Hidrolik Enerji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hidrolik Enerji etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2020 Perşembe

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ., BÖLÜM 2

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ., BÖLÜM 2 


su kaynakları, A. Nazmi ÜSTE,Fırat, Dicle,Hidrolik Enerji,sanayi gelişimi, sınıraşan sular,Türk Dış politikası,GAP,Suriye,PKK,Benjamin Netenyahu,
Arap Zirvesi,

"1984'te başlatılan Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), memleketimizi gelecek yüzyıla taşıyacak muhteşem bir eserler manzumesidir. Dünyada bu çapta bir projeyi göze alabilecek az memleket vardır. Atatürk Barajı'nı gören yabancı ziyaretçiler, devlet adamları, bana, "Türkiye bununla nereye varmak istiyor? 
diye sorar, hayranlıklarını gizleyemezdi..." (İnan, 1995, s:66) 
Sözleriyle Kamran İnan projenin görkemini ve dış dünyanın bakış açısını açık bir şekilde vurgulamaktadır. 

Dış dünyanın Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki vatandaşlarımızla ilgili olarak sık sık gündeme getirdikleri "insan hakları", "yaşam koşulları", "fırsat eşitsizlikleri" gibi sorunların çözümünü destekler görünürken, GAP gibi tüm bu olumsuzlukları giderebilecek "Bir İnsanlık Projesi"ne destek vermemeleri kesinlikle çelişik bir durumdur. Bu durum, Suriye ve Irak'ın GAP'a yönelik olarak geliştirdikleri uluslararası kamuoyu oluşturma girişimlerinde Türkiye'den daha başarılı olduklarının açık bir kanıtıdır. Belki de bunun için tüm Ortadoğu liderleri içinde en zekisinin Hafız Esad olduğu savunulmaktadır (Bkz.John Bulloch, Adel Darwish, 1994, s:55). Ne var ki Esad bu zekasını barışcı bir yolda kullanmayı tercih etmemektedir. 

Suriye dikkate alındığında, Irak daha uzlaşmacı bir politikaya sahiptir denilebilir. Bu belki de, petrol gelirlerinin etkisiyle projelere ağırlık vermesinden kaynaklanmış tır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 6 Ağustos 1990 tarihli ambargo kararına karşın Irak hareket alanında bir takım tarımsal projelere devam etmiş ve tarım üretimini 1987'ye göre, 1990 sonunda %70 arttırabilmiştir (John Bulloch, Adel Darwish, 1994, s:126). Ancak, Irak'ın Körfez Savaşı'nın etkisinden henüz kurtulamamış ve su sorunu yeteri derecede yaşamamış haliyle sergilediği tutum yanıltıcı olmamalıdır. Çünkü henüz GAP tamamlanmamıştır ve Dicle'den şimdiye kadar engelsiz yararlanan Irak, Dicle üzerinde inşa edilecek olan Batman, Dicle ve Kralkızı Barajları'nın etkisini hissetmemiştir. 

GAP'ın Dicle bölümündeki çalışmalar tamamlanınca Irak'ın bugünkü kadar yumuşak politika uygulamayabileceğini Türkiye'nin dikkate alması ve bu 
doğrultuda hazırlıklı olması gerekmektedir. Irak yönetiminin başında halen Saddam Hüseyin'in bulunduğu da dikkate alınırsa konunun önemi ortadadır. 
GAP, Türkiye'nin çağı yakalama yarışındaki en büyük kozudur; hatta, birçok toplumsal ve ekonomik sorunu çözebilecek, dış politikada güç ve prestij 
kazandırabilecek kadar büyük bir kozdur denilebilir. 

Güney komşularımızın GAP'a endeksli barış önerilerini kabul etmek ve böyle bir anlaşmaya imza atmak neredeyse Sevr'e imza atmak kadar "yıkıcı" ve "bölücü" olabilecektir. Bu komşularımızın Türkiye'ye karşı "Arap Birliği" çabaları günümüzde hız kazanmıştır. Türkiye'nin İsrail'le imzaladığı "Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması"nı öne çıkararak sık sık toplanan Arap liderler İsrail ve Türkiye'ye karşı olan tavırlarına netlik kazandırmaktadırlar. Özellikle İsrail'deki son seçimleri sağcı Benjamin Netenyahu'nun kazanmasının ardından yoğunlaşan Arap zirvelerinden çıkan kararlar Arap Birliği'ne gidişin işaretlerini vermiştir. 

Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, Suriye lideri Hafız Esad ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah arasında gerçekleştirilen iki günlük zirvede, 21-23 Haziran 1996 da Kahire'de genişletilmiş bir Arap zirvesinin yapılması kararlaştırılmış ve zirveye Irak dışındaki tüm Arap ülkeleri davet edilmişlerdir. 

Bu zirvede Türkiye'nin İsrail'le imzaladığı son anlaşmanın da gözden geçirilmesi gerektiği vurgulanmıştır (Yeni Yüzyıl, 9 Haziran 1996, s:13). 

Kahire'deki Arap Zirvesi'nde Suriye Türkiye'yi, sınırlarına askeri birlik yığmakla suçlamış ve kendisinin İran'la müttefik olduğunu vurgulayıp, Türkiye'nin İsrail'le yapmış olduğu anlaşma konusunda kınanmasını istemiştir. 

Ürdün, Suriye'ye karşı tavır alırken; Mısır, Suriye'nin Türkiye ve İsrail ile olan anlaşmazlıklarından tedirgin olduklarına değinerek, Türkiye'ye ilişkin olumlu görüşlerini belirtmişlerdir. 

Bu toplantıyla ilgili şöyle bir yorum getirilebilir: Arap ülkeleri tüm anlaşmazlıkları na karşın bir araya gelebilmektedirler. 

    Su konusunda ortak bir tavır alamamaları, hiçbir zaman almayacakları anlamına gelmemektedir. Toplantıda belirginleşen bir diğer konu; Mısır, Türkiye ve İsrail gibi Amerikan müttefiki üç ülkenin asgari müştereklerde birleşmeleridir. 

Bunun bölgedeki Amerikan politikasının etkinliğinin göstergesi olduğu söylenebilir. 

C-Bölge Dışı Ülkelerin Politikaları ve Senaryolar 

Ortadoğu, zengin petrol yataklarıyla öteden beri bölge dışı güçlü ülkelerin dış politikalarında bu bölge her zaman öncelikli olarak yer almıştır. 

Bölge ülkelerinin çeşitli çıkar mücadelelerinin yanında, dış kaynaklı güçlerin uygulamaya çalıştıkları politikalar, Ortadoğu'yu çok hassas dengelere 
oturtmuştur. 

Su üzerinde oynanan bölgesel politikalar yanında sıkça bölge dışı ülkelerin de konuya eğilimleri, hatta bölgede kendi politikalarını uygulama çabaları dikkat çekmektedir. Bölgenin petrol kaynaklarının zenginliğinden kaynaklanan bu durumu açıklamak zor değildir. Özellikle güçlü olarak tanımlanabilecek ülkelerin (ABD, Almanya v.b) bölgeye yönelik politikaları, çözüm sürecine bölge ülkelerinin politikalarıyla beraber, hatta daha önde katılmakta ve neredeyse kilitlenmiş bir satranç oyununu anımsatan çözümsüzlüğe katkıda bulunmaktadır. 

Çıkan en küçük bir çatışmayı bu çerçevede değerlendiren bölge dışı söz sahibi ülkeler, çıkarları gerektirdiğinde müdahaleden kaçınmazlar. 
Ancak bu ülkeler böylesine hassas olan bölgede politikalarını büyük bir gizlilik içinde yürüttüklerinden dolaylı amaçları ancak meydana gelen olayların birleştirilmesi sonucu tahmin edilebilmektedir. Bazen de bu tahminler ışığında bir takım senaryolar üretilebilmektedir. 

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra tek süper güç olarak değerlendirilen ABD'nin bölgedeki etkinliğini yadsımak olası değildir. 

Bu gücün farkında olan Fransa, Almanya ve Japonya gibi güçlü ülkeler, petrole duydukları gereksinmelerini de dikkate alarak ABD'ye Ortadoğu politikasında 
destek verme durumunda kalmışlardır (Bulloch, Darwish, 1994, s:16-17). 

Ortadoğu ülkelerinin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmişlik düzeyleri dikkate alındığında, bölge dışı etmenleri değerlendirmeye katmadan politika 
üretemeyecekleri son derece açık görülmektedir. Buradan, sınıraşan sular konusunda Türkiye, Suriye ve Irak'ın aralarında bir çözüme ulaşması, bu 
çözümün başta ABD olmak üzere bölgede etkili diğer güçlü ülkelerin çıkarlarına zarar verilmediği ölçüde mümkün olacağı söylenebilir. 

Bölgede dikkat çeken diğer bir olgu İran'ın ABD faktörüne karşın başına buyruk bir politika izlemesidir. Suriye gibi İran'ın da, politikasının önemli bir kısmını teröre destek vererek devam ettirme çabasında olduğu görülmektedir. 

Bu arada ABD, Ortadoğu dengelerinin ekonomik globalleşmeye uygun olarak yeniden kurulmasını İran'daki rejimin yıkılmasıyla olası görmektedir (Bahçacı, 
1995, s:36). 

İran'ın bölgede etkin bir güç görünümünde olması, bu gücün kaynağının ne olduğu sorusunu gündeme getirmiştir. Batı kaynaklı gelişmiş bir teknolojiyi arkasına almadan böyle bir karşı gelişin olamayacağı düşüncesi, Almanya'nın Ortadoğu'ya ilişkin politikalarındaki son dönemdeki aktivite ile birleşince İran-Almanya dayanışmasının olduğu iddiaları ortaya atılmıştır (Bahçacı, 1995, s:36). 

Amerika'nın Ortadoğu'daki en önemli müttefiklerinden biri olan İsrail'in İran ile ortak sınırlarının olmayışı, İran'a karşı mücadelede ABD açısından bir dezavantaj olarak değerlendirilmektedir. Bu noktada İran'la komşu olan Türkiye, stratejik bir konuma gelmiştir. 1996 Şubat'ı ile ivme kazanan Türk-İsrail yakınlaşmasını bu perspektiften değerlendirmek olasıdır. Böylece ABD'nin desteklediği Türkiye ve İsrail, terörizmi kullanan ve bölgesel istikrarsızlığı körükleyen İran ve Suriye'ye karşı etkin bir baskı oluşturabilecektir (Nokta, 2-8 Haziran 1996, s:12). 

ABD'nin İran'a yönelik politikaları Orta Asya petrollerinin değerlendirilmesinde bir avantaj yakalayabilmeyi de içermektedir. 
Bu arada İran, Orta Asya Cumhuriyetleriyle oldukça önemli bağlar kurmuş bu durumdan yararlanmaya başlamıştır. Açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bölgedeki dış kaynaklı politikalar sadece suya endeksli değildir, ancak bu paylaşımın su yakın bir gelecekte önemli bir soruna dönüşeceği anlamına gelmektedir. 

