18 Ekim 2020 Pazar

CUMHURİYETİN KURULUŞUNDA İKTİDAR KAVGASI: 150'LİKLER, MESELESİ., BÖLÜM 2

CUMHURİYETİN KURULUŞUNDA İKTİDAR KAVGASI: 150'LİKLER, MESELESİ.,  BÖLÜM 2


Mustafa Kemal Atatürk, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, 150 likler, Gayrı Müslimler, İzmir Süikastı,Türkiye Cumhuriyeti tarihi,
Sevr Antlaşması, İstiklal Savaşı, ZUHAL BİLGİN,FEVZİ GÖLOĞLU,YETKİN BAŞARIR,HAKAN ÖZOĞLU,


   Hiç kuşku yok ki, Ankara 1920 itibariyle İstanbul'daki hükümetle yollarını ayırmak ve onun yerini almakta kararlıydı; ancak, Ankara'nın saltanattan kurtulmaya ve Milliyetçilerin de yeni bir laik cumhuriyet kurmaya karar verdikleri önermesini de gözü kapalı kabullenmemek gerekir. 

Böyle bir önermeyi kabul etmek, sadece tarihi bugünden geriye doğru okumak demektir. Eğer Padişah, BMM'yi Osmanlı İmparatorluğu'nun meşru hükümeti olarak tanısaydı, Ankara hareketi kendisine sadık kalabilirdi. 
Ankara'nın, padişahla bağını koparmasında ki dönüm noktası, böyle bir tanımanın asla gerçekleşemeyeceği ni idrak etmesiyle oldu. Sonuçta, milliyetçilerin 1 Kasım 1922'de saltanatı lağvetmeleri üzerine, Sultan Vahdeddin, 17 Kasım 1922'de imparatorluğu terke mecbur kaldı. Azledilen sultan İstanbul'dan sadece geçici olarak çıktığını iddia etse de, 8 bu Ankara çevresine imparatorluk hükümetinin otoritesini yerle bir edecek bir süreci başlatma fırsatı verdi. Sultanın İstanbul'dan ayrılması, saltanattan kurtulmak isteyen Ankara'nın bir tezgahı ve tahriki miydi? Bu soruya kesin bir cevap vermek mümkün değildir; lakin yine de, Ankara'nın pragmatik hareket ettiği ve saltanata ve İstanbul hükümetine karşı hamlelerini anlık olarak geliştirdiği ihtimalini göz ardı etmemek gerekir. Saltanatın 1922'de lağvının başlıca nedenlerinden biri, büyük ihtimalle İstanbul hükümetinin 
yerine geçmekti, çünkü sultanın Ankara'ya hiçbir zaman İstanbul üzerinde bir söz hakkı tanımayacağı açıktı. Bu yüzden, saltanat makamının lağvedilmesi 
gerekiyordu ve BMM'deki karar da ezici bir çoğunlukla alındı.9 

Tabii, Ankara'nın başlangıçta ille de sultanın şahsından değil, saltanat "makamından" kurtulmak istediği tezi de inandırıcı bir şekilde 

savunulabilir.10 

Bir başka deyişle, saltanat lağvedilirken ana hedef Sultan Vahdeddin yahut Osmanlı hanedanı değil, İstanbul hükümetiydi. 

Yani, Vahdeddin Memleketten 17 Kasım 1922'deki ayrılışına kadar hala halifeydi. 


    Vahdeddin, yurtdışına gittikten sonra, gerekçesi ille bu olmasa da, Ankara'dan kendisine vatan haini olarak yöneltilen birçok şiddetli saldırının boy hedefi oldu.11 Ankara, Vahdeddin'i, kaçmadan önceki faaliyetleri nedeniyle ama ancak kaçtıktan sonra vatan hainliğiyle suçladı. 
Eğer Ankara'nın saltanatı lağvetme tarihi hamlesinin ana hedefi bizatihi Vahdeddin'in şahsı olsaydı, saltanat lağvedildiğinde kendisi de halifelikten 
azledilirdi. Diğer yandan, eğer ülkeyi terk etmeseydi, halife olarak kalma ve böylece bütün Türkiye ve İslam tarihinin akışının değişme ihtimali vardı. 
Bu incelikli eylem, Ankara'nın hanedan konusunda ne yapacağına henüz tam karar vermediğini ve gelişmelere sadece pragmatik cevaplar verdiğini gösterir. Son Osmanlı sultanının kaçışı, Ankara'ya padişahın meşruiyetini yıkıp yerine kendininkini dikme fırsatını sağladı. Bunun sonucunda da, tek hükümet otoritesinin kendisi olduğunu ilan etme konusundaki güveni giderek arttı. 
Ancak Ankara'daki milliyetçiler, iktidarın hala ehil başka talipleri olduğunu biliyorlardı. Mustafa Kemal, 1923 itibariyle, cumhuriyetin ilanına kadar, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Kazım Karabekir gibi kimi yakın arkadaşlarını ve Ankara çevresinin itibarlı şahsiyetlerini çevresinden uzaklaştırmış bulunuyordu. İstanbul'da ise hala eski rejimin kalıntıları vardı: İstanbul Basını, Osmanlı siyasetçileri, yeni atanan Halife Abdülmecit Efendi (BMM 19 Kasım 1922'de onun atamasını oylamıştı) ve birçoğu Ankara'ya diş bileyen ve hepsi de Ankara'nın hükümet iddiasına bir tehdit teşkil edebilecek olan Osmanlı hanedanı mensupları. Bu grupların sindirilmesi gerekiyordu. Mustafa Kemal, Osmanlı Hanedanı 
Türkiye'de kaldığı müddetçe, Ankara'nın muhaliflerinin bundan cesaret alacağına hükmetti. Milliyetçiler, halifelik makamının, imparatorluk ve dışındaki Müslüman nüfus arasında hala büyük bir itibar sahibi olduğunun kuvvetle farkındaydılar. 
Vahdeddin'in memleketi terk etmesinden sonra, Ankara, başında Abdülmecit'in bulunduğu "uysal" bir hanedana sahip olacağını umuyordu. 

