Dicle etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dicle etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Ekim 2020 Perşembe

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ., BÖLÜM 2

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRAŞAN SULARIMIZ., BÖLÜM 2 


su kaynakları, A. Nazmi ÜSTE,Fırat, Dicle,Hidrolik Enerji,sanayi gelişimi, sınıraşan sular,Türk Dış politikası,GAP,Suriye,PKK,Benjamin Netenyahu,
Arap Zirvesi,

"1984'te başlatılan Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), memleketimizi gelecek yüzyıla taşıyacak muhteşem bir eserler manzumesidir. Dünyada bu çapta bir projeyi göze alabilecek az memleket vardır. Atatürk Barajı'nı gören yabancı ziyaretçiler, devlet adamları, bana, "Türkiye bununla nereye varmak istiyor? 
diye sorar, hayranlıklarını gizleyemezdi..." (İnan, 1995, s:66) 
Sözleriyle Kamran İnan projenin görkemini ve dış dünyanın bakış açısını açık bir şekilde vurgulamaktadır. 

Dış dünyanın Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndeki vatandaşlarımızla ilgili olarak sık sık gündeme getirdikleri "insan hakları", "yaşam koşulları", "fırsat eşitsizlikleri" gibi sorunların çözümünü destekler görünürken, GAP gibi tüm bu olumsuzlukları giderebilecek "Bir İnsanlık Projesi"ne destek vermemeleri kesinlikle çelişik bir durumdur. Bu durum, Suriye ve Irak'ın GAP'a yönelik olarak geliştirdikleri uluslararası kamuoyu oluşturma girişimlerinde Türkiye'den daha başarılı olduklarının açık bir kanıtıdır. Belki de bunun için tüm Ortadoğu liderleri içinde en zekisinin Hafız Esad olduğu savunulmaktadır (Bkz.John Bulloch, Adel Darwish, 1994, s:55). Ne var ki Esad bu zekasını barışcı bir yolda kullanmayı tercih etmemektedir. 

Suriye dikkate alındığında, Irak daha uzlaşmacı bir politikaya sahiptir denilebilir. Bu belki de, petrol gelirlerinin etkisiyle projelere ağırlık vermesinden kaynaklanmış tır. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 6 Ağustos 1990 tarihli ambargo kararına karşın Irak hareket alanında bir takım tarımsal projelere devam etmiş ve tarım üretimini 1987'ye göre, 1990 sonunda %70 arttırabilmiştir (John Bulloch, Adel Darwish, 1994, s:126). Ancak, Irak'ın Körfez Savaşı'nın etkisinden henüz kurtulamamış ve su sorunu yeteri derecede yaşamamış haliyle sergilediği tutum yanıltıcı olmamalıdır. Çünkü henüz GAP tamamlanmamıştır ve Dicle'den şimdiye kadar engelsiz yararlanan Irak, Dicle üzerinde inşa edilecek olan Batman, Dicle ve Kralkızı Barajları'nın etkisini hissetmemiştir. 

GAP'ın Dicle bölümündeki çalışmalar tamamlanınca Irak'ın bugünkü kadar yumuşak politika uygulamayabileceğini Türkiye'nin dikkate alması ve bu 
doğrultuda hazırlıklı olması gerekmektedir. Irak yönetiminin başında halen Saddam Hüseyin'in bulunduğu da dikkate alınırsa konunun önemi ortadadır. 
GAP, Türkiye'nin çağı yakalama yarışındaki en büyük kozudur; hatta, birçok toplumsal ve ekonomik sorunu çözebilecek, dış politikada güç ve prestij 
kazandırabilecek kadar büyük bir kozdur denilebilir. 

Güney komşularımızın GAP'a endeksli barış önerilerini kabul etmek ve böyle bir anlaşmaya imza atmak neredeyse Sevr'e imza atmak kadar "yıkıcı" ve "bölücü" olabilecektir. Bu komşularımızın Türkiye'ye karşı "Arap Birliği" çabaları günümüzde hız kazanmıştır. Türkiye'nin İsrail'le imzaladığı "Askeri Eğitim İşbirliği Anlaşması"nı öne çıkararak sık sık toplanan Arap liderler İsrail ve Türkiye'ye karşı olan tavırlarına netlik kazandırmaktadırlar. Özellikle İsrail'deki son seçimleri sağcı Benjamin Netenyahu'nun kazanmasının ardından yoğunlaşan Arap zirvelerinden çıkan kararlar Arap Birliği'ne gidişin işaretlerini vermiştir. 

Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, Suriye lideri Hafız Esad ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah arasında gerçekleştirilen iki günlük zirvede, 21-23 Haziran 1996 da Kahire'de genişletilmiş bir Arap zirvesinin yapılması kararlaştırılmış ve zirveye Irak dışındaki tüm Arap ülkeleri davet edilmişlerdir. 

Bu zirvede Türkiye'nin İsrail'le imzaladığı son anlaşmanın da gözden geçirilmesi gerektiği vurgulanmıştır (Yeni Yüzyıl, 9 Haziran 1996, s:13). 

Kahire'deki Arap Zirvesi'nde Suriye Türkiye'yi, sınırlarına askeri birlik yığmakla suçlamış ve kendisinin İran'la müttefik olduğunu vurgulayıp, Türkiye'nin İsrail'le yapmış olduğu anlaşma konusunda kınanmasını istemiştir. 

Ürdün, Suriye'ye karşı tavır alırken; Mısır, Suriye'nin Türkiye ve İsrail ile olan anlaşmazlıklarından tedirgin olduklarına değinerek, Türkiye'ye ilişkin olumlu görüşlerini belirtmişlerdir. 

Bu toplantıyla ilgili şöyle bir yorum getirilebilir: Arap ülkeleri tüm anlaşmazlıkları na karşın bir araya gelebilmektedirler. 

    Su konusunda ortak bir tavır alamamaları, hiçbir zaman almayacakları anlamına gelmemektedir. Toplantıda belirginleşen bir diğer konu; Mısır, Türkiye ve İsrail gibi Amerikan müttefiki üç ülkenin asgari müştereklerde birleşmeleridir. 

Bunun bölgedeki Amerikan politikasının etkinliğinin göstergesi olduğu söylenebilir. 

C-Bölge Dışı Ülkelerin Politikaları ve Senaryolar 

Ortadoğu, zengin petrol yataklarıyla öteden beri bölge dışı güçlü ülkelerin dış politikalarında bu bölge her zaman öncelikli olarak yer almıştır. 

Bölge ülkelerinin çeşitli çıkar mücadelelerinin yanında, dış kaynaklı güçlerin uygulamaya çalıştıkları politikalar, Ortadoğu'yu çok hassas dengelere 
oturtmuştur. 

Su üzerinde oynanan bölgesel politikalar yanında sıkça bölge dışı ülkelerin de konuya eğilimleri, hatta bölgede kendi politikalarını uygulama çabaları dikkat çekmektedir. Bölgenin petrol kaynaklarının zenginliğinden kaynaklanan bu durumu açıklamak zor değildir. Özellikle güçlü olarak tanımlanabilecek ülkelerin (ABD, Almanya v.b) bölgeye yönelik politikaları, çözüm sürecine bölge ülkelerinin politikalarıyla beraber, hatta daha önde katılmakta ve neredeyse kilitlenmiş bir satranç oyununu anımsatan çözümsüzlüğe katkıda bulunmaktadır. 

Çıkan en küçük bir çatışmayı bu çerçevede değerlendiren bölge dışı söz sahibi ülkeler, çıkarları gerektirdiğinde müdahaleden kaçınmazlar. 
Ancak bu ülkeler böylesine hassas olan bölgede politikalarını büyük bir gizlilik içinde yürüttüklerinden dolaylı amaçları ancak meydana gelen olayların birleştirilmesi sonucu tahmin edilebilmektedir. Bazen de bu tahminler ışığında bir takım senaryolar üretilebilmektedir. 

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra tek süper güç olarak değerlendirilen ABD'nin bölgedeki etkinliğini yadsımak olası değildir. 

Bu gücün farkında olan Fransa, Almanya ve Japonya gibi güçlü ülkeler, petrole duydukları gereksinmelerini de dikkate alarak ABD'ye Ortadoğu politikasında 
destek verme durumunda kalmışlardır (Bulloch, Darwish, 1994, s:16-17). 

Ortadoğu ülkelerinin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmişlik düzeyleri dikkate alındığında, bölge dışı etmenleri değerlendirmeye katmadan politika 
üretemeyecekleri son derece açık görülmektedir. Buradan, sınıraşan sular konusunda Türkiye, Suriye ve Irak'ın aralarında bir çözüme ulaşması, bu 
çözümün başta ABD olmak üzere bölgede etkili diğer güçlü ülkelerin çıkarlarına zarar verilmediği ölçüde mümkün olacağı söylenebilir. 

Bölgede dikkat çeken diğer bir olgu İran'ın ABD faktörüne karşın başına buyruk bir politika izlemesidir. Suriye gibi İran'ın da, politikasının önemli bir kısmını teröre destek vererek devam ettirme çabasında olduğu görülmektedir. 

Bu arada ABD, Ortadoğu dengelerinin ekonomik globalleşmeye uygun olarak yeniden kurulmasını İran'daki rejimin yıkılmasıyla olası görmektedir (Bahçacı, 
1995, s:36). 

İran'ın bölgede etkin bir güç görünümünde olması, bu gücün kaynağının ne olduğu sorusunu gündeme getirmiştir. Batı kaynaklı gelişmiş bir teknolojiyi arkasına almadan böyle bir karşı gelişin olamayacağı düşüncesi, Almanya'nın Ortadoğu'ya ilişkin politikalarındaki son dönemdeki aktivite ile birleşince İran-Almanya dayanışmasının olduğu iddiaları ortaya atılmıştır (Bahçacı, 1995, s:36). 

Amerika'nın Ortadoğu'daki en önemli müttefiklerinden biri olan İsrail'in İran ile ortak sınırlarının olmayışı, İran'a karşı mücadelede ABD açısından bir dezavantaj olarak değerlendirilmektedir. Bu noktada İran'la komşu olan Türkiye, stratejik bir konuma gelmiştir. 1996 Şubat'ı ile ivme kazanan Türk-İsrail yakınlaşmasını bu perspektiften değerlendirmek olasıdır. Böylece ABD'nin desteklediği Türkiye ve İsrail, terörizmi kullanan ve bölgesel istikrarsızlığı körükleyen İran ve Suriye'ye karşı etkin bir baskı oluşturabilecektir (Nokta, 2-8 Haziran 1996, s:12). 