Bölge ülkeleri (Türkiye, Suriye, Irak) çözüm sürecinde önceliklerini gözden geçirirken bölge dışı etmenleri gözardı edemez durumdadır. Gerçi gözardı etmek fiilen olanaksızdır. Çünkü bölgeye aktarılmış, Çekiç güç gibi oldukça önemli, bölge dışı askeri kuvvetler bulunmaktadır. 

Su kaynaklarına sahip Türkiye bu avantajını kullanabilmenin planlarını bu günden yapmalı gerçekleşebilir politikalar üretmelidir. ABD'nin ünlü mühendislik-müteahhitlik firmalarından Brown and Root, Körfez Savaşı sonrası değişen koşullar ve Türkiye'nin bölgedeki değişen rolü çerçevesinde bir projeyle ilgili olarak hazırladığı fizibilite raporunda, Türkiye'nin 2000 yılında bölgenin su imparatoru olacağını, yılda 15 milyar doların üzerinde gelir elde edeceğini iddia ederken; Türkiye açısından oluşabilecek kazanımların yalnızca bir yönünü vurgulamaktadır (Ayna, Güz 93, s:30). 

Türkiye'nin elde edebileceği bu konumun öneminin güçlü ülkeler yanında, bölgesel ülkeler de farkındadırlar. Böylece Türkiye merkezli politikalar hızla üretilmektedir. Bunun en somut göstergelerinden biri komşularımızdan Ermenistan, İran, Irak, Suriye ve Yunanistan'ın PKK terörüne verdikleri destektir (Bahçacı, 1995, s:36). Ayrıca Suriye ve Yunanistan arasında imzalanan işbirliği anlaşmaları Türkiye'yi Doğu ve Batı'dan rahatsız edebilecek yansımalara sahiptir. Aynı zamanda ABD'nin Kuzey Irak'ta Otonom Kürt Yönetimine destek vererek (Canbolat, 1993, s:355) bir Kürt Devleti oluşumuna katkı sağladığı yönünde sıkça ortaya atılan iddialar da dikkate alınırsa; üretilmesi gereken politikanın çözeceği denklemin ne kadar çok bilinmeyeni olduğu ortaya çıkacaktır. 

Türkiye'yi yönetenlerin giderek tırmanışa geçen sorunlar karşısında ne derece duyarlı olduklarını ve hangi konulara öncelik verdiklerini belirleyebilmek amacıyla, 20-24 Mayıs 1996 tarihlerinde, ileriye yönelik tahminlerimize ışık tutabilmek için Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekillerine tek sorulu bir anket çalışması yapılmıştır. 

IV. SINIRAŞAN SULARIN TÜRK DIŞ POLİTİKASINDAKİ ÖNCELİĞİ 

T.B.M.M'nde yaptığımız anket çalışmasında, milletvekillerinin, sınıraşan sular sorununu 2000'li yıllarda Türk dış politikası açısından ne kadar öncelikli 
gördükleri araştırılmıştır. Araştırmada T.B.M.M'nin %50'si hedeflenmiş, ancak %10'luk bir oranda cevap alınabilmiştir. Elde edilen oranın açıklayıcılığı zayıf 
olmakla beraber, yapılan çalışmanın çok yeni olması ve sınıraşan sularımızla ilgili çarpıcı bir bulguya ulaşması nedeniyle incelememiz içinde yer almasında 
yarar görülmüştür. 

Anket çalışmasından elde ettiğimiz sonuçlara göre, Milletvekillerine yöneltilen "2000'li yıllarda Türk Dış Politikası'nın öncelikli sorununun ne olacağı" konusundaki soruyu yanıtlayanların %58'i önceliği sınıraşan sular sorununa vermişlerdir. Türk-Yunan ilişkileri %27 ile su sorunundan sonra değerlendirilmiştir. 

Türki Cumhuruyetlerle ilişkiler %6 ve Rusya ile ilişkiler %4 oranında öncelik taşımış, yanıt veren Milletvekillerinin %5'i ise bu soruyu boş bırakmıştır (Bkz. 
Tablo-I). 

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIR AŞAN SULARIMIZ TABLO 1

Tablo-I bize ileriye dönük olarak olumlu işaretler vermektedir. Milletvekillerinin sınıraşan sular konusundaki duyarlılıkları bizi, Türkiye'nin olası bir krizde hazırlıksız yakalanmayacağı, bu konuyla ilgili politikasını önceden saptayabileceği varsayımına ulaştırmaktadır. 
Ancak düşündürücü bir soru vardır: 
Potansiyel olarak duyarlı milletvekillerinin sıkça yaşanır olan hükümet krizleri nedeniyle düşündüklerini realize edebilme olanakları nedir? 

Bu sorunun yanıtı belki de daha düşündürücü olacaktır. O nedenle Türkiye'nin siyasal istikrarının biran önce sağlanması oldukça yaşamsaldır. 

V.SONUÇ 

1950'li yıllardan itibaren giderek ivmesini hızlandıran ekonomik gelişmeye yönelik çabalar, ülkeleri maliyeti yüksek yatırımlara yöneltmiş; eldeki kaynaklardan yararlanma çabalarının yoğunlaşmaya başlaması sınırdaş ülkeler arasında yeni sorunların ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. Ülkelerin daha çok kaynak kullanma isteğine koşut olarak, kıt kaynaklara olan talep artmış ve aralarında çıkan sorunların temelinde çoğunlukla bu kıt kaynaklar yer almıştır. Nitekim Güney komşularıyla arasındaki su paylaşımına yönelik sorunlar, Türkiye'nin sınıraşan sularından Fırat ve Dicle üzerinde Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirmeye başlamasıyla belirmiştir. Türkiye'nin özellikle yıllardır ihmal edilişi ve geri kalmışlığının şikayet konusu edildiği Güney Doğu Bölgeleri için yaşamsal değeri olan ve ülkenin ekonomik potansiyelini geliştirmek açısından büyük önem taşıyan bu proje ilerledikçe, su sıkıntısı çekecekleri konusunda endişeleri artan Suriye ve Irak, tepkilerini çeşitli boyutlarda göstermiş ve göstermektedirler. 
 Türkiye ile aşağı çığır ülkelerinden Suriye ve Irak arasındaki bazı temel anlaşmazlıklar göze çarpmakta, bunlarda çözümsüzlüğün bir kader olarak 
belirmesine neden olurken, uluslararası hukukta sınıraşan sularla ilgili çok net bir kabulün bulunmaması, çözüm sürecinin uzamasına katkıda bulunmaktadır. 
Suyun Türkiye'den kaynaklanıyor olması, Suriye ve Irak'a karşı önemli bir koz olarak değerlendirilebilmektedir. Özellikle su kaynakları Irak'a göre çok daha az 
olan Suriye, Türkiye'ye bağlımlı olmaktan duyduğu rahatsızlıkla suya karşı terör kozunu kullanmak istemiştir. 

Güney komşularımızın, özellikle Suriye'nin uluslararası hukuka ve insanlığa aykırı politikalara bel bağlamasına karşın, Türkiye sertlik yanlısı bir politika izlememekte dir. Bunu ekonomik çıkarlarını dikkate alma gerekliliğine bağlamak olasıdır. Çünkü Türkiye'nin ihracat yaptığı ülkelerden önemli bir bölümünü Arap ülkeleri oluşturmaktadır. Türkiye'nin uyguladığı bu pasif politikaya bir diğer gerekçe de dış dünyanın alışılmadık bir uygulamaya göstereceği tepkiden çekinmesi gösterilebilir. Burada 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında Türkiye'ye yöneltilen tepkilerin henüz belleklerden silinmemesi nin etkisi var denilebilir. 
Türkiye'nin en büyük yanılgısı, kendisini haklı gördüğü konularda girişimci olmayışıdır. Olumsuz etkilerini halen hissettiren ve kalıcı bir çözüme henüz ulaştırılamayan Kıbrıs Sorunu'nun başlangıcında, haklılık tezi ile konuya gereken hassasiyetle yaklaşmayan Türkiye'ye karşın; dünya kamuoyunu etkilemek için, uluslararası platformları propaganda fırsatı olarak değerlendiren Yunanistan, kolaylıkla harekete geçebildiği bir kamuoyu desteğine sahip olabilmiştir. 

Bu konuda hayli geciken Türkiye en haklı olduğu tezlerinde uluslararası kamuoyunu iknada zorluk çekmektedir. 

Kıbrıs Sorunu konusundaki deneyimi Türkiye'nin bekle-gör politikasından çok şey kaybedeceğinin delilidir. Türkiye bir kez daha hataya düşmemek için Ortadoğu'da giderek önemli bir soruna dönüşeceğinin sinyallerini veren "sınıraşan sular" konusunu ciddiye almalı ve geçmişteki hataları yinelenmemelidir. Sınıraşan sular sorununa ilişkin gerçekçi politikalar oluşturmaktaki başarı, çözümde de başarıyı getirecektir. 

Sınıraşan sular konusunda Türkiye'nin alması gereken önlemlerin başında teröristlerle aynı safta bulunan ülkelere karşı dünya kamuoyunu harekete 
geçirmek gelmelidir. Türkiye geri kalmışlık paradoksundan kurtulacaksa, bunun ilk adımı GAP'ı yaşama geçirmek olacaktır. Bu nedenle Ortadoğu politikasını 
tekrar değerlendirilmeli ve PKK-GAP pazarlıklarına ortam oluşturacak yanlışlara fırsat verilmemelidir. Son dönemde İsrail'le olan işbirliği çalışmaları, Arap Dünyası'nı her ne kadar rahatsız etse de, Türkiye'nin Ortadoğu politikasındaki tercihinin netleşmesinin en açık işareti ve ikili askeri anlaşmalarla çevreleme politikası izleyen komşu ülkelere karşı önemli bir kozdur. 

Atatürk'ün "Yurtta Barış, Dünyada Barış" idealine ulaşmada Ortadoğu'da sağlanacak başarı önemli bir adım olacaktır. Bu adımı atabilmek büyük ölçüde 
"Suda Barış, Bölgede Barış" özleminin giderilmesiyle olasıdır. 