Ancak, yeni rejimin selameti için bu hamlenin dahi çok riskli olduğu kısa sürede belli oldu. Saltanatın lağvından farklı olarak, hilafetin lağvı bütün Osmanlı hanedanını hedef aldı ve hepsinin ülkeyi terk etmesi şart oldu. 

Ankara, 1922'de, muhtemelen bu hamleyi o sırada yapacak kadar kendine güvenmiyordu.12 Hilafet makamının, Ankara'nın meşruiyeti bakımından 
esasen sadece halife değil hanedan tehdidini de ortadan kaldırmak için lağvedildiğini, belli bir güvenle ifade etmek mümkündür. Başka bir deyişle, 
saltanat Osmanlı hanedanını değil, imparatorluk hükümetini ortadan kaldırmak için lağvedilmiştir. Öte yandan hilafetin lağvedilmesindeki asıl hedef de, ille halifenin kendisi değil Osmanlı hanedanıdır. 

Bir ABD arşiv belgesi,'3 hilafetin lağvındaki başlıca nedenlerden birinin, aslında, ille de İslami bir kurum olan hilafet makamını değil, hanedanı bertaraf etmek olduğu iddiasını destekler. Bu belgede ABD kaynakları Washington'a, Kemalistlerin, Ankara hükümetini desteklemesi ve Türkiye dışında ikamet etmesi koşuluyla Seyyid Ahmet Senusi'ye, halifelik iddiasını destekleme sözü verdiği bilgisini geçerler. Seyyid Senusi'nin özel kalemi Osman Fahreldine (Fahrettin) Bey, İstanbul'daki Amerikan sefaretine şu bilgiyi verir: 

....  Geçtiğimiz Mart ayında hilafetin ilgasından ve Abdülmecid'in sürgününden hemen önce, Mustafa Kemal Paşa Şeyh Senusi'yle 
yaptığı bir görüşmede, hilafet makamının Türkiye dışında olması koşuluyla Türkiye'nin onun halifeliğini destekleyeceği önerisinde bulundu. Ancak şeyh bu teklifi reddetti ve tercihinin, Abdülmecid'in ruhani yetkileriyle birlikte İstanbul'da kalmasından yana olduğunu 
açıkladı; ... sonuçta, Ankara onun ödeneğini iptal etti. 14 ......

Eğer doğruysa bu, Ankara'nın, hilafetin ilgasından çok Osmanlı hanedanının kökünü kazımakla ilgilendiğini gösterir.'5 Mustafa Kemal için en iyi senaryo, Türk taleplerine duyarlı ancak -Osmanlı hanedanının aksine-Ankara hükümetinin meşruiyetine karşı çıkmayacak bir halife olurdu. 

Her halükarda, halifelik 3 Mart 1924'te lağvedildi ve halife de aynı gece, alelacele Türkiye'den çıkarıldı. Hanedanın diğer mensuplarına memleketi terk etmeleri için biraz daha süre tanındı. Hanedan ülkeden sürülünce, Ankara'nın otoritesine göz diken grup olma sırası, milliyetçilere husumet besleyen saltanat taraftarlarına geldi. Bu kitaptaki araştırma, hilafetin ilgasını dışarıda bırakmakta, ancak önemli başka olaylar üzerinde durmaktadır. 

BÖLÜMLERİN GENEL BİR TARTIŞMASI 

Elinizdeki araştırma, 1923-1926 yılları arasında geçen ve sonrasında Mustafa Kemal'in tartışmasız tek lider olarak ortaya çıktığı üç özel olayın 
etrafında tanzim ve tertip edilmiştir. Her bir bölümde, Mustafa Kemal ve yol arkadaşlarının muhalefeti saf dışı etmekte başvurdukları siyasi ve adli manevralar, ayrıntılı olarak mercek altına alınacaktır. Yukarıda da belirtildiği gibi, muhalefetin susturulması, bin bir itinayla planlanıp hayata geçirilmiş bir siyasi fiil değildi. Esasında, Ankara'daki Kemalist hükümetlerin icraatlarını gelişen siyasi koşullara göre o anda belirlediklerine daha önce de değinilmişti. Bu pragmatik yaklaşımın, Kemalist rejimin cumhuriyetin ilk yıllarındaki en değerli yeteneği olduğu söylenebilir. 
İktidar mücadelesini ve Kemalistlerin muhalefeti susturmaktaki başarısını gösteren pek çok olay varsa da, ben bunlardan temsili nitelikte üçünü seçtim. Bunları şu şekilde sınıflayabilirim: 

1) Ankara'ya muhalefet, 

2) Ankara'daki muhalefet ve 
3) Geneldeki muhalefet. 


