18 Ekim 2020 Pazar

CUMHURİYETİN KURULUŞUNDA İKTİDAR KAVGASI SON SÖZ, VE DEĞERLENDİRMELER., BÖLÜM 1

CUMHURİYETİN KURULUŞUNDA İKTİDAR KAVGASI SON SÖZ, VE DEĞERLENDİRMELER., BÖLÜM 1




Mustafa Kemal Atatürk'ün, Türkiye'de demokratik bir devletin temellerini atan cumhuriyetçi ve parlamenter bir rejime bağlı olduğu, ispatı gerekmeyen bir önerme olarak kabul edile gelmiştir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk yıllarına kutsal bir dönem muamelesi yapıldığı için, bu biçimleniş yıllarının niteliği üzerine yapılan sistematik çalışmalar - siyasi çeşitlilik meselesine özel olarak dokundukları için-pek nadirdir. Mevcut çalışmalardan pek azı, kutuplaşma eğiliminden kaçmayı ve akademik araşhrma standartlarına sadık kalmayı başarabilmiştir. 

Bu, özellikle Osmanlı İmparatorluğu'ndan Türkiye Cumhuriyeti'ne geçiş dönemindeki iktidar mücadelesi konusunda belirgindir. 

İstiklal Savaşı (1919-22) Ankara'daki milliyetçiler lehine sonuçlandığında, Türkiye'de, ülkenin niteliğinin ve geleceğinin ne olacağına dair pek çok bilinmeyen vardı. 
Milliyetçiler, her ne kadar yeni idareye hakim olma ve hükümet konusunda kendi vizyonlarını dayatmada avantajlı konumda olsalar da, Osmanlı İmparatorluğun dan artakalan topraklarda, Ankara'daki milliyetçilere ve doğmakta olan cumhuriyet rejimine ciddi bir tehdit arzedebilecek, gözle görülür ve potansiyel sahibi iç gruplar vardı. 

Sonuç demişken, önce bu dönemdeki muhalefetin kimliğini hatırlayalım, ardından bu çalışmadaki her bölümde varılan sonuçların altını çizelim. Ankara'da doğmakta olan ve Türkiye tarihinin, bir ölçüde de İslam tarihinin akışını değiştirmeye niyetlenen bir rejimin, içerideki en önemli muhalifleri kimlerdi? Bu soruyu yöneltirken, ABD diplomatik arşivlerinden çıkan hayli uzak görüşlü bir belgeden yararlanmak istiyorum. 

15 Ekim 1923 tarihli bu belge, Türkiye'deki kaçınılmaz iktidar mücadelesinin muhtemel aktörlerini resmeder. Türkiye'deki Amerikan Konsolosu ve Birleşik Devletler Yüksek Komiserliği Delegesi Maynard B. Barnes tarafından kaleme alınan "Türkiye'deki Siyasi Durum" başlıklı bu rapor, Washington DC'deki Dışişleri Bakanlığı için Ankara'da hazırlandı.

Raporun, Türkiye' deki yeni rejimin cumhuriyet olarak ilanından sadece iki hafta önce yazılmış olması, kayda değer. 

Bu bize, Ankara'daki ABD diplomatik personelinin, Türkiye'nin içindeki iktidar yapılarına bakışını gösteriyor. 
Rapor, Lozan Antlaşmasının 1923'te imzalanmasından sonra, "Milliyetçilerin" hizipleşme emareleri gösterdiği ifadesiyle başlıyor. Raporda, aralarında İzmir'e giren Osmanlı Ordusu sabık kumandanı Nurettin Paşa, sabık İzmir valisi Rahmi Bey, Refet (Bele) Paşa, Kazım Karabekir Paşa ve Rauf (Orbay) Bey'in de 
bulunduğu, Mustafa Kemal'e karşı olan belli isimler sayılıyor ve İzmir nüfusunun büyük bir kısmının, Kemalist rejime sempati beslemediği öne sürülüyor. 