KAYNAKÇA 

AKMANDOR, Neşet; PAZARCI, Hüseyin; KÖNİ, Hasan (1994); Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, TESAV Yayınları, Yayın No:4, Ankara. 
ALACAKAPTAN, Aydın G. (1993); "Sınıraşan Sularımız Dicle ve Fırat'ın Arap Komşularımızla Büyük Sürtüşmelere Neden Olmaları Beklentileri Abartılıdır" Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayıncılık, Yayına Hazırlayan: Sabahattin Şen, İstanbul. 
BAHÇACI, Çınar (1995); Türkiye'nin Ortadoğu'ya Yönelik Dış Politikası, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara. 
BULLOCH, John; DARWISH, Adel (Ocak 1994); Su Savaşları, Altın Kitaplar Yayınevi, 1.Basım, İstanbul. 
CANBOLAT, İbrahim S. (1993); "Yeni Dünya Düzeni'nde Ortadoğu ve Türkiye Gerçeği", Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayınları, İstanbul. 
CHALABI, Hassan; "Fırat'ın Suları ve Uluslararası Kamu Hukuku" Ayna Dergisi, Kış 1993-Bahar 1994, Sayı 2, "Conference Implications" tarafından çevrilmiştir. 
ERGİL, Doğu (Aralık-Ocak 1990); "Ortadoğu'da Su Savaşları Mı?" Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: XLV, Not 4. 
İNAN, Kamran (1995); Hayır Diyebilen Türkiye, 2.Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul. 
İNAN, Kamran (1993); Dış Politika, Ötüken Neşriyat A.Ş, Kültür Serisi:73, İstanbul. 
KUT, Gün (1994); "Türk Dış Politikasında Su Sorunu", Türk Dış Politikasının Analizi, Derleyen: Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul. 
MANGO, Andrew (1995); Türkiye'nin Yeni Rolü, Türkçesi: Erhan Yükselci-Şükrü Demircan, Ümit Yayıncılık, Ankara. 
ÖZCEL, Berk (Güz 1993); "Güvensizlik Kurbanı: Ortadoğu Barış Suyu Projesi", Ayna. 
REGUER, Sara (January 1993); "Controversial Waters: Exploitation Of The Jordon River, 1950-1980", Middle Eastern Studies, Vol.29, No:1, pp. 
53-90, Published By Frank Cass, London. 
TEPLER-DREZON, Marcia (April 1994); "Contested Waters And The Prospects For Arab-Israeli Peace", Middle Eastern Studies, Vol. 30, 
No:2, pp. 281-303 Published By Frank Cass, London. 
TURAN, İlter (1993); "Sunuş", Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayıncılık, Yayını Hazırlayan:Sabahattin Şen, İstanbul. 
Turkish Review Of Middle East Studies, Formerly Puplushed as" Studies On Turkısh-Arab Relations", 1993, İstanbul. 

GAZETELER 

İSTANBUL TİCARET GAZETESİ, Sayı 1911, 24 Mayıs 1996. 
YENİ YÜZYIL GAZETESİ, 9 Haziran 1996. 
MİLLİYET GAZETESİ, 22 Haziran 1996. 
 

***

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRI AŞAN SULARIMIZ., BÖLÜM 1

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRI AŞAN SULARIMIZ., BÖLÜM 1 

su kaynakları, A. Nazmi ÜSTE,Fırat, Dicle,Hidrolik Enerji,sanayi gelişimi, sınıraşan sular,Türk Dış politikası,

A. Nazmi ÜSTE (*) 
(*) Araş. Gör. D.E.Ü. İ.İ.B.F.Kamu Yönetimi Bölümü 

ÖZET 

Su, 21. Yüzyıla yaklaştığımız şu günlerde uluslararası politikada dikkate alıması gereken bir olgu olarak belirmiştir. Özellikle hızlı nüfus artışı, sanayi 
gelişimi, teknolojik yenilikler su kullanımını arttıran bir gelişmeye neden olmuştur. 
Bu şartlar altında özellikle su kaynakları kıt kaynaklar çatısı altına yerleşmiştir. 
Çalışma, Orta Doğu gibi su açısından son drece yetersiz bir bölgenin önemli su kaynakları olan Fırat ve Dicle merkezine oturtulmuş, bu çerçevede uluslararası 
ilişkiler ve Türk Dış politikası değerlendirilmiştir. Ayrıca çalışmada TBMM’de konuya ilişkin olarak yapılan bir anket çalışması ve değerlendirilmesi yer almaktadır. 

I.GİRİŞ 

21.Yüzyıla yaklaştıkça su, "ekolojik denge içinde ekonomik büyüme"nin ve "sürdürülebilir kalkınma"nın en önde gelen faktörü olma özelliğini 
kazanmaktadır. İnsanlık tarihinde dönem dönem bazı doğal kaynaklar öne çıkmakta ve çağın gelişimini etkilemektedir. Nitekim; 19.yüzyılda kömür, 
20.yüzyılda petrol, endüstriden ulaşıma kadar toplumlardaki bütün sektörleri etkilemiş, yönlendirmiş ve ayakta durmalarını sağlamıştır (Ayna, Yaz/Güz 1994, s:34). 
Günümüzde yaşanan nüfus patlaması, ekonomik büyüme ve teknolojik gelişim, kaynak kullanımını etkilemekte; bu gelişime koşut olarak öne çıkan doğal kaynaklar da değişmektedir. Geçmiş dönemlerin doğal kaynaklarından farklı olarak su öncelik kazanmaya ve "uluslararası kriz"in önemli bir konusu 
durumuna gelmeye başlamıştır. Dünya nüfusunun %40'ının, birden fazla ülke arasında paylaşılan nehirlerin çevresinde yaşamakta olduğu dikkate alındığında, 
suyun uluslararası politikadaki yeri daha belirginleşecektir. 

Su, Türkiye'nin de içinde bulunduğu coğrafyada geçmişten kalan ve geleceğe uzanan bir miras görünümündedir. Bölgede hızla artan nüfus, doğal kaynaklara ve özellikle suya duyulan gereksinimi arttırmış, yaşanan istikrarsızlıklar ile, optimal ve sürdürülebilir kullanım koşullarının oluşturulamaması sonucunda, su kaynakları yetersiz bir duruma gelmiştir. 

Suyun kıt bir kaynak olduğunun yoğun olarak hissedilmesiyle beraber, Ortadoğu ve sorundaşı bölgelerde, bu kaynaktan maksimum yararlanma olanakları incelenmeye ve bu yönde politikalar üretilmeye başlanmıştır. 

Özellikle iki veya daha çok ülkenin sınırlarını aşarak başka bir ülke topraklarına akmaya devam eden ve "sınıraşan sular" (trans boundry rivers) olarak 
isimlendiren nehirleri kapsayan coğrafyada yer alan ülkeler arasında gergin ilişkilerin olduğu dikkat çekmektedir. Türkiye ve güney komşuları arasındaki 
ilişkileri bu çerçevede değerlendirmek yanlış olmayacaktır. 

Türkiye, Suriye ve Irak'ın da sınıraşan sular üzerinde gerçekleştirmeye çalıştıkları projeler zaman içerisinde paylaşım sorunlarına yol açmış; 

Özellikle Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirme çabaları, Suriye ve Irak tarafından endişe ile karşılanmıştır. 
Sınıraşan sularımızdan Fırat ve Dicle ile; Suriye'den Türkiye'ye akan Asi Nehri çerçevesinde oluşan ülkelerarası politikalar ve bunların global uzantılarının ele alındığı çalışmada, su sorununun güncel boyutundan çok, gelecekteki öneminin vurgulanması amaçlandığından, konuya ışık tutabileceği düşüncesiyle T.B.M.M'de milletvekilleriyle yaptığımız bir anket çalışmasına da yer verilmiştir. 

Kısır siyasal çekişmelerin kıyasıya yaşandığı Türkiye'nin iç politika açmazına, önemsenmediği takdirde giderek bir sorunlar yumağına dönüşeceğe benzeyen dış politika açmazı da eklenecektir. Kendi içinde güçsüz bir siyasal tablo sergileyen Türkiye, içten ve dıştan yönelen tehditler için elverişli bir ortam yaratmaktadır. İstikrarsız bir iç politika ile istikrarlı dış politika üretilemeyeceği gibi; dış sorunların çözümü iç sorunların çözümünden bağımsız değildir. Bu itibarla Türkiye'nin öncelikli sorununun içeride güçlenmek olduğu açıktır. 

Sorunlar kıskacının her geçen gün daha daraldığı dış politika gündemimizde, sınıraşan sular kendisini giderek daha çok hissettirecek bir sorun olmaya aday konudur. Bu çalışma, konunun önemine dikkat çekmekte katkı sağlayabilir ve daha kapsamlı araştırmaları özendirebilirse amacına ulaşmış olacaktır. 

II. ORTADOĞU'DA SINIRAŞAN SULARIN DAĞILIMI 

Belki de suyun kıt bir kaynak olduğunu en iyi bilenler Ortadoğu'da yaşayan insanlardır. Dünyada bir çok bölge için su bir "sorun" görünümündeyken, Ortadoğu'da "casus belli" olarak düşünülebilir (Tepler, 1994, s:281). 
Ortadoğu'daki su kaynaklarına coğrafi bir açıdan bakıldığında Lübnan'ın siyasi sınırlarından doğup Akdeniz'e dökülen Litani ve daha küçük olan Awali Irmakları dışında tüm kaynaklar sınıraşan su durumundadır. 

Sınıraşan sulardan Fırat, Dicle, Asi, Ürdün ve Yarmuk nehirleri yataklarının geçtiği ülkeler arasında sürekli bir gerginlik yaratmışlardır . 

Ürdün Nehri'nden ve bunun önemli kolu olan Yarmuk'tan Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün yararlanmaktadır. Asi Nehri Lübnan, Suriye, Irak ve Türkiye'den 
geçerek Akdeniz'e akarken; Fırat, Türkiye'den doğup Suriye ve Irak sınırlarını geçer ve Irak'ta Dicle'yle birleşir. Dicle ise Fırat'la birleştiği Şattül-Arap'a 
gelene kadar doğduğu Türkiye'den Irak'a geçer, Irak'ta yine Türkiye'den doğan Büyük Zap ve Irak'tan doğan Küçük Zap'la birleşir. 

Ürdün Nehri'nin yıllık su miktarı 1,5 milyar m3/s iken; Asi Nehri'nin 1,2 milyar m3/s; Fırat ve Dicle'nin ise sırasıyla 35,6 milyar m3/s ve 48,7 milyar 
m3/s olmak üzere toplam 83,3 milyar m3/s düzeyindedir. Bu durumda, Ortadoğu'nun yerüstü su kaynaklarının tamamı yılda 86,8 milyar m3/s'den 
ibarettir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:12). 

Görüldüğü gibi Ortadoğu'daki akarsuların önemli bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti 'nin sınırları dahilinden kaynaklanmaktadır. Dikkat çeken bir diğer olgu, Arap devletlerinin nehirlerinde akan suyun yaklaşık %85'inin Arap olmayan ülkelerden gelmesidir (Bulloch ve Adel, 1994, s:16). 

 Sorunun giderek güncel boyut kazanması, Türk-Arap ilişkilerine ilişkin toplantı veya konferansların gündemlerinde köklü değişiklikler yaratmıştır. 