İlk olay, İkinci Bölümün de konusunu teşkil eden Ankara'ya muhalefeti ele alır ve Ankara hükümetinin otoritesine olan siyasi meydan okumanın bertaraf edilişine odaklanır. Bu bölümde, Ankara muhalifi olduğu söylenen 150 kişinin sürgünü incelenecektir. Cumhuriyet tarihinde "150'likler Yakası" diye bilinen bu olay, Ankara hükümetinin, çoğu (hepsi değil) eski rejime sadık 150 kişiyi sürgüne göndererek meşruiyetini tesis etme sürecini temsil eder. Bu olayı, Ankara hükümetinin, otoritesini İstanbul'a kabul ettirme yolunda attığı ilk adımlardan biri olarak görmek mümkündür. 

İkinci Bölüm, özellikle üç ana soruya ışık tutar: 150'likler kimlerdi, ne yaptılar ve nasıl susturuldular? Bu bölümde, 150'liklerin aslında, mensupları arasında 
saltanat yanlılarından, ulemadan, askeriyeden, eski üst düzey Osmanlı devlet adamlarından, gazetecilerden ve Ankara karşıtı isyancılardan kişilerin bulunduğu eklektik bir grup olduğu ortaya konacaktır.
 Ankara Meclisi, Ankara'nın meşruiyetine muhalif olanların gözünü korkutmak için, 150'liklerin seçiminde gayet gevşek ve tutarsız kıstaslar izlemiştir. 

   İkinci Bölümde 150'liklere dair biyografik bilgi de verilecektir, çünkü mevcut araştırmalarda onların arka planına pek yer verilmez. 
Bu yüzden, bölümler arasında en uzunu bu bölümdür. Okur, bu bölümün ilk kısmında konuyla ve konunun analiziyle tanışacak, ikinci kısımda ise 150'likler listesine dahil edilenlere ait biyografik bilgileri bulacaktır. 
Ne yazık ki kişi bazında elde edilebilen bilgiler dengeli değildir. Okurun da göreceği gibi, listedeki kimi şahıslar hakkında gayet önemli biyografik bilgilere ulaşılabilir iken, kimileri hakkında neredeyse hiçbir bilgi edinilememiştir. 

Üçüncü Bölümde, 1925'teki Kürt/İslamcı bir ayaklanma olan Şeyh Said İsyanının ve hükümetin mukabelesinin kimi yönleri analiz edilerek, muhalefeti susturma süreci incelenmeye devam edilecektir. Bu isyan, Kemalist hükümetin Türkiye'deki dini veya diğer (örneğin solcu) her türlü muhalif nizamı susturmasının ana gerekçesi olmuş ve böylece laik inkılabın önünü açmıştır. İsyanın, Ankara'daki muhalefetin bastırılmasına bahane edilmesi de aynı derecede önemlidir. Bu olayın önemini anlayabilmek için, dönemin siyasi koşullarının iyice bilinip kavranması gerekir. Dilerseniz ilk olarak Şeyh Said İsyanı öncesindeki siyasi ortama bir bakalım. 
Ankara rejimi, 1924'ün büyük bölümünü yeni devleti tekrar yapılandırmakla geçirdi. Ankara hükümetini ve yeni Türkiye'nin sınırlarını resmen tanıyan Lozan Antlaşmasının 24 Temmuz r923'te imzalanmasına rağmen, Türk hükümeti halifeye bırakılan azıcık yetkiden hala hoşnut değildi ve Osmanlı hanedanının Ankara'ya bağlılığından şüpheleniyordu. Yukarıda da ele alındığı gibi, Ankara'daki bazı kişiler için bir tedirginlik kaynağı olan hilafet, 3 Mart 1924'te lağvedildi. Kemalistler, aralarında Türkiye'nin doğu bölgelerinde sıkça rastlanan Nakşibendi Kürt tarikatlarının da bulunduğu İslamcı grupların çıkaracağı olası dinci isyanlar için güç topluyorlardı. Mustafa Kemal ve onun Ankara'daki yol arkadaşları, Ankara içi ve dışındaki her türlü muhalefet ve huzursuzluk emaresine karşı zaten had safhada hassastılar. Bu hassasiyetlerinde de tamamen haklıydılar, çünkü hilafeti lağvetmekle yaphkları daha önce eşi görülmemiş hamle, onları İslam alemindeki birçok kişi ve grubun hedefi haline getirebilirdi. 