Maynard Barnes, öteki olası muhalefet gruplarını listelemeyi sürdürüyor: 
Yarbay ve albay rütbesindeki daha yaşlı birçok subay, son üç yıl içinde daha genç pek çok subayın, onların önüne geçerek generalliğe terfi etmiş olmasından dolayı küskünler. Üstelik bütçeyi kısabilmek için, yakın zamanda düzenli ordudaki altı bin subayın ihtiyat subayı sınıfına geçirilmesi, askeri çevrelerde bir başka hoşnutsuz luk odağı yaratmış durumda. 

Raporun, askeriyenin belli kesimlerini 'küskün" ve Mustafa Kemal'e bir muhalefet kaynağı olarak görmesi, kayda değer bir durum. Türk ordusu tarihsel olarak siyasi değişimin vasıtası olduğundan, onun doğmakta olan rejime muhalefeti, eğer gerçek olursa, Kemalist vizyonu altüst ederdi. 

Maynard Barnes, Refet Paşa, Kazım Karabekir Paşa ve Rauf Bey gibi Mustafa Kemal'in, bir yıl sonra BMM'de ilk muhalefet partisini kurmuş eski sırdaşları arasında da hizipleşme olduğu gözleminde bulunur. 
Amerikan konsolosunun Ankara'daki gözlemlerine ve Türkiye'de topladığı istihbarata dayanarak, Mustafa Kemal'e "ciddi muhalefet" başlığı altında listelediği öteki muhalif grupların başında, eski "Saltanat yanlıları" ve " Hoca Takımı" 2 gelmektedir. 

Mustafa Kemal, saltanatı lağvetmekle, eğitimli sınıfın daha muhafazakar unsurlarını, özellikle de İstanbul, İzmir ve diğer büyük Yazar ulemayı veya din görevlilerini kastediyor olmalıdır. merkezlerdeki servet ve nüfuz sahibi köklü aileleri, kendi davasından uzaklaştırmış ve böylelikle, daha iyi bir terim bulunmadığı için monarşist grup diye tanımlanabilecek bir grup yaratmış oldu. 
Bu hareket, geçmiş yıllarda o kadar belirgin olmayan, ama o sırada gayet etkili olan ve milliyetçilerin din adamı karşıtı eğilimine bakılırsa, mevcut rejimin yürürlüğe sokmaya çabaladığı eğitsel, toplumsal ve dini inkılapların başlamasıyla birlikte mütemadiyen yükseleceğine hiç şüphe olmayan, hoca takımından gelecek muhale[ eti de hızlandırdı. 

Raporun bu bölümünde kayda değer iki gözlem vardır. Bunlardan ilki, saltanatın lağvından (ı Kasım 1922) bir yıl :;onra bile, "saltanat yanlıları," Kemalistler için hala büyük bir tehlikeydi. İkincisi, daha "hilafet" lağv edilmemişken bile, Ankara'nın "din adamı karşıtı" eğilimlerinin farkında olan ulema, milliyetçi rejime gözle görülür bir muhalefet teşkil ediyordu. Bu gruplarla bağlantılı olarak, işsiz kalmış koca bir eski rejimin memurları ordusunun da muhtemel bir muhalif güç teşkil ettiğini kaydeden rapor, İTC'yi Mustafa Kemal'e yönelik en büyük tehdit olarak ayrı bir yere koyuyordu. 

En ciddi muhalefet, son zamanlarda dirilen İttihat ve Terakki Fırkası 'ndan gelmektedir [vurgu bana ait]. Bu fırka, Türkiye'nin en etkili gazetesi Tanin'in başyazarı Hüseyin Cahit Bey, İzmirli Rahmi Bey, Triumvira döneminin Maliye Nazırı Cavit Bey, Cavit Bey'in de üyesi bulunduğu kabinede nafıa nazırlığı yapan Şükrü Bey ve iaşe nazırı olarak Şükrü ve Cavit beylerle ve kuruluşundan itibaren İttihat ve Terakki Fırkasının genel sekreteri Midhat Şükrü Bey'le mesai arkadaşlığı yapmış olan Kemal Bey tarafından ehliyetle yönetilmektedir. 