ABD'nin İran'a yönelik politikaları Orta Asya petrollerinin değerlendirilmesinde bir avantaj yakalayabilmeyi de içermektedir. 
Bu arada İran, Orta Asya Cumhuriyetleriyle oldukça önemli bağlar kurmuş bu durumdan yararlanmaya başlamıştır. Açıklamalardan da anlaşılacağı üzere bölgedeki dış kaynaklı politikalar sadece suya endeksli değildir, ancak bu paylaşımın su yakın bir gelecekte önemli bir soruna dönüşeceği anlamına gelmektedir. 

Bölge ülkeleri (Türkiye, Suriye, Irak) çözüm sürecinde önceliklerini gözden geçirirken bölge dışı etmenleri gözardı edemez durumdadır. Gerçi gözardı etmek fiilen olanaksızdır. Çünkü bölgeye aktarılmış, Çekiç güç gibi oldukça önemli, bölge dışı askeri kuvvetler bulunmaktadır. 

Su kaynaklarına sahip Türkiye bu avantajını kullanabilmenin planlarını bu günden yapmalı gerçekleşebilir politikalar üretmelidir. ABD'nin ünlü mühendislik-müteahhitlik firmalarından Brown and Root, Körfez Savaşı sonrası değişen koşullar ve Türkiye'nin bölgedeki değişen rolü çerçevesinde bir projeyle ilgili olarak hazırladığı fizibilite raporunda, Türkiye'nin 2000 yılında bölgenin su imparatoru olacağını, yılda 15 milyar doların üzerinde gelir elde edeceğini iddia ederken; Türkiye açısından oluşabilecek kazanımların yalnızca bir yönünü vurgulamaktadır (Ayna, Güz 93, s:30). 

Türkiye'nin elde edebileceği bu konumun öneminin güçlü ülkeler yanında, bölgesel ülkeler de farkındadırlar. Böylece Türkiye merkezli politikalar hızla üretilmektedir. Bunun en somut göstergelerinden biri komşularımızdan Ermenistan, İran, Irak, Suriye ve Yunanistan'ın PKK terörüne verdikleri destektir (Bahçacı, 1995, s:36). Ayrıca Suriye ve Yunanistan arasında imzalanan işbirliği anlaşmaları Türkiye'yi Doğu ve Batı'dan rahatsız edebilecek yansımalara sahiptir. Aynı zamanda ABD'nin Kuzey Irak'ta Otonom Kürt Yönetimine destek vererek (Canbolat, 1993, s:355) bir Kürt Devleti oluşumuna katkı sağladığı yönünde sıkça ortaya atılan iddialar da dikkate alınırsa; üretilmesi gereken politikanın çözeceği denklemin ne kadar çok bilinmeyeni olduğu ortaya çıkacaktır. 

Türkiye'yi yönetenlerin giderek tırmanışa geçen sorunlar karşısında ne derece duyarlı olduklarını ve hangi konulara öncelik verdiklerini belirleyebilmek amacıyla, 20-24 Mayıs 1996 tarihlerinde, ileriye yönelik tahminlerimize ışık tutabilmek için Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milletvekillerine tek sorulu bir anket çalışması yapılmıştır. 

IV. SINIRAŞAN SULARIN TÜRK DIŞ POLİTİKASINDAKİ ÖNCELİĞİ 

T.B.M.M'nde yaptığımız anket çalışmasında, milletvekillerinin, sınıraşan sular sorununu 2000'li yıllarda Türk dış politikası açısından ne kadar öncelikli 
gördükleri araştırılmıştır. Araştırmada T.B.M.M'nin %50'si hedeflenmiş, ancak %10'luk bir oranda cevap alınabilmiştir. Elde edilen oranın açıklayıcılığı zayıf 
olmakla beraber, yapılan çalışmanın çok yeni olması ve sınıraşan sularımızla ilgili çarpıcı bir bulguya ulaşması nedeniyle incelememiz içinde yer almasında 
yarar görülmüştür. 

Anket çalışmasından elde ettiğimiz sonuçlara göre, Milletvekillerine yöneltilen "2000'li yıllarda Türk Dış Politikası'nın öncelikli sorununun ne olacağı" konusundaki soruyu yanıtlayanların %58'i önceliği sınıraşan sular sorununa vermişlerdir. Türk-Yunan ilişkileri %27 ile su sorunundan sonra değerlendirilmiştir. 

Türki Cumhuruyetlerle ilişkiler %6 ve Rusya ile ilişkiler %4 oranında öncelik taşımış, yanıt veren Milletvekillerinin %5'i ise bu soruyu boş bırakmıştır (Bkz. 
Tablo-I). 

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIR AŞAN SULARIMIZ TABLO 1

Tablo-I bize ileriye dönük olarak olumlu işaretler vermektedir. Milletvekillerinin sınıraşan sular konusundaki duyarlılıkları bizi, Türkiye'nin olası bir krizde hazırlıksız yakalanmayacağı, bu konuyla ilgili politikasını önceden saptayabileceği varsayımına ulaştırmaktadır. 
Ancak düşündürücü bir soru vardır: 
Potansiyel olarak duyarlı milletvekillerinin sıkça yaşanır olan hükümet krizleri nedeniyle düşündüklerini realize edebilme olanakları nedir? 

Bu sorunun yanıtı belki de daha düşündürücü olacaktır. O nedenle Türkiye'nin siyasal istikrarının biran önce sağlanması oldukça yaşamsaldır. 

V.SONUÇ 

1950'li yıllardan itibaren giderek ivmesini hızlandıran ekonomik gelişmeye yönelik çabalar, ülkeleri maliyeti yüksek yatırımlara yöneltmiş; eldeki kaynaklardan yararlanma çabalarının yoğunlaşmaya başlaması sınırdaş ülkeler arasında yeni sorunların ortaya çıkışına zemin hazırlamıştır. Ülkelerin daha çok kaynak kullanma isteğine koşut olarak, kıt kaynaklara olan talep artmış ve aralarında çıkan sorunların temelinde çoğunlukla bu kıt kaynaklar yer almıştır. Nitekim Güney komşularıyla arasındaki su paylaşımına yönelik sorunlar, Türkiye'nin sınıraşan sularından Fırat ve Dicle üzerinde Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirmeye başlamasıyla belirmiştir. Türkiye'nin özellikle yıllardır ihmal edilişi ve geri kalmışlığının şikayet konusu edildiği Güney Doğu Bölgeleri için yaşamsal değeri olan ve ülkenin ekonomik potansiyelini geliştirmek açısından büyük önem taşıyan bu proje ilerledikçe, su sıkıntısı çekecekleri konusunda endişeleri artan Suriye ve Irak, tepkilerini çeşitli boyutlarda göstermiş ve göstermektedirler. 
 Türkiye ile aşağı çığır ülkelerinden Suriye ve Irak arasındaki bazı temel anlaşmazlıklar göze çarpmakta, bunlarda çözümsüzlüğün bir kader olarak 
belirmesine neden olurken, uluslararası hukukta sınıraşan sularla ilgili çok net bir kabulün bulunmaması, çözüm sürecinin uzamasına katkıda bulunmaktadır. 
Suyun Türkiye'den kaynaklanıyor olması, Suriye ve Irak'a karşı önemli bir koz olarak değerlendirilebilmektedir. Özellikle su kaynakları Irak'a göre çok daha az 
olan Suriye, Türkiye'ye bağlımlı olmaktan duyduğu rahatsızlıkla suya karşı terör kozunu kullanmak istemiştir. 

Güney komşularımızın, özellikle Suriye'nin uluslararası hukuka ve insanlığa aykırı politikalara bel bağlamasına karşın, Türkiye sertlik yanlısı bir politika izlememekte dir. Bunu ekonomik çıkarlarını dikkate alma gerekliliğine bağlamak olasıdır. Çünkü Türkiye'nin ihracat yaptığı ülkelerden önemli bir bölümünü Arap ülkeleri oluşturmaktadır. Türkiye'nin uyguladığı bu pasif politikaya bir diğer gerekçe de dış dünyanın alışılmadık bir uygulamaya göstereceği tepkiden çekinmesi gösterilebilir. Burada 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında Türkiye'ye yöneltilen tepkilerin henüz belleklerden silinmemesi nin etkisi var denilebilir. 
Türkiye'nin en büyük yanılgısı, kendisini haklı gördüğü konularda girişimci olmayışıdır. Olumsuz etkilerini halen hissettiren ve kalıcı bir çözüme henüz ulaştırılamayan Kıbrıs Sorunu'nun başlangıcında, haklılık tezi ile konuya gereken hassasiyetle yaklaşmayan Türkiye'ye karşın; dünya kamuoyunu etkilemek için, uluslararası platformları propaganda fırsatı olarak değerlendiren Yunanistan, kolaylıkla harekete geçebildiği bir kamuoyu desteğine sahip olabilmiştir. 

Bu konuda hayli geciken Türkiye en haklı olduğu tezlerinde uluslararası kamuoyunu iknada zorluk çekmektedir. 

Kıbrıs Sorunu konusundaki deneyimi Türkiye'nin bekle-gör politikasından çok şey kaybedeceğinin delilidir. Türkiye bir kez daha hataya düşmemek için Ortadoğu'da giderek önemli bir soruna dönüşeceğinin sinyallerini veren "sınıraşan sular" konusunu ciddiye almalı ve geçmişteki hataları yinelenmemelidir. Sınıraşan sular sorununa ilişkin gerçekçi politikalar oluşturmaktaki başarı, çözümde de başarıyı getirecektir. 

Sınıraşan sular konusunda Türkiye'nin alması gereken önlemlerin başında teröristlerle aynı safta bulunan ülkelere karşı dünya kamuoyunu harekete 
geçirmek gelmelidir. Türkiye geri kalmışlık paradoksundan kurtulacaksa, bunun ilk adımı GAP'ı yaşama geçirmek olacaktır. Bu nedenle Ortadoğu politikasını 
tekrar değerlendirilmeli ve PKK-GAP pazarlıklarına ortam oluşturacak yanlışlara fırsat verilmemelidir. Son dönemde İsrail'le olan işbirliği çalışmaları, Arap Dünyası'nı her ne kadar rahatsız etse de, Türkiye'nin Ortadoğu politikasındaki tercihinin netleşmesinin en açık işareti ve ikili askeri anlaşmalarla çevreleme politikası izleyen komşu ülkelere karşı önemli bir kozdur. 