Arap Birliği Araştırmalar Merkezinin (CAUS) organize ettiği ve 1969'da ilki gerçekleşen toplantılarda genelde Türk-Arap ilişkilerinin geçmişi konuşulmuşken, 15-18 Kasım 1993 tarihli toplantıdan sonra (Beyrut Semineri) ilk olarak günümüzdeki durum ve geleceğe ilişkin görüş alışverişleri dikkat çekmiştir (Turkısh Review of Middle East Studies, 1993, s:268). 

Kaynakları elinde bulunduran Türkiye için su, Araplara karşı kullanılabilecek önemli bir kozdur. Ancak şu noktaya da dikkat çekmek gerekir ki, aralarında sorunlar yaşayan Arap ülkelerini biraraya getirebilecek en önemli etken Arap olmak değil, susuz kalmaktadır. 

III. TÜRKİYE, SURİYE VE IRAK'IN GEREKSİNİM DUYDUKLARI SU MİKTARLARI, KULLANIM HAKLARI, TALEPLERİ VE " DE FACTO " 

Türkiye'nin Ortadoğu ile irtibatlı ve "sınıraşan sular" (trans boundry rivers) kavramıyla açıklanabilen nehirlerinden Fırat, Dicle ve ayrıca Suriye'den doğup Türkiye'ye giren Asi Nehirleri'nin yataklarını paylaşan ülkeler arasında sürekli bir anlaşmazlık ve güvensizlik ortamı söz konusudur. Türkiye'nin Fırat ve Dicle'nin sularından yararlanması, Irak ve Suriye'yi sürekli tedirgin etmektedir ve bu ülkeleri, Fırat ve Dicle üzerinde yapılmak istenen en küçük bir tasarrufa dahi inceleme yapmaksızın tepki gösterir duruma getirmiştir (Turan,1993, s:13). 
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu zenginleştirecek, refahı artıracak suya ilişkin her proje, kendilerinin o oranda yoksullaşacağı korkusu ile Irak ve Suriye'yi, Türkiye'ye yönelik baskı politikaları uygulamaya itmiştir. Arap ve dünya kamuoyunu harekete geçirmekten, toplumsal ve ekonomik her türlü alana 
kadar uzanan bu baskı yöntemleri içinde, belki de Türkiye açısından en rahatsız edici olanı, Suriye'nin PKK terörizmini bir karşı koz olarak pazarlık masasına 
sürdüğü iddiasıdır (Ergil, 1990,s:54). 

Karşılıklı görüşmelerde tüm tarafların kabullenebileceği bir sonuca henüz ulaşılmış değildir. Farklı yorumlarla ele alınan uluslararası hukuk kuralları, çözüm üretimine beklenen katkıyı sağlayamamıştır. Konunun hukuksal boyutlarının üzerinde durulması bu konuda yapılan yorumların doğruluk derecesini ortaya çıkarabilmek açısından yararlı olacaktır. 

A- Uluslararası Hukuk ve Sınıraşan Sular 

Türkiye'nin sınır aşan sulardan kaynaklanan Suriye ve Irak ile yaşadığı sorunlar, önemli ölçüde bu konuya ilişkin hukuksal bir netliğin bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Hukuksal belirsizlik ve bu belirsizliği giderme çabalarının taraf devletlerin işbirliğinden uzak bir şekilde sürdürülmeye çalışılması çözüme ilişkin umutları zayıflatmaktadır. 

Sınıraşan sular ve su sistemlerinin kullanımına ait kapsamlı ve bağlayıcı uluslararası kurallar henüz oluşmamış olmasına karşın, bu konuda literatür ve 
uygulamalar dikkate alınırsa, bazı temel ilkeler oluşturulabilmektedir. Bunlar: Mutlak Hükümranlık (Absolute Sovereignty) ilkesi, Mutlak Bütünlük (Absolute 
Integrity) ilkesi, Karşılıklı Haklar (Correlative Rights) ilkesi, Uluslararası Suların Ortak İdaresi ilkesidir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994 , s:15-16). 

Türkiye bu ilkelerden, "Sınırlı Bölgesel Hükümranlık" ilkesine yakın bir söylem ve tutumu benimsemiştir. Bu ilke gereğince, sınıraşan suların kullanılması diğer ülkelere (Mensab taraf ülkeler) zarar vermemelidir. Türkiye bu ilkeyi benimsemiş olduğunu her fırsatta belirtirken Kamran İnan'ın "Bunlar uluslararası nehir değil (Fırat ve Dicle'yle ilgili olarak), %100 Türk nehirleridir: Kaynaklarını bizim topraklarımızdan alıyorlar..." (Ayna, Kış 1993 / Bahar 1994, s:34) sözlerinde somutlaşan görüşle, bu nehirlerin Türkiye'nin sınırları içinde kalan kısımlarının hükümranlığı hakkında tartışmaya dahi girilmeyeceği vurgulanmaktadır. 

Irak ve Suriye'nin söz konusu ilkelerden "Mutlak Bütünlük İlkesi"ni önemli ölçüde benimsedikleri ve bu doğrultuda hareket ettikleri görülmektedir. 

Burada, sınıraşan nehir sularının doğal miktarını ve kalitesini değiştirecek her türlü faaliyeti yasaklayan bir yaklaşım benimsenmektedir. 
Böyle bir ilkeyi  uygulayabilmek ise, neredeyse olanaksızdır. 

Sınıraşan sulara ilişkin olarak Uluslararası Hukuk Derneği (ILA), 1966 yılındaki Helsinki Toplantısı'nda konulan kuralların düzenlenmesi konusunda önemli bir girişimde bulunarak bazı kuralları kabul etmiştir. Bu kurallar, sınıraşan havza sularının hakça ve makul bir şekilde kullanılması ve bunun için de tüm faktörlerin dikkate alınması gerektiğini tavsiye eder niteliktedir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994,s:17). 

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun kuralların düzenlenmesiyle görevli organı olan Uluslararası Hukuk Komisyonu'nun 1991 yılında hazırladığı raporun Genel Prensipler başlıklı 2. bölümünün 5., 6. ve 7. maddeleri sınıraşan sularla ilgili açılımlara olanak vermektedir. 

Anılan raporun 5.maddesinde "Taraf ülkeler, ülkelerarası bir akarsuyun (veya akarsu sisteminin) kendi ülkelerinde kalan bölümünü hakça ve akılcı bir şekilde kullanacaklardır. İlgili ülkeler uluslararası akarsuyu gerekli koruma koşullarına uygun olarak, optimum yararlanmayı sağlayacak bir biçimde kullanacak ve geliştireceklerdir" (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:18) denilmektedir. İfadeden de anlaşılacağı üzere, 5. Maddede sınıraşan sularla ilgili bir paylaşım söz konusu değildir. Vurgulanan nokta, hakça ve akılcı kullanımdır. Hakça ve akılcı kavramları son derece göreli nitelikte olduklarından bu madde menba yada yukarı havza ülkelerine oldukça geniş bir hareket hakkı sağlamaktadır. Türkiye 5. maddeyi benimserken Suriye ve Irak bu maddeden son derece rahatsızlık duymaktadırlar. 

Aynı raporun 6.maddesi de suların hakça ve akılcı kullanımına ilişkin bölgenin nüfusu, gelişmişlik düzeyi, iklimi, alternatif su olanaklarının teknolojik durumu ve sosyal ihtiyaçları gibi kriterleri vurgularken, bu kavramların göreliliğini ortadan kaldıramamaktadır (Akmandor, Pazarcı, Köni, 1994, s:38). Esasen 6.madde Türkiye'nin savundukları ile çelişmemektedir. Nitekim, Güneydoğu Anadolu Projesi'ne Suriye ve Irak'ın getirdikleri eleştiriler bu madde ile yanıtlanabilir. 
Komisyonun söz konusu raporunun 7.maddesi ise, kıyıdaş ülkelerin birbirlerine "kayda değer zarar" verecek hareketlerden kaçınmalarını ve karşılıklı işbirliği çerçevesinde, bilgi alışverişinde bulunmalarını önermektedir. Aşağı çığır ülkeleri (Irak, Suriye) tarafından öne çıkarılmak istenen bu maddenin esasen, Türkiye'nin iddiasıyla çelişir bir yanı yoktur. 

Türkiye, Suriye ve Irak arasında yaşanan su sorunuyla ilgili en somut olarak nitelendirilebilecek belge 1987'de imzalanan protokoldür. Bu protokol gereğince Türkiye, Fırat'ın sularından saniyede 500 m3/s'ini Suriye'ye bırakmakla yükümlüdür (Ayna, Kış 1993-Bahar 1994, s:43). 

1983'de Türkiye, Suriye ve Irak arasında Ankara'da teknik bilgilerin değiş-tokuşunda üç taraflı bir teknik komite kurulması için anlaşmaya varılmış; 
aynı toplantıda Irak ve Suriye'li temsilcilerin Fırat'ın sularının paylaşımına ilişkin antlaşma önerilerini Türkiye koşullu olarak kabul etmiştir. Anlaşma yapabilmek, yada anlaşma üzerinde tartışabilmek için Türkiye'nin ileri sürdüğü koşul, Dicle ile Suriye'den geçerek Türkiye sınırlarına giren Asi Nehri'nin de gündeme dahil edildiği bir platformun oluşturulmasıdır (Ayna, Kış 1993/Bahar 1994, s:43). 
Türkiye'nin sınıraşan sular sorununu masaya toplu olarak yatırma önerisini ileri sürmesi, Suriye ve Irak tarafından sıcak karşılanmamıştır. 

Bu ülkeler, her nehri ayrı birer sorun yada konu olarak düşünmenin çözüm sürecine katkı sağlayacağını, aksi halde Türkiye'nin önerdiği total çözüm yaklaşımının kendileri açısından tartışılamaz olduğunu belirtmektedirler. 
Türkiye'nin güneydoğusunda yer alan sınıraşan sulara ilişkin hukuki bir konsensusun sözkonusu olmadığını açıkça ortaya koyan bu açıklamalardan da 
anlaşılacağı üzere, çözümden söz etmek oldukça güç görünmektedir. Suriye ile imzalanan ve 500m3/s su vermeyi kabul ettiği 1987 tarihli anlaşmayla çözüme 
yönelik olarak iyi niyetini ortaya koyan Türkiye'nin uluslararası hukuksal teamüller çerçevesinde tavizkar bir tutum içerisine girmesi beklenmemelidir. 

Türk uzmanların konuyla ilgili araştırmalarına göre, esasen günde 500m3/s su miktarı fazladır. Verilmesi gereken su günde 350m3/s olmalıdır (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:62). 