Şeyh Said İsyanı 13 Şubat 1925'te patlak verdiğinde, iktidarda Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) bulunuyordu. Başlangıçta, Ankara çevresini oluşturan hemen hemen herkesi içine alan bu siyasi parti, 1924 Kasım'ında bölündü. Mustafa Kemal'in bazı eski yakın arkadaşları (Rauf Bey, Kazım Karabekir, Refet ve Ali Fuat Paşalar gibi), çeşitli CHF üyelerini partiyi radikalleştirmekle, Mustafa Kemal'i de otokratik eğilimlere sahip olmakla itham ettiler. Tüm kurumlarıyla işleyen bir demokrasinin siyasi bir muhalefete gerek duyduğunu ileri süren ve Mustafa Kemal'e göre daha zayıf bir karizmaya sahip olan bu eski CHF ileri gelenleri, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) adıyla, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk muhalefet partisini kurdular. 

Partinin Şeyh Said İsyanından sadece üç ay önce kurulduğu bir kenara not edilmelidir. Bu yüzden, isyanın zamanlaması, onun davası ve mahiyeti 
hakkında olduğu kadar, teşvikçileri konusunda da birçok spekülasyona meydan vermiştir. Üçüncü Bölümde tartışıldığı gibi, TCF'nin Türk siyasi hayatına girişi, Mustafa Kemal'i ve onun partisindeki bazılarını (Recep Bey ve İsmet Paşa gibi) son derece öfkelendirdi. Onların, bu siyasi hareketin, hayatlarını tehdit eden bir karşı devrimin başlangıcı olabileceği ihtimalini ciddiyetle düşünmüş olmaları mümkün dür. Bu yüzden, CHF'nin Şeyh Said İsyanına tepkisi anlaşılır bir şekilde ama orantısızca sert oldu. 

Kendi içinde Kürt milliyetçisi eğilimler taşıyan, ama tabiatı itibariyle İslamiliği aşikar olan ayaklanma, Türk Ordusu tarafından nispeten kısa bir sürede bastırıldı. Şeyh Said ve yoldaşlarından 47'si 29 Haziran 1925'te idam edildi. Her ne kadar isyan sona erdiyse de, hemen ardından siyasi bir cadı avı başlamıştı. Bu bölümde, özellikle Türkiye'deki siyasi ve entelektüel muhalefetin susturulması süreci incelenmiş ve şu sorulara cevap aranmıştır: 
Büyük Millet Meclisi'ndeki muhalefeti bertaraf etmek için hangi siyasi ve adli manevralar yapıldı? Ankara rejimini eleştirenler, söz gelimi gazeteciler 
nasıl susturuldu? Şeyh Said İsyanının, muhalefeti saf dışı etmek için CHF tarafından körüklenme olasılığı nedir? Ve isyan, muhalefeti gözden düşürmek ve radikal Kemalist inkılabı üç yıl gibi kısa bir sürede başarmak için, nasıl abartılıp kullanıldı? 

Dördüncü Bölüm, siyasi muhalefeti susturma sürecinin tamamlanmasını incelemesi bakımından, bir önceki bölümün devamıdır. Bu bölümde, 
Mustafa Kemal'e karşı 1926'da girişilen bir suikast tertibinin siyasi sonuçları ele alınacaktır. "İzmir Suikastı" diye bilinen bu olay, tüm TCF mensuplarının meclisten kapı dışarı edilmesiyle sonuçlandı. Bununla da kalmayıp, beklentilerin çok ötesine geçerek, İTC kalıntılarına kök salmış, geneldeki potansiyel muhalefeti söküp attı. Evvelce İTC'li olan tanınmış siyasetçilerin, yaklaşan 1927 genel seçimlerinde CHF'yi zorlayacaklarına pek şüphe yoktu. Türkiye'deki yabancı gözlemcilerin bildirdiğine göre, saflarında eski İTC ileri gelenlerinin bulunduğu yeni bir partinin, CHF'deki daha düşük rütbeli eski İTC'lilerden oluşan koca bir grubu kendine çekmesi ihtimali bile vardı. Eğer böyle bir birleşme gerçekleşirse, bu Mustafa Kemal ve yakın çevresinin korktuğu bir karşı devrim olurdu. 15 Ekim 1923 tarihini taşıyan ve Amerikan Konsolosu ve Birleşik Devletler Yüksek Komiserliği Türkiye Delegesi Maynard B. Barnes tarafından kaleme alınmış olan bir belgede, CHF'nin, popülaritesi büyük ölçüde Mustafa Kemal'e dayanan, 
tamamen hayali bir örgüt olduğu sonucuna varılır. "Sıradan [CHF'li] üyeler hala, Mustafa Kemal'in popülaritesi azalıp da siyasi arenaya güçlü ittihatçı liderler girdiğinde, asıl partilerine dönecek olan ittihatçılardır." 16 Böyle bir arka plan karşısında, 1926 İzmir suikastı davaları, bu tehditle nasıl baş edildiğini gösterme bakımından çok daha anlamlıdır. 