Atatürk'ün "Yurtta Barış, Dünyada Barış" idealine ulaşmada Ortadoğu'da sağlanacak başarı önemli bir adım olacaktır. Bu adımı atabilmek büyük ölçüde 
"Suda Barış, Bölgede Barış" özleminin giderilmesiyle olasıdır. 

KAYNAKÇA 

AKMANDOR, Neşet; PAZARCI, Hüseyin; KÖNİ, Hasan (1994); Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, TESAV Yayınları, Yayın No:4, Ankara. 
ALACAKAPTAN, Aydın G. (1993); "Sınıraşan Sularımız Dicle ve Fırat'ın Arap Komşularımızla Büyük Sürtüşmelere Neden Olmaları Beklentileri Abartılıdır" Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayıncılık, Yayına Hazırlayan: Sabahattin Şen, İstanbul. 
BAHÇACI, Çınar (1995); Türkiye'nin Ortadoğu'ya Yönelik Dış Politikası, Türk Demokrasi Vakfı, Ankara. 
BULLOCH, John; DARWISH, Adel (Ocak 1994); Su Savaşları, Altın Kitaplar Yayınevi, 1.Basım, İstanbul. 
CANBOLAT, İbrahim S. (1993); "Yeni Dünya Düzeni'nde Ortadoğu ve Türkiye Gerçeği", Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayınları, İstanbul. 
CHALABI, Hassan; "Fırat'ın Suları ve Uluslararası Kamu Hukuku" Ayna Dergisi, Kış 1993-Bahar 1994, Sayı 2, "Conference Implications" tarafından çevrilmiştir. 
ERGİL, Doğu (Aralık-Ocak 1990); "Ortadoğu'da Su Savaşları Mı?" Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Cilt: XLV, Not 4. 
İNAN, Kamran (1995); Hayır Diyebilen Türkiye, 2.Baskı, Timaş Yayınları, İstanbul. 
İNAN, Kamran (1993); Dış Politika, Ötüken Neşriyat A.Ş, Kültür Serisi:73, İstanbul. 
KUT, Gün (1994); "Türk Dış Politikasında Su Sorunu", Türk Dış Politikasının Analizi, Derleyen: Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, İstanbul. 
MANGO, Andrew (1995); Türkiye'nin Yeni Rolü, Türkçesi: Erhan Yükselci-Şükrü Demircan, Ümit Yayıncılık, Ankara. 
ÖZCEL, Berk (Güz 1993); "Güvensizlik Kurbanı: Ortadoğu Barış Suyu Projesi", Ayna. 
REGUER, Sara (January 1993); "Controversial Waters: Exploitation Of The Jordon River, 1950-1980", Middle Eastern Studies, Vol.29, No:1, pp. 
53-90, Published By Frank Cass, London. 
TEPLER-DREZON, Marcia (April 1994); "Contested Waters And The Prospects For Arab-Israeli Peace", Middle Eastern Studies, Vol. 30, 
No:2, pp. 281-303 Published By Frank Cass, London. 
TURAN, İlter (1993); "Sunuş", Su Sorunu, Türkiye ve Ortadoğu, Bağlam Yayıncılık, Yayını Hazırlayan:Sabahattin Şen, İstanbul. 
Turkish Review Of Middle East Studies, Formerly Puplushed as" Studies On Turkısh-Arab Relations", 1993, İstanbul. 

GAZETELER 

İSTANBUL TİCARET GAZETESİ, Sayı 1911, 24 Mayıs 1996. 
YENİ YÜZYIL GAZETESİ, 9 Haziran 1996. 
MİLLİYET GAZETESİ, 22 Haziran 1996. 
 

***

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRI AŞAN SULARIMIZ., BÖLÜM 1

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRI AŞAN SULARIMIZ., BÖLÜM 1 

su kaynakları, A. Nazmi ÜSTE,Fırat, Dicle,Hidrolik Enerji,sanayi gelişimi, sınıraşan sular,Türk Dış politikası,

A. Nazmi ÜSTE (*) 
(*) Araş. Gör. D.E.Ü. İ.İ.B.F.Kamu Yönetimi Bölümü 

ÖZET 

Su, 21. Yüzyıla yaklaştığımız şu günlerde uluslararası politikada dikkate alıması gereken bir olgu olarak belirmiştir. Özellikle hızlı nüfus artışı, sanayi 
gelişimi, teknolojik yenilikler su kullanımını arttıran bir gelişmeye neden olmuştur. 
Bu şartlar altında özellikle su kaynakları kıt kaynaklar çatısı altına yerleşmiştir. 
Çalışma, Orta Doğu gibi su açısından son drece yetersiz bir bölgenin önemli su kaynakları olan Fırat ve Dicle merkezine oturtulmuş, bu çerçevede uluslararası 
ilişkiler ve Türk Dış politikası değerlendirilmiştir. Ayrıca çalışmada TBMM’de konuya ilişkin olarak yapılan bir anket çalışması ve değerlendirilmesi yer almaktadır. 

I.GİRİŞ 

21.Yüzyıla yaklaştıkça su, "ekolojik denge içinde ekonomik büyüme"nin ve "sürdürülebilir kalkınma"nın en önde gelen faktörü olma özelliğini 
kazanmaktadır. İnsanlık tarihinde dönem dönem bazı doğal kaynaklar öne çıkmakta ve çağın gelişimini etkilemektedir. Nitekim; 19.yüzyılda kömür, 
20.yüzyılda petrol, endüstriden ulaşıma kadar toplumlardaki bütün sektörleri etkilemiş, yönlendirmiş ve ayakta durmalarını sağlamıştır (Ayna, Yaz/Güz 1994, s:34). 
Günümüzde yaşanan nüfus patlaması, ekonomik büyüme ve teknolojik gelişim, kaynak kullanımını etkilemekte; bu gelişime koşut olarak öne çıkan doğal kaynaklar da değişmektedir. Geçmiş dönemlerin doğal kaynaklarından farklı olarak su öncelik kazanmaya ve "uluslararası kriz"in önemli bir konusu 
durumuna gelmeye başlamıştır. Dünya nüfusunun %40'ının, birden fazla ülke arasında paylaşılan nehirlerin çevresinde yaşamakta olduğu dikkate alındığında, 
suyun uluslararası politikadaki yeri daha belirginleşecektir. 

Su, Türkiye'nin de içinde bulunduğu coğrafyada geçmişten kalan ve geleceğe uzanan bir miras görünümündedir. Bölgede hızla artan nüfus, doğal kaynaklara ve özellikle suya duyulan gereksinimi arttırmış, yaşanan istikrarsızlıklar ile, optimal ve sürdürülebilir kullanım koşullarının oluşturulamaması sonucunda, su kaynakları yetersiz bir duruma gelmiştir. 

Suyun kıt bir kaynak olduğunun yoğun olarak hissedilmesiyle beraber, Ortadoğu ve sorundaşı bölgelerde, bu kaynaktan maksimum yararlanma olanakları incelenmeye ve bu yönde politikalar üretilmeye başlanmıştır. 

Özellikle iki veya daha çok ülkenin sınırlarını aşarak başka bir ülke topraklarına akmaya devam eden ve "sınıraşan sular" (trans boundry rivers) olarak 
isimlendiren nehirleri kapsayan coğrafyada yer alan ülkeler arasında gergin ilişkilerin olduğu dikkat çekmektedir. Türkiye ve güney komşuları arasındaki 
ilişkileri bu çerçevede değerlendirmek yanlış olmayacaktır. 

Türkiye, Suriye ve Irak'ın da sınıraşan sular üzerinde gerçekleştirmeye çalıştıkları projeler zaman içerisinde paylaşım sorunlarına yol açmış; 

Özellikle Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirme çabaları, Suriye ve Irak tarafından endişe ile karşılanmıştır. 
Sınıraşan sularımızdan Fırat ve Dicle ile; Suriye'den Türkiye'ye akan Asi Nehri çerçevesinde oluşan ülkelerarası politikalar ve bunların global uzantılarının ele alındığı çalışmada, su sorununun güncel boyutundan çok, gelecekteki öneminin vurgulanması amaçlandığından, konuya ışık tutabileceği düşüncesiyle T.B.M.M'de milletvekilleriyle yaptığımız bir anket çalışmasına da yer verilmiştir. 

Kısır siyasal çekişmelerin kıyasıya yaşandığı Türkiye'nin iç politika açmazına, önemsenmediği takdirde giderek bir sorunlar yumağına dönüşeceğe benzeyen dış politika açmazı da eklenecektir. Kendi içinde güçsüz bir siyasal tablo sergileyen Türkiye, içten ve dıştan yönelen tehditler için elverişli bir ortam yaratmaktadır. İstikrarsız bir iç politika ile istikrarlı dış politika üretilemeyeceği gibi; dış sorunların çözümü iç sorunların çözümünden bağımsız değildir. Bu itibarla Türkiye'nin öncelikli sorununun içeride güçlenmek olduğu açıktır. 

Sorunlar kıskacının her geçen gün daha daraldığı dış politika gündemimizde, sınıraşan sular kendisini giderek daha çok hissettirecek bir sorun olmaya aday konudur. Bu çalışma, konunun önemine dikkat çekmekte katkı sağlayabilir ve daha kapsamlı araştırmaları özendirebilirse amacına ulaşmış olacaktır. 

II. ORTADOĞU'DA SINIRAŞAN SULARIN DAĞILIMI 

Belki de suyun kıt bir kaynak olduğunu en iyi bilenler Ortadoğu'da yaşayan insanlardır. Dünyada bir çok bölge için su bir "sorun" görünümündeyken, Ortadoğu'da "casus belli" olarak düşünülebilir (Tepler, 1994, s:281). 
Ortadoğu'daki su kaynaklarına coğrafi bir açıdan bakıldığında Lübnan'ın siyasi sınırlarından doğup Akdeniz'e dökülen Litani ve daha küçük olan Awali Irmakları dışında tüm kaynaklar sınıraşan su durumundadır. 

Sınıraşan sulardan Fırat, Dicle, Asi, Ürdün ve Yarmuk nehirleri yataklarının geçtiği ülkeler arasında sürekli bir gerginlik yaratmışlardır . 

Ürdün Nehri'nden ve bunun önemli kolu olan Yarmuk'tan Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün yararlanmaktadır. Asi Nehri Lübnan, Suriye, Irak ve Türkiye'den 
geçerek Akdeniz'e akarken; Fırat, Türkiye'den doğup Suriye ve Irak sınırlarını geçer ve Irak'ta Dicle'yle birleşir. Dicle ise Fırat'la birleştiği Şattül-Arap'a 
gelene kadar doğduğu Türkiye'den Irak'a geçer, Irak'ta yine Türkiye'den doğan Büyük Zap ve Irak'tan doğan Küçük Zap'la birleşir. 