Teknik saptamalar günlük 350m3/s'lik su bırakımını yeterli görmüşken; Türkiye, Atatürk barajında su tutulması işlemini başlattığı 23 Kasım 1989 tarihinden, 13 Ocak 1990 tarihine kadar günlük ortalama 763m3/s su bırakmıştır. 13 Ocak-13 Şubat 1990 tarihleri arasındaki bir aylık sürede de bırakılan su günlük ortalama 509m3/s olmuştur (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:31). Sözkonusu tarihlerin, barajlarda su tutulan ve dolayısıyla Türkiye'nin 500m3/s'lik taahüdünü yerine getiremeyeceğinin iddia edildiği tarihler olması açısından önemlidir. Ayrıca aynı dönemde kuraklığın yaşandığı, yağışların normal miktarların altına düştüğü de dikkate alınmalıdır. 

Suya ilişkin kaygılar, ülkeleri geleceğe yönelik önlemler almak ve politika üretmek konusunda organize olmaya itmektedir. Nitekim, Dünya Bankası, Merkezi Marsilya'da olan Dünya Su Konseyi'ni kurmuştur ve su konusunda dünyadaki tüm görüşleri eşgüdümlemek için Küresel Su Ortaklığı'nı (Global Water Partnership) oluşturmaktadır. Ağustos 1996'da sivil toplum örgütleri Stockholm'de bu ortaklık için toplanacaklardır (Bkz. Milliyet, 22 Haziran 1996, s:18). 

B-Türkiye, Suriye ve Irak'ın Sınıraşan Sular Bağlamında Dış Politikaları. 

Ortadoğu'da su günümüzde en az petrol kadar önemli olmuş, yakın bir gelecek de petrolden çok daha önemli olacağının sinyallerini vermiştir. 
Bu bölgeyi besleyen önemli su kaynaklarına sahip olan Türkiye su sorunundan söz edildiğinde ilk akla gelen ülke durumundadır. Çünkü, Ortadoğu'yu besleyen en 
önemli su kaynakları Türkiye'nin elindedir. Ayrıca Ortadoğu'ya akmayan ancak aktarılabilir olan bazı nehirler de yine Türkiye sınırları dahilindedir (Seyhan, 
Ceyhan, Manavgat v.b.). 

Bu durum başta Suriye ve Irak olmak üzere tüm bölge ülkelerinde rahatsızlık yaratmaktadır. Son dönemdeki gelişmelerden İsrail-Filistin barışı ve Türkiye ile İsrail'in imzaladıkları çeşitli işbirliği anlaşmaları ( son olarak imzalanan 5 yıl süreli askeri eğitimde işbirliği amacını taşıyan anlaşma) özellikle Suriye tarafından tepkiyle karşılanmıştır (Bahçacı, 1995,s:42-43). Güneydoğu Anadolu Projesi'nin hayata aktarımıyla artan gerilim bu tür işbirliği anlaşmalarıyla hat safhaya ulaşmış, gerek Suriye'yi, gerekse Irak'ı Türkiye'ye ellerinden gelen baskıyı uygulamaya yöneltmiştir. 

Başta Arap ve daha sonra dünya kamuoyunu harekete geçirmekten, diplomasiye ve ekonomiye kadar uzanan baskılara koşut olarak, bu ülkeler modern silahları yoğun bir şekilde satın almaya ve ordularını güçlendirmeye çalışmaktadırlar (Ergil, 1990, s:54). Nitekim, petrolden kazandığı geliri silah alımı ve üretiminde yoğunlaştıran Irak yaşanan Körfez Savaşı'nda yenilmiş olmasına karşın önemli bir güç olduğunu göstermiştir. 

Güney komşularımızda yaşanan bu gelişmeler Türk Genelkurmayı'nın herhangi bir Arap ordusundan daha üstün olduğu düşüncesine daha temkinli yaklaşılması gerektiğini ve Türkiye'nin bölgedeki savunma gereksiniminin önemini vurgularken, (Mango,1995,s:136), Türk ordusuna karşı önlemler almaya itmektedir. 

 Türkiye'nin sınıraşan sular sorunuyla ilintili olarak mücadele etmek zorunda kaldığı ve dış politikada olduğu kadar iç politikada da (Bkz. İnan, 1993, s:26-27) dikkat çeken bir diğer olgu PKK terörüdür. En büyük destekçisinin Suriye olduğu bugün herkes tarafından bilinen PKK'nın, (Ergil, 1990, s:68) Suriye tarafından desteklenmesi bölgesel liderliğe soyunmuş olan Hafız Esad'ın politikasının bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. 

GAP kapsamında atılan her adım Suriye'yi gittikçe artan bir oranda Türkiye'ye muhtaç etmektedir. Yapılan her baraj Suriye'nin yaşam damarlarına atılan bir düğüm olmakta ve bu düğümü çözecek tek ülke de, Türkiye olarak belirmektedir. Hafız Esad, Türkiye'ye bu denli bağlanamamanın yollarını aramakta ve bu yollardan birinin de PKK kartını elinde bulundurmaktan geçtiğini düşünmektedir. 

Böylece GAP'ı sabote etmeyi ve pazarlıklardan maksimum kar elde edebilmeyi planlamaktadır. Sabotaj maddeten olmasa bile, toplumsal boyutta eşdeğer bir külfetin Türkiye'nin sırtına yüklenmesi amaçlanmaktadır (Ergil, 1990, s:69). 

"Bir Büyük İnsanlık Projesi" olarak lanse edilen GAP, kapsamındaki 22 Baraj, 19 Hidroelektrik santrali ve 1,7 milyon hektar alanı sulayabilecek şebeke sistemiyle Türkiye'nin Güneydoğu'sunda yaşanan bir çok sorunu halledebilecek ve ülke ekonomisine de önemli katkılar sağlayacaktır (İstanbul Ticaret Gazetesi, 17 Mayıs 1996,s:7). 

***

29 Eylül 2020 Salı

21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 4

21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 4


Türkiye'nin, Enerji ve dış politika ekseninde izlediği politika ve stratejilerinin bir diğer önemli kısmını Ortadoğu bölgesi oluşturmaktadır. Ortadoğu bölgesi dünyanın en zengin petrol kaynaklarının bulunduğu bölgelerden biridir. Türkiye, Ortadoğu ülkelerine yönelik politikalarını belirlerken, bölge ülkeleri ile uzlaşma içerisinde bir siyaset izleyerek özellikle ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi yönünde politikalar geliştirmiştir. Son yıllarda uluslararası aktörlerin müdahaleleri ve Suriye'de var olan iç savaş bu gelişimi zorlaştırmış olmasına rağmen bölge ülkeleri ile ekonomik ilişkilerin devamı sağlanmaya çalışılmaktadır. İran ile yapılan petrol ve doğalgaz enerji ticaretinin yanı sıra Irak bölge olarak kilit rol üstlenmektedir. 

Yaklaşık 115 milyar varil petrol rezervi ve günlük 2 milyon varil kapasitesi olmasına karşı bu üretim kabiliyetinin % 90'nını kullanamayan Irak önemli bir yer tutmaktadır. Aynı zamanda Irak, Ortadoğu ve Arap yarımadasına açılan önemli bir kapıdır. Irak'ta, kriz zamanında yaşanılan sıkıntılar ve Hürmüz Boğazı'nın kapatılması gibi etkenlerden dolayı petrolün kuzeye doğru aktarılma perspektifi oluşmuştur. Bu durum Türkiye'nin, Kerkük boru hattı ve bölgenin diğer petrol hatları için Ceyhan'ı terminal yapma hedefi için önemli bir avantajdır. Türkiye, Kerkük petrol boru hattına paralel bir hat ile Irak doğalgazını değerlendirmek istemektedir. 

Ayrıca, Trans-Anadolu arasındaki boru hattı projesi de tamamlandığında Türkiye, kuzey ve güney arasındaki köprüyü büyük ölçüde tamamlamış olacaktır. 

Türkiye, 21'inci yüzyılda var olan enerji savaşında küresel ve bölgesel aktörler ile ikili ve çoklu ilişkilerini maksimum seviyede tutarak ''Büyük Türkiye'' olma hedefi doğrultusunda belirlediği enerji hedefi olan ''Enerji koridoru ve Eneri Merkezi'' konumunda ülke olabilmek için istikrarlı ve kararlı bir dış politika izlemek hedefindedir. Dünya da var olan güç savaşının enerji üzerine kuruması ve Türkiye'nin bu güç savaşında arzuladığı konumu ve gücü yakalayabilmek için dünya enerji savaşındaki hamleleri iyi analiz etmek çabasındadır. Elde ettiği argümanlar ile en sıhhatli dış politika eksenini oluşturmak ve özellikle küresel ve bölgesel aktörlerin güç mücadelesindeki dengeleri gözeterek kendi menfaatleri doğrultusunda başarılı olacak politikalar izlemek amacındadır. Türkiye öncelikle fosil kaynak yetersizliğini, enerji kayıpları ve yenilenebilir enerjinin üretimdeki az olan yeri gibi sorunlarına sahiptir. Bunun yanında enerjinin transferi için terör sorunu,boğazlar ve Akdeniz'de kıta sahanlığı gibi uluslararası sorunlar ile karşı karşıyadır. 21.yüzyılda verilen enerji savaşında Türkiye hedefleri çerçevesinde öncelikle belirlediği sorunları gidermek ve giderdiği sorunları ile dış politikasında güçlü ve kararlı yol izleyerek var olan enerji savaşında ''Enerji Merkezi ve Koridoru'' olarak dünyadaki konumunu güçlendirmek hedefindedir. 

3. SONUÇ 

Bu çalışma, gelişen süreç içerisinde enerjinin ülkelerin sürdürülebilir kalkınmaları ve dünya güç dengelerinde yerini alabilmesi için oluşturacağı stratejiler ve bu stratejiler eksenli oluşturulacak, dış politikalarının ana eksenin de enerjinin stratejik konumuna değinilmiştir. Özellikle, 21'inci yüzyılın, ana gündemi ve nedeni olan enerji kaynakları üzerinde yaşanan güç savaşında küresel ve bölgesel aktörlerin enerji politikalarına ve bu politikalar doğrultusunda Türkiye'nin enerji hedefi, geliştirdiği politikalar ve oluşturduğu enerji politikalarının komşuları ile ilişkilerine etkisinden bahsedilmiştir. Çalışmadan anlaşıldığı gibi Türkiye, enerji bağımlısı bir ülkedir. Yetersiz fosil kaynak yapısı ve enerji verimliliğinin düşük seviyelerde olması, gelişmekte olan yapısı ve sürdürülebilir kalkınmasının kapsamında, enerji ihtiyacının giderek artacağı tespit edilmiştir. Türkiye, fosil kaynak yetersizliğinin etkisini en aza indirgeyebilmek için yenilenebilir enerji kaynaklarından maksimum verim elde edebilmek amacındadır. Çıkartılan kanunlarla yerli ve yabancı yatırımcıların ilgisini çekerek iç piyasada bir enerji çeşitliliği ile yatırımları arttırmak istenmiştir. Türkiye'nin, yenilenebilir enerji potansiyeli oldukça yüksektir ve Kyoto protokolü çerçevesinde temiz enerjiye yönelişi arttırarak enerji çeşitliliğini arttırmaya çalışmaktadır. Hidroelektrik santraller, Rüzgâr santralleri ve Güneş santrallerinden elde edebileceği önemli miktarda enerji potansiyeli bulunmaktadır. Bu potansiyelden yararlanabilmek için Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) ve benzer kurumların araştırmalarını en doğru şekilde yaparak, kurulacak olan tesislerden maksimum verim elde etmek zorundadır. Türkiye, iç politikasında bu hedeflerde iken, enerji politikaları ekseninde ortaya koyduğu vizyon ve hedef,  ''Enerji Merkezi ve Koridoru olan Merkez Ülke'' olmaktır. 

Türkiye'nin, coğrafi konumu ve dünya enerji kaynaklarını incelendiğinde   Türkiye'nin dünya fosil enerji kaynaklarının büyük bir kısmına sahip olan Ortadoğu, Orta Asya bölgelerine yakınlığı ve aynı zamanda enerji aburu Avrupa ülkeleri ile arasında merkez köprü olacak bir konumda da olduğu gerçeği ile karşılaşılmaktadır. 

Enerji bağımlılığının, dış politikalarında kısıtlayıcı bir etki yaratmasına karşı  jeo stratejik konumu ile bu kısıtlılığın önüne geçebilme imkânına sahiptir. 

Türkiye, dünyada verilen enerji savaşında küresel ve bölgesel aktörler ile yakın ilişki içerisindedir. ABD, Rusya ve AB arasında ki güç savaşında belirleyici rol üstlenmek ve dünyada ki konumunu güçlendirmek isteyen Türkiye, aynı zamanda bölge ülkeleri ile ikili ve çoklu ilişkiler kurarak hedeflerine ulaşmak isterken, bölgesel aktörler ile rekabet halindedir. 

ABD, Soğuk Savaş döneminden sonra yakaladığı tek süper güç konumunu   kaybetmemek için içinde bulunduğumuz çok kutuplu güç sisteminde kendisine tehlike oluşturacak bir yapılanmanın önüne geçme hedefi içerisindedir. 

AB enerji oburu bir topluluktur. Özellikle, toplum refahının ve sürdürülebilir  kalkınmanın temeline oturan enerjiye bağımlılığı AB'nin yumuşak karnıdır. İzlediği politikalar ile öncelikle enerji arz güvenliğini sağlamak hedefindedir.  Rusya, SSCB'nin dağılmasından sonra 21'inci yüzyılın temel gündem maddesi olan enerji kaynaklarına sahip olması, Ortadoğu ve Orta Asya bölgelerine yakınlığı ve bölge ülkeleri ile olan ilişkileri ile oluşan yapısını enerji süper gücü olarak kullanarak tekrar dünya süper gücü olmak hedefindedir. 

    Türkiye, küresel güçlerin bu güç savaşı içerisinde aktif bir rol izlediğini  görmekteyiz. Özellikle komşu ülkeleri ile geliştirdiği ilişkileri ve beraberin de oluşturduğu büyük projeler ile Doğu-Batı ve Kuzey-Güney enerji koridoru, Enerjide merkez ülke olma hedefi için güçlü adımlar atmıştır. Bir tarafı üretici kaynak ülkeler, diğer tarafı enerji oburu tüketici ülkelerle çevrili olan Türkiye, coğrafi konumunu etkin kullanarak geliştirdiği projeleri kazan-kazan politikasını benimseyerek hayata geçirmektedir. 

Türkiye bu süreç içerisinde en önemli avantajı olan jeopolitik konumu ve özellikle  bölge ülkeleri ile olan tarihsel ve kültürel dinamiklerini harekete geçirmesi    hedeflediği ''Büyük Türkiye'' vizyonuna ulaşmasındaki en önemli argümanıdır. Son olarak Türkiye, dünya siyasetini, bölgesel gelişmeleri ve özellikle dünya enerji teknolojileri ve kaynaklarını doğru analiz ederek anlamalı ve hedefleri  doğrultusunda geliştirmekte olduğu konumunu, sürdürülebilir kalkınması için enerji politikalarına yansıtarak gelişmiş ülkeler seviyesine çıkmanın yolunu bulmalı ve geliştirdiği teknolojileri, projeleri ve güçlü konumunu kullanarak dünyaya milli güç unsuru olarak servis etmeli ve dünya aktörleri içerisinde yerini almalıdır. 

KAYNAKÇA 

AKOVA, İsmet(2008). "Yenilenebilir Enerji Kaynakları". Nobel Yayın Dağıtım. Ankara. 

Arı Tayyar(2004), Irak, İran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, Alfa Yayınları, İstanbul, 224. 

ATAMAN, A.Rüya(2007). "Türkiye'de Yenilenebilir Enerji Kaynakları". Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 

      Kamu Yönetimi ve Siyaset Anabilim Dalı. Ankara. ss. 97. 

Aydoğan Metin(2003), AB'nin Neresindeyiz?: Tanzimattan Gümrük Birliğine, İstanbul, Kum Saati Yayınları, s. 170. 

BERNAL, Richard L(2002). "The Aftershock of 9/11: Implications for Globalization and World Politics". University of Miami. The Dante B. Fascell 

     North-South Center. Working Paper Series. Paper No: 10. September. 

Best Antony, H.M.Hanhimaki, Joseph A. Maiolo, Kirsten E. Schulze(2006), Uluslararası Siyasi Tarih, Yayın Odası, İstanbul, : 219. 

BRZEZİNSKİ, Zbigniew(2012). "Strategic Vision: America and the Crisis of Global Power". New York Basic Books. 

Çevre ve Orman Bakanlığı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü(2011), “Çevre ve Temiz Enerji:''Hidroelektrik”, Haz.,Özcan DALKIR ve Elif ŞEŞEN, Ankara, MRK 

     Matbaacılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti., : 14. 

Çolakoglu Selçuk(2004). “Şanghay İşbirliği Örgütü’nün Geleceği Ve Çin”, Uluslararası İlişkiler, Cilt:1 Sayı:1, s.177. 

Dünya Enerji Konseyi Türk Milli Komitesi(2013), Enerji Raporu. 

EDİGER, Ş.V(2007). "Enerji Arz Güvenliği ve Ulusal Güvenlik Arasındaki İlişki". Enerji Arz Güvenliği Sempozyumu. Genel Kurmay ATASE Başkanlığı. Stratejik 

     Araştırma ve Etüt Merkezi (SAREM). Genelkurmay Basımevi. YayınNo. 47. Ankara. 

ENERJİ ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı(2012). "Hidroelektrik Enerjisi Nedir?".          http://www.eie.gov.tr/yenilenebilir/h_hidrolik_nedir.aspx 

Etemoğlu, A.B. ve İşman, M.K.(2004),‟Enerji Kullanımının Teknik ve Ekonomik Analizi”, Mühendis ve Makine Od.'’, Cilt 529, s.19-23. 

European Comission (2000), Annex 1,'' Tecnical Background Document - Security of Energy Supply'' ,(Summary), Green Paper, COM (769) 

İsmail Hakkı İşcan(2002). Küresel Değişimin Getirdiği Yeni Stratejilerle Enerji Güvenliği Sorunu ve Türkiye. Avrasya Etütleri, 22: 87-117 

Pamir Necdet(2005). AB’nin Enerji Sorunsalı ve Türkiye, Stratejik Analiz Dergisi, Cilt No 6, Sayı 67, Kasım. 

Karluk, R.(2002). Türkiye Ekonomisi, Beta Basın Yayım, Ankara, s.239- 255. 

SATMAN, Abdurrahman(2006). "Dünya Enerji Kaynakları". Türkiye Enerji ve Kalkınma Sempozyumu. TASAM. Nisan. 

UEA (2012) - World Energy Outlook. 

UĞURLU, Örgen(2006). "Türkiye'de Çevresel Güvenlik Bağlamında Sürdürülebilir Enerji Politikaları". Yayımlanmamış Doktora Tezi. Ankara Üniversitesi Sosyal 

     Bilimler Enstitüsü Sosyal Çevre Bilimleri Anabilim Dalı. Ankara. 

ÜNAL, Mustafa(2011). "Rus Dış Politikasında Enerjinin Rolü ve AB Enerji Politikasına Etkisi". Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü AB ve Uluslararası Ekonomik İlişkiler Anabilim Dalı. Ankara. 

Vladimir Putin (2005). '' Opening Address to the Meeting of Security Council of Russia on the Role of Russia in Guaranteeing International Energy Security'', 22 December. 


***

21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 3

 21. YÜZYILIN ENERJİ DENKLEMİ VE TÜRKİYE, BÖLÜM 3


2.3. Rusya'nın Enerji Politikaları 

SSCB'nin dağılmasının ardından yenidünya düzeni oluşmaya başlasa da Rusya,  SSCB'nin dünya ya mirası olarak kalmıştır. Rusya, Aralık 2005'teki Ulusal Güvenlik Konseyi toplantısında kendine ''enerji süper gücü'' olma hedefi koymuştur ve V. Putin tarafından dünya kamuoyuna resmen ilan edilmiştir.(Putin, 2005) Rusya, süper güç olma hedefleri doğrultusunda ülke politikasını ve bu eksen çerçevesinde dış politikasını özellikle V. Putin iktidara gelmesi ile birlikte enerji kaynakları üzerine kurgulamış, enerji konusunda büyük atılımlar ve yatırımlar yaparak Gazprom'u dünya şirketi haline getirmiştir. 

Rusya, özellikle kendi kaynaklarını ve dünya enerji kaynaklarının büyük bir kısmına sahip olan Ortadoğu ve Orta Asya bölgelerindeki hâkimiyetini muhafaza ederek ağırlıkla Orta Asya enerji kaynaklarını dünya pazarına kendi üzerinden ulaştırmak istemektedir. Rusya'nın bölgeye yönelik dış politikasının temel hedefi istikrar, sınır güvenliği ve işbirliği olmuştur.(Çolakoğlu, 2004) Rusya'nın enerjiye ve enerji güvenliği üzerine olan politikalara vermiş olduğu ağırlık bu politikaların doğru kullanılmasıyla elde edilecek siyasi ve ekonomik güç ile tekrar süper güç olma yolunda şansını ve ihtimalini arttırmaktadır. Bu nedenle, Rusya'nın enerjiye ve enerji güvenliği üzerine olan politikalara vermiş olduğu ağırlık bu politikaların doğru kullanılmasıyla elde edilecek siyasi ve ekonomik güç ile tekrar süper güç olma yolunda şansını ve ihtimalini arttırmaktadır.(Unal, 2011) 

Rusya'nın yapısını incelediğimiz zaman gelişiminde ve dış politikasın da enerjinin kapladığı hacmi tahmin etmek zor olmayacaktır. Rusya'nın geçmişten günümüze gelen tarihsel misyonu ve sahip olduğu enerji potansiyeli nedeniyle dünyada ve bulunduğu bölgede stratejik bir güçtür. Bu stratejik konumunu güçlendirmek ve 21.yüzyılda yaşanan enerji savaşı içerisinde enerji güvenliğini sağlamak için daha devletçi politikalar izlemektedir. Bu politikalar özellikle doğalgaz üretimi ve boru hatlarıyla dağıtımı, sektöründeki üstünlüğünü koruması anlamına gelmektedir.(Ediger, 2007) 

Rusya'nın izlediği sert ve devletçi politikalar AB ve ABD gibi diğer küresel  rakiplerini rahatsız etmektedir. AB'nin Rusya'ya alternatif üretme çabasına, Rusya ''böl ve yönet'' stratejisi ile karşılık vermektedir. Birlik üyeleri ile ikili şekilde enerji anlaşmaları yapan Rusya, Birliğin bütünsel etkisini kırmak ve kendisine olan bağlılığını arttırmak istemektedir. Kuzey Akım projesi ile Almanya'ya doğalgaz akışı sağlaması ve bunu ikili anlaşma eşliğinde yapması ve Bulgaristan ve Yunanistan ile Güney Akım projesi yapması, uyguladığı bu strateji üzerinde önemli birer örnektir. Ayrıca SSCB'nin dağılması ile bağımsızlıklarını kazanan Orta Asya bölge ülkeleri ile direk temas halinde olarak hâkimiyetini sürdürmek istemektedir. 

Bölge ülkelerinin dünya pazarına açılan kapısı olmak ve böylelikle Orta Asya bölgesinin enerji güzergâhını ve kaynak hâkimiyetini elinde bulundurmak istemektedir. 11 Eylül olayları ile Amerika'nın Afganistan'a yerleşmesi ve son yıllarda Türkiye'nin bölgeye olan ilgisi ve geliştirdiği politikaları hayata geçirmesi Rusya'nın bölge hâkimiyetine zarar vermiştir. Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan temelli oluşturulan Bakü-Tiflis-Ceyhan(BTC) petrol boru hattı ve Bakü-Tiflis-Erzurum(BTE) doğalgaz boru hattı, Rusya'nın bölge üzerindeki hâkimiyetine zarar veren önemli gelişmelerdir. BTC' ye Kazakistan'ın da katılması ve petrol aktarması bölgede gelişen yeni siyasi hareketliliğin belirtisidir. Bölge ülkeleri Rusya dışında alternatifleri değerlendirerek tam bağımsızlık için adım atmaktadırlar. Rusya, tüm yaşananlara rağmen bölgenin en önemli gücü olmaya devam etmektedir. Özellikle Nabucco projesinin hayata geçirilmesini engelleme çabaları ve Orta Asya bölgesi için AB, Türkiye ve ABD ile verdiği rekabette Çin ve İran odaklı strateji izlemesi güçlü bir stratejik hamledir. Rusya'nın, Güney Osetya'yı işgal etmesi, Kırım'ın işgali gibi sıcak çatışma ortamları yaratmasının temelinde bölge üzerindeki enerji savaşında hâkim güç olduğunu göstermek istemesidir. 

Ortadoğu ve İran, Rusya için çok önemli konumdadır. İran'daki nükleer program  içerisinde aktif yer alması, İran üzerindeki ambargo zamanında İran ile arasındaki iyi ikili ilişkileri koruması, Rusya'yı bölgede etkin kılan nedenlerden biridir. Bu nedenle, İran enerji kaynaklarının batıya aktarımı konusunda batı ile ilişkileri iyi ve batının kontrolünde bir İran oluşumunu asla istememektedir. Ayrıca Rusya'nın son olarak Ortadoğu bölgesinde ABD öncülüğünde AB ve Türkiye'nin etki alanının gelişmesini kendisinin ülke menfaatlerine ters düştüğünden hareketle bölgede silahlı bir müdahale ile taraf olması yaşanılan enerji savaşında gerilimin bir hayli artmasına neden olmuştur. ABD, AB'nin Rusya üzerinde uyguladığı yaptırımlar karşısında ekonomik olarak zorlanmasına karşın Rusya'nın, Çin ile yapmış olduğu uzun süreli enerji anlaşması ise bir nebze nefes almasını sağlamıştır. Çin ile izlenen bu stratejik yakınlaşma ileride Rusya ve Çin arasında güçlü bir ikili rekabet oluşmasına zemin hazırlama riskini barındırmaktadır. Rusya'nın yaşadığı ambargoyu kendine fırsat bilen Çin hem artan enerji talebini daha ekonomik karşılama imkânı bulmuş hem de Rusya ile kurduğu stratejik ortaklık ile Orta Asya bölgesine yakınlaşmıştır. 

Rusya yaşadığı ekonomik sıkıntılara rağmen askeri ve mevcut kaynak gücü ile  21.yüzyılın enerji savaşında üstün yanları olan güçlü bir aktör gözükmektedir. Fakat ekonomisinin yarısından fazlasının enerji kaynaklarının gelirlerine bağlı olması, alt yapı verimsizliği zayıf tarafları olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüm bunlara rağmen Rusya, 21. yüzyılın yaşadığı enerji savaşında gerek bölgeye yakınlığı gerek mevcut gücü gerekse tarihsel bütünlüğü göze alındığında en önemli küresel aktörlerden biri olarak daima yaşanan enerji savaşının içerisinde güçlü bir aktör olarak bulunacaktır. 

2.4. Çin'in Enerji Politikaları 

Çin, enerji tüketiminde ABD'den sonra gelen ve son yıllarda ortalama %9-11 büyüme hızı ile dünya denkleminde etkin rol alma kabiliyetinde olan güçlü ülkedir. Çin, 1979 yılından itibaren ekonomik büyümeye önem vermiş ve bunun içinde kurduğu ekonomik bağlarla savaş ve çatışmalardan kaçınarak ''Barışçıl Kalkınma'' stratejisi çerçevesince bir dış politika oluşturmuştur. Ekonomik kalkınma ve askeri gücüyle ve barışçıl stratejisi sayesinde bölgede hızla büyüyerek ve küresel denklem içerisinde hâkimiyet kurma eğilimi içerisindedir. Bu anlamda, Kafkasya ve Orta Asya bölgesindeki yatırımları ile dikkat çekmektedir. 

Çin, özellikle enerji arzı noktasında rezervlerini doğru kullanma eğiliminde  olmuştur. Buna rağmen artan yurtiçi enerji talebi karşılamakta zorlanan Çin, 2035 yılında enerji ithalatının %70'in üstüne çıkacağı düşünülmektedir. Sera gazı problemlerine rağmen en büyük rezerv kaynağı olan kömür santralleri ile enerji arzını iç dinamikleri ile sağlamaya çalışırken, bölgede yaptığı yatırımlarla  büyümesine ve enerji arzı noktasında ihtiyaçlarını karşılama çabasındadır. Çin, 1990'lı yıllarda başlayan enerji sektöründeki özelleştirmeye dayalı yapılandırma çalışmalarını başlarken, 1998'den itibaren de petrolde devlet kontrolünü güçlendirmeye çalışmaları yapmıştır. Orta Asya ve Ortadoğu bölgelerinde Rusya ve ABD ile çatışmaktan uzak bir siyaset izleyen Çin, bölgede Batı ve Rus şirketlerinin verimli görmedikleri bölgelere devlet destekli firmalarını sokarak yayılma politikası uygulamıştır. 

Çin'in bu politikaları yakın vade de bir tehlike gözükmese de uzun vade de Türkiye, Rusya ve İran'ın Orta Asya bölgesi için en çetin rakip olarak, tehlikeli boyutlara gelecek bir rekabetin ana unsuru olacaktır. ABD'nin, İran'a uyguladığı ekonomik ambargo karşısında ılımlı bir politika izleyen Çin, ABD'yi karşısına almadan İran ve Rusya yanlısı bir politika izleyerek, İran ile petrol karşılığında teknoloji, mühendislik hizmetleri, silah ticareti gibi ticaret yollarını ilerletip İran'dan enerji temin etmektedir. Çin izlediği u barışçıl siyaset ile hem Ortadoğu hem de Orta Asya enerji pazarlarına güçlü ve rahat şekilde giriş yapma şansına sahip olmuştur. 

ABD'nin, Rusya üzerinde kurduğu ambargodan yararlanan Çin, 40 yıllık süre ile 30 milyar m³'lük anlaşması ile Rusya'yı rahatlatırken, kendine de sürekli bir enerji akışı anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşma ile Orta Asya pazarına önemi bir etki yapan Çin bölge enerji kaynaklarının eksen kayması içinde alternatif oluşturmuştur. 

AB ve ABD'nin uyguladığı yaptırımlara karşı, Çin'in bu yapmış olduğu anlaşma bir bakıma da dünya aktörlerine meydan okuma anlamını ve varoluşunu dile getirmek olarak algılanabilir. Çin'in küresel güç olma ve sürekliliğini sağlamada belirlediği barışçıl ve yumuşak dış politikası ile bölgedeki hâkimiyet alanını genişletmesinin yanı sıra büyümenin getirdiği riskliliği verimliliğe dönüştürerek minimize edebilmesi ve içyapısındaki düzensizlik ve dengesizliği çözümleme yeteneği büyüme ve küresel aktör olan, Çin'in gizli sırrı olarak ayrıca analiz edilmesi gereken bir özelliğidir. Çin var olan dinamik gücü ve izlediği politikalar ekseninde 21.yüzyılın enerji savaşında dikkatle izlenmesi gereken bir aktördür. 

2.5. Türkiye'nin Enerji Politikaları 

 Türkiye mevcut enerji kaynakları göz önüne alındığında kendi kendine yetebilen bir ülke değildir. Ayrıca hızla artan enerji ihtiyacını karşılamak durumundadır. Türkiye, enerji kaynakları adına kısıtlı olmasına karşı, jeopolitik konumu ve gelişen teknoloji, yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırımı ile bunu en asgari koşullara indirme şansı bulunan bir ülkedir. Fakat Türkiye'nin çok uzun yıllara dayanan bir enerji stratejisi yoktur. Uzun yıllara dayanan Soğuk Savaşın, ideolojik kutuplaşması veya 1980-1988 yılları arasında süren İran-Irak savaşı gibi dış etkenlerin yanında, 1970 ve 1980'ler süresince kırılgan bir iktisadi yapısının olması, iç etkenler, uzun yıllar boyunca geniş çaplı ve uzun soluklu bir enerji politikasının geliştirilememesin de önemli sebeplerdendir. Özellikle dünya enerji rezervlerinin büyük bir kısmına sahip komşu ülkeler ve bölge ülkeleri ile kurulamayan ilişkiler bugün oluşturulmak istenen dış politika ve ticaret için dezavantaj olarak gözükmektedir. 

Türkiye'nin, son yıllarda izlediği ''komşularla sıfır sorun'' politikası ve istikrarlı  büyüyen ekonomik ve siyasi yapıya sahip olan bir ülke olması transit potansiyelini ve ticari yatırımlar için uygunluğunu ön plana çıkartmaktadır. Ayrıca tüketici konumundaki ülkelerin enerji ihtiyacı kadar üretici olan ülkelerinde pazar ve tüketici ihtiyacı söz konusu olduğu enerji denkleminde hem kendi pazarı hem de Avrupa pazarına açılan güvenli ve ekonomik güzergâh oluşu önemli bir avantaj oluşturmaktadır. Sahip olduğu bu avantajlı potansiyeli ile Türkiye, jeostratejik konumu ile bir enerji koridoru olarak kullanmaya çalışmaktadır. İzlediği doğru dış politikalar, ikili ve çoklu enerji anlaşmaları ile enerji çeşitliliğini sağlayarak enerji arz güvenliğini temin etmek istemektedir. 

Türkiye'nin hedeflediği ''Büyük Türkiye'' vizyonu içerisinde ki enerji politikasının  hedefi ''Enerji Merkezi ve Koridoru'' olarak açıklaması ve bunun içinde coğrafi konumunu avantaj olarak ön plana çıkarması mevcut konjonktür içerisinde doğru bir eğilimdir. Bu jeostratejik konumu ve enerji hedefi içerisinde Balkanlar, Orta Asya ve Ortadoğu bölgelerinin Türkiye'nin enerji politikaları için içerdiği anlamları şu şekilde özetleyebiliriz. 

Balkanlar; Türkiye'nin dış politikası içerisinde geliştirdiği enerji politikasının en önemli sütunlarından bir tanesidir. Şöyle ki, Enerji üretimi, enerjinin taşınması gibi etkenlerin ekseninde ülkelerin yaşamış olduğu en büyük sorun olan pazar sorunun sonlanabilmesi için var olan en önemli pazar olan Avrupa ülkelerine açılan kapıdır. 

Ortadoğu; Siyasi dengesizliklerin yanı sıra Ortadoğu, küresel güçlerin enerji  savaşlarına adres olmuş en önemli bölgedir. Büyük enerji kaynaklarına rağmen istikrarsız siyasi yapısı ve oluşumları ile stratejik bir konumdadır. Türkiye'nin enerji arz güvenliği için kaynak ve Arap yarım adasına açılan kapısı olması Ortadoğu bölgesinin önemini arttırmaktadır. 

Orta Asya; Ortadoğu'dan sonra Kafkasya tarih boyunca en ciddi enerji savaşları na ev sahipliği yapmıştır. SSCB'nin tarihe mal oluşunu takip eden günler de yeni Rusya'nın bölgedeki etkinliğini kaybetmemek için girişimleri, Çin'in bölgedeki boşluktan yararlanarak yaptığı manevralar, ABD'nin ve batı dünyasının aynı çerçevede fırsatlardan yararlanmak üzere devreye girişi ve Ankara'nın oluşturduğu enerji politikaları kapsamında tarihi, kültürel ve reel politik dinamikleri ile rekabetin politik anlamda yaşandığı en şiddetli arenadır. 

 Türkiye bölgesel uzantıları ile üç farklı düzlemin merkez noktasında olan bir ülke olarak bu coğrafi konumunu enerji hedefleri içerisinde oluşturduğu dış politikalarında kullanarak avantaj elde etme şansına sahiptir. Türkiye oluşturduğu dış politikalar ile açmaz ve açılımlarıyla sahip olduğu bu üç ayrı bölgenin ortak avantajlarını birleştirerek küresel bir enerji terminali ve gücü olma şansına sahiptir. 

Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin en önemli önceliği sürdürülebilir kalkınmayı istikrarlı şekilde sağlamak ve artmakta olan enerji ihtiyacını en doğru çalışmalar ve dış politikalarla, bağımlılıktan kurtulmayı sağlamaya yönelik çalışmalar yaparak karşılamaktır. Türkiye konumu itibariyle, batının en doğusunda, doğunun da en batısında ve kuzey, güney eksenin tam ortasında, dünya enerji kaynaklarının yaklaşık % 70'ine sahip olan, kuzeyde Rusya, doğusunda Orta Asya ülkeleri ve güneydoğusunda Ortadoğu bölge ülkelerine komşu olan stratejik önemi muazzam bir ülkedir. İçerisinde bulunduğu coğrafyada aynı zamanda etnik, dini ve kültürel olarak etkinliğe sahip ve doğrudan bağları olan bir ülkedir. Bu coğrafya için ünlü stratejist, Zbigniew Brezinski vurguladığı ''Avrasya Bölgesi Güç Dengesi'' dünyanın geleceği ve jeostratejik dengeler ve oluşacak küresel güç dengeleri için en belirleyici faktörlerden biridir.(Brzezinski, 2012) Söylemi, son yıllar da bu coğrafyanın en hızlı büyüyen ve güçlenen devleti olarak, 21'nci yüzyılın enerji savaşında konumu ve yapısı itibariyle dikkat edilesi önemli bir konumdadır. 

Türkiye, jeopolitik konumu, tarihsel misyonu ve mevcut potansiyeli göz önüne  alındığında büyüyen ekonomisi ile G-20 ülkeleri içerisinde olması ve beraberin de ''Büyük Türkiye'' vizyonu ile dünyanın gelişmiş ilk 10 ülkesi içerisine girme hedefine ulaşmak için rasyonel ve stratejik politikalar uygulaması durumunda bu hedeflerine ulaşacak güce sahiptir. Türkiye, dış politika çerçevesini belirleyerek ilk somut adımı, 2011 yılında ''Türkiye'nin Enerji Stratejisini'' Türk Dış Politikasını şekillendiren AB ve NATO ile ilişkiler gibi ana konular içerisine dâhil ederek atmıştır. Bu bağlamda, Türkiye'nin enerji politikalarını, iki eğilim üzerinde incelemek mümkün olabilir. 

İlki enerji arz güvenliğini temini için enerji çeşitliliğini arttırarak ithal enerji bağımlılığında kaynak riskini minimize edecek politikalar oluşturarak belirlediği vizyon çerçevesinde, Doğu-Batı ve Kuzey-Güney hatları üstünde toplayarak enerji koridoru ve enerji merkez ülkesi hedefine ulaşmak. 

İkincisi ise, kendi mevcut enerji potansiyelini harekete geçirerek var olan fosil enerji kaynaklarını, yenilenebilir enerji kaynaklarını maksimum derecede üterime sokmak ve enerji kayıplarının önüne geçerek, enerji verimliliğini maksimum düzeye ulaştırmak hedefindedir. 

Türkiye, belirlediği hedefler doğrultusunda, enerji politikası kapsamı içerisinde enerji arz güvenliğini sağlamak ve jeopolitik konumunu kullanarak hedefi ''Enerji Koridoru ve Enerji Merkezi'' olmaktır. 21'inci yüzyılın, küresel boyutta olan enerji savaşında, küresel ve bölgesel aktörler ile çetin bir rekabet içerisindedir. Türkiye, ithal bağımlılığı gibi dezavantaj içeren sorunlara sahip olsa da, mevcut jeopolitik konumu ve tarihsel misyonu gereği önemli bir role ve avantaja da sahiptir. 

Dünya'nın, özellikle fosil kaynaklar olarak en önemli rezerv kaynağına sahip olan Orta Asya ve Ortadoğu bölgelerine yakınlığı ve ithal enerji bağımlılığı olan Avrupa ülkeleri içinde, köprü konumunda olması, enerji merkezi ve koridoru hedefine ulaşabilmesi için güçlü bir argümandır. SSCB'nin dağılmasından sonra eski gücünden uzak kalan Rusya, gelişen enerji kaynakları ile tekrar süper güç olmak için enerjiyi kullanmasına karşı, Türkiye hedefleri doğrultusunda, uluslararası desteği de alarak özellikle Rusya'nın bölge hâkimiyetine alternatif olabilmek için, Orta Asya Cumhuriyetleri'nin (OAC), ''engelsiz surette tasarruf edebilecekleri, enerji kaynaklarının uluslararası piyasalara serbestçe ve farklı güzergâhlardan nakledilmesini desteklenmesi''(T.C. Dışişleri Bakanlığı, 2011) düşüncesini benimsemiştir. 

Türkiye'nin Hazar Havzası'nın enerji kaynaklarına ulaşması ve Orta Asya ülkeleri ile ilişki kurmak istediği başta ABD ve AB tarafından desteklenmesi ile ideal bir durumu oluşturmuştur. Özellikle, Azerbaycan ile arasındaki ''Tek millet, İki Devlet'' söylemli ortak dış politika ile oluşan uygun zemin ile Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol (BTC) boru hattı ve Bakü-Tiflis-Erzurum (BTE) doğalgaz boru hatlarının hayata geçirilmesini kolaylaştırmıştır. Böylece Türkiye'nin bölge ülkelerinin enerji kaynaklarının dünya pazarına sunulması için Rusya'ya alternatif olma imkânı tanımıştır. Bu projelerin önemi, geçmişten günümüze gelişen tarihsel süreçte Rusya'nın bölge etkinliğini kullanarak, Türkiye'nin izlediği bölgeye ulaşma politikalarının başarısızlıkla sonuçlanmasına son vermesi ve bölge ülkeleri ile enerji ticareti için ilk sıcak temasın kurulmasına imkân verdiği için çok önemlidir. 

Orta Asya enerji kaynakları için Rusya en büyük bölgesel güç olmasına rağmen Türkiye bu bölge için Rusya kadar Çin ile mücadele edecektir. Artan enerji talebi ile Çin, bölge ülkeleri için güçlü bir pazar konumundadır. Nitekim Türkmen gazının İran üzerinden istenilen şekilde temin edilememesinin en önemli nedeni başta ABD ve Avrupa ülkelerinin, İran üzerinde uyguladıkları ambargo ve izolasyon nedeni olması ve var olan kaynakların batı eksenli değil, doğu eksenli eğilim göstermesine neden olmasıdır. 

Türkiye için Orta Asya bölgesi enerji kaynaklarına ulaşma hedefinde bölge ülkeleri ile olan ikili ve çoklu ilişkiler, oluşturulan projelerin hayata geçebilmesi için son derece önemlidir. Aksi halde, başta Kazakistan petrolü, Türkmenistan doğalgaz kaynakları, İran örneğinde yaşandığı gibi enerji talebi büyüyen Çin, Hindistan gibi ülkelerin artan pazar etkisiyle eksen kayması riskine neden olabilir. Yaşanılacak herhangi bir eksen kayması Türkiye'nin, enerji koridoru ve enerji merkezi olma hedefine derin zararlar verecektir. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***