Önce İzmir'de, sonra Ankara'da görülen İzmir suikastı davalarından sonra, BMM'nin içinde ve dışında görünür hiçbir muhalif kalmadı. Kanunlar meclisten ya hiç tartışılmadan veya pek az tartışılarak geçti. Yaklaşan 1927 seçimlerine kadar, hiçbir muhalif oy çıkmadı.
   Mebuslar, belli bir yasa tasarısına ilişkin memnuniyetsizliklerini, oylamaya gelmeyerek belli ettiler. Gazeteler, hükümete eleştiri olarak yorumlanabilecek herhangi bir yorum yapmaktan kaçındılar. Sağlıklı bir muhalefetin eksikliği 1927 genel seçimlerinden sonra bile öyle barizdi ki, bunun cumhuriyet rejimine verebileceği hasarı Mustafa Kemal fark etti. Böyle bir zeminden sonra, okurun, Mustafa Kemal'in uysal bir siyasi muhalefet arzusunu ve buna bağlı olarak Serbest Fırkanın bizatihi Mustafa Kemal'in direktifleriyle kurulduğunu daha iyi anlaması mümkündür.17 
  Elinizdeki çalışma, 1930'daki, sadece üç ay sürebilmiş olan bu siyasi deneyle ilgilenmeyecektir. Ancak bu deney, muhalif bir parti kurmanın, (özellikle İzmir'de ve genelde Ege Bölgesi'nde) hatırı sayılır bir insan grubu arasında yarattığı heyecanın, Mustafa Kemal'in, yakın arkadaşı, eski CHF'li ve Serbest Parti Başkanı Fethi Bey'den partiyi kapatmasını istemesine yol açacak kadar büyük olduğunu göstermiştir. 18 
Muhalefet, Mustafa Kemal'in ölümüne kadar suskun kalmıştır. Ülkenin, Mustafa Kemal'den sonraki yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemin gerekleri yüzünden 1945'te yeni siyasi partilere izin vermeye itildi. Bu nedenle, modern Türkiye'nin siyasi tarihini anlamak için, nice zamandır "kutsal" sayılan ve bundan dolayı tarafsız akademik bir üretime meydan vermeyen bu dönemin, gayet sıkı bir akademik incelemeden geçirilmesi gerekir. Her ne kadar, siyasetçiler burada incelenen döneme giderek daha çok gönderme yapsalar da, onların bu göndermeleri, ellerinin altındaki nesnel çalışmaların kısıtlılığından dolayı pek itibar görmemektedir. 

Aynı sorun, Türkiye dışındaki yeni araştırmacılar kuşağı için özellikle geçerlidir. Dönemin siyaseten aşırı yüklü niteliği, birçok öğrencinin, Türkiye ve Ortadoğu araştırmaları için had safhada önemli bu konudan sakınmalarına sebebiyet vermektedir. 

   SAHANIN VE ARŞİV KAYNAKLARININ DURUMU 

Erken cumhuriyet Türkiye'si tarihi, Türkiye araştırmalarının öteki alt-sahalarına kıyasla, özellikle Türkiye dışındaki araştırmalar bakımından, 
rahatça henüz emekleme döneminde sayılabilir. Erken cumhuriyette sahanın mevcut durumundan söz ederken, araştırmaları da, Türkiye'nin içinde ve dışında üretilen araştırmalar olarak iki sınıfa ayırmamız gerekir. Birinci kategori, gayet anlaşılabilir bir şekilde ikinci kategoriye nazaran çok daha hacimli olmakla birlikte, akademik disiplin ve titizlikten yoksun analizleriyle amatör tarihçilerin akınına uğramış durumdadır. Yine de bu tür kitaplar akademisyenler için son derece değerli kaynaklardır, çünkü bunlar yakınlarda ulaşılabilen birincil kaynaklara ait önemli örnekler, ipuçları içermektedir. 

Örneğin, 

"150'likler Olayı" konusunda elimizde, diğerlerinin yanı sıra, Kamil Erdeha'nın Yüzellilikler Yahut Milli Mücadelenin Muhasebesi, İlhami Soysal'ın 150'likler, 

Cemal Kutay'ın 150'lilikler Faciası adlı eserleri vardır. Bunlar faydalı, ancak araştırmacı titizliğinden yoksun kitaplardır. Akademyada ise bir avuç mastır 
tezi bulunmaktadır: Şerife Özkan'ın "Yüzellilikler ve Süleyman Şefik Kemali: 

   Bir Meşruiyet ve Güvenlik Meselesi," Şaduman Halıcı'nın "Yüzellilikler" ve Sedat Bingöl'ün "Yüzellilikler Meselesi" adlı tezleri. Bunlardan son ikisi özellikle önemlidir, çünkü yazarları, araştırmacıların bugün bile tam olarak ulaşamadığı birtakım birincil kaynaklardan yararlanmışlardır. Bu çalışmalar, sırf 150'liklerin sürgündeki faaliyetlerini rapor etmeleri, buna karşılık fazla biyografik bilgi sağlamamaları bakımından kısıtlıdırlar. Aynca, her ikisi de mastır düzeyinde çalışmalar olup, akademik olgunluğa ve belli bir bilimsel objektifliğe ihtiyaçları vardır. Her ne kadar, vardığım sonuçlar bakımından bu kaynaklardan ayrılıyorsam da, erişemediğim bazı arşiv kaynakları konusunda onlardan yararlandım. Bildiğim kadarıyla, 150'likler konusunda, İngilizce veya başka bir dilde yayınlanmış herhangi bir akademik çalışma bulunmamaktadır. 