Ürdün Nehri'nin yıllık su miktarı 1,5 milyar m3/s iken; Asi Nehri'nin 1,2 milyar m3/s; Fırat ve Dicle'nin ise sırasıyla 35,6 milyar m3/s ve 48,7 milyar 
m3/s olmak üzere toplam 83,3 milyar m3/s düzeyindedir. Bu durumda, Ortadoğu'nun yerüstü su kaynaklarının tamamı yılda 86,8 milyar m3/s'den 
ibarettir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:12). 

Görüldüğü gibi Ortadoğu'daki akarsuların önemli bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti 'nin sınırları dahilinden kaynaklanmaktadır. Dikkat çeken bir diğer olgu, Arap devletlerinin nehirlerinde akan suyun yaklaşık %85'inin Arap olmayan ülkelerden gelmesidir (Bulloch ve Adel, 1994, s:16). 

 Sorunun giderek güncel boyut kazanması, Türk-Arap ilişkilerine ilişkin toplantı veya konferansların gündemlerinde köklü değişiklikler yaratmıştır. 

Arap Birliği Araştırmalar Merkezinin (CAUS) organize ettiği ve 1969'da ilki gerçekleşen toplantılarda genelde Türk-Arap ilişkilerinin geçmişi konuşulmuşken, 15-18 Kasım 1993 tarihli toplantıdan sonra (Beyrut Semineri) ilk olarak günümüzdeki durum ve geleceğe ilişkin görüş alışverişleri dikkat çekmiştir (Turkısh Review of Middle East Studies, 1993, s:268). 

Kaynakları elinde bulunduran Türkiye için su, Araplara karşı kullanılabilecek önemli bir kozdur. Ancak şu noktaya da dikkat çekmek gerekir ki, aralarında sorunlar yaşayan Arap ülkelerini biraraya getirebilecek en önemli etken Arap olmak değil, susuz kalmaktadır. 

III. TÜRKİYE, SURİYE VE IRAK'IN GEREKSİNİM DUYDUKLARI SU MİKTARLARI, KULLANIM HAKLARI, TALEPLERİ VE " DE FACTO " 

Türkiye'nin Ortadoğu ile irtibatlı ve "sınıraşan sular" (trans boundry rivers) kavramıyla açıklanabilen nehirlerinden Fırat, Dicle ve ayrıca Suriye'den doğup Türkiye'ye giren Asi Nehirleri'nin yataklarını paylaşan ülkeler arasında sürekli bir anlaşmazlık ve güvensizlik ortamı söz konusudur. Türkiye'nin Fırat ve Dicle'nin sularından yararlanması, Irak ve Suriye'yi sürekli tedirgin etmektedir ve bu ülkeleri, Fırat ve Dicle üzerinde yapılmak istenen en küçük bir tasarrufa dahi inceleme yapmaksızın tepki gösterir duruma getirmiştir (Turan,1993, s:13). 
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu zenginleştirecek, refahı artıracak suya ilişkin her proje, kendilerinin o oranda yoksullaşacağı korkusu ile Irak ve Suriye'yi, Türkiye'ye yönelik baskı politikaları uygulamaya itmiştir. Arap ve dünya kamuoyunu harekete geçirmekten, toplumsal ve ekonomik her türlü alana 
kadar uzanan bu baskı yöntemleri içinde, belki de Türkiye açısından en rahatsız edici olanı, Suriye'nin PKK terörizmini bir karşı koz olarak pazarlık masasına 
sürdüğü iddiasıdır (Ergil, 1990,s:54). 

Karşılıklı görüşmelerde tüm tarafların kabullenebileceği bir sonuca henüz ulaşılmış değildir. Farklı yorumlarla ele alınan uluslararası hukuk kuralları, çözüm üretimine beklenen katkıyı sağlayamamıştır. Konunun hukuksal boyutlarının üzerinde durulması bu konuda yapılan yorumların doğruluk derecesini ortaya çıkarabilmek açısından yararlı olacaktır. 

A- Uluslararası Hukuk ve Sınıraşan Sular 

Türkiye'nin sınır aşan sulardan kaynaklanan Suriye ve Irak ile yaşadığı sorunlar, önemli ölçüde bu konuya ilişkin hukuksal bir netliğin bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Hukuksal belirsizlik ve bu belirsizliği giderme çabalarının taraf devletlerin işbirliğinden uzak bir şekilde sürdürülmeye çalışılması çözüme ilişkin umutları zayıflatmaktadır. 

Sınıraşan sular ve su sistemlerinin kullanımına ait kapsamlı ve bağlayıcı uluslararası kurallar henüz oluşmamış olmasına karşın, bu konuda literatür ve 
uygulamalar dikkate alınırsa, bazı temel ilkeler oluşturulabilmektedir. Bunlar: Mutlak Hükümranlık (Absolute Sovereignty) ilkesi, Mutlak Bütünlük (Absolute 
Integrity) ilkesi, Karşılıklı Haklar (Correlative Rights) ilkesi, Uluslararası Suların Ortak İdaresi ilkesidir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994 , s:15-16). 

Türkiye bu ilkelerden, "Sınırlı Bölgesel Hükümranlık" ilkesine yakın bir söylem ve tutumu benimsemiştir. Bu ilke gereğince, sınıraşan suların kullanılması diğer ülkelere (Mensab taraf ülkeler) zarar vermemelidir. Türkiye bu ilkeyi benimsemiş olduğunu her fırsatta belirtirken Kamran İnan'ın "Bunlar uluslararası nehir değil (Fırat ve Dicle'yle ilgili olarak), %100 Türk nehirleridir: Kaynaklarını bizim topraklarımızdan alıyorlar..." (Ayna, Kış 1993 / Bahar 1994, s:34) sözlerinde somutlaşan görüşle, bu nehirlerin Türkiye'nin sınırları içinde kalan kısımlarının hükümranlığı hakkında tartışmaya dahi girilmeyeceği vurgulanmaktadır. 

Irak ve Suriye'nin söz konusu ilkelerden "Mutlak Bütünlük İlkesi"ni önemli ölçüde benimsedikleri ve bu doğrultuda hareket ettikleri görülmektedir. 

Burada, sınıraşan nehir sularının doğal miktarını ve kalitesini değiştirecek her türlü faaliyeti yasaklayan bir yaklaşım benimsenmektedir. 
Böyle bir ilkeyi  uygulayabilmek ise, neredeyse olanaksızdır. 

Sınıraşan sulara ilişkin olarak Uluslararası Hukuk Derneği (ILA), 1966 yılındaki Helsinki Toplantısı'nda konulan kuralların düzenlenmesi konusunda önemli bir girişimde bulunarak bazı kuralları kabul etmiştir. Bu kurallar, sınıraşan havza sularının hakça ve makul bir şekilde kullanılması ve bunun için de tüm faktörlerin dikkate alınması gerektiğini tavsiye eder niteliktedir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994,s:17). 

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun kuralların düzenlenmesiyle görevli organı olan Uluslararası Hukuk Komisyonu'nun 1991 yılında hazırladığı raporun Genel Prensipler başlıklı 2. bölümünün 5., 6. ve 7. maddeleri sınıraşan sularla ilgili açılımlara olanak vermektedir. 

Anılan raporun 5.maddesinde "Taraf ülkeler, ülkelerarası bir akarsuyun (veya akarsu sisteminin) kendi ülkelerinde kalan bölümünü hakça ve akılcı bir şekilde kullanacaklardır. İlgili ülkeler uluslararası akarsuyu gerekli koruma koşullarına uygun olarak, optimum yararlanmayı sağlayacak bir biçimde kullanacak ve geliştireceklerdir" (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:18) denilmektedir. İfadeden de anlaşılacağı üzere, 5. Maddede sınıraşan sularla ilgili bir paylaşım söz konusu değildir. Vurgulanan nokta, hakça ve akılcı kullanımdır. Hakça ve akılcı kavramları son derece göreli nitelikte olduklarından bu madde menba yada yukarı havza ülkelerine oldukça geniş bir hareket hakkı sağlamaktadır. Türkiye 5. maddeyi benimserken Suriye ve Irak bu maddeden son derece rahatsızlık duymaktadırlar. 

Aynı raporun 6.maddesi de suların hakça ve akılcı kullanımına ilişkin bölgenin nüfusu, gelişmişlik düzeyi, iklimi, alternatif su olanaklarının teknolojik durumu ve sosyal ihtiyaçları gibi kriterleri vurgularken, bu kavramların göreliliğini ortadan kaldıramamaktadır (Akmandor, Pazarcı, Köni, 1994, s:38). Esasen 6.madde Türkiye'nin savundukları ile çelişmemektedir. Nitekim, Güneydoğu Anadolu Projesi'ne Suriye ve Irak'ın getirdikleri eleştiriler bu madde ile yanıtlanabilir. 
Komisyonun söz konusu raporunun 7.maddesi ise, kıyıdaş ülkelerin birbirlerine "kayda değer zarar" verecek hareketlerden kaçınmalarını ve karşılıklı işbirliği çerçevesinde, bilgi alışverişinde bulunmalarını önermektedir. Aşağı çığır ülkeleri (Irak, Suriye) tarafından öne çıkarılmak istenen bu maddenin esasen, Türkiye'nin iddiasıyla çelişir bir yanı yoktur. 

Türkiye, Suriye ve Irak arasında yaşanan su sorunuyla ilgili en somut olarak nitelendirilebilecek belge 1987'de imzalanan protokoldür. Bu protokol gereğince Türkiye, Fırat'ın sularından saniyede 500 m3/s'ini Suriye'ye bırakmakla yükümlüdür (Ayna, Kış 1993-Bahar 1994, s:43). 

1983'de Türkiye, Suriye ve Irak arasında Ankara'da teknik bilgilerin değiş-tokuşunda üç taraflı bir teknik komite kurulması için anlaşmaya varılmış; 
aynı toplantıda Irak ve Suriye'li temsilcilerin Fırat'ın sularının paylaşımına ilişkin antlaşma önerilerini Türkiye koşullu olarak kabul etmiştir. Anlaşma yapabilmek, yada anlaşma üzerinde tartışabilmek için Türkiye'nin ileri sürdüğü koşul, Dicle ile Suriye'den geçerek Türkiye sınırlarına giren Asi Nehri'nin de gündeme dahil edildiği bir platformun oluşturulmasıdır (Ayna, Kış 1993/Bahar 1994, s:43). 
Türkiye'nin sınıraşan sular sorununu masaya toplu olarak yatırma önerisini ileri sürmesi, Suriye ve Irak tarafından sıcak karşılanmamıştır. 

Bu ülkeler, her nehri ayrı birer sorun yada konu olarak düşünmenin çözüm sürecine katkı sağlayacağını, aksi halde Türkiye'nin önerdiği total çözüm yaklaşımının kendileri açısından tartışılamaz olduğunu belirtmektedirler. 
Türkiye'nin güneydoğusunda yer alan sınıraşan sulara ilişkin hukuki bir konsensusun sözkonusu olmadığını açıkça ortaya koyan bu açıklamalardan da 
anlaşılacağı üzere, çözümden söz etmek oldukça güç görünmektedir. Suriye ile imzalanan ve 500m3/s su vermeyi kabul ettiği 1987 tarihli anlaşmayla çözüme 
yönelik olarak iyi niyetini ortaya koyan Türkiye'nin uluslararası hukuksal teamüller çerçevesinde tavizkar bir tutum içerisine girmesi beklenmemelidir. 

Türk uzmanların konuyla ilgili araştırmalarına göre, esasen günde 500m3/s su miktarı fazladır. Verilmesi gereken su günde 350m3/s olmalıdır (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:62). 

Teknik saptamalar günlük 350m3/s'lik su bırakımını yeterli görmüşken; Türkiye, Atatürk barajında su tutulması işlemini başlattığı 23 Kasım 1989 tarihinden, 13 Ocak 1990 tarihine kadar günlük ortalama 763m3/s su bırakmıştır. 13 Ocak-13 Şubat 1990 tarihleri arasındaki bir aylık sürede de bırakılan su günlük ortalama 509m3/s olmuştur (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:31). Sözkonusu tarihlerin, barajlarda su tutulan ve dolayısıyla Türkiye'nin 500m3/s'lik taahüdünü yerine getiremeyeceğinin iddia edildiği tarihler olması açısından önemlidir. Ayrıca aynı dönemde kuraklığın yaşandığı, yağışların normal miktarların altına düştüğü de dikkate alınmalıdır. 

Suya ilişkin kaygılar, ülkeleri geleceğe yönelik önlemler almak ve politika üretmek konusunda organize olmaya itmektedir. Nitekim, Dünya Bankası, Merkezi Marsilya'da olan Dünya Su Konseyi'ni kurmuştur ve su konusunda dünyadaki tüm görüşleri eşgüdümlemek için Küresel Su Ortaklığı'nı (Global Water Partnership) oluşturmaktadır. Ağustos 1996'da sivil toplum örgütleri Stockholm'de bu ortaklık için toplanacaklardır (Bkz. Milliyet, 22 Haziran 1996, s:18). 

B-Türkiye, Suriye ve Irak'ın Sınıraşan Sular Bağlamında Dış Politikaları. 

Ortadoğu'da su günümüzde en az petrol kadar önemli olmuş, yakın bir gelecek de petrolden çok daha önemli olacağının sinyallerini vermiştir. 
Bu bölgeyi besleyen önemli su kaynaklarına sahip olan Türkiye su sorunundan söz edildiğinde ilk akla gelen ülke durumundadır. Çünkü, Ortadoğu'yu besleyen en 
önemli su kaynakları Türkiye'nin elindedir. Ayrıca Ortadoğu'ya akmayan ancak aktarılabilir olan bazı nehirler de yine Türkiye sınırları dahilindedir (Seyhan, 
Ceyhan, Manavgat v.b.). 

Bu durum başta Suriye ve Irak olmak üzere tüm bölge ülkelerinde rahatsızlık yaratmaktadır. Son dönemdeki gelişmelerden İsrail-Filistin barışı ve Türkiye ile İsrail'in imzaladıkları çeşitli işbirliği anlaşmaları ( son olarak imzalanan 5 yıl süreli askeri eğitimde işbirliği amacını taşıyan anlaşma) özellikle Suriye tarafından tepkiyle karşılanmıştır (Bahçacı, 1995,s:42-43). Güneydoğu Anadolu Projesi'nin hayata aktarımıyla artan gerilim bu tür işbirliği anlaşmalarıyla hat safhaya ulaşmış, gerek Suriye'yi, gerekse Irak'ı Türkiye'ye ellerinden gelen baskıyı uygulamaya yöneltmiştir. 

Başta Arap ve daha sonra dünya kamuoyunu harekete geçirmekten, diplomasiye ve ekonomiye kadar uzanan baskılara koşut olarak, bu ülkeler modern silahları yoğun bir şekilde satın almaya ve ordularını güçlendirmeye çalışmaktadırlar (Ergil, 1990, s:54). Nitekim, petrolden kazandığı geliri silah alımı ve üretiminde yoğunlaştıran Irak yaşanan Körfez Savaşı'nda yenilmiş olmasına karşın önemli bir güç olduğunu göstermiştir. 

Güney komşularımızda yaşanan bu gelişmeler Türk Genelkurmayı'nın herhangi bir Arap ordusundan daha üstün olduğu düşüncesine daha temkinli yaklaşılması gerektiğini ve Türkiye'nin bölgedeki savunma gereksiniminin önemini vurgularken, (Mango,1995,s:136), Türk ordusuna karşı önlemler almaya itmektedir. 

 Türkiye'nin sınıraşan sular sorunuyla ilintili olarak mücadele etmek zorunda kaldığı ve dış politikada olduğu kadar iç politikada da (Bkz. İnan, 1993, s:26-27) dikkat çeken bir diğer olgu PKK terörüdür. En büyük destekçisinin Suriye olduğu bugün herkes tarafından bilinen PKK'nın, (Ergil, 1990, s:68) Suriye tarafından desteklenmesi bölgesel liderliğe soyunmuş olan Hafız Esad'ın politikasının bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. 

GAP kapsamında atılan her adım Suriye'yi gittikçe artan bir oranda Türkiye'ye muhtaç etmektedir. Yapılan her baraj Suriye'nin yaşam damarlarına atılan bir düğüm olmakta ve bu düğümü çözecek tek ülke de, Türkiye olarak belirmektedir. Hafız Esad, Türkiye'ye bu denli bağlanamamanın yollarını aramakta ve bu yollardan birinin de PKK kartını elinde bulundurmaktan geçtiğini düşünmektedir. 

Böylece GAP'ı sabote etmeyi ve pazarlıklardan maksimum kar elde edebilmeyi planlamaktadır. Sabotaj maddeten olmasa bile, toplumsal boyutta eşdeğer bir külfetin Türkiye'nin sırtına yüklenmesi amaçlanmaktadır (Ergil, 1990, s:69). 

"Bir Büyük İnsanlık Projesi" olarak lanse edilen GAP, kapsamındaki 22 Baraj, 19 Hidroelektrik santrali ve 1,7 milyon hektar alanı sulayabilecek şebeke sistemiyle Türkiye'nin Güneydoğu'sunda yaşanan bir çok sorunu halledebilecek ve ülke ekonomisine de önemli katkılar sağlayacaktır (İstanbul Ticaret Gazetesi, 17 Mayıs 1996,s:7). 

***

12 Mayıs 2020 Salı

DİKKAT, KORONAVİRÜS GÜNDEMİNİ DEĞİŞTİRİYORUM..

DİKKAT, KORONAVİRÜS GÜNDEMİNİ DEĞİŞTİRİYORUM..



9 Mayıs 2020 


Felâket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona karşı savunulacak gerekleri düşünmek lazımdır. Geldikten sonra dövünmenin faydası yoktur. (Gazi Mustafa Kemal Atatürk – 1920)

DİKKAT, KORONAVİRÜS GÜNDEMİNİ DEĞİŞTİRİYORUM..

– ÇÜNKÜ SU KAYNAKLARIMIZ ALARM VERİYOR

– ÇÜNKÜ, CANLILARA YAŞAM KAYNAĞI OLAN VE HER DAMLASI PAHA BİÇİLEMEZ BİR HAZİNE OLAN SUYUMUZ AZALIYOR.

– SUYUMUZA SAHİP ÇIKMAK İÇİN YENİ BARAJ YAPMAYA DEĞİL, DİPLERİ ALÜVYONLARLA DOLARAK SU HACMİ SIFIRLANAN MEVCUT BARAJLARIMIZIN TEMİZLENMEYE İHTİYACI VARDIR.

– KORONOVİRÜSTEN SONRA ARTACAK SU İHTİYACIMIZ İÇİN SU KAYNAKLARIMIZI KORUMA SEFERBERLİĞİ BAŞLATILMALIDIR.

Dört aya yakın süredir ülke ve dünya gündemini işgal eden koronavirüs salgını haberlerini ikinci plana atarak en az onun kadar önemli olan mevcut su kaynaklarımızın korunması konusunu gündeme taşıyorum. İlgilileri göreve ve halkımızı da yaşamları için temel ihtiyaç maddesi suyun korunması konusunda duyarlı olmaya davet ediyorum.

12 yıldır ülkemin cennet köşesi Edremit/Akçayda yaşıyorum. Kaz Dağları ve Madra Dağları arasında kalan Edremit/Burhaniye ovası bir metre kazınca fışkıran tatlı suları, bölgenin her yanına yayılmış zengin mineralli kaplıca suları ve nihayet denizi ile tam bir su cennetidir.

Birbirine 300 metre mesafede deniz ile buluşan Akçay ve Zeytinli derelerinin kenarında kurulmuş Akçay beldesinde her sokak başında kurulu hayrat çeşmelerinden doya doya buz gibi suları içerken güldür güldür akan derelerin inanılmaz güzelliğini görür ve suya doyarsınız. Ne yazık ki bugün Akçay ve çevresi susuzdur. Aşağıdaki Zeytinli Deresi fotoğrafı Kasım 2019’da çekilmiştir. Sonbahar yağmurları bitmiştir ve derede bir damla su yoktur. Üzerinden kış geçmiş ilkbahar yağmurları yağmış ve bu Mayıs 2020’de bu manzara hiç değişmemiştir.

Aklıma gelen ilk soru şudur. Burası böyle ise susuz bölgeler ne durumdadır? Oysa bizim yaşanan koronavirüs salgınında gördüğümüz gibi önümüzdeki dönemlerde yaşamamız için her zamankinden fazla temiz suya ihtiyacımız vardır.

Öyle ise su kaynaklarımızın en uygun kullanılması için çok dikkatli bir planlamaya ihtiyacımız vardır. Yöneticilerimizin bu konuda ne kadar duyarlı oldukları ve ne yaptıkları hakkında yeterli bilgimiz yoktur.

20’nci asrın stratejik enerji kaynağı petrol ve türevleri idi. Emperyal güçler küreselleşme adı altında dünyanın petrol çıkan bölgelerindeki halkı birbirine kırdırarak bu önemli enerji kaynağının kontrolunu ellerine aldılar. 21’inci asırda ise artan dünya nüfusunu doyuracak, hayvan ve bitki örtüsünü yaşatacak tek ihtiyaç maddesi sudur. Ve kıtalar su kaynakları açısından yeterince zengin değildir. Dünya insanlığı 21’inci yüzyılda kaçınılmaz su savaşlarına hazır olmalıdır.

Günümüzde suya sahip ülkeler stratejik ülke olarak küresel güçlerin ilgi odağına otomatik olarak girmişlerdir. Gizli kapılar ardında su kaynaklarının kontroluna ilişkin operasyon planları hazırlanmaktadır.

Bu genel bilgiden sonra ülkemizin su kaynakları durumunu görelim;

Dünyanın geometrik merkezinde yer alan Ortadoğu dünyanın bilinen petrol rezevlerinin %60’ına sahiptir. Bunun pratikteki anlamı yürüyen her aracın uçan her uçağın ve yüzen her geminin % 60’ı Ortadoğu petrolüne muhtaçtır. İşte bu yüzden Ortadoğu halkları bir asırdır anarşi, kaos ve kargaşadan kurtulamamaktadır.

Ve tüm Petrol zenginliklerine rağmen Tarihi Mezopotamya havzasındaki insanların yaşaması da ancak Türkiye’den gelen Dicle ve Fırat Nehirlerinden taşınan tatlı suya bağlıdır.Yani Ortadoğu’nun yaşam iksiri olan su bizim elimizdedir. Ve bu suyun tek damlası petrolün tek varilinden daha pahalıdır.

Türkiye bölgede en önemli stratejik madde olan suya sahip olan tek ülkedir. Ve bu yüzden küresel güçlerin doğrudan hedefi durumundadır.

Hatırlayalım meşhur GAP planlaması ile Dicle ve Fırat suları tam kontrol altında tutulacak, Güneydoğu Anadolu’nun çorak toprakları 500 milyonu doyuracak sulu tarıma elverişli hale getirilecek ve Türkiye dünyanın tarım mahsulleri ambarı olacaktı. Bunun için yolun yarısına gelinmişti. Sadece 10 Milyar dolara proje tamamlanacaktı. Peki ne oldu ? Küresel güçler PKK canavarını yarattılar ve ülkemizi bu canavarla 40 yıldır süren savaşa soktular. Sonunda ne GAP tamamlandı ve nede sularımızın gerçek hakimiyeti sağlanabildi.

Fakat asıl konumuz GAP değildir. Mevcut barajlarımız ve bu barajlarda biriktirebileceğimiz suların durumudur.

Bilindiği gibi su kaynakları baraj ve göletlerle kontrol altına alınmadığı takdirde boşa akarak denize ulaşıp kaybolurlar. Sadece kenarında piknik yapmaya yarayan manzaralı arazi modellerine dönüşürler. Oysa akan suyun her damlası ülkemizdeki insan, hayvan ve bitki örtüsü için hayati önemi haizdir. Pek çoğu elektrik enerjisi elde etmede de kullanılan ve çevresini sulayarak bereket veren barajlarımızla sularımız kontrol altına alınmaya çalışılmıştır.

Barajlar mevcut akarsuların önüne kalın ve yüksek duvarlar örülerek inşa edilirler. Bu baraj duvarlarının arkasında toplanan suların hacmi çok değişik teknik usullerle ölçülerek bu havzada biriken su miktarı belirlenir. İşte biriken bu suyun hacmi barajda su toplanmaya başladığı andan itibaren giderek azalır. Çünkü akarsular alüvyon taşırlar. Alüvyon, gerek akarsunun aşındırdığı yatağına, gerekse akarsu havzasında yağmur sularının ve heyelanların yatağa bıraktığı topraklardan oluşur. Bu toprak partikülleri doğal olarak bu akarsunun beslediği baraja kadar taşınır ve setin yakınlarında çöker. Bu doğal olayın oluşumunu teknolojik olarak önlemek mümkün değildir. Ama barajın su toplama havzasında yapılacak bazı küçük operasyonlarla alüvyon dolum hızı yavaşlatılabilir.

Uzmanlar arazi yapısına göre baraj ömürlerinin 30-50 yıl arasında olduğunu, elli yıl içinde tamamen alüvyonlarla dolarak baraj gövdesinin su toplama özelliğini kaybettiğini belirtiyorlar.

Nitekim bugüne kadar yapılan teknik çalışmalar hep bu geciktirme işi ile ilgili olmuştur. Henüz hiç kimse biriken faydalı alüvyonları çıkartarak çorak tarım alanlarında faydalı tarım toprağı olarak kullanmayı düşünmemiştir. İşte benim burada vurgulamak istediğim proje bu alüvyonların çıkarılarak barajlarımızdaki su kapasitesinin kısa sürede 2-3 katına çıkarılmasıdır.

Su kaynaklarımızı kontrol altına almak üzere Devlet Su İşleri nezaretinde bugün pek çok baraj yapım halindedir. Her yıl yeni baraj inşaatı yapılmak üzere arazi istimlaki yapılmakta ve bu iş için çok büyük bir bütçe ayrılmaktadır. Bu konuda eski Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, 11 kasım 2017’de AA muhabirine yaptığı açıklamada şunları söylemiştir.

“..Yakın bir gelecekte dünyadaki en önemli sektör gıda güvenliği ve gıda arzı olacaktır. Bu sebeple Türkiye’yi dünyanın gıda üretim ve ihracat merkezi haline getirmek istiyoruz. Yeter ki biz sulama projelerimizi, barajlarımızı, göletlerimizi yapalım. Bu maksatla bir seferberlik başlattık. Ekonomik sulanabilir bütün zirai alanlarımızı suya kavuşturmakta kararlıyız.” Bakan ayrıca şu teknik bilgileri de vermiştir. “ Türkiye’de DSİ tarafından yapımı gerçekleştirilen ve halihazırda işletmede olan 504 adet baraj olup, bunların işletmedeki 203 adeti, büyük çaplı baraj diğerleri ise gölet şeklindedir. 1954-2002 yılları arasında 276 baraj inşa edildi, 2002-2017 yılları arasında ise 451 baraj tamamlandı. Planlama, proje ve inşaat aşamasında bulunan 727 baraj ise 2018-2023 yılları arasında tamamlanacak. Sulama, içme suyu, enerji ve taşkın koruma maksatlı olarak inşa edilen baraj sayımızı 2023 yılında 1454’e yükselterek aziz milletimizin hizmetine sunacağız. Bu sayede 1053 Sayılı Kanun kapsamındaki bütün yerleşim yerlerinin 2040 yılına kadar ihtiyacı olan içme-kullanma ve sanayi suyu temin edilecek. Ekonomik olarak sulanabilir 8,5 milyon hektar alan sulu ziraata kavuşacak. Ayrıca binlerce yerleşim yeri ile milyonlarca dekar arazi taşkın zararlarından korunarak bu barajların bazılarına kurulacak santraller ile yerli ve yenilenebilir enerji üretilecek.”

Ben diyorum ki Türkiye sularının kontrolü için yeni baraja ihtiyacımız yoktur. Çünkü yeteri kadar barajımız vardır. Ama bu barajların gövdeleri alüvyonlarla dolarak su toplama kapasitesi sıfırlanmış ve kullanılamaz hale gelmiştir.
Misal olarak Ankara Çubuk Barajını verebiliriz. Bu baraj; Ankara’nın 11 km kuzeyinde Çubuk Çayı üzerinde 1930-1936 yılları arasında inşa edilmiş içme-kullanma ve sanayi suyu temini ve taşkın kontrolü amaçlı olup Cumhuriyet döneminin ilk barajıdır. Bugün 85 yaşında olan bu baraj görevini başarı ile icra etmiştir. Şimdi sadece Ankara’nın önemli mesire yerlerinden biri olarak işlevini sürdürmektedir. Ve bunun gidi pek çok barajımız mevcuttur.

Sonuç olarak ben iddia ediyorum ki; sorunumuz barajların sayısında değil, barajların geçen yıllar içinde tabanlarının alüvyonla dolarak baraj su toplama hacminin büyük bir kısmının atıl hale gelmesidir. O halde çare yeni yatırımlar yapmak ve büyük paralar ödeyerek yeni barajlar inşa etmek değil, mevcut barajların temizlenerek su hacimlerinin arttırılmasında düğümlenmektedir.

Aslında bu gerçekleştiği takdirde bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktır. Çünkü bu alüvyonlar kaliteli tarım için en önemli malzeme olarak kullanılabilecektir.

Kanal İstanbul gibi çok önemli bir projeyi gerçekleştirecek bir malzeme parkına ve bilgi birikimine sahip Türkiye’nin bu alüvyonları çıkararak çorak tarım arazilerini mümbit tarım vahalarına çevirmeleri çok zor olmayacaktır.

İktidara ve muhalefete açık çağrımdır. İşte size mega proje. Sahiplenin .Ve insanlarımızı, hayvanlarımızı, bitki örtümüzü ve vatanımızı koronavirüs sonrası beklenen susuzluk tehlikesinden acilen kurtarın.

Hem paradan hem zamandan kazanacağız. Yeni barajlar yaparak halkın kullanımındaki araziyi israf etmeyeceğiz. Açılacak yeni tarım alanları ile halkımızı en ucuz ve sağlıklı şekilde doyurabileceğiz.

Sesimi duyan olacak mı? Bunu bilemiyorum ama ben ilgilileri uyarmayı bir vatandaş olarak milli görev kabul ediyorum. Bu konuda milletimizi bu seferberliğe katkıda bulunmaya davet ediyorum.


https://kumkale.wordpress.com/2020/05/09/dikkat-koronavirus-gundemini-degistiriyorum/

***

18 Eylül 2019 Çarşamba

TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİ - ABDULLAH ÖCALAN, KRİZİ ÖRNEĞİ BÖLÜM 2

TÜRKİYE SURİYE İLİŞKİLERİ - ABDULLAH ÖCALAN, KRİZİ ÖRNEĞİ  BÖLÜM 2



2. 1998 SURİYE KRİZİ (ÖCALAN/PKK KRİZİ) 

1998 senesinde Suriye ile Türkiye Cumhuriyeti arasında yaşanmış olan dış politika krizinin altında yatan temel sebep, Suriye’nin PKK terör örgütüne vermiş olduğu destektir. PKK terör örgütü ve örgütün lideri Abdullah Öcalan, 1980’li yıllarından başından itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli iç güvenlik tehditlerinden birisi olmuştur. Suriye devleti ise özellikle 1939’da Hatay’ın Türk topraklarına katılmasından sonra Türkiye ile ilişkilerini zayıflatmış, yine iki ülke arasında yaşanan; Fırat ve Dicle nehirlerinin suyunun paylaşımına dair çıkan ihtilaf, iki ülke ilişkilerinin iyice zayıflamasına yol açmıştır. 
Tüm bu gelişmelerin ışığında Türkiye Cumhuriyeti Devleti, tüm sorumlu makamlarıyla; PKK kadrolarının Suriye’de barındırılmaması ve desteğin kesilmesi, örgüt lideri Abdullah Öcalan’ın da ülke dışına çıkartılması ve Türkiye’ye teslim edilmesi istemiyle zorlayıcı diplomasi stratejisine başvurmuştur. Yukarıda Türkiye’nin Suriye ile yaşamış olduğu Hatay ve sınır aşan sular sorunları incelenirken, bu bölümde özel olarak Abdullah Öcalan’ın yakalanması konusuna yoğunlaşılacaktır. Öcalan’ın yakalanması sürecinde etkili olan gerekçeler maddeler halinde aktarılacaktır. 

2.1. Siyasi ve Askeri Liderlerin Tutumları 

1998 senesi Türkiye - Suriye ilişkileri açısından çok kritik bir senedir. Öncelikle Suriye Dış İşleri Bakanı’nın Öcalan ve PKK konusunda Ankara’da temaslarda bulunması bir sonuç getirmemiş ve Türk tarafı her fırsatta sabırsızlığını dile getirmeye başlamıştı. Bunun ilk büyük emaresi ise 16 Eylül 1998 tarihinde, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş’in Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde yaptığı konuşmadır. Bu bölgedeki Hudut Bölük Komutanlığını ziyaret eden Ateş, yaptığı konuşmasında PKK’ya açık destek veren Suriye’nin bu tutumunda vazgeçmesi 
gerektiğini belirterek, “sabrımızı taşırmasınlar” ifadesini kullanmıştır.18 Diplomatik dil kullanımı açısından sert kabul edilebilecek bu açıklama, Türkiye’nin tavrının ne kadar ciddi olduğunu göstermek açısından önemli rol oynamaktadır. 
Asıl büyük ve önemli gelişme ise 1 Ekim 1998 tarihinde yasama yılı açılışında, TBMM’de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in yaptığı konuşmadır. En yetkili ağızdan ve ülkenin mecliste temsil edilen tüm siyasi liderlerinin bulunduğu bir ortamda yapılan bu konuşma, Türkiye’nin bu konuda zorlayıcı diplomasi stratejisini uygulamaya başladığının kanıtı niteliktedir. Uzun süre konuşup iç ve dış politikada bir çok konuya dakikalarca değinen Demirel, Suriye-PKK krizine yalnızca birkaç cümleyle değinmesine rağmen, meclisten büyük bir alkış almış ve kamuoyunu belirlemiştir. Robert Olson da bu sözleri Suriye’ye karşı ‘ilan edilmemiş bir savaş’ olduğunu ifade etmektedir.19 Konuşmanın o bölümü şu şekildedir:20 
“Esasen, Suriye, Türkiye’ye karşı açık bir husumet politikası izlemektedir, PKK terör örgütüne aktif destek sağlamayı sürdürmektedir. Tüm uyanlarımıza ve barışçı açılımlarımıza rağmen hasmane tutumundan vazgeçmeyen Suriye’ye karşı mukabelede bulunma hakkımızı saklı tuttuğumuzu, sabrımızın taşmak üzere olduğunu bir kere daha dünyaya ilan ediyorum.” 
Bu çıkışın ardından diğer parti temsilcileri ve siyasiler de, ortak bir dil birliği ile bu konuda Cumhurbaşkanı Demirel’i desteklemişler ve krizi tırmandırmayı sürdürmüşlerdir. Hükümetteki ANAP, “Tahammül sınırımız zorlanırsa Türkiye gereken cevabı verir” derken, hükümet ortağı DSP “Türkiye her türlü hakkını kullanabilme aşamasına geldi” açıklamasını yapmıştır. Yine CHP ve DYP de Suriye’ye karşı alınacak her türlü tedbiri destekleyeceklerini açıklamışlardır.21 Farklı partilerden gelen bu destekleyici açıklamalar, TBMM ve ulusal desteğin güçlü olduğu konusunda bir kanıttır. 

2.2. Bölgedeki Ülke Liderlerinin Çabaları 

Bölge ülkeleri arasında konuyla en çok alakadar olan ülke Mısır ve devlet başkanı Hüsnü Mübarektir. Yukarıda bahsedilen Süleyman Demirel’in yapmış olduğu ve adeta savaş tehditlerini içeren konuşmanın ardından, Suudi Arabistan’da bulunan Mübarek hemen telefonla Demirel’e ulaşmaya çalışmıştır ancak Demirel Mübarek’in aramasını, Esad’ın isteğiyle yaptığını tahmin ettiğinden telefona çıkmamıştır.22  
Diğer önemli gelişme ise İran’ın devreye girmesidir. İran Dışişleri Bakanı Kemal Harrazi Cumhurbaşkanı Demirel ile görüşerek, Şam yönetiminin Öcalan’ı ve PKK unsurlarını Suriye’den çıkartacağını bildirmiş, ancak Demirel ikna olmamıştır.23 Bu görüşmede Harrazi, gerekirse Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi’nin Ankara’ya ziyarette bulunabileceğini belirtmiştir.24 Ayrıca Kuveyt Emiri El Cabir El Sabah da, Cumhurbaşkanı Demirel’i telefonla arayarak bölgede bir çatışmadan korktuğunu ve gerilimin azaltılmasının doğru olacağını ifade etmişti.25 
İran, Mısır ve Kuveyt haricinde İsrail’in de bu konuyla alakalı bir müdahelesinin olup olmadığı konusunda, Tuncay Özkan’ın dönemin Başbakan’ı Mesut Yılmaz ile yaptığı söyleşide önemli ifadeleri mevcut: “New York’taki görüşmemizde Netenyahu’ya İsrail üzerindeki baskımızı artıracağımızı söyledim ve kendisinden bize destek olmasını istedim. O da bana yardımcı olmayı vaat etti.”26 O dönem Arap kamuoyunda Türkiye İsrail’in dolduruşuna gelerek hareket ediyor söylemi yaygınlaşıyordu. Anlaşılacağı üzere İsrail de krizdeki tutumunu Türkiye’den yana belirlemiştir. Zaten Amerika’nın da devamlı surette Suriye ve Başkan Esad’a çağrılarda bulunması, İsrail’e başka yol bırakmamıştır. 
1998 Suriye – PKK krizinin dönüm noktalarından birisi 6 Ekim tarihinde Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in yanında Dışişleri Bakanı Amr Musa ve Mısır Gizli Servisi’nin başı Ömer Süleyman ile birlikte önce Şam’a ardından Ankara’ya giderek görüşmelere başlamasıdır.27 Görüşmelerde Demirel ve Yılmaz Mısır’ın arabuluculuk rolüne ihtiyacı olmadığını hissettirmiştir. Bu görüşmeler Esad’ı köşeye sıkıştırma yolunda önemli rol oynamıştır. 

2.3. Amerika’nın Müdahil Olması 

Amerika’nın bu konuya müdahelesinin en büyük göstergesi, Başkan Bill Clinton’un 6 Ekim 1998’deki Süleyman Demirel – Hüsnü Mübarek görüşmesi öncesi, Demirel ve Esad’a eş zamanlı mektup göndermesidir.28 ABD’nin Ankara Büyükelçisi Mark Parris aracılığıyla Demirel’e iletilen mektubun ulaştığı sırada, Şam Büyükelçiliği aracılığıyla da Esad’a mektup ulaştırılmıştı. İki mektupta da diğer lidere de mektup olduğu yazılmıştı. İki mektubun içeriği de benzer olmakla birlikte Clinton; Esad’a Öcalan’ı teslim etmesini ve bu şekilde diplomasinin yürütüleceğini belirtirken, Demirel’e de PKK konusunda Türkiye’ye verilen desteğin sonuna kadar devam edeceğini ancak Suriye’ye karşı bir silahlı müdahelede bulunulması halinde  Amerika’nın destek olmayacağını belirtmiştir.29 
Türkiye’nin ABD desteği olmasaydı Öcalan’ın Suriye’den çıkartılması konusunda başarılı olup olmayacağını şu anda bilmemizin imkanı yoktur. Gerçek şu ki, Hafız Esad Clinton’un mektubundan sonra meselenin ciddiyetini daha fazla hissetmiş ve adeta çıkış kapısı kalmamıştır. Esasen Mübarek’in, Demirel’le yaptığı görüşmede Clinton’dan gelen mektubun da etkisiyle arabuluculuk kartının işlemeyeceğini anlaması sonucunda gidip Esad’a; eğer Türkiye’yle bir savaşa girerse Arap Dünyası’nın lideri olarak kendisinin Suriye’ye bir desteği olmayacağını iletmiştir.30 
Görüldüğü üzere soğuk savaşın bitmesinin ardından ABD dünya siyasetindeki etkin karakterini bir kez daha sahnelemiştir. Soğuk savaş yılları boyunca doğu bloğunda yer alan ve Sovyetler ile iyi ilişkiler geliştiren Hafız Esad ve Suriye, bu meselede yardım isteyecek birisini bulamamıştır. Hali hazırda ordusunun büyük kısmı İsrail sınırında teyakkuzda olduğundan; olası bir Türkiye müdahelesinde vahim sonuçlarla karşılaşabileceğini bildiği için, Esad geri adım atma yoluna gitmiştir. 
ABD Türkiye’ye Öcalan’ı yakalamasında istihbari ve siyasi destek vererek, hem Kafkasya’daki enerji yatakları hem de Ortadoğu’daki petrol yatakları için en önemli müttefiki olan Türkiye’yi yanına çekmeyi de nihai amaç olarak düşünmektedir.31 
                                                          
2.4. Adana Protokolu 

Yaşanan gelişmelerin ardından yaklaşık bir haftalık süreç içerisinde siyasi liderler ve Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu, Suriye’ye karşı tehditkar söylemlerini sürdürmüş, Hüsnü Mübarek ve Kemal Harrazi ise krizin çözümü adına barış görüşmeleri için çabalamışlardır. Sonuç olarak iki ülke temsilcileri 19 Ekim 1998 tarihinde Adana’da bir araya gelmiş ve iki gün süren toplantılar sonucunda ortak bir protokole imza atmışlardır.32 22 Ekim’de gerçekleştirilen Bakanlar Kurulu’nun ardından Başbakan Mesut Yılmaz: 9 Ekim’de Öcalan’ın Suriye’den sınır dışı edildiğini ve Rusya’ya kaçtığını belirtmiştir. Adana Mutabakatı’nın içeriğine bakıldığında, Türkiye’nin isteklerinin karşılandığı görülmektedir. Protokole göre Suriye şu maddeleri kabul ve taahhüt etmiştir: 

1) Şuandan itibaren, Öcalan Suriye’de değildir ve Suriye’ye girmesine kesinlikle izin verilmeyecektir. 
2) Yurtdışındaki PKK unsurlarının Suriye’ye girmesine izin verilmeyecektir. 
3) PKK kampları şu andan itibaren faaliyette değildir ve faaliyete geçmelerine izin verilmeyecektir. 
4) Bir çok PKK üyesi tutuklanmış ve mahkeme karşısına çıkartılmıştır. Bunların listesi Suriye tarafından hazırlanmış ve Türkiye tarafıyla paylaşılmıştır. 
… 

Suriye tarafı, bu tutanakta sözü edilen hususların uygulanması ve somut sonuçların sağlanması için gerekli tedbirleri alacağını taahhüt etmiştir.”33 
Yukarıda yazılan maddeler haricinde, Türkiye ve Suriye yüksek merciileri arasında direkt bir telefon hattı kurulması, Suriye’nin PKK konusunda Türkiye’ye her daim yardımcı olacağı ve benzeri konularda da  maddeler bulunmaktadır. Adana Protokolu; Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Uğur Zilal ve Suriye Siyasi Güvenlik Müdürü Tümgeneral Adnan Badr Al-Hassan tarafından imzalanmıştır. 
   
DİPNOTLAR;

1 Timuçin Kodaman, Fırat Dicle Meselesi ve Türkiye-Suriye ilişkilerine Etkisi, Ankara: Asil Yayınları, 2007, s.59. 
2 Erdem Erciyes, Ortadoğu Denkleminde Türkiye-Suriye İlişkileri, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2004, s.99-108. 
3 Yakup Şalvarcı, Pax Aqualis: Türkiye-Suriye-İsrail İlişkileri, Su Sorunu ve Ortadoğu, İstanbul: Zaman Kitap, 2003, s.153. 
4 Halep, Şam, Dürzi, Alevi, Lübnan ve İskenderun Sancağı. 
5 Erciyes, s.69.                               
6 Erciyes, s.71. 
7 Ömer Osman Umar, Türkiye-Suriye İlişkileri (1918-1940), Elazığ: Fırat Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Yayınları, 2003, s.212-2013. 
8 Kodaman, s.54. 
9 Erciyes, s.73. 
10 A.g.e., s.77. 
11 A.g.e., s.81. 
12 Müslüm Yücel, Amara’dan İmralı’ya Abdullah Öcalan, İstanbul: Alfa Yayıncılık, 2. Baskı, 2014, s.466. 
13 Şalvarcı, s. 101-102. 
14 Karşılıklı tezler, çok uzun olduğundan ve esas konuyu direkt ilgilendirmediği için burada yer verilmeyecektir. Tezlerin tamamı için bkz.: Konuralp Pamukçu, Su Politikası, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2000, s.244-249. 
15 Pamukçu, s.249. 
16 Erciyes, s.85. 
17 Tuncay Özkan, Abdullah Öcalan Neden Verildi? Nasıl Yakalandı? Ne Olacak?, İstanbul: Alfa Yayınları, 2005, s.54. 
18 TC Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, Ayın Tarihi. 16 Eylül 1998. http://ayintarihi.byegm.gov.tr/turkce/date/1998-09-16 [Erişim Tarihi: 12.04.2017] 
19 Robert Olson, Türkiye’nin Suriye, İsrail ve Rusya ile İlişkileri: 1979-2001, Ankara: Orient Yayınları, 2005, s.7. 
20 Türkiye Büyük Millet Meclisi, Yasama Yılı Açılışlarında Cumhurbaşkanları Konuşmaları-2 (1990-2011),  Ankara: TBMM Basımevi, 2011, s.128. 
21 “Meclisten Hükümete Büyük Destek”, Hürriyet, 3 Ekim 1998. http://www.hurriyet.com.tr/meclisten-hukumetebuyuk-destek-39041028 [Erişim Tarihi: 13.04.2017] 
22 Murat Yetkin, Kürt Kapanı: Şam’dan İmralı’ya Öcalan, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2004, s.60. 
23 Yücel, s.466. 
24 Yetkin, s.61. 
25 A.g.e., s.69. 
26 Özkan, s.61-62. 
27 Furat Aksu, Türk Dış Politikasında Zorlayıcı Diplomasi, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2008, s.255. 
28 Yetkin, s.65. 
29 A.g.e., s.66-67. 
30 A.g.e., s.75. 
31 Yücel, s.467. 
32 TC Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, Ayın Tarihi. 20 Ekim 1998 http://ayintarihi.byegm.gov.tr/turkce/date/1998-10-20 [Erişim Tarihi: 21.04.2017] 
33 Protokolün tam İngilizce metni için bkz: http://www.mafhoum.com/press/50P2.htm [Erişim Tarihi: 21.04.2017]  


SONUÇ

 Türkiye Cumhuriyeti konumu itibariyle her daim krizlere gebe bir dış politika dinamiğine sahiptir. Komşulardan Yunanistan en uzun süreli husumet yaşanan ülke olsa da, belli zaman aralıklarıyla İran, Ermenistan ve Irak da belli bazı krizlerin yaşandığı komşulardır. Suriye ise; 1939 Hatay meselesinden beri hep ilişkilerin bozuk olduğu, bazen su sorunu bazense terör olayları nedeniyle sinirlerin sık sık gerildiği en uzun kara sınırımız olan komşumuzdur. 
 Bu çalışmada öncelikle Türkiye – Suriye ilişkilerinin tarihi, gelişimi ve dinamikleri aktarılmaya çalışılmıştır. Cumhuriyet tarihimizin ilk sorunlarından olan Hatay krizi anlatılarak, Suriye ile ilişkilerdeki ilk fikir ayrılığı olduğu belirtilmiştir. Ardından Fırat, Dicle ve Asi suları üzerinden yaşanan sınır aşan akarsular sorunu detaylandırılmaya çalışılmıştır. Türkiye - Suriye ilişkilerini uzun süre meşgul eden bu sorun, terör meselesinin de önemli sacayaklarından birisini oluşturmaktadır. 
 İkinci bölümde 1996 sonrasında artan PKK saldırıları ve bunun üzerine Türkiye’nin harekete geçmesiyle Öcalan krizinin oluşumunda etkisi olan olaylar ve gelişmeler aktarılmıştır. Krizin altyapısı veridlikten sonra ise krizin ne olduğu, nasıl geliştiği ve nasıl sonuçlandığı son bölümde anlatılmıştır. Burada Öcalan’ın yakalanmasında etkisi olan farklı parametreler, maddeler halinde incelenmiştir.

Suriye’nin Öcalan’ı sınır dışı etmesinde bir çok etken rol oynamış olabilir. 

Bunlardan ilki ABD Başkanı Bill Clinton’un ‘uyarısı’ olabilir. O yıllarda tek güç olarak görülen ABD’yi kimse karşısına almak istemez. İkinci etken de, Suriye’de gerçekten Türkiye’nin bir askeri harekatta bulunabileceğidir. Bu halde zaten Golan Tepeleri’nde olan İsrail de saldırarak Suriye’yi tamamen işgal edebilir veya çok güçsüz ve etkisiz bir devlet haline getirebilirlerdi. Bölgesel ortaklarından İran’ın da halihazırda Afganistan’daki Taliban’la mücadele halinde olması Suriye’ye destek vermesini çok zor hale getiriyordu. Nihayetinde Hafız Esad ve Suriye Abdullah Öcalan’ı sınır dışı edip, PKK unsurlarını da etkisiz hale getirerek, Türkiye’nin isteklerini büyük ölçüde yerine getirmiş oluyordu. 

  
KAYNAKÇA 

Aksu, Fuat. Türk Dış Politikasında Zorlayıcı Diplomasi, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2008. 
Erciyes, Erdem. Ortadoğu Denkleminde Türkiye - Suriye İlişkileri, İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2004. 
Kodaman, Timuçin. Fırat Dicle Meselesi ve Türkiye – Suriye İlişkilerine Etkisi, Ankara: Asil Yayınları, 2007. 
Olson, Robert. Türkiye’nin Suriye, İsrail ve Rusya ile İlişkileri: 1979 – 2001, Ankara: Orient  Yayınları, 2005. 
Özkan, Tuncay. Abdullah Öcalan Neden Verildi? Nasıl Yakalandı? Ne Olacak?, İstanbul: Alfa Yayıncılık, 2005. 
Pamukçu, Konuralp. Su Politikası, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2000. 
Şalvarcı, Yakup. Pax Aqualis: Türkiye – Suriye ve İsrail İlişkileri, Su Sorunu ve Ortadoğu, İstanbul: Zaman Kitap, 2003. 
Türkiye Büyük Millet Meclisi. Yasama Yılı Açılışlarında Cumhurbaşkanları Konuşmaları-2 (1990-2011),  Ankara: TBMM Basımevi, 2011. 
Umar, Ömer Osman. Türkiye – Suriye İlişkileri (1918 – 1940), Elazığ: Fırat Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Yayınları, 2003. 
Yetkin, Murat. Kürt Kapanı: Şam’dan İmralı’ya Öcalan, İstanbul: Remzi Kitabevi, 2004. 
Yücel, Müslüm. Amara’dan İmralı’ya Abdullah Öcalan, İstanbul: Alfa Yayıncılık, 2014. 


İNTERNET KAYNAKLARI ;

Hürriyet Gazetesi, “Meclisten Hükümete Büyük Destek”,  3 Ekim 1998. http://www.hurriyet.com.tr/meclisten-hukumete-buyuk-destek-39041028  

TC Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, Ayın Tarihi.  http://ayintarihi.byegm.gov.tr  

“Türkiye ve Suriye Arasında İmzalanan Adana Mutabakatı” http://www.mafhoum.com/press/50P2.htm  


***