Rapor, Mudanya Mütarekesi'ne {II Ekim 1922) kadar ve ondan çok daha sonraları bile, Milliyetçilerle İTC'nin aynı şey sanıldığını kabul eder. Ancak genel seçimler yapılınca, birçok Milliyetçi, tanınmış İttihatçıların pek çoğunun Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) saflarında yer almadığını farketmeye başladı. Bu İTC'nin, CHF içine tamamen alınıp eritilemediğinin ve Kemalistlerden ayrı bir yerde durduğunun ilk göstergesiydi. Rapor devam eder: 

İttihat ve Terakki Fırkası'nın Halk Fırkası'ndan ayrı bir fırka olarak var olduğu gerçeği apaçık ortaya çıkmıştır. Halk Fırkası liderleri, ittihatçılığın Milliyetçiliğe evrildiği ve eski İttihat ve Terakki Fırkası'nın var olmadığı konusundaki karşı iddialarında hala ayak diremektedirler. Ancak, eski [İTC] liderlerinin, henüz resmen partiye kaydolmayı uygun görmedikleri gerçeğine rağmen partinin aslen var olduğuna hiç şüphe yoktur. 

Esasen, mevcut liderlerin son birkaç aydır gayretle yenilemeye çalıştıkları eski parti aygıtını dahi, hemen hemen hiç  dokunulmamış bir halde tevarüs etmiştir. Doğrusunu isterseniz, gerçekte var olmayan Halk Fırkasıdır. O, Mustafa Kemal Paşa'nın popülaritesi üzerine inşa edilmiş tamamen hayali bir örgüttür [vurgu bana ait]. Partinin sıradan efradı hala, Kemal'in popülaritesi söndükçe ve kuvvetli İttihatçı liderler siyasi arenaya açıkça girdikçe, asıl partilerine geri dönecek olan İttihatçılardır. 

Raporun bu bölümü, çeşitli bakımlardan son derece alışılmadıktır. 
Birincisi, bizi, CHF'li liderlerin İTC'yi CHF içinde erimiş bir örgüt olarak tanımlamak istediklerinden haberdar eder; dolayısıyla, İTC diye bir şey artık var olmuyordu ama popülaritesi CHF'ye geçecekti. Bu önemlidir, çünkü 1926'da görülen davalarda İTC mensuplarına yöneltilen en büyük suçlama, onların CHF'ye karşı İTC'yi yeniden diriltmeyi planlamalarıydı. 

Bu rapordaki bilgilere dayanarak, milliyetçilerin başlangıçta İTC'nin nüfuzunu kullanmayı istedikleri, ancak İTC'nin cumhuriyetin siyasi arenasına ayrı bir parti olarak yeniden döneceği şüphesi ortaya çıkınca, Türkiye'deki İTC liderlerini bertaraf etme yoluna gittikleri sonucu çıkarılabilir. 

Rapordaki bir diğer önemli gözlem, Mustafa Kemal'in popülaritesi sönmeye yüz tuttuğunda, onun yerine geçebilecek başlıca gücün İTC'nin var olan siyasi seçkinleri olduğu savıdır. Burada, bu popülaritenin er veya geç söneceği iması mevcuttur. Mustafa Kemal'in popülaritesinin ömrünün, en azından kısmen, İTC liderlerinin siyaset sahnesinden silinmesine bağlı olması ihtimalini zihnimizde evirip çevirmeliyiz. Mustafa Kemal, CHF'nin varlığının büyük ölçüde, İTC'nin ortadan kalkmasına bağlı olduğunun, herhalde farkındaydı; İTC liderlerinin ne yapacağına güvenilemezdi. 

Amerikan konsolosu, r923'te, İTC'nin yakın gelecekte Mustafa Kemal ve CHF'nin yerini alacağına ve asıl hayali örgütün, ileride bir anda İTC tarafına geçmek için fırsat kollayan alt kademeden birçok İTC mensubunu saflarında barındıran CHF olduğuna inanmış durumdaydı. Eğer yabancı bir diplomat bunu görebiliyorsa, yerli politikacılar ve tabii hükümetteki Kemalistler de kesinlikle görebilirdi. 
Barnes, Kemalistlerle İTC arasında öne çıkan siyasi meseleyi, milliyetçilik/pan-İslamizm karşıtlığı olarak görür. Kemalistler milliyetçi idiler ve Misak-ı Milli'ninJ öngördüğü devlet sınırları üzerinde ısrarcıydılar. Bu sınırlar içindeki her şeyi Türkleştirmek istiyorlardı. İTC ise Türkiye'nin pan-İslamizm vasıtasıyla yeniden bir büyük devlet olabileceğine inanıyordu. İkisi arasındaki diğer çab.şma, hükümet biçimi konusundan çıkıyordu. 