Bu nedenle mevcut çalışma, araştırma dili olarak Türkçeyi kullanamayan veya basitçe bu ikincil kaynaklara erişemeyenler için ciddi bir boşluğu doldurmaktadır. 

Üçüncü Bölümde ele alınan konu, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en tartışmalı konularından biri olduğundan, bu konuda hatırı sayılır bir araştırma külliyatı vardır. Bu yüzden, araştırmacı bunları incelerken, onların vardığı mesleki yargıların, siyasi konumlarından etkilenmiş olabileceği beklentisiyle uyanık olmalıdır. 1925'teki Şeyh Said İsyanı hakkında ise aralarında, Metin Toker'in Şeyh Sait ve İsyanı, Uğur Mumcu'nun Kürt İslam Ayaklanması 1919-1925, Behçet Cemal'in Şeyh Sait İsyanı, Nurer Uğurlu'nun Kürtler ve Şeyh Sait İsyanı gibi yapıtları da olmak üzere Türkçe bir miktar kitap vardır; bu kitaplar esasen betimleyici niteliktedir ve Takrir-i Sükun sonrası döneme gönderme yaparlar. Robert Olson'un The Emergence of Kurdish Nationalism: 1880-1925 ve Martin van Bruinessen'in Agha Shaikh and State adlı yapıtları, Şeyh Said İsyanına ilişkin faydalı bilgiler içeren İngilizce yapıtlardır. Hepsi aynı tonda olmasa da, ikincil kaynakların tamamı, Şeyh Said İsyanının Türkiye' de bir siyasi suskunluk 
dönemi başlattığında söz birliği ederler. Ancak hiçbiri, bunun tam olarak nasıl yapıldığını göstermeye ve belgelemeye girişmez. Üçüncü Bölüm, bu siyasi yıldırma sürecini inceleyip belgelemesi bakımından tektir. 

Yukarıda betimlenen sürecin belli yönlerini ele alan yetkin Türk araştırmacı sayısının giderek arttığını belirtmeliyim. Örneğin, Ahmet Yeşil'in Türkiye Cumhuriyeti'nde İlk Teşkilatlı Muhalefet Hareketi: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası alana büyük bir katkıdır ve Erik Jan Zürcher'in, ilk muhalif parti ve kaderi konusunda bir klasik sayılan Political Opposition in the Early Turkish Republic: The Progressive Republican Party 1924-1925 adlı yapıtını günceller. Türkiye'deki ilk örgütlü siyasi muhalefet olan TCF'nin feshini incelerken, bu kaynaklardan çok yararlandım. Hepimiz benzer sonuçlara varmış olsak da, elinizdeki çalışma, başka birçok birincil kaynağı tartışmaya açarak daha sağlam tezler ortaya koyar. 

Bu bölümde ayrıca muhalif basının ve entelektüellerin nasıl darmadağın edildiği de incelenir. Son yıllarda, hatıratların sayısı giderek artmaktaysa da, Takrir-i Sükunun muhalif basın üzerindeki etkilerini ve bunların seslerinin nasıl kesildiğini konu edinen hiçbir bilimsel çalışma yoktur. 

Dördüncü Bölüm, sabık İTC mensuplarına yönelik temizlik harekatı gibi önemli bir konuyu ele alır. Erik Jan Zürcher, The Unionist Factor: 

The Role of the Committee of Union and Progress in the Turkish National Movement, 1905-1926 adlı yapıtında bu konuyu yetkinlikle incelemiştir. 
Ancak kitabın 1984'te yayınlanışından bu yana, başka birçok birincil kaynağa ulaşılmıştır. Bu bölüm, Erik Jan Zürcher'in çalışmasını, eldeki birincil 
kaynaklarla güncellemeyi amaçlar. Dolayısıyla, benim temizlik harekatının pragmatik tarafını Zürcher'e nazaran daha kuvvetle vurgulamam gibi bir 
istisna dışında, vardığımız sonuçlar benzerdir. 

Türk ve İngiliz arşiv kaynaklarına ilaveten, kitabın her aşamasında ABD konsolosluk raporlarından çokça yararlandım. Bunun temel nedeni, Türkiye Cumhuriyeti tarihi araştırmacılarına tam anlamıyla incelenmeyen bu kaynakları tanıtmaktır. Ağırlıkla bu kaynaklara bağlı sonuca vardığım gibi bir ithamla karşılaşmamak için, sonuç çıkarırken birden fazla birincil kaynak koleksiyonuna dayandığımı belirtmeliyim. Metinde belirgin bir şekilde ABD kaynaklarına yer verilmesinin nedeni, bu kaynakların erken Türkiye Cumhuriyeti tarihine gerçekten ışık tutabilecek zenginlik ve ayrıntıda olduğunu gösterebilme ümididir. Diğer her kaynak gibi, güvenilirliğine her zaman kefil olunamayan ve Türk arşivlerinde bulunamayan bazı bilgiler, bu kaynaklardan sağlanmıştır. 

Son olarak, hala kısıtlı olan Türk arşivlerine ulaşma konusunda da birkaç söz söylemek istiyorum. Bu çalışma için, Ankara'daki Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri ile Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü (TİTE) arşivlerine başvurdum. 150'liklerle ilgili Emniyet Genel Müdürlüğü Arşivleri (EGMA), Başbakanlık Cumhuriyet Arşivlerine devredilmişti. EGMA tarafından bana bu koleksiyonun taşınmakta olduğu bilgisi verildi. Ancak Cumhuriyet Arşivleri, tarafıma koleksiyonun kataloglanma işlemlerinin 2010 itibarıyla bile hala devam ettiği ve araştırmacılara henüz açık olmadığını bildirdi. 

Elimde, konuyla ilgili bazı EGMA belgelerinin fotokopileri vardı, kalanı için ise yukarıda değinilen çalışmalara dayandım. Araştırmacıların, Başbakanlık 
Cumhuriyet Arşivlerindeki yeniden kataloglama işi bittiği anda, bu belgelerin büyük bir ihtimalle farklı referans numaralarına sahip olacakları konusunda 
uyarılması gerekiyor. Meclis tutanakları basılı ve TBMM kütüphanesinde ve başka mekanlarda araştırmacıların kullanımına sunuludur. 

   Bilgiye ulaşmada beklenen sorunlar ve muhtemel geri dönüş kısırlığı nedeniyle genelkurmayın Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE) arşivlerinde çalışma teşebbüsünde bulunmadım. 

Cumhurbaşkanlığı Arşivleri (Çankaya Arşivi) ile TBMM arşivlerinin basılı malzemelerinden yararlandım; fırsat buldukça, TCF'ye ilişkin bazı önemli 
belgelerin kopyalarını ve yeniden basımlarını içeren ikincil kaynaklardan bilgi derledim. 
Daha iyi bir kataloglama sisteminin yürürlüğe konması ve bu arşivlerin bazılarına daha kolay erişimin sağlanmasıyla, müstakbel araştırmacıların döneme ilişkin anlayışımızı genişletmeleri mümkün olabilecektir. 

Başvurulan öteki birincil kaynaklar, kaynakçada listelenmiştir. 

DİPNOTLAR;

1 İstanbul ilk olarak Mondros Mütarekesinin 12 Kasım 1918'de imzalanmasından 13 gün sonra,Fransız kuwetleri tarafından işgal edildi. 16 Mart 1920'de dejure hale gelen işgal, 23 Eylül 1923'te sona erdi ve Türk kuwetleri 6 Ekim 1923'te şehre girdi.
2 Dışişleri Bakanlığından W. J. Childs tarafından hazırlanan 28 Aralık 1928 tarihli bir İngiliz belgesi [L 273/273/405], İzmir'in işgalinin Türklerin kafasındaki her şeyi değiştirdiğini öne sürer. Mayıs 1919'daki bu olaya kadar, "Türk halkı yenilgiyi bir kader olarak kabul etmişti. İzmir'e asker çıktıktan sonra ise bu tamamen değişti." British Documents on Foreigrı Affairs: Reports arıd Papers from the Foreigrı
Office Corıfiderıtial Prirıt. Kısım Il, From the First to the Second World War, Series B. Turkey, Iran and the Middle East, 1918-1939. Cilt 31 (University Publications of America, 1997), 235.
3 İstanbul ve Ankara çevrelerinin daha derinlemesine bir analizi için, bkz. sonraki bölüm.
4 İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), Hürriyet ve İtilafın siyasi hasmıydı. Osmanlının 1. Dünya Savaşı'na girmesinden ve felaketli sonuçtan İTC hükümeti sorumluydu. Bkz. Feroz Ahmad, The Young Turks: The Committee of Union and Progress in Turkish Politics, 1908-1914 {New York: Columbia University Press, 2009) ayrıca Erik Jan Zürcher, The Unionist Factor: The Role of the Committee of Union
and Progress in the Turkish National Movement 1905-1926 (Leiden: E. J. Brill, 1984).
5 O, son Osmanlı Sultanı Sultan VI. Mehmed ya da Vahdeddin'in saltanat döneminde, birincisi 4 Mart 1919 - 2 Ekim 1919 tarihleri arasında ve ikincisi de 5 Nisan 1920 - 21 Ekim 1920 tarihleri arasında olmak üzere iki kez sadrazamlık yapmış bir devlet adamıydı. 1918'de İTC başkanlığından ayrıldıktan sonra, kendisinden beş kez hükümeti kurması istendi.
6 Bu siyasi parti, aslında, çatısı altında ulema, gayrimüslim ve gayri-Türk unsurlar barındıran bir şemsiye örgüttü. 19ıı'en sonra TC'nin siyasi rakibi oldu. Bkz. Rıza Nur, Hürriyet ve İtilaf Fırkası Nasıl Doğdu, Nasıl öldü. (İstanbul: Kitapevi. 1996). Hürriyet ve İtilafın ilk dönemi için, Bkz. Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası: II. Meşrutiyet Devrinde İttihat ve Terakki'ye Karşı Çıkanlar (İstanbul: Dergah, 1990).
7 Bkz. Örneğin, ABD arşivlerindeki bir rapor, 867.00/1737. Maynard Bames'dan Dışişleri Bakanlığına, "Political Situation in Turkey," 15 Ekim 1923.
8 Hakan Özoğlu, "Sultan Vahdeddin'in ABD Başkanı Coolidge'e Gönderdiği Bir Mektup," Toplumsal Tarih. 142 (Ekim, 2005): 100-106. n Ocak 1920 tarihli bir lngiliz raporu, sultanın ve Osmanlı hükümetinin lstanbul'dan kovulması olasılığını, Vahdeddin'in ayrılışından yıllar önce düşünmeye başlaması bakımından ilginçtir; CAB 23/35, Records ofthe Cabinet Office, 25 Ekim 1920.
9 1 Kasım 1922 tarihli ve 308 numaralı kararnameyle, saltanat ve hilafet makamları birbirinden ayrıldı. Aleyhteki tek oy, daha sonra 1926 İzmir suikastındaki rolü yüzünden asılan, Lazistan mebusu Ziya Hurşit'ten geldi.
10 Saltanat lağvedilmeden (muhtemelen 20 Ekim 1922'de) önce, İstanbul'daki Ankara temsilicisi Refet (Bele) Paşa'nın, o sıradaki Tevfik Paşa Kabinesinin Harbiye Nazırı Ahmet izzet Paşa'ya bir teklif götürdü. Altı maddelik bu teklifte, sultanın Ankara hükümetinin otoritesini tanıması karşılığında, hükümet atama ya da azletme yetkisi olmadan kalması kabul ediliyordu. Bu aydınlatıcı belge için,
   Bkz. Ahmet izzet Paşa, Feryadım, 2. cilt. (İstanbul: Nehir, 1992 ve 1993), 190; ayrıca Murat Bardakçı, Şahbaba (Ankara: lnkilap, 2006), 227-28.
11 Bu, BMM'de bu gidişten önce Vahdeddin karşıtı hiçbir beyanat verilmedi demek değildir.
12 Amiral Bristol'den Dışişleri Bakanlığına giden bir ABD raporu (867.00/1786) Refet Paşa'nın hilafetin ilgası konusundaki göıüşünü belirtir. Refet Paşa, Ankara çevresindeydi ve Mustafa Kemal'e yakın çalışıyordu. Her ne kadar daha sonra onun siyasi hamlelerine karşı çıktıysa da. Ankara çevresinin önemli bir üyesi olarak kalmaya devam etti. Refet, hilafetin ilgasının saltanatın lağvıyla beraber gitmesi gerektiği göıi.işündedir. Hilafet 3 Mart 1924'te lağvedildiğinde ve "yeni halife  [Abdülmecit Efendi] seçilmiş bulunduğu ve uslu durduğu için, memleketteki hava, halifenin ve hanedanın lehindedir."
13 867.00/1801. Amiral Mark Bristol'den Dışişleri Bakanlığına, 19 Ağustos 1924, aynca bkz. 867.00/1812.
14 867.00/1801.
15 Bazı Türk kaynaklarında Mustafa Kemal'in Senusi'ye teklifi, halifelik değil de şeyhülislamlık  (teknik olarak lstanbul Müftülüğü) içinmiş gibi geçmektedir. Bkz. Timuçin Mert, Atatürk'ün Yanındaki Mehdi (lstanbul: Karakutu, 2006), 145.
16  867.00/1737. Maynard Barnes'dan Dışişleri Bakanlığına, "Political Sihıation in Turkey" 15 Ekim1923-
17 ABD'nin Ankara Sefiri Joseph Grew, hatıratında, Mustafa Kemal ve Fethi Bey arasında, ilk olarak bir muhalefet partisi kurma teklifinin Fethi Bey'in kendisinden geldiğini gösteren bir mektuplaşma olduğuna işaret eder; Turbulent Era: A Diplomatic Record of Forty Years, cilt 2 (Londra: Hammond and
Co. Ltd, 1953), 860. O sırada Türkiye'nin Fransa Sefiri olan Fethi Bey, Mustafa Kemal'e yazdığı 11 Ağustos 1930 tarihli mektubunda, ondan bir muhalefet partisi kurmak için izin ister ve Mustafa Kemal de buna olumlu cevap verir. Bkz. 867.00/2034. Mektubun metni bu koleksiyonda İngilizceye tercüme edilmiştir. Bu yazışma, bir muhalefet partisi fikriyle ortaya çıkanın Mustafa Kemal olduğu şeklindeki yaygın anlayışı ters yüz etmesi bakımından önemlidir.
18 Bu partinin başkanını ve üyelerini, Mustafa Kemal kendi elleriyle tek tek seçmiştir.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder