadar birleştirilen bir zincir meydana getirilirdi. Bu zincirin kuzeyinde kalan komünistler, bu zincirin halkaları olan devletler, komünizme karşı bir duvar teşkil ediyorlardı. Şimdi bu yeterli değil. Bu düzeni kuran stratejiler, mevcut durumu yeterli bulmuyorlar. Bundan sonra bir Bağdat Paktı kurdurdular. Kimler kurdu; TÜRKİYE, İRAN, IRAK, PAKİSTAN. Şimdi bugün “ Yeşil kuşak ” tabir edilen fikrin başlangıcı, yani İslamcılığı komünizmin karşısına geçirmek çok geçerli bir şey. Hıristiyanlığı da komünizmin karşısına getirebilirsiniz. “TÜRKİYE mademki ideolojide komünizmi reddediyor. Dolayısıyla din sahibi olan milletler buna karşı gelmelidir!” diyerek onu ittifakınıza çok kolay alabilirsiniz ve aldılar da. Veyahut ta almaya çalıştılar. Son Uzak Doğuya kadar giden bir pakt kurdular. Dünya koruyuculuğunu bu sayede elde ettiler. Şimdi burada TÜRKİYE'nin konumu şu bakımdan ehemmiyetli: TÜRKİYE'de iki halka var. Yani bir FRANSA'nın tek halkası var: Bir tarafta İNGİLTERE'ye bağlı halka, bir tarafta ALMANYA'ya bağlı. TÜRKİYE bir taraftan YUNANİSTAN'a bağlı, YUNANİSTAN'la olan bağın zayıf olduğunu şimdi görüyoruz. Bir tarafın­dan IRAK'a bağlı. Dernek ki TÜRKİYE, NATO içinde dahi Ortadoğu'da rol almak, kullanılmak için tasarlan­mış bir ülke. Bunun için suni hatlar içerisinde küçülüyor simetri.
—Tahir AKA: Batı, TÜRKİYE'nin Ortadoğu'da rol almasını İstemiyor mu?
Talat TURHAN: Batı, TÜRKİYE'nin Ortadoğu'da rol almasını istiyor. Ama kendi maksadına hizmet etmek doğrultusunda yer almasını istiyor. Batı'nın zaten Ortadoğu'da kolu var. “Büyük şeytan” doğruysa, “küçük şeytan” mutlaka var. “Küçük şeytan”ın dışında bir de casus devleti var. Kendi casusunu orada bir Arap devletine koymuş. İSRAİL o'na göre çok daha namuslu, o küçük devletler orayı yönetiyor. Yahudi sermayesi dünyaya egemen olduğu için, ABD'de egemen. İSRAİL, Amerika içinde de egemen. Ama Kral HÜSEYİN casus devletin lideri, hain bir devlet. O hain devletin dışında da böyle kendi taraftarı isteyen bunların içinde TÜRKİYE iki halkadan meydana geliyor. Bu rol TÜRKİYE'ye verilmiş. 

TÜRKİYE bu rolü 50 yıldır oynuyor. Bu halkalar zaman zaman kopmuş. Benim kitabıma aldığım “ Ortadoğu'daki şeytan üçgenleri ” diye bir yapı var. O zaman “Şeytan Üçgeni” nedir? TÜRKİYE-MISIR-SUUDİ ARABİSTAN. En belirgin “Şeytan Üçgeni” simdi budur. Bu üçgenin ucundaki kişiler kime hizmet edecektir? Amerikan Emperya­lizmine. Bir yandan İRAN'daki rejim yıkıldı, bir yandan PAKİSTAN'daki rejim yıkıldı. Her yıkılışta yeni formüller aranıyor. Yeni “Şeytan Üçgenleri” teşkil edildi. Nedir mesele? Sözde Doğu'nun menfaatini korumak! Bugü­ne kadar. Sosyalist Blok veyahut ta Sovyet RUSYA, Doğu Bloku liderliğinden vazgeçinceye kadar, bütün hayal oyunlarında Sovyetlerin TÜRKİYE üzerinden veya İRAN üzerinde Basra Körfezine ineceği varsayımı ana başlığı oluşturur. Bütün NATO plânlamalarında bu ana başlık, Sovyetlerin BASRA'ya inmesi idi. Şimdi bu olay yok. Şimdi Müslümanlar İçerisindeki, Arap ülkeler İçerisindeki kaynaşmada böyle emrivakiler oluyor. Bu emrivakileri, sonunu almak, orada kalmak ve bu emrivakiyi Batı kendi çıkarı İstikametinde kullanmak için, bütün gücüyle olayın üzerine yüklenmektedir. 

Şimdi TÜRKİYE bu oluşumun içerisinde her zaman rol ve­rilmek istendi. Hatta Çevik Kuvvet hikâyesi geçti. Bu hikâye çok uzun yıllardan bert TÜRKİYE üzerinde olaya yönelik ya kendisinin direkt bir müdahalesi yahut ta endirekt bir müdahalesi için iş kolaylıkları, bölge kolaylıkları artı depo kolaylıkları sağlanmak için sayısız girişimlerde bulunuldu. Bu girişimlerden ne sonuç alındı, nereye kadar varıldı, bu devlet sırrı olduğu için biz şimdi belki bilemiyoruz. 

Ama bundan 10–15 yıl önce Doğu Anadolu'da çok büyük meydanlar yapılması projesi Batı'nın Körfez'deki jandarması olması içindir.





..

3 Haziran 2016 Cuma

Orta Doğu’da Jeopolitik Dönüşüm ve Türkiye İçin Oluşturduğu Tehdit, BÖLÜM 2







Orta Doğu’da Jeopolitik Dönüşüm ve Türkiye İçin Oluşturduğu Tehdit,  


BÖLÜM 2


Yemen Tekrar Parçalanacak mı?         

Arap Baharı’nın etkisi, Mart 2011’de Yemen’de de görülmeye başlamıştır. Mart 2011’de Yemen polisinin göstericilere ateş açması sonucu 50 gösterici ölmüştür. 




Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih, iç savaş çıkabileceği uyarısı yaparak olağanüstü hal ilan etmiştir. Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) üye ülkeleri 
Salih’in görevden ayrılmasını, yetkilerini yardımcısı Abdurrabuh Mansur Hadi’ye bırakmasını içinde muhalefet liderlerinin birinin başkanlığında seçime 
gidilmesini teklif ederek Salih ve ailesine dokunulmazlık teklif etmiştir. Salih görevinden ayrılmayacağını ilan etmiştir. Haziran 2011’de başkanlık sarayına 
yapılan saldırıda Salih yaralanmış ve tedavi için Suudi Arabistan’a gitmiştir. Eylül 2011’de geri dönmüş ve başkanlığı devretmek için yeni şartlar öne 
sürmüştür. 23 Kasım 2011’de KİK’in önderliğinde Salih yetkilerini Riyad’da imzalanan bir anlaşma ile devretmiştir. Muhalefet liderlerinin önderliğinde 
birlik hükümeti kurulmuştur. Salih, Ocak 2012’de Umman’a gitmiştir. 7 Şubat 2012’de Abdurrabuh Mansur Hadi başlattığı seçim kampanyasını 21 Şubat’ta 
kazanmış ve devlet başkanı olmuştur. Güney Yemen’deki başta Şii/Zeydi Husiler olmak üzere seçimleri boykot ederek Mansur Hadi iktidarını tanımamışlardır.      

   Mansur Hadi karşıtı gösteriler 2 Mart 2012’de başladı. 9 Mart 2012’de Hadi’nin yemin ettiği gün başkanlık sarayına bombalı saldırı düzenlendi ve 30 kişi öldü. Saldırıyı el Kaide üstlendi. El Kaide 7 Mayıs 2012 bir saldırı düzenleyerek 30 yemen askerini öldürdü. 21 Mayıs 2012’de milli bayram provalarındaki saldırıda 101 asker öldü saldırıyı Ensar el Şeria üstlendi. 

Mansur Hadi’nin başkanlığı da Yemen’deki Şii/Zeydi Husiler tarafından tanınmadı. 2012-2014 yılları arası terör saldırıları devam etti. Husiler hükümette tam olarak temsil edilmedikleri gerekçesi ile hükümet güçleri ile çatıştı. Aralık 2014’te Anayasa yapım sürecinde Mansur Hadi’nin Şii/Zeydi unsurların istediği 
şekilde varlıklarını kabul etmeyişi ve sisteme katmayışı çatışmaların şiddetini artırdı. Yemen Ordusu üzerinde önemli bir etkiye sahip Ali Abdullah Salih de bu 
noktada ordunun bazı unsurlarının Mansur Hadi lehine hareket etmesinin önünde durdu. Çatışmalar dolayısıyla başkent Sana’dan Aden’e kaçan Mansur Hadi 
Yemen’den kaçtı. Husiler Mansur Hadi’nin bulunması için 90 bin dolar ödül verileceğini açıkladı. Yemen’de İran destekli Husiler’in tamamen idareyi ele 
alma kaygısı karşısında liderliğini Suudi Arabistan’ın yaptığı KİK ülkeleri ve Mısır hava operasyonu başlattı. Operasyon’a ABD istihbarat desteği verirken, 
Türkiye’de destek verdiğini açıkladı. 25 Mart-21 Nisan 2015 tarihleri arasında Kararlı fırtına operasyonu olarak başlatılan hava saldırıları Suudi Arabistan’ın 
amaçlanan hedeflere ulaşıldığı açıklaması ile durduruldu. 

   Ancak Husiler’in Suudi Arabistan’a düzenlediği saldırıların durdurulması ve Mansur Hadi’nin yeninde Yemen’e dönmesinin sağlanması için Umudun Geri döndürülmesi operasyonu 22 Nisan 2015’te başlatıldı ve halen devam etmektedir. Mansur Hadi Yemen’e dönmediği gibi Husiler de saldırılarına devam etmektedir.[31]Orta Doğu’nun Komşusu Pakistan’ın SorunlarıPakistan, Orta Doğu’nun bittiği yerde başlayan bir ülkedir. Ancak bu başlayış kültürel değil, coğrafi bir başlayıştır. SSCB’nin Afganistan’ı işgalinden sonra başlayan savaş ve daha sonra iç savaşın Afganistan’dan sonra en fazla zarar verdiği ülke Pakistan olmuştur. 

Afganistan savaşı, Pakistan’ı sürekli istikrarsızlaştırmış, içten içe çürütmüştür. 

Pakistan’da yaşanan çürüme sürecini Amerikan istihbarat raporlarından izlemekte mümkündür.  






CIA, 2000 yılında yayınlanan 2015 öngörü raporunda Pakistan ile ilgili olarak şu yargılaya varılmaktadır. “Pakistan’ın çok daha parçalı, münzevi ve uluslar arası mali yardıma çok daha bağımlı bir ülke haline gelecektir.” Bu öngörünün büyük ölçüde gerçekleştiği görülmektedir. 2005 yılında yayınlanan bir başka Amerikan raporunda ise Pakistan için “Yugoslavya benzeri bir kader” öngörülmüştür: “2015 yılı itibariyle, Pakistan, başarısız bir devlet olacak; iç savaş batağına saplanacak; ülkede kan gövdeyi götürecek; eyaletler arasında düşmanlıklar 
artacak; nükleer silahların denetimine yönelik bir mücadele patlak verecek ve topyekün bir Talibanlaşma yaşanacaktır. ”ABD Ulusal İstihbarat Konseyi’nin 
2008’de yayınlanan “Küresel Eğilimler 2025” adıyla bir raporunda Pakistan’ın geleceği ile şu tespitler yapılmıştır: 

“Eğer Pakistan 2025 yılına kadar parçalanmadan varlığını sürdürür ise Peştun kabilelerinin daha geniş çaplı bir bütünleşmeye gidecek ve Pakistan ile Afganistan’ı birbirinden Ayıran Durand Hattı’nı silmek için birlikte hareket edecekleri; böylelikle Pakistan’da Peştun’lara ayrılan bölgenin hudutlarını, Pakistan’da Punjabiler, Afganistan’da ise Tacikler ve diğerleri aleyhine genişleyecekleri” iddiası ileri sürülmüştür. 

Pakistan’ın geleceği ile ilgili bu tespitleri daha da vahim hale getirecek husus, Amerikan Ordusunun Afganistan’dan çekilmesinden sonra Afgan iç savaşının 
etkilerinin daha yıkıcı bir şekilde Pakistan’a yansıma ihtimalidir. Öte yandan Pakistan Belucistan’da devam eden ayrılıkçılık sorunu ile de karşı karşıyadır. 
Belucistan Pakistan’ın en büyük eyaletidir. 12 milyon nüfusa sahip olan Belucistan’ın İngiliz koloni yönetiminin verdiği özerkliğinin Pakistan’ın 
kurulmasından sonra kaldırılması bugüne değin beş isyana neden olmuştur. İran ve Pakistan arasında bölünmüş olan Belucistan’ın her iki tarafında da milliyetçilik akımları Batı tarafından desteklenmektedir. Genel çürüme sorunun üstüne binecek olan bir Belucistan’ın bağımsızlığı meselesi Pakistan için aşılması zor bir sorun olabilir.  Ancak Pakistan’ın bütün bu sorunlarına rağmen nükleer bir güç olduğu unutulmamalıdır. Diğer bir nükleer güç olan SSCB’de etnik sorunlar 
temelinde ayrışmış olmasına rağmen, nükleer potansiyel Pakistan’ın ayrışma sürecini yavaşlatan bir etki yapabilir.        

Suriye’de Ne Olacak?




Suriye için “Küçük Orta Doğu” kavramı kullanılmaktadır. Suriye’de altı büyük etnik/dinsel grup, Sünni Araplar, Nusayriler, Türkmenler, Kürtler, Hristiyanlar ve Dürziler’dir. 
Sünni Araplar % 59, 
Nusayriler % 14, 
Türkmenler % 8, 
Kürtler %9, 
Hıristiyanlar % 5 ve 
Dürziler % 2-3 civarında bir orana sahiptirler.  

Mezhepsel bölünme  ise Müslümanlarda Sünni, Nusayri, Şii ve Dürzi olmak üzere dörde ayrılmaktadır.  Sünniler % 75, Nusayriler % 14, Şiiler % 1, Dürziler % 2-3 civarındadır. Sünniler Hanefi, Şafi ve Selefiler olarak ayrılmaktadır. Şia içinde ise İsmaili, Kızılbaş ve Caferi olmak üzere üç grup vardır. % 5 civarında olan Hıristiyanlar ise Ortadoks, Katolik, Süryani, Protestan ve Asurilerden oluşmaktadır.      

Suriye’nin iç yapısı sadece mezheplerin ve etnik grupların varlığı açısından değil, bunların tarihsel kurumsallaşmaları açısından da  uzun soluklu bir iç savaş için çok uygundur.  Nasıl Lübnan kurumsallaşmış bir etnik mozaik olarak şekillenmiş ve Lübnan iç savaşı bu kurumsallaşmış etnik mozaiğin parçaları arasında gerçekleşmiş ise Suriye’de gizli kurumsallaşmış bir etnik mozaiktir. Osmanlı Devletinin 1918’de Suriye’den çekilmesinden sonra ülkeyi işgal eden Fransız manda yönetimi var olan etnik ve dinsel farklılıkları kurumsallaştıran ve birbirlerine karşı kullanan bir politika izlemiştir.  

Fransız manda yönetimi oluşturduğu parlamentoyu da etnik ve mezhep grupları zemininde kurmuştur.Suriye’yi din ve mezhep hatları boyunca örgütlenen Fransız manda yönetimi, Nusayri ve Dürzileri ayrı devletçikler olarak örgütlemiştir. 


Sünni Araplar ise 1925’ de Halep ve Şam Suriye devletli olarak örgütlenmiştir.  

Nusayri ve Dürzilerin Suriye’ye katılmasına ancak Eylül 1936’da Suriye’nin bağımsızlığı tanıyan anlaşmayla izin vermiştir.Suriye’nin bağımsızlığını 
kazanmasından sonrada dış güçlerin etnik ve mezhep gruplarını kullanarak Suriye siyasetine müdahale ettikleri görülmüştür. ABD ve İngiltere, 1950’lerde 
Dürzileri ve bedevileri silahlandırmışlardır. Irak ve Ürdün’de Nusayrilere karşı Sünni terör eylemcileri yollamıştır. Baba Esad ile birlikte Suriye’de etkin bir 
otoriter rejim oluşmuştur.AB Dışişleri temsilcisi Javier Solana'nın eski danışmanı olan Alastair Crooke, daha 2011 senesinde ABD ile işbirliği yapan bazı 
İslamcı grupların Selefi isyancıları Suriye’ye karşı kullanmayı düşündüklerini ileri sürmüştür. Suriye’deki Selefi grupların IŞİD dahil büyük bir bölümü El 
Kaide kökenli/bağlantılıdır. Bu gruplar Irak Savaşı sonrasında Irak’ta Amerikan Ordusu ve Şii partilere karşı savaşmışlardır. Etkileyici bir iç savaş deneyimi 
olan bu gruplar Irak’taki çatışmaların durması sonrasında Suriye’ye geri dönmüşlerdir. Plana göre bir Selefi isyanı Suriye hükümetinden büyük bir tepki 
çekecek, bunun ardından da halkın büyük bir bölümü kutuplaşarak devlete karşı düşmanlık duymaya başlayacak, başlayacak iç savaşa Batı’nın müdahalesi 
kaçınılmaz hale gelecektir.[32]Böylece başlayan Suriye isyanı ilk aşamasında ABD-Türkiye-Suudi Arabistan-Katar ekseninden önemli destek görmüştür. Basra 
Körfezi ülkeleri, Suriye’de isyanın mali boyutunu finanse ederken, ABD isyancı güçlerin Türkiye üzerinde geçiş ve silahların koordinasyonunu sağlamıştır. 
Burada amaç, Müslüman Kardeşleri, cihatçı selefilerin sağlayacağı askeri destek ile iktidara taşımak olarak konulmuştur. Ancak, ABD’nin Libya Büyükelçisi’nin 
Trablus’ta selefileri tarafından öldürülmesi üzerine Washington, cihatçı selefiler ile işbirliği projesini durdurmuştur. Washington, aynı yaklaşımı AKP 
Hükümeti’nden de talep etmiştir. AKP Hükümeti ise Esad’ın devirme projesine bir tutku olarak bağlı kalmayı tercih etmiştir. Böylece, zaman içinde ılımlı muhalif unsurların muhalefet içinde etkisi azalırken, El Kaide/El Nusra ve IŞİD’in Suriye’de etkisi artmıştır.  

Öte yandan Suriye rejimi Rusya-İran-Hizbullah ekseninden çok yoğun bir askeri, ekonomik ve politik destek almıştır. 

Bu sayede Esad rejimi beklenenden öte bir direnç göstermiştir. Suriye’de iç savaş Haziran 2015 itibarı ile yeni bir aşamaya ulaşmıştır. 
Esad rejimi gerek insan kaynaklarının azalması gerek Rusya ve İran’ın Esad’a azalan destekleri sonucunda savunma pozisyonuna geçmek zorunda kalmıştır. Esad’ı savunma pozisyonu almaya zorlayan bir gelişme de Türkiye ve Suudi Arabistan’ın Kuzeyden, Ürdün ve Katar’ın Güneyden El Nusra başta olmak üzere muhalefete yönelik yeni destek politikasıdır. Bu destek politikası sonucunda askeri imkânları artan, daha iyi koordine olan muhalefet güçlerinin etkinliği artmıştır.Bir yandan Esad rejimi ile bağlarını hiçbir zaman koparmayan PKK ise diğer yandan IŞİD ile savaş adı altında önce Ayn El Arap’ta ABD’nin askeri müttefiki konumuna yükselmiştir. Ekim 2014’de Ayn El Arap’ın IŞİD’e karşı hava (ABD)-kara (PKK) savunmasından sonra, PKK-ABD ilişkileri, bir sivil toplum örgütü üzerinden görünürde mayın ve bubi tuzakları temizleme alanlarında devam etmiştir. ABD-PKK ilişkisi nihayet Haziran 2015’de Tel Abyad’ın IŞİD’in elinden alınmasında hava(ABD)-kara(PKK) operasyonu olarak gerçekleşmiştir. 

Artık bu ilişki hiç gizlenmemekte hatta Batı strateji  araştırmaların da “PKKISTAN: Brought to you by American Close Air Support” (Pkkistan. Sana Yakın Amerikan hava desteği ile getirildi) başlıklı makaleler yayınlanmaktadır.[33] 

Böylece Suriye’nin kuzeyinden Akdeniz’e uzanan bir koridor açılması projesi büyük bir ilerleme kaydetmiştir.2015 yazında Suriye iç savaşı yeni bir aşamaya girmiştir. Bu aşamanın özelliği muhalefet güçler arkasındaki uluslararası ittifakların sağladığı yeni destek politikasının çatışmalar üzerinde oynadığı rolün belirleyici olmaya başlamasıdır. Kuzey’de Türkiye-Suudi Arabistan ittifakı tarafından desteklenen muhalif güçler, Esad güçleri karşısında ilerleme sağlıyorlar. Yine kuzeyde, ABD’nin desteklediği PKK/PYD güçleri, IŞİD karşısında ilerleme kaydediyorlar. Güneyde ise Ürdün-Katar ittifakının desteklediği muhalif güçlerin etkili olduğu görülüyor. 

Yine Güneyde İsrail tarafından üzerinde çalışılan ve şimdiye kadar rejime sadık olan Dürzilerin bir bölümü muhalefete karmış görünüyor.Esad güçlerinde ise belirgin bir yorulma görülmektedir. Esad rejiminin insan ve ateş gücünü önemli ölçüde yitirdiği ileri sürülüyor. Buna rağmen, Esad rejimi hala savaşı kaybetme 
noktasından çok uzak görünüyor. Çünkü, aksi iddialara rağmen Rusya ve İran Esad rejimine olan desteklerini sarsılmaz bir şekilde devam ettiriyorlar. Rusya’dan düzenli olarak silah ve cephane akışı devam ediyor. İran ise Afgan Hazara elit güçler dahil savaş alanına yeni askeri güçler sokmaya devam ediyor. Esad’ın savaş alanlarındaki en önemli destekçisi olan Hizbullah’ın da çatışmalardan olumsuz etkilendiğini söylemek mümkün değil. İsrail istihbaratı, Hizbullah’ın Suriye iç savaşında kazandığı deneyimden ve yeni kadrolardan büyük ölçüde endişeli. Bu büyük desteğe rağmen, Esad rejiminin artık bütün Suriye’yi yeniden kontrol altına alacak bir askeri-politik atılımı gerçekleştire bilecek güçte görünmüyor.Özetle, Suriye iç savaşın sonunu belirleyecek olan Suriye iç savaşının taraflarının savaş alanında kazandıkları zafer değil, iç savaşın taraflarının masa başında bulacakları çözüm Suriye’nin geleceğini belirleyecek. 
Suriye’nin geleceği belirlenirken, tarafları destekleyen ülkeler, kendi politik hedeflerini Suriye üzerinden gerçekleştirmeyi hedeflemektedirler. Rusya, 
Suriye’nin Akdeniz kıyısında oluşacak bir Nusayristan üzerinden Akdeniz’deki Rus filosuna liman hakkı elde etmek ve Kırım’ı ilhakının kabulünü sağlamak 
peşindedir. İran ise nükleer görüşmelerde avantaj sağlamak peşindedir. 

Ayrıca bir Nusayristan, İran içinde Hizbullah ile iletişim için yeterli olacaktır. Suudi Arabistan, Suriye’nin bölünmesi ile Arap dünyası içinde güçlü bir 
rakibinden kurtulacaktır.İsrail ise federalleşme üzerinden parçalanacak bir Suriye’nin kendisi için tehdit olmak çıkacağını ve Golan Tepeleri’ni isteyecek 
kimsenin kalmayacağını hesaplamaktadır.[34] Üstelik Tel Aviv, kuzeyinde oluşacak küçük federe bir Dürzi kuşağının İsrail’in güvenliğine olan faydasının 
farkındadır. İsrail açısından en önemli gelişme, Suriye’nin kuzeyinde kurulacak ve Akdeniz’e ulaşacak olan bir Kürdistan’ın gerçekleşmesidir. Böylece, İsrail 50 
seneden bu yana izlediği Orta Doğu’daki en büyük jeopolitik gelişmenin gerçekleşmesini sağlayacaktır.PKK kontrolündeki Türkiye’nin Orta Doğu ile 
coğrafi ilişkisini kesen Kürt koridoru kuşağı, Kerkük başta olmak üzere Irak’ın kuzeyindeki petrol kaynaklarının Akdeniz’e ve oradan Avrupa/ABD’ye ulaşmasını 
sağlayacaktır. Ayrıca, Batı’nın yeni müttefiki olacak Kürdistan ekonomik ve askeri olarak yaşama kabiliyetine kavuşurken, Doğu Akdeniz’de doğal gaz 
rezervleri üzerinde Türkiye ile rekabete giren, Kıbrıs Rum kesimi ile ittifak kuran yeni bir unsur ortaya çıkacaktır.Ürdün’de ise Suriye ve Irak’ın Sünni Arap 
bölgelerinin Ürdün’e bağlanması tartışması gittikçe yoğunlaşmaktadır.[35] 


Ürdün’ün Suriye ve Irak’ın Sünni Arap bölgelerini ilhak etmesi görüşü 2002 yılına kadar geri gitmektedir.Türkiye hariç iç savaşı destekleyen devletler, diplomasi masasına oturmadan önce destekledikleri güçlerin en avantajlı jeopolitik konuma ulaşmasını sağlama çabası içindeler. AKP Hükümetlerinin ise Suriye’de akılcı olmayan bir Esad’ı devirme tutkusu ve akıl dışı Müslüman Kardeşleri iktidara taşıma ülküsü dışında hiçbir hedefi olmadı.Önümüzdeki dönemde Suriye’nin önünde beş jeopolitik model bulunmaktadır. Bu beş model ihtimali şu şekilde ifade edilebilir.

1)Esadlı toprak bütünlüğünü üniter devlet ile koruyan Suriye,

2)Esadsız toprak bütünlüğünü üniter devlet ile koruyan radikal İslamcı/Selefi Suriye,

3)Esadlı federal Suriye,

4)Esadsız federal Suriye,

5)Parçalanmış Suriye.

Görülen en muhtemel sonuç, Şam’da Esad’ın olmadığı federal Suriye modelinin gerçekleşmesidir. Ancak bu model, aynen Irak’ta olduğu gibi etnik ve mezhep fay hatları boyunca çizileceği için kısa bir süre sonra bölünme ve bağımsız devletlere ayrılma potansiyeline sahip 
olacaktır.
Bu noktada Türkiye için en önemli güvenlik sorunu Esadsız bir federal Suriye modeli oluşurken, bu modelin Türkiye’nin güvenlik çıkarlarını koruyacak şekilde oluşmasının sağlanmasıdır. Halen, Suriye’nin oluşması planlanan yeni jeopolitiği nin Araplar, Nusayriler, Kürtler ve Dürziler şeklinde olacağı görülmekte dir. Oysa, yukarıda altı çizildiği gibi Suriye’de altı büyük etnik/dini grup vardır. 

Sünni Araplar, Nusayriler, Kürtler, Türkmenler, Hıristiyanlar ve Dürzilerdir. Türkmenler, Suriye federal zeminde yeniden örgütlenir iken Türkmenler,  aynen Irak’ta olduğu gibi siyasi olarak tasfiye edilme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Esasen, Suriye’nin kuzeyinde Türkmen yerleşim bölgeleri PKK/PYD tarafından kapsamlı bir etnik temizlik ile Türkmensizleştirilmektedir. Türkmensizleşmenin en radikal örneklerinden birisini Irak’ın 450 bin nüfuslu Türkmen merkezi Telafer, 2004-2015 arasında gerçekleşen saldırılar sonunda büyük ölçüde 
yaşamıştır. Şimdi, Barzani Telafer’in KDP bölgesine dahil edilmesine çalışılmaktadır. Suriye’de gerçekleştirilen etnik temizlik ile PKK denetiminde federe Kürdistan jeopolitiği oluşturulmaktadır. 

Türkmen coğrafyasının Türkmensizleştirilmesi bir yandan etnik anlamda homojen bir Kürdistan oluşturulmasına diğer yandan Kürdistan’ın Akdeniz’e ulaşmasını sağlamaktadır. Bu durum, Türkiye’yi derhal ve netice alacak şekilde Suriye’de devam eden sürece müdahale etmeye zorlamaktadır.Türkiye için en iyi model, zamana yayılacak bir demokratikleşme içinde olacak Esadlı toprak bütünlüğünü koruyan üniter Suriye modelidir. Ancak Türkiye’nin bu modeli sağlamaya tek başına gücü yetmeyeceği gibi, artık Rusya ve İran’ın da bu modelin gerçekleşebilirliğine olan inançlarını yitirmiş olmalarıdır. Bu durumda Türkiye için uzun vadeli yaşamsal çıkarlarını korumanın tek yolu, federal bir Suriye oluşurken, Türkmenlerin de kendi jeopolitiklerinde federe bir devlet çerçevesinde örgütlenmelerini sağlayacak bir politikanın izlenmesidir. Türkiye, bu modeli gerçekleştirme şansını Irak’ta yitirmiştir ve bunun bedelini çok ağır bir şekilde ödemektedir.Bu amaçla Ankara’nın önümüzdeki dönemde atması gereken adımlar şekilde sıralanabilir.

1)Türkiye-Suriye sınırında çok güçlü bir askeri yığınak yapılarak, Türkiye’nin caydırıcı gücü ortaya konulmalıdır. Türk Ordusu’nun Suriye içine girmeden etkinlik kurabileceği bir model uygulanmalıdır. Bunun yolu, sınır bölgelerinde Suriye’nin içini güçlü bir ateş baskısı altına alabilecek bir askeri uygulamanın gerçekleştirilmesidir.

2)Türkiye-Suriye sınırında tam denetimin sağlanmalıdır. Böylece, Türkiye, Suriye iç savaşında IŞİD ve El Nusra başta olmak üzere değişik selefi örgütlerin cephe gerisi ve lojistik üstü olmaktan çıkarılmalıdır.

3)PKK’nın Türkiye üzerinden insan, silah ve her türlü lojistik tedarik etmesi engellenmelidir.

4)Türkiye sadece Suriye Türkmen Meclisi üzerinde Türkmenlere ve ılımlı dost Sünni Arap unsurlara destek olmalıdır. Suriye Türkmen Meclisi’nin uluslar arası konferanslara Türkmenlerin tek siyasal temsilcisi olarak katılmaları sağlanmalıdır.

5)Suriye’nin kuzey kuşağında bulunan ve PKK ile büyük çelişki yaşayan Türkiye dostu Kürt aşiretler ile hızla olumlu ilişkiler kurulmalı ve bu aşiretler PKK’ya karşı desteklenmelidir. 

6)IŞİD ve diğer selefi örgütlerin Türkiye içindeki lojistik kaynakları ve uyuyan hücreleri hızla tasfiye edilmelidir. Bu konuda ABD, İran ve Rusya ile iletişim ve işbirliği kanalları açık tutulmalıdır.

7)PKK’nın Türkiye tarafında Türkiye-Suriye sınırından askeri ve politik olarak uzaklaştırılması sağlanmalıdır. Ayrıca, terör örgütü PKK’nın Güneydoğu Anadolu’da kırsalda ve kentlerde kurmuş olduğu etkinlik derhal tasfiye edilmelidir.

8)Şam ile irtibat kurulmalı, Esad rejiminin ılımlı muhalefet ile ilişkileri teşvik edilmelidir. Ayrıca, Türkiye-Suriye sınırındaki angajman kuralları kaldırılmalıdır.

9)Türkiye içindeki El Muhaberat unsurları hızla sınır dışı edilmelidir.

10)Etnik temizliğe maruz kalan Arapların ve Türkmenlerin evlerine geri dönmeleri sağlanmalıdır. Bu amaçla, PKK/PYD’nin Suriye unsurlarına yönelik olarak kademeli baskı gerçekleştirilmelidir. Etnik temizlik ile ilgili Türk protestoları, ABD ve AB nezdinde sürekli ve etkili bir şekilde gündemde tutulmalıdır.

11)Suriye Türkmenlerine yönelik olarak hızla askeri eğitim ve silahlandırma programı uygulanmalıdır. Bucak ve Halep ile Halep’in kuzey kırsalından başlayarak,  Suriye Türkmenlerinin coğrafyalarını her türlü saldırıya koruyabilecekleri bir savunma sistemi kurmaları sağlanmalıdır.

12)Suriye Türkmenlerinin Halep-Halep’in kuzeyinde Kilis-Halep arasında Türkmenlerin yoğun olduğu bölge ve Bayır-Bucak bölgesinde yoğunlaşarak yerleşmeleri için gereken önlemler alınmalıdır. Bu bölge ileride oluşacak federal Suriye içindeki Türkmen federe devletinin temelini oluşturacaktır. Türkiye’ye kaçan Suriye Türkmenlerinin de bu bölgeye dönüp yerleşmeleri için gereken önlemler alınmalıdır. 

13)Ilımlı muhalif unsurlara yönelik askeri yardım ve politik destek artırılmalıdır.

14)Türkiye’de bulunan 2 milyona yakın Suriyeli’nin yurtlarına dönmelerini sağlayacak önlemler hızla alınmalıdır. Bu amaçla, Türkiye’nin desteklediği grupların denetimi ellerinde tuttuğu bölgelerde oluşturulacak Kızılay denetimindeki yerleşim yerlerine geri dönüş teşvik edilmelidir.

15)Türkiye, bundan sonra Suriyeli misafirlerin sıfır noktasında yardım politikasını hızla benimsemelidir. Türkiye içine daha fazla misafir alınmamalıdır. Türkiye içindeki misafirlerin imkânlar ölçüsünde hızla kamplarda barındırılması politikası benimsenmelidir.

Sonuç   

Orta Doğu’da geniş bir zamana yayılan bazen birbirinden kopuk izlenimi vermekle birlikte netice olarak Orta Doğu’da sınırların yeniden çizilmesi hususunda aynı noktalarda birleşen genel bir vizyon/politika/plan/süreç mevcuttur. Jeopolitik vizyonlar hızla gelişmezler. 

Zaman içinde teorik olarak olgunlaşan jeopolitik tezler, küresel ve bölgesel koşulların elvermesi durumunda yaşama geçirmek isteyen güçlerin çabası neticesinde mevcut jeopolitiği değiştirerek yerine geçerler. 

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile Orta Doğu’da SSCB’nin yıkılmasının ortaya çıkardığı güç boşluğu, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesini ve ABD’nin Kuveyt’i işgal eden Irak Ordusu’nu çıkarmak için müdahale etmesini kolaylaştırmıştır. On sene süren bir ara dönem sonunda ABD,Irak’ı işgal etmiş ve bu ülkenin fiilen bölünmesinin alt yapısı oluşmuştur. Sudan, Güney ve Kuzey olarak ikiye bölünmüştür.  Libya’da NATO’nun muhalefeti desteklediği bir iç savaş sonrasında Kaddafi rejimi devrilmiş, ülke bir kaos ve parçalanma sürecine itilmiştir. Suriye iç savaştan çok ağır bir darbe almıştır ve fiilen bölünmüş bir ülkedir. Yemen bölünme sürecinden geçmektedir. Suudi Arabistan geleceği büyük belirsizlikler taşımaktadır.Geleceği büyük belirsizlikler taşıma süreci içerisine giren bir ülkede Türkiye’dir. 

Türkiye’nin toprak bütünlüğü için en büyük tehdit olan PKK, Orta Doğu’daki jeopolitik dalgalanmalardan istifade etmektedir. PKK, Suriye’deki iç savaşı da 
değerlenmiş ve K. Suriye’de devletleşme süreci içine girmiştir.    

Ayrıca PKK ile müzakere süreci terör örgütünü güçlendirmekte ve meşrulaştır-maktadır. 
Önümüzdeki yıllarda bir yandan Orta Doğu’da devam eden dalgalanmalar öte yandan Türkiye içinde meşrulaşma süreci içinde olması, PKK’nın Türkiye için oluşturduğu tehdidi daha da büyük hale getirecektir.Türkiye’de devletin Irak ve Suriye’den farklı bir şekilde çözülme sürecinden geçtiği görülmektedir. PKK/HDP’nin açılım süreci adı verilen çözülme süreci sonucunda Kars’tan Mardin’e kadar uzanan alanda birinci parti çıkmasının süreç kendiliğinden gelişir ise jeopolitik sonuçlarının olması kaçınılmazdır.   

PKK seçim sonuçlarını bir referandum gibi yansıtmıştır. Önümüzdeki dönemde Suriye’deki ve Irak’taki gelişmelerin Türkiye üzerindeki etkileri daha da yıpratıcı olacaktır.   

Sonuç olarak, 

Irak ve Suriye parçalanmanın eşiğindeki ülkeler iken Türkiye’de bu ülkelerin parçalanmasından sonra hızla gereken önlemleri almaz ise parçalanmaya aday ülkedir.Türkiye, Orta Doğu’da yaşanan jeopolitik şekillenmenin Irak’taki boyutunu engelleyememiş veya kendi lehine şekillendirememiştir. Türkiye’nin Orta Doğu’da yaşanan ve önümüzdeki 20 yılda da yaşanmaya devam edecek olan jeopolitik parçalanmanın kendisine yönelecek etkilerini en aza indirgemek amacı ile gelişmeleri etkisiz bir şekilde izlemek yerine haritanın kendi menfaatlerini koruyacak şekilde çizilmesi için gereken önlemleri almak zorundadır. 



[1]New York Times, September 28, 2013, Robin Wright, “Imagining a Remapped Middle East”
[2]Aydınlık 10 Eylül 2014
[3]Washington Post, June 18, 2015, Charles Krauthammer, “A New Strategy for Iraq and Syria”
[4]Ömer Taşpınar, The future of Syria and Iraq:Time for SYRIAQ, Today’s Zaman, 25 Haziran 2015
[5]Yeniçağ, 11 Temmuz 2015, “Irak’ta Kürdistan devleti kurulabilir”
[6]Dore Gold, The Demise of the Middle East Borders, 
http://www.israelhayom.com/site/newsletter_opinion.php?id=4441
[7]Wesley K Clark, “Winning Modern Wars-Iraq, Terrorism and The American Empire” , 2004, s.130
[8]Joseph Brewda, “New Bernard Lewis plan will carve up the Mideast”, EIR, Executive Intelligence Review, Vol. 19, umber 43, October 30, 1992, 
s.26
[9]Yıllar Boyu, Yakın Tarih Dergisi, Mayıs 1978, Sayı: 2, s. 33; Yıllar Boyu Yakın Tarih Dergisi’nin sahibi Erol Simavi’dir. Genel Yayın Yönetmenliğini Çetin Emeç yapmaktadır. Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Eser Tutel’dir. 1978’de Türkiye’de bir derginin ABD’de bir üniversitede yapılan gizli bir toplantıyı bir ay önceden haberleştirmesi nereden bakılır ise bakılsın çok önemli bir gelişmedir.
[10]Mark Byrdman, “Balkanization plan gains momentum”, EIR, Executive Intelligence Review, September 9, 1980, s.39
[11]Israel Shakak, The Zionist Plan for he Middle East içinde Oded Yinon, A Strategy for Israel in the Nineteen Eighties,, 
s.10
[12]Age s,13-14
[13]Age, s.17
[14]Age, s. 17
[15]Ralph Schoenman, Siyonizmin Gizli Tarihi, Kardelen Yayınları, İstanbul 1992, s. 103-108
[16]Profesör Noam Chomsky, The Fateful Triangle: The United States, Israel, and the Palestinians,1983’den aktaran Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun, 68. Baskı, Umay Yayınları, İzmir s. 67
[17]Milliyet, 22 Haziran 2010, Güneri Cıvaoğlu, “ABD’li yarbay”
[18]Bernard Lewis, Rethinking the Middle East, Foreign Affairs, 1991
[19]Eric Wallberg, Yeni Türkiye, yeni Mısır’la Birlikte İsrail’i ‘Kontrol’ Edebilir, Turquie diplomatique, 15 Mart-15 Nisan 2011, sayı 26, s. 1 ve 38
[20]Richard Perle, “A Clean Break:A New Strategy for Securing the Realm”
[21]Wesley K Clark, “Winning Modern Wars-Iraq, Terrorism and The American Empire” , 2004, s.130[22]MAHDİ Darius Nazenroaya, “Orta Doğu sınırlarını yeniden 
çizme planları:Yeni Orta Doğu projesi” 
http://medyasafak.net/haber/1670/nazemroaya--ortadogu-sinirlarini-yeniden-cizme-planlari--yeni-ortadog
[23]Makalenin Türkçesi için bkz. 
http://entellektuel.s4.bizhat.com/entellektuel-post-6179.html
[24]New York Times, September 28, 2013, Robin Wright, “Imagining a Remapped Middle East”
[25]F. William Engdahl,Egypt’s Revolution:Creative Destruction for a Greater Middle East?, 
www.globalresearch.ca/egypts- revolution-creative-destruction–for-a-greater-middle-east
[26]Age,s.1
[27]F. William Engdahl,Egypt’s Revolution:Creative Destruction for a Greater Middle East?, s.4
[28]Rand Amerikan Hava Kuvvetlerinin desteklediği bir düşünce kuruluşudur.
[29]NATO-El Kaide işbirliği konusunda yaygın bilgi arasından iki tanesi burada anılmaktadır. The 
"Liberation" of Libya: NATO Special Forces and Al Qaeda Join Hands "Former 
Terrorists" Join the "Pro-democracy" Bandwagon by Prof. Michel Chossudovsky,
www.globalresearch.com ve 
www.telegraph.co.uk/news/worldnews/africaandindianocean/libya/8391632/Libya-the-West-and-al-Qaeda-on-the-same-side.html
[30]Voltairenet.org, “Berlusconi says Lİbyans love Qaddafi:as Italians protest against NATO”
[31]Yemen’de olayların akışını özetleyen bilgi notu 21YYTE araştırmacısı Özdemir Akbal tarafından hazırlanmıştır.
[32]Alastair Crooke’nin15 Temmuz 2011’de Asia Times’da yayınlanan makalesinin Türkçesi için bkz. Turquie diplomatique, 15 
Ağustos-15 Eylül 2011, Sayı 31, s.14-15
[33]Aaron Stein, PKKISTAN: BROUGHT TO YOU BY AMERICAN AIR SUPPORT, June 22, 2015, 
http://warontherocks.com/2015/06/pkkistan-brought-to-you-by-american-close-air-support/
[34]Dilek Yiğit, İsrail ve Dürziler, 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2015/07/08/8227/israil-ve-durziler
[35]ISIL İmpact on Jordon:Amman Pushes Back, Middle East Briefing, 2 July 2015, 
http://mebriefing.com/?p=1775  ve IS threat could push Jordon beyond its borders, Osma Al Sharif, Al Monitor, 1 July 2015, 
http://www.al-monitor.com/pulse/originals/2015/07/jordon-intervention-ıraq-syria-isis.html  


Ümit Özdağ
uozdag61@gmail.com
Takip et: @umitozdag 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. 

Kurumumuz tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir. 
E-BÜLTENE-Bültenimize kayıt olarak yeni araştırmalardan haberdar olabilirsiniz    
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA
Tel: +90 312 489 18 01 
Belgegeçer: +90 312 489 18 02 
Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

****