Kemalistler, Mustafa Kemal'in arzularına göre biçimlenmiş ve halifenin herhangi bir müdahalesinden arındırılmış bir yönetime sahip olmayı umuyorlardı. 
Oysa İTC, Avrupai parlamenter sisteme dayanan ama kesinlikle halifeye bağlı bir hükümet istiyordu. 

Amerikalı gözlemci, Türk ordusunun, askerin siyasetteki iktidarının bilincinde olan Mustafa Kemal'e karşı başarılı bir darbe yapabileceğine inanmaz. Yürürlükteki rejime karşı bir halk devriminin Türkiye' de bilinmeyen bir olgu olduğunun ve bir darbeyi ancak askeriyenin başarıya ulaştırabileceğinin farkında olan Mustafa Kemal, gözünü üzerlerinden ayırmadan, tatmin olmamış yüksek rütbeli subayların kimini emekliye ayırdı, kimini de askere kumanda edemeyecekleri mevkilere atadı -bu daha önce İTC'nin sıkça başvurduğu bir uygulama. Küçük rütbeli subaylara gelince, Barnes bu konuda "Mustafa Kemal sürekli onların hayatını iyileştirmek için didiniyordu. Meclis, daha geçenlerde, subay maaşlarını yaklaşık yüzde 
elli artırdı," der. 

Bu beyanname Osmanlı Meclis-i Mebusandan 2.8 Ocak 192.o'de geçti. 

Altı maddesi vardı ve bunlar Osmanlı Devleti'nin toprak hedeflerini belirliyordu. 
Rapor, İTC mensuplarının siyasette çok daha deneyimli adaylar oldukları ve gelecek 1927 seçimlerinde ezici bir çoğunlukla parlamentoya girecekleri, dolayısıyla Kemalistleri iktidardan indirmek için güç kullanmaya başvurmayacakları kanısındadır. 
Aslına bakılırsa Barnes, İTC siyasi arenaya girer girmez, gerçekte eski İTC yoldaşı ya da gönüldaşı olan pek çok CHF mensubunun saf değiştirip İTC'ye katılacağı görüşündedir. 
Mustafa Kemal'in inişiyle ittihatçıların zaferi arasında doğal bir korelasyon olduğu, yanlış bir düşüncedir. İttihatçılar, mevcut siyasi durumun, Türk devletinin başında güçlü bir hakim figür bulunmasını gerektirdiğinin farkındadırlar. Dahası, Mustafa Kemal'in gerek Türkiye'de, gerekse diğer Müslüman ülkelerindeki popülaritesini görmekte, ilaveten onun amacının samimiyetini de kabul etmektedirler. 
Ama Halk Fırkasının lideri olarak onu asla kabullenemezler. 
Bu yüzden, İTC liderleri ona CHF başkanlığından ayrılmasını ve siyasete uzak durmasını tavsiye ettiler. Bu İTC liderlerinin güçlü devlet başkanı açığını kapatacak, hükümeti de yeniden İTC'ye döndürecekti. Maynard B. Barnes, keskin bir yabancı gözlemci olarak, Türkiye'deki siyasi tabloyu gayet doğru bir biçimde okumuşa benzemektedir. Ancak, tarihin de gösterdiği gibi, Mustafa Kemal'in yeni Türkiye vizyonu ve kendisinin bu vizyondaki rolü, İTC'ninkilerle çatıştığı için, tahminleri tutmamıştır. İTC'den iktidarına gelen tehdidi gören Mustafa Kemal, onlarla hesaplaşmayı seçmiş ve sonunda, gayet zekice siyasi manevralarla hepsini ortadan kaldırmıştır. Dördüncü Bölümde de gösterildiği gibi, ufuktaki 1927 seçimlerinden bir yıl önce, nüfuzlu İTC mensuplarından sonuncusu da idam edilmiş bulunuyordu. 

Maynard Barnes'ın raporu, doğmakta olan rejimin muhaliflerini askeri efrat, saltanat yanlıları, ulema, memurlar ve İTC olarak teşhis eder; bu kategorilerin kimileri ister istemez örtüşür. Mustafa Kemal, bu grupların muhalif tutumlarının kuvvetle farkında olsa gerektir. Askeriyedeki, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Nurettin, Cafer Tayyar Paşalar gibi "general" rütbeli muhalif şahsiyetler, ordudan ayrılmaya zorlandı. Daha küçük rütbeli subaylar ise hızla yeni rejimin içine alındı. Bu gruplar, yeni rejim tarafından müesses nizamın muhtemel düşmanları olarak hedef alındı ve susturuldu. 

Raporu, 21. yüzyılda sahip olduğumuz bilgilerle incelemenin çok açık avantajları vardır. Tarihin nasıl geliştiğini ve rapordaki bazı tahminlerin nasıl boşa çıktığını biliyoruz. Geleceği tahmin etmedeki bu isabetsizliğin başlıca nedeni, yabancı raporların, Mustafa Kemal'in siyasi hasımlarına meydan okumadaki görülmemiş siyasi yeteneğini azımsamalarıdır. Bununla birlikte, raporun Mustafa Kemal'e muhalefet eden güçleri tasviri, bu gayet müdrik kişinin, bu güçleri önceden tanımaktaki ferasetini ve onları bertaraf etmek için yaptığı manevraları görmemize fırsat sağlar. 

Bu kitap, üç muhalefet kaynağı seçmiş ve onlara odaklanmıştır: 

1) Ankara'ya muhalefet; 
2) Ankara'daki muhalefet; 
3) Geneldeki muhalefet. 

Ankara'ya muhalefet, ABD raporunda saltanat yanlıları olarak teşhis edilen kimi grupları (söz gelimi, İTC hükümetinin yerini alan ve Sevr Antlaşması gibi aleyhte antlaşmalar müzakere edilir ve imzalanırken iktidarda olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası üyeleri gibi) kapsıyordu. Bu eklektik grubun, Lozan Antlaşmasının imzalanmasından sonra Ankara'daki BMM'nin otoritesini sorgulayanlara örnek olmasına karar verildi. "Yüzellilikler Olayı"nı bu grubu temsil etmek üzere seçtim. 

Analizimiz, Ankara rejimince kendi insanlarına ihanet etmekle damgalanan bu 150 kişilik grupla başladı. Bölümde, erken cumhuriyet tarihinde "150'likler Olayı"na yol açan ulusal ve uluslararası koşullar incelendikten sonra, bu seçilmiş 150 kişinin mevcut biyografileri ele alındı. Temel amaç, listeye dahil edilmelerine gerekçe olarak geçmişlerinde anlamlı bir örüntünün varlığını gösterebilmekti. Ancak, listenin daha yakından tetkiki, bu grubun son derece eklektik bir yapıda olduğunu ortaya koyar. Liste gelişigüzel hazırlanmış, mensupları keyfi olarak seçilmiştir. 

Biliyoruz ki, Ankara'nın başlıca hedefi, İstanbul'daki eski mukabilleri ve millete, iplerin Ankara'nın elinde olduğunu gösterme kararlılığıydı. Bu bir anlamda, 
Ankara'nın iç siyasette olgunluğa eriştiğinin bir ilanıydı. Bu yüzden, muhtelif Hürriyet ve İtilafçı siyaset ve devlet adamları, sembolik olarak seçildiler. 150'liklerin içinde, yüksek mevkili ulemadan bazıları, İstanbul'u Ankara'ya üstün gören Osmanlı kamu görevlileri, siyasetçiler ve basın mensupları gibi İTC karşıtı koalisyonun değişik kesimleri de barınıyordu. Gevşekçe, "saltanat yanlıları" diye tasnif edilebilecek bu grubun Ankara çevresine (Milliyetçiler) duyduğu nefret, onların aslında, iktidardayken muhaliflerine büyük baskı yapan İTC'nin bir cephesi olduğuna inanmalarından ileri geliyordu. 

Ankara'ya yönelen potansiyel tehdidin ortadan kaldırılmasında ana hedef, her ne kadar bu eski İTC karşıtı saltanat yanlıları ise de, listede başlangıçta milli harekete hizmet eden ve onun takdirini kazanan Çerkes Ethem'in yandaşları ağır basıyordu. Ethem, Ankara'yla (özellikle İsmet Paşa'yla) ters düşünce, milisleriyle birlikte yönetime cephe aldı. Eğer saltanat yanlıları, geriye kalan imparatorluk taraftarları nı caydırsın diye seçilmişlerse, Ethem ve onun Çerkes taraftarları da Anaciolu'daki adı sanı bilinmeyen silahlı asi topluluklarına örnek olsun diye seçilmiş olabilirler. Ayrıca Ethem, düşman Yunan ordusu için, milliyetçilere sorun çıkaracak değerli bir kaynak olabilirdi. Ancak, aksi yöndeki iddialara rağmen, Ethem'in milliyetçilere 
karşı Yunanlılara askeri yardımda bulunduğu net bir biçimde ortaya konamamış tır. Her halükarda, 15o'likler listesine konmak üzere seçilen şahısların tamamı, Ankara'nın düşmanı, dolayısıyla vatan haini olarak algılandı. 

Ülkede, Ankara'ya karşı hasmane duygular besleyen ve potansiyel bir tehdit teşkil eden 15o'den fazla insan olduğu açıktı; ancak Lozan Antlaşmasının genel affa dair hükmü dolayısıyla sürgün listesine ancak 150 Müslüman asıllının ismi girebiliyor du. Listenin 6oo'den 3oo'e, oradan da 15o'ye indirilmesi, BMM için bir meydan okumaydı. İkinci Bölüm, 150 ismin seçim sürecinde kişisel rekabetlerin oynadığı rolü ve listenin ancak taraflı biçimde kesinleştirildiğini gösterir. Buna rağmen, yeni rejimin muhaliflerine bir mesaj gönderme şeklindeki genel amaç başarılmıştır. 15o'likler olayı, Ankara hükümetinin ülkedeki saltanat yanlıları üzerinde otoritesini tesis ettiğini açıkça ispatladı. Polis raporlarından, Ankara'nın bu kişilerden bazılarını muhbir olarak dahi kullandığını biliyoruz. 

Üçüncü Bölüm Ankara'daki muhalefet üzerinde yoğunlaşarak milli hareket içindeki iktidar mücadelesini merceğe aldı. Bu dönem, Mustafa Kemal'e ve onun çekirdek grubuna, meclisteki tek siyasi muhalefeti zorla bastırma bahanesi veren Kürt/İslamcı bir ayaklanma olan 1925 Şeyh Said İsyanıyla başladı. Bu bölümde, bu isyanın, hükümete yegane muhalefet partisi TCF'nin kimi mensuplarını itibarsızlaştırma, hapse atma ve etkin bir biçimde susturma yetkisi veren olağanüstü bir kanun olan Takrir-i Sükunun getirilmesinin yolunu nasıl açtığı gösterildi. Ayaklanmanın ardından İstiklal Mahkemesinde görülen davalar sonucunda TCF kapatıldı; ama üyeleri, partisiz bir muhalefet bloğu olarak 1926'ya kadar BMM'de bulunmaya devam ettiler. Hükümetin, Takrir-i Sükun dahilinde gücünün sınırlarını tecrübe etmesi de kayda değer bir olgudur; muhalefeti topyekun olarak yok etmede nerelere kadar gidebileceğini kendi de bilmiyordu. TCF, Kürt isyanını, ona doğrudan yardım etmese bile esin verenin ancak muhalefet partisi olabileceği suçlamasıyla gözden düşürülünce, durdu. İsyana iştirak etmiş olsun ya da olmasın, çoğu Kürdün, sonuçlarından en az onlar kadar, hatta daha fazla çekmiş olduğu gerçeğine rağmen, Takrir-i Sükunun ana hedefi BMM'deki muhalefet ve bazı entelektüellermiş gibi gözükmektedir. Hükümetin, 
askıdaki susturma politikalarına gerekçe bulabilmesi için, isyan tehlikesini abartması gerekiyordu. Halk doğru bilgiye erişemediği için, böyle bir abartma zor da değildi; nihayetinde bilgi halka hükümet kontrolündeki basın aracılığıyla 
dağılıyordu. Ancak zor olan, muhalefeti isyanla ilişkilendirmekti. Gerçi CHF yeni kurulmuştu, ama başında ehil devlet adamları ve çoğu İstiklal Savaşı esnasında halkın gözünde kahraman mertebesine ulaşmış, sevilen askerler bulunuyordu. Bu işin nasıl becerildiği ve muhalefet liderlerinin siyasi ve adli manevralarla nasıl tecrit edildiği, Üçüncü Bölümde gösterilmiştir. Muhalefet, iktidar olma hırsı bakımından kesinlikle CHF'yle aşık atabilecek durumda değildi, çünkü TCF, CHF'nin hangi uç noktalara kadar gitmeyi göze aldığını yanlış hesap etmişti. 

Bu süreçte, sadece BMM'deki muhalefet tecrit edilmekle kalınmadı, içinde solcu ve İslamcı basının da yer aldığı her türlü muhalif düşünce çizgisi de hedef alındı. Şeyh Said İsyanının İslami karakteriyle birlikte İslamcı basın kolay bir hedef olmuştu, çünkü onlar Ankara hükümetine karşı eleştirel tonda makaleler yayınlıyorlardı. Birçok potansiyel İslamcı lider tutuklandı ve ilerleme ve modernleşme önünde büyük bir engel saydığı hasım ulemayı yola getirmeye ahdetmiş hükümetin bu taahhüdünü pekiştiren istiklal Mahkemelerinde yargılandı. Öte yandan, hükümet aynı ithamla, yani entelektüel yönelimleri ve siyasi taahhütleriyle yeni rejimin selametini tehlikeye atan solcuları da hedef aldı. 
Şeyh Said İsyanının, zamanın Kürt milliyetçiliği ve İslamcılık davasının işine yaramaktan çok Kemalist hükümete hizmet ettiği açıktır. İzleyen dönemde, bu isyanın Türkiye Cumhuriyeti'ndeki Kürt milliyetçiliği mücadelesinin sembolü olduğunu biliyoruz; ama 1925'te o sadece Kürt siyasi hareketlerinin ne kadar bölünmüş ve kırılgan olduğunu gösteriyordu. Bu yüzden, Üçüncü Bölümde nazik bir soru sorulmuştur: Şeyh Said İsyanı, Türkiye'deki siyasi muhalefeti bertaraf etmek için, Ankara hükümeti tarafından mı körüklendi? Bölümde, eldeki bilgilere dayanılarak. isyanın hükümet tarafından körüklenmediği, ancak ustaca kullanıldığı şeklinde bir düşüncenin, daha büyük bir güvenle ileri sürülebileceği sonucuna varılmıştır. 

Buradan, susturma sürecinin nihai aşamasını gösteren sonraki bölüme geçeriz. 1926' da, yani bir sonraki genel seçimlerden bir yıl önce, kapatılan TCF'nin üyeleri hala meclisteydi. Hükümete yaptıkları muhalefet adamakıllı yola getirilmiş olmakla birlikte, daha radikal inkılapların (örneğin harf inkılabı) geçmesi için gereken sessizliği bozabilirlerdi. Muhalefet mensuplarıyla CHF'deki radikaller arasındaki kişisel husumetler, hükümetin Şeyh Said İsyanından sonra TCF'ye karşı olan icraatı nedeniyle o sırada, zaten iyice artmıştı. Hükümetin -ve özellikle Mustafa Kemal'in-bir diğer korkusu da, TCF ile sabık İTC arasındaki mahiyeti bilinmeyen işbirliğiydi. Kemalistler, İTC ağının CHF'ye yönelteceği siyasi tehdidin çok iyi farkındaydılar. Dahası, İTC'nin yeraltı faaliyetleri ve siyasi cinayetleri, bazısı bu faaliyetlerde birinci elden tecrübe sahibi olmuş birçok Kemalistin yakından tanıdığı şeylerdi. Bu yüzden hükümetin, 1926'da, İTC artıklarını kendi iktidarına en büyük tehdit -1927 genel seçimlerinden önce hızla icabına bakılması gereken bir tehditsaydığını söylemek yerindedir. İTC ağından artakalanların, 1926'daki örgüt yapısına ve kuvvetine dair pek fazla şey bilmiyoruz; ancak, bunun CHF'yi ve 
Mustafa Kemal'i kaygılandırdığını biliyoruz. 

İzmir suikastı tertibi, bu siyasi ortamda keşfedildi; bu yüzden de hemen
hükümetin bundaki rolü konusunda sorular yükseldi. Hükümetin, siyasi muhalefeti susturma sürecini tamamlamak için bahane aradığı, herkesin bildiği bir konuydu. Böyle bir komplo hükümetin o kadar işine yaramış görünüyordu ki, yabancı gözlemciler ve muhalefet mensupları, hükümetin komploda bir parmağı olup olmadığı ihtimalini düşünmeye giriştiler. Dördüncü Bölümde bu komplo incelenmiş ve komplonun sahihliğinden kuşkulanmak için yeterli bilgi bulunmadığı sonucuna varılmıştır. 

Yine de, komplo ortaya çıkarıldığı andan itibaren, hükümet onu rejime destek sağlamak ve muhalefeti baskı altına almak için ustaca kullanmıştır. 

Hükümetin hedefinde, tamamen ehlileştirilemese de sesi kısılmış olan muhalefetin bulunduğu açıktı; ancak, CHF'deki radikallerin, muhalefetin her türlüsünü kendi kişisel güvenliklerine doğrudan bir tehdit saydıklarını da belirtelim. Bu bakımdan, 1926'daki İzmir suikash tertibi, 1925'teki Şeyh Said İsyanı kadar vakitliydi. Bununla birlikte, hükümetin iki olaya tepkisi arasında bir fark vardı. İktidardakiler, Şeyh Said İsyanının aksine bu komployu siyasi kazanca nasıl çevirmek gerektiği konusunda tam bir fikir birliği içinde değillerdi. Söz gelimi İsmet Paşa'nın, bunu sadece hükümetin popülaritesini artırmak için kullanmak istediğini biliyoruz. Buna karşılık, Mustafa Kemal ve radikal Mustafa Kemal yandaşları ise, onu, ister TCF, ister İTC liderleri olsun, her tür muhalefetten bir kalemde kurtulmak için kullanmayı seçtiler. Mustafa Kemal, İsmet Paşa'yı, bu komplonun her türlü muhalefet liderliğini tamamen söküp atmak konusunda arz ettiği büyük fırsata derhal ikna etti. Durumun tamamen onun kontrolünde olduğunu söylemeye bile gerek yok. 

Muhalefet liderlerinin komployla bağlantısının kurulması kaçınılmazdı. İzmir davaları, esasen TCF liderleriyle uğraşmak zihniyetiyle iç içe geçmişti. Mahkeme tutanaklarını ve savcının iddianamesini takip edenler, TCF'deki saygın paşaların (Kazım Karabekir, Refet ve Ali Fuat gibi) hapse gitmekten kurtarılacakları ya da daha da kötüsü onların tevkif edilmelerindeki ana motivasyonun ünlerine leke sürmek olduğu duygusuna kapılabilir. Bunu, İstiklal Mahkemesi inatla onların tutuklanmasını (hatta İsmet Paşa'yla ters düşecek derecede) talep ederken, savcının tutuklu paşaların komplodaki suçuyla ilgili en ufak bir ithamda bulunmaya bile kalkışmamasından çıkarıyoruz. Mahkemenin, başvekilin itirazına rağmen, 

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder