6 Ekim 2020 Salı

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BOP_ TÜRKİYE VE SURİYE BÖLÜM 2

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ BOP_ TÜRKİYE VE SURİYE BÖLÜM 2

 

 

 1982’de Dünya Siyonist Örgütü’nün yayın organında çıkan bir makalede İsrail’in güvenliği için Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt olmak üzere üçe, Suriye’nin ise Nüsayri, Dürzi, Şam ve Halep Cumhuriyetleri olmak üzere dörde ayrılması fikri savunulmuştur. Irak bölünmüştür.

Suriye; bu dört bölgeye Kamışlı bölgesinde beşinci bir parçalanma bölgesi olan Kürt bölgesinin katılımı ile beş parçaya bölünmeye doğru ilerlemektedir.

Suriye’nin bölünmesi, Türkiye’nin toprak bütünlüğü üzerinde olağanüstü bir yük oluşturacaktır.

 Bu arada PKK, İran ile yapılan pazarlık neticesinde ve yüklü bir para alarak, 2000 teröristi Esad rejimine destek vermesi için Suriye’ye kaydırmıştır. Esad da PKK’nın önemli bir gücünü, Halep’in kuzeyine, Türk bölgelerine baskı yapacak şekilde yerleştirmiştir. PKK, bugün için Esad’ın yanındadır. Ancak Esad’ın devrilmesi durumunda Kamışlı bölgesinde en etkin politik-askeri güç haline gelmesi muhtemeldir 1.

1 Ümit ÖZDAĞ, Yeniçağ Gazetesi, 8.3.2012

   Türkiye açısından bakıldığında ise son dönemde bölge ülkeleriyle ilişkiler in, özellikle de Bağdat, Şam, Tahran, Kahire gibi önemli başkentler le olan münasebetlerin gerginleştiği görülmektedir. Bu durumun çok farklı nedenleri vardır. Kısaca anımsatmak gerekirse Irak, Türkiye’nin içişlerine karıştığını, kuzeydeki Kürt Bölgesel Yönetimi’ni doğrudan muhatap alıp, onu bağımsızlık yönünde teşvik ettiğini düşünmektedir. Suriye, ülkedeki iç savaşta Türkiye’nin aktif olarak silahlı muhalif gruplara destek vermesini, Esad karşıtlarını tek bir çatı altında toplamak, aralarındaki sorunları çözmek için çabalamasını eleştirmektedir.

İran, Türkiye’nin genelde Ortadoğu, özelde ise Irak ve Suriye politikalarında Türkiye ile karşı saflardadır. Ayrıca Türkiye’nin füze kalkanı radarına ve patriot füzelerine topraklarını açmasını, doğrudan kendisine yönelik bir tehdit olarak algılamaktadır. Türkiye’nin İslam dünyasında ve Arap aleminde öne çıkmaya çalışmasını, kendisinin önünü kesme çabası olarak yorumlamaktadır. Mısır ise Cumhurbaşkanı Mursi’nin devrilmesi sonrasında Türkiye’nin takındığı tutumdan rahatsızdır ve bunu içişlerine müdahale olarak gördüğünü yetkili ağızlardan açıklamaktadır.

 Tüm bu gelişmeler, Türkiye’nin yakın komşularından başlayarak bölgede hızla yalnızlaştığı yönünde bir algının doğmasına neden olmuştur. Sık sık dillendirilen “örnek ülke”, “yükselen güç”, “küresel oyun kurucu”, “yeni Türkiye modeli” gibi iddialı sıfatların beklenen ilgiyi ve etkiyi yaratmadığı, tersine endişeye neden olduğu görülmüştür. Türkiye’nin sözleri ile yapabilecekleri arasındaki uyum, devlet kapasitesinin sınırları, Ortadoğu’da ve İslam ülkelerindeki yumuşak gücünün, itibarının, nüfuzunun boyutları sadece bölgede değil, Batıda da sorgulanmaya başlamıştır. Suriye örneğinde olduğu gibi, iktidardaki rejimle tüm ilişkileri kesip, silahlı muhalif grupları teşvik edip, desteklemek yerine, diplomatik kanalları muhafaza etmek, Türkiye’nin güvenliğine öncelik vermek gerektiği daha yüksek sesle dillendirilir olmuştur.

 2. Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye

 Atatürk, Milli Mücadele dönemini anlattığı Nutuk adlı eserinde Sevr Antlaşması, Gümrü Ateşkes Antlaşması ve 1.

 İnönü Muharebesi sonrasında toplanan Londra Konferansı’nda belirlenen esaslar doğrultusunda İtilaf Devletleri’nin yapmış olduğu 12 Mart 1921 tarihli teklif, Sakarya zaferinden sonra yapmış oldukları 22 Mart 1922 tarihli teklif ve Lozan’da kabul edilen mali esasları karşılaştırmıştır. Böylece Türkiye’ye kabul ettirilmesi düşünülen mali esaslar ile Milli Mücadele sayesinde ulaşılan sonuç ortaya konmuştur.

 Buna göre Sevr Antlaşması’nda İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerden kurulu bir Maliye Komisyonu oluşturulması, bu komisyonda bulunmasına müsaade edilen Türk komiserin sadece danışman olarak görev alması kararlaştırılmıştır. Meclise sunulacak bütçenin bu komisyonun onayını almış olması, Meclis’in yapacağı değişiklikleri yürürlüğe girmesi için komisyonca uygun bulunması, Duyun-u Umumiye idaresi ve Osmanlı Bankası aracılığıyla Türkiye’nin mali faaliyetlerini düzenlemesi, Duyun-u Umumiye’ye ayrılan gelirler dışındaki tüm gelirlerin Maliye Komisyonu’nun emrine verilmesi öngörülmüştür. Mali Komisyon sahip olduğu bu geniş yetkilerle öncelikle kendisinin ve Türkiye’de kalacak İtilaf Devletleri’ne ait giderlerin karşılanması, sonra da Türkiye’nin savaşa girmesi sebebi ile zarar görmüş İtilaf Devletleri uyruklu insanların zararlarının ödenmesi planlanmıştır. Kapitülasyonların savaştan önce uygulandığı şekilde devam etmesi de düşünülmüştür. 1921 ve 1922 Mart’larında verilen tekliflerde bu ağır koşullar, İtilaf Devletleri’nin Anadolu’da üstünlüklerini kaybetmelerine bağlı olarak tedricen hafifletilmiştir. Ancak “tam bağımsızlık” hedefleyen Türkiye Devleti bu şartları kabul etmemiş ve imzalanan Lozan Antlaşması ile tüm bu ağır şartlar ve kapitülasyonlar kaldırılmıştır (Atatürk, 2006:515-517)

 Lozan görüşmeleri esnasında Türk heyetinin başkanı olan İsmet İnönü’nün  anlattığı, İngiltere temsilcisi Lord Curzon’la yaşadığı bir vaka İtilaf Devletleri’nin ekonomik denetime bakış açısını ortaya koymaktadır.

 Bir toplantı esnasında Curzon İsmet İnönü’ye: “Konferanstan bir neticeye varacağız. Ama memnun ayrılmayacağız. 

Hiçbir işte bizi memnun etmiyorsunuz. Hiçbir dediğimizi makul olduğuna, haklı olduğuna bakmaksızın kabul etmiyorsunuz. Hepsini reddediyorsunuz. En nihayet şu kanaate vardık ki, ne reddederseniz hepsini cebimize atıyoruz.

 Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var, bir de bu yanımdakinde(Amerikalı temsilci Mr.Chaild).

 Unutmayın ne reddederseniz hepsi cebimdedir. Nereden para bulacaksınız, Fransızlardan mı?... İhtiyaç sebebi ile yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettiklerinizi cebimizden çıkarıp size göstereceğiz (İnönü, 2006:359-360).”

 Türkiye’nin dış borçlarının artması ve Uluslararası Para Fonu(IMF) ile yürütmekte olduğu ilişkiler, ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi’nden bağımsız bir gelişme göstermekle birlikte çalışmanın kapsamına ve amacına uygun düşmesi sebebi ile çalışmaya dâhil edilmiştir.

 Türkiye’nin IMF ile ilişkileri 1947 yılına kadar uzanmaktadır. Bu dönemden

itibaren Atatürk’ün temellerini atmış olduğu ekonomik bağımsızlık ilkesinden ödünler verilmeye başlandığı görülmektedir. IMF’den kredi sağlanmaya başlanmış bunun için de IMFile anlaşma yapma yoluna gidilmiştir (ÖZEN ve ÖZPENÇE, 2006). IMF’nin temel kuruluş amacı, ülkelerin kısa dönemli borç ihtiyaçlarını karşılamak ve uluslararası para istikrarını sağlamaktır. Bu amaçlarla birlikte; 1950’li yıllarda fon, sermaye ve mal hareketleri üzerine konan engellerin kaldırılması, fiyat teşvikleri, piyasa güçlerinin işlevlerini yerine getirebilmeleri için gerekli serbestinin sağlanması, devlet müdahalelerinin ortadan kaldırılması, sanayilerin korunması gibi amaçları da bulunmaktadır (Topallı, 2006:92).

 IMF-Türkiye ilişkileri başlangıcından bugüne Türkiye’nin ekonomik bunalıma girdiği hemen her dönemde IMF’den kredi alınmış ve ortalama her üç yılda bir stand-by düzenlemesi yapılmıştır. IMF ile sık aralıklarla ve çok fazla stand by düzenlemesinin yapılmış olması Türkiye’nin ödemeler dengesi sorununu kalıcı olarak çözemediğinin kanıtı olarak görülmektedir (Demircan, 2008).

 Sonuç olarak kendi çalışanlarının dahi eleştirdiği IMF ve Dünya Bankası’nın kuruluş amacından uzaklaşmış olduğu, ABD gibi ekonomisi güçlü, gelişmiş ülkelerin çıkarlarının savunulduğu, politikalarının dayatıldığı örgütler haline geldiği değerlendirilmektedir.

 "Büyük Ortadoğu Projesi" olarak adlandırılan, bölge ülkelerin  demokratikleşmesi projesi aslında dört bölgeyi kapsamaktadır.

Bunlar (Şahin,2004: 172),

1. Merkez Ortadoğu (Türkiye'nin de içinde bulunduğu bölge)

2. Kafkasya (Sovyetler Birliği’nden bağımsızlığını ilan eden ülkeler)

3. Afrika (Fas'tan Mısır'a kadar Kuzey Afrika)

4. Asya (Endonezya'ya, Güney Asya'ya ve Çin'e kadar olan Orta Asya)

 Proje’nin Türk kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılması, Başbakan Erdoğan’ın 28 Ocak 2004'te Washington’a yaptığı ziyaretle başlamıştır.

 Erdoğan’ın ziyaretinden dört gün önce, 24 Ocak 2004 tarihinde de Amerikan Başkan Yardımcısı Dick Cheney, İsviçre’nin Davos kentinde yapılan “Dünya Ekonomik Forumu’nda yaptığı konuşmada projeden bahsetmiştir. Erdoğan, Türkiye dönüsü, Atatürk Havalimanı Devlet Konukevi’ndeki basın toplantısında, “Sayın Bush ile görüşmede, ABD'nin global çerçevede büyük yeni kuvvet yapılandırması, büyük Ortadoğu veya genişletilmiş Ortadoğu vizyonu gibi konulardaki yaklaşımlarını en etkili ağızdan dinleme imkanı bulduk, yaklaşımımızı ifade ettik.” diyordu 2.

2 “Erdogan ABD'den Mutlu Döndü”, Radikal, 2 Subat 2004.

 Bu sözler, aynı zamanda, Türkiye'nin projeye sıcak baktığı anlamına da gelmekteydi. Coğrafi konumu nedeniyle Ortadoğu projesinde Türkiye’nin tutumu önem taşımaktadır. BOP’un uygulanması konusunda Türkiye, diğer ilgili devletlere göre daha karmaşık bir durum ile karşı karşıya kalıyor.

 Çünkü; Türkiye bir taraftan projeyi hazırlayan ve uygulayan kanadın önemli bir üyesi (Nato’ya üye, AB’ye üyelik çalışmaları yapıyor ve ABD’nin uzun yıllara dayanan bir müttefiki) iken diğer taraftan da projenin hedef ülkeleri ile coğrafi olarak komşu ve aralarında yüzyıllara dayanan siyasi, sosyo-ekonomik ve kültürel ilişkisi var.

Bu şartlar, Türkiye’yi iki ucu keskin bir bıçağın üzerine yerleştiriyor. ABD‘nin Ankara eski büyükelçisi Eric Edelman, ABD ve Türkiye’nin konumu açısından projeyi şu şekilde tanımlamaktadır: “Ortadoğu’da, demokrasi ve insan hakları temelinde uygulanmasını planladıkları BOP, son 50 yılın en büyük projesidir. Bu projenin uygulanması uzun sürebilir.

 Bu zaman içerisinde Türkiye, örnek devlet olacaktır.” (Şahin, 2004:101). 2002 yılında İstanbul’a konferans vermek için gelen Bernard Lewis, kendisine yöneltilen “Türkiye, Ortadoğu Projesi’nin neresinde yer alacaktır?” sorusunu şu şekilde cevaplandırmıştır:

“Türkiye’nin yeri, Türkiye’nin uygulayacağı politikalara bağlıdır.” Aynı şekilde CIA'nın 1980'li yıllarda Ortadoğu şefi olan Graham E. Fuller, “Siyasal İslamın Geleceği ve Türkiye” adlı son kitabında Türkiye’nin Müslüman karakteriyle önemli bir devlet olacağına vurgu yapmaktadır.

Bu projede Türkiye’nin rolü için şunları dile ifade etmektedir: “Türkiye Batı’ya her yanaştığında bir ‘kenar’ (diplomatik dilde ‘perifer’) ülkesi olarak görüldü. Bu günde Türkiye’ye ikincil ama riskli görevlerin ötesinde bir rol öngörüldüğünü sanmıyoruz… “.

Türkiye; tarihî, coğrafi ve kültürel açılardan Doğu’nun olduğu kadar; Batı’nın da bir parçasıdır. Avrupa ile asırlardır süren mevcut ortak tarihî, bunun en belirgin kanıtıdır. Karadeniz ile Akdeniz'i, gelişmiş devletler ile gelişmekte olan devletleri, değişik ekonomik sistemleri ve farklı kültürel yapıları birbirine bağlayan Türkiye, dinler arasında da bir dostluk ve iş birliği köprüsüdür.

 Türkiye’nin söz konusu projeye olan bakış açısının gelişimi şu şekilde  özetlene bilir; soğuk savaş döneminde Batılı devletler, ABD ile SSCB arasında bir cephe görevi görmekten dolayı çıkılmaz bir karmaşa içerisine girmiştir. Bazı Avrupa devletleri SSCB tarafında yer alırken bazıları ise ABD yanında bulunmuştur. Bu süreçte Türkiye’nin dış politikasında ise, bir taraftan müttefiki ABD ile olan ilişkileri diğer taraftan Ortadoğu’ya yönelik hareketlenmede ön planda olan Sovyet etkisi ve bunun Türkiye için bir tehdit olarak görülmesi önemli rol oynamıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin bölgeye yönelik dış politikasını tek taraflı bir tercih olmaktan ziyade, çok yönlü etkiler altında oluşan bir dış politika olarak değerlendirmek gerekir (Arı, 2006:115-140). 1980’li yıllarda ise dış politikada, SSCB’nin yıkılarak dağılma olasılığına karşı Kafkaslar ve Orta Asya’da Türki Cumhuriyetler ile birlikte olma düşüncesi ön plana çıkmıştır.

 ABD’nin Büyük Orta Doğu Projesi’nin Türkiye’ye yansımalarının bir diğer boyutu ise “rejim tehdidi” olarak değerlendirilmektedir. Türkiye’ye yönelik “rejim tehdidi”ni ortaya çıkaran temel sebep olarak ABD’nin İslam dinini siyasallaştırma çabaları görülmektedir. Bir dönem ABD tarafından, Afganistan’da Sovyet Rusya’ya karşı kullanılan radikal İslam silahının günümüzde ABD’ye çevrilmiş olduğu görülmektedir. 1990’ların ikinci yarısında Kenya ve Tanzanya’daki büyük elçiliklerinin bombalanması ile küresel terörizm tehdidi ile tanışan ABD’nin durumun vahametini tam olarak kavrayamadığı düşünülmektedir. 11 Eylül saldırıları dünyaya ABD’nin nasıl bir tehditle karşı karşıya olduğunu göstermiş ve bu saldırılar Büyük Orta Doğu Projesi’nin gerekçesi olarak gösterilmiştir. ABD’ye yönelen “radikal İslam tehdidi”nin bertaraf edilebilmesi maksadıyla RAND Corporation adlı düşünce kuruluşu tarafından bir rapor hazırlanarak Bush yönetimine sunulmuştur.347 “İslam ve Müslümanlar, Batı demokrasi değerlerine uyumlu hale getirilmezse, medeniyetler çatışması olasılığının yüksek olduğu” tezi ortaya atılmış ve İslam coğrafyasının nasıl denetim altına alınacağına dair bir strateji önerilmiştir (Günal, 2004:158) Dünya Müslümanları; köktendinciler, gelenekçiler, modernistler (ılımlı İslam) ve laikler olmak üzere dört gruba ayrılmış, ılımlı İslamcıların desteklenmesi tavsiye edilmiştir (Benard, 1996:37). Mevcut siyasi yönetim altında Türkiye'nin Ilımlı İslam için iyi bir model oluşturduğu saptaması yapılarak, bu konuda Türkiye'deki iktidarın desteklenmesi gerektiğinin altı çizilmekte dir (Günal, 2004:159).

    Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında, ABD tarafından Türkiye’ye “demokratik ve ılımlı İslam ülkesi” olması savıyla “model ülke rolü“ verildiği görülmektedir. Ancak ABD’ye yönelik terör tehdidin önlenmesi maksadıyla Türkiye’ye biçilen ılımlı İslam rolünün, Cumhuriyet’in temeli olan laiklik ilkesinin zaman içerisinde aşınmasına yol açacağı öngörülmektedir. 

Bu tehdidi algılayan dönemin Genelkurmay 2.Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ da bu ifadeye tepki göstermiş 3 ve Türkiye’nin İslam devleti değil, laik bir devlet olduğunu tüm dünyaya bir kez daha ilan etmiştir.

Bu tepki neticesinde ABD “model ülke” tanımlamasından vazgeçmiştir. Her ne kadar tanımlamadan vazgeçilmiş olsa da zihinlerin arka planında bu “ılımlı İslam modeli” olduğu düşünülmektedir.

 3 “Başbuğ: 'Ilımlı İslam' laik değil”, Radikal, 20 Mart 2004, (Çevrimiçi)  

http://213.243.28.21/haber.php?haberno=110235&tarih=20/10/2015

DEĞERLENDİRME

 Soğuk Savaş sonrası Amerikan çıkarlarını ve bu çıkarlara yön veren güçlerin araç amaç bütünselliğini sağlayarak, yeni bir proje ile ortaya çıkması kaçınılmaz olmuştur.

Çünkü ekonomik, siyasal, sosyal, hangi açıdan bakılırsa bakılsın milenyumun başındaki gelişmeler, ABD için süper güç olgusuyla uyuşmayan bir eğilim göstermektedir. ABD, ürettiğinden fazlasını tüketmektedir. Bir tüketim devi olan ABD'nin bugün dorukta olan gücünün; stratejik zihniyet, kültürel, ahlaki, ekonomik vb. çeşitli yönlerden giderek daha çok erozyona uğramakta olduğu görülmektedir. ABD, tarihteki diğer süper güçler gibi, sorunlu olan ekonomisini ayakta tutmak için ulusal gücünün askeri boyutuna artık eskiden olduğundan daha fazla ağırlık vermektedir.

 Kökten dinci İslam’ın böylesine yaygınlaşmasında ve bu denli ürkütücü eylem gücüne ulaşmasında, ABD’nin 1970’li yıllarda Başkan Carter döneminde yürürlüğe koyduğu “Yeşil Kuşak Projesi’nin katkısı büyük olmuştur. Komünizmin dinsizlik (ateizm) yaklaşımı ve bu yaklaşıma karşı İslam’ın takındığı sert tutum nedeniyle "İslam'ın komünizme karşı bir kalkan olabileceği" görüşüne dayanan ve İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde ABD Başkanı Truman tarafından yürürlüğe konan “Komünizmi Çevreleme Stratejisi’nin bir parçası /uzantısı olan bu proje, Sovyetlerin Afganistan’ı işgaliyle birlikte yeniden yürürlüğe konulmuştur.

 Sovyetlere karşı direnen farklı kabilelere mensup Afganların ortak kimliği “İslam” olduğu için, silah yardımları yanı sıra, İslam kimliğinigüçlendirecek ilahi doküman yardımları (binlerce Kuran-ı Kerim’in bastırılıp dağıtılmış) yapılmış ve Pakistan’daki mülteci kamplarına sığınmış yüz binlerce Afgan’a dini ve askeri eğitim verilmiştir. Aynı zamanda Orta Asya'daki “İslamcı Uyanış Hareketi’ni de tetiklemeyi amaçlayan bu proje, başta El Kaide terör örgütü olmak üzere, günümüzün kökten dinci İslami terör gruplarının tohumlarını atmış ve yeşermesini sağlamıştır. Kendi yarattığı canavarın öldürücü saldırılarına maruz kalan ünlü Dr. Frankeştayn gibi, Amerika da kendi yarattığı köktendinci bir terör örgütü tarafından yıllar sonra ağır yaralanmış; Ussame Bin Laden, Amerikan halkına, 2. Dünya Savaşı’ndaki Pearl Harbour baskınından sonraki en büyük felaketi ve acıyı yaşatmıştır. "Kızıl tehlikeye karşı yeşil panzehir" yıllar sonra ters tepmiştir.

 BOP, bölgedeki enerji kaynaklarına sahip olmak için geliştirilmiş, çıkış gerekçesini küresel terörü önleme, insan hakları, demokrasi, özgürlükler gibi meşru ideallerden almıştır.

 Ancak, sözde adıyla Arap baharı olarak nitelendirilen bugünkü gelişmeler, bölge rejimlerinin birer birer yıkılmasına yol açmış ve ülkelerin kamuoyu tarafından da destek görmüştür.

Bu durum hegemonyanın şekil değiştirdiğini göstermektedir. Uluslararası hukukun ve kurumların gelişmesinden önce hegemonya, askeri üstünlükle sağlanan açık bir faaliyetten ibaretti. Soğuk savaşla birlikte ise, ekonomik güç gibi farklı unsurlara dayanmaya başlamıştır.

 Günümüzde ise hegemonik eylemler, demokrasi, insan hakları ve özgürlükler adına yapılmakta, Ortadoğu ülkelerinin diktatörlerinin yerini batı ülkeleri almaktadır. Ortadoğu’daki bu gelişmeler, sığ bir Arap milliyetçiliği üzerine kurulan bu ülkelerin yeni dünya düzenine ayak uydurması ve Batının değerlerinin makbul pozisyonuna işaret eden tarihin sonu tezlerinin gerçeğe dönüşmesi şeklinde yorumlanabilir. Her durumda Büyük Ortadoşu Projesinin kuramsal temellerini think tank kuruluşlarında, Hungtington ve Fukuyama’da bulan farklılaşmış bir hegemonya projesi olduğunu söylemek mümkündür. Arap dünyasının yasadışı bu tarihsel dönüşümde ve BOP’ta Türkiye önemli ve aktif bir rol oynamaktadır. Bölgeyle tarihsel ve kültürel başlara sıklıkla vurgu yapan Türkiye, aynı zamanda sıkı ekonomik ilişkilerini de korumaktadır. Ancak dış politikadaki belirsizlikler Türkiye’yi de belirsiz bir duruma çekmektedir.

 Zira Ortadoğu’daki gelişmelerin geleceği de belirsizdir ve Türkiye başlangıçtaki komşularla sıfır sorun temelli politikasını, bugün Batının bölgedeki temsilciliğini yapan bir formata çevirmiştir. Yakın geçmişe kadar bunu yaparken ortak tarihsel ve kültürel bağlar nedeniyle Arap devletleri ne sırtını dönmeyen Türkiye, bugün Arap ülkelerindeki direnişleri desteklemek te, liderlere karşı çıkmaktadır. Dış politikada görünen manzara, ne Arap ülkeleriyle ne de AB ülkeleriyle uyumludur. Türkiye’nin dengeli bir dış politika izlemesi ve AB sürecinden vazgeçmemesi gerekmektedir. Arap Baharı adı verilen Arap halklarındaki uyanışı da desteklerken, bu halkların kendi ülkelerinin doğal kaynaklarına sahip olmalarına katkı sağlamalı dır. Kendi petrollerine sahip çıkamayan Arap ülkeleri halkları için bir uyanıştan ya da bahardan söz etmek mümkün değildir.

 Diğer taraftan, Arap baharı rüzgarını takip ederek bir iç meseleden uluslararası bir soruna dönüşen Suriye, geride bıraktığı binlerce ölü ve binlerce göç eden vatandaşı ile kendi kendine yeniden bir iç barışı gerçekleştirmesi çok zor gözükmektedir.Nasıl bir çözüm sorusuna Prof. Özdağ şöyle yaklaşmaktadır:

“Suriye’ye yönelik bir dış müdahale veya son dönemde verilen isim ile insani müdahalenin Batı ülkeleri tarafından gerçekleştirilmesinin önünde de bir çok engel olduğu biliniyor. Böyle bir müdahalenin Libya’da olduğu gibi kısa bir sürede sonuçlanması pek mümkün olmayabilir. Ancak daha vahim olan husus dış müdahale askeri sonucu aldığı gün Suriye’de başlayacak olan iç savaştır. Libya’da bile Kaddafi’nin ölünden sonra Kaddafici güçler direnişi tekrar başlatmış ve bir kenti işgal etmişlerdir.

Suriye’de başlayacak bir iç savaşın Irak’ı ve Lübnan’ı içine çekecek bir bölgesel savaşa dönüşmesi büyük bir ihtimaldir. Şam rejiminin yanındaki ve karşısındaki ülkelerin mevcut yaklaşımları terk ederek, toptancı yaklaşımların yerine farklı ve bölge barışı için en uygun olan ve uygulanabilir olan çözüm arayışı içinde olmaları gerekmektedir.

Aksi takdirde Batı’nın istemediği rejimlere karşı keyfi müdahale sürecinin önü açılacaktır. Esasen Libya’da olan budur. Batı Libya’da sivillere yönelik kitle katliamı olduğu için değil, kitle katliamını engellemek amacı ile müdahale etmiştir. Birleşmiş Milletler’de Rusya ve Çin’in Suriye ile ilgili son karar tasarısını veto etmesinin nedeni de budur.

Gerçekleşmemiş veya başlamamış insanlık suçları için insani müdahale gerçekleştirilemez.

Ayrıca Suriye’de şimdiye değin çatışmalarda 5500 sivil 2000`den fazla asker ölmüştür. Sadece bu sayılarda bize Suriye olan bitenin basit bir halkın katledilmesi değil, karşılıklı çatışma olduğunu göstermektedir.

 Batı’nın Suriye’ye müdahalesi sonucunda çıkacak iç savaş ve bu iç savaşın  bölgesel nitelik kazanmasından birinci derecede zarar görecek ülke Türkiye’dir. 

Bu coğrafyada gerçekleşecek bir iç savaş sırasında Suriye’nin Kamışlı bölgesinin Kuzey Irak ile birleşmesi, ikisinin birlikte Bağımsız Kürdistan’ı ilan etmeleri, Suriye’ye müdahale eden Batılı güçlerin bağımsız Kürdistan’ın varlığını güvence altında alması ve Türkiye’de PKK’nın bu süreçte ayaklanma başlatması ihtimallerini AKP hükümetinin düşünmediğini düşünmek mümkün değildir. Böyle geniş kapsamlı bir bölgesel savaş, Batı’nın İran’a vurmasını da kolaylaştıracak, bölgesel iç savaşı daha da tırmandıracaktır. Buna rağmen bugün sürdürülen politikada ısrar edilmesinin nedenlerini anlamak zordur. Artık Ankara’nın başka politikalar üzerinde düşünmesinin zamanı gelmiştir. Aranacak yeni politikalar bir yandan Suriye’nin egemen bir devlet olması hususuna saygı gösterirken, öte yandan Suriye’de demokratikleşmeyi desteklemelidir. Şam’ın önüne Esad’ın demokratik meşruluk içinde iktidarda kalmasının yolu korunmalıdır.

 Çoğunlukla geri kalmış ülkelerin yer aldığı İslam coğrafyasını, hem ekonomik hem de sosyal yönden çağdaş değerlerle buluşturmak gibi yüksek bir amaca hizmet için ortaya atıldığı öne sürülen bu proje, bu amaca sadık kalındığı sürece, bütün dünya için, insanlık için olumlu sonuçlar doğurabilecek unsurlar içermektedir. Ancak üzerine stratejik enerji kaynaklarının kontrolüne yönelik “sömürgecilik ruhu taşıyan” ulusal çıkarlar ile ideolojik dayatmalar monte edilirse, sona eren “Soğuk Savaş” döneminin ardından, bütün dünyaya daha büyük acılar getirecek “Yeşil Savaş” döneminin başlaması kaçınılmaz olacak ve; 21. yüzyılın savaşlarının medeniyetler arasında bir savaş olacağını, savaşın taraflarının

Müslümanlarla Hıristiyanlar olmakla birlikte, bunun dinler savaşı değil, dinlerde kendisini gösteren farklı uygarlık düzeyleri arasında geçeceğini ileri süren Huntington hep hatırlanacaktır. (Huntington, 1993: 22-49)

 SONUÇ

 Günümüze gelindiğinde, yaşanan terör, dünyanın süper güçlerininin  vatandaşlarını bile tehdit edecek boyuta ulaşması, korkutucu bir gerçeği ortaya koymuşur:

 Ülke çıkarları bile olsa illegal yapıları muhattap almak, affetdilemez sonuçlar ortaya çıkaracaktır.

Temmuz 2015 ayında Suruç`ta, Ekim 2015 ayında Ankara`da ve bu çalışmanın hazırlandığı Kasım 2015 ayında Paris`te meydana gelen eylemler sonucunda masum silahsız insanların terör örgütlerince katledilmeleri, Ankara ve Paris Hükümetleri gibi, terörü kendi amaçları için finans eden tüm BOP çerçevesi ülke yönetimlerine bir uyarı gibiydi.

 Aslında bu uyarı, 11 Eylül eylemlerini bahane ederek ABD ve müttefiklerin önce Afganistan ve sonrasında Irak`ı işgal etmesi döneminde İspanya, Fransa ve İngiltere`de yaşanan büyük çaplı terör eylemleri ile kendini göstermiş, bu ülkelere; küresel hiçbir boşluk yaratılmamasının, eğer yaratılırsa bu boşluğun illegal yapılar tarafından kolaylıkladoldurulabileceği  ni anlatmaya çalışmasına rağmen, BOP çerçevesinde ki ülkeler başta ABD olmak üzrere Kuzey Afrika`yı kendi çıkarları uğruna şekillendirmek maksadıyla 2011`de harekete geçmeleriyle tüm kırılgan ve hassas dengeler bozulmuş, dağılmış ve günümüzde ki geleceği belirsiz bir süreci doğurmuştur.

 Oysa, temel anlamda İslami coğrafyada bulunan (Ortadoğu ve Kuzey Afrika) ülkelerin yönetim esasları, baskı, sindirme ve korku sistemiyele karışık, görünürde demokratik ancak özünde anti-demokratik dikta rejimleri tarafından uygulanmaktaydı. Bu tip ülkelerdeki muhalif yapılanma, güçlü diktatörler ve destekleyicileri tarafından çok sert güvenlik önlemleri ile sindirilerek, baskı altında tutulması, sindirilmesi, basit olayların dışında küresel bir terör tehdidi yaratmıyordu.

BOP`un, Afganistan ile başlayan müdahale ve kontrol altına alma zihniyeti, hedef ülke içinde bulunan muhalif yapıyla yakın ilişki ve teması, maddi ve silah desteği ile onlara bir nevi güç kazandırma faaliyetleri, korkulan diktatör yapıların yıkılmasıyla, birbirlerine karşı husumet besleyen ancak baskıcı diktatör yapı altında bu niyetlerini ortaya çıkarmayan etnik ve dinsel yapılar arasında iç çatışma, güç savaşı ve doğal olarak terörizmi de birlikte getirdi.

Özellikle otorite zaafiyeti, bu tip illegal yapıların büyümesi ve gelişmesi için sivrisinekler için bataklık kadar önemli bir ortam hazırlamıştı.

Aslında BOP`un bu planı Irak`ta ve tüm Kuzey Afrika ülkelerinde işlemesine rağmen, son kale Suriye`de aksamaya başladı.

BOP`u planlayan ülkeler (ABD, İngiltere, İsrail vb.) ile BOP karşıtı ülkeler (Rusya, Çin, İran) arasında ki çıkar çatışması Suriye`de ki kavganın bir türlü sonuçlanmamasına yol açmış, kısa sürede planlan rejim değişikliği, bir türlü amacına ulaşılmamıştı.

BOP ülkelerinin, daha önce Irak ve Kuzey Afrika ülkelerine karşı yürüttükleri operasyonlar daki gibi açık bir müdahale yapamayacaklarını anladıklarından, Suriye muhaliflerini destekleyerek sonuca gitme çabaları ve bu tehlikeli oyuna Türkiye üzerinden ve katkısyla gidilmesi, affedilemez, geriye dönülmez bir sürecin başlamasına neden olmuştur.

Milyonlarca evsiz Suriyeli mülteci, yaşanan insanlık dramları ve patlamalar la, eylemlerle yok olan insanlık…

Gelinen nokta; BOP ülkeleri ve karşıt ülkeleri aynı masaya oturtarak, yapılan vahim hatadan dönülerek, tekrardan Suriye`de ki Esat Rejimini canlandırmak, mülteci krizini sonlandırmak ve bölgede kendi yarattıkları otarite boşluğunu, tekrar eski yönetimle doldurma yönündedir.

Yaşamsal döngü içinde tarih derslerle dolu olmasına rağmen, çıkarların kör ettiği gözler bu dersleri görememesi yüzünden binlerce masum insan ölmüş ve ne yazık ki ölmeye de devam edecektir. Halkların kendi kaderlerini kendilerinin belirlediği düşünce siteminin doğduğu Fransız İhtilali`nin bile anavatanı olan Fransa bu tarih dersinden sınıfta kalmasını önce 12 karikatürüstini sonrada yüzden fazla vatandaşını kurban ederek acı bir şekilde öğrenmiştir umarım.

 KAYNAKÇA

 Arı, T. (2005), Geçmişten Günümüze Ortadoğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi. 2.Baskı İstanbul Alfa Yayınları .

Arslan, A. (2006), Avrupa’dan Türkiye’ye İkinci Yahudi Göçü, İstanbul, Truva Yayınları, s.151.

Atatürk, M. K. (2006), Nutuk, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi, ss.515-517

Chomsky, N. (2002), Amerikan Müdahaleciliği, Aram Yayıncılık

Davutoğlu, A. (2004), Stratejik Derinlik, 17.Baskı, İstanbul, Küre Yayıncılık, s.324-361

Değer, M. E. (1994), Emperyalizmin Tuzaklarındaki Ülke Ya da Oltadaki Balık Türkiye, Çınar Araştırma Yayınları, İstanbul, s. 92.

Demircan, E. ve Ener, M. (2008), “IMF’nin Gelişmekte Olan Ülkeler ve Türkiye’de Uygulanan İstikrar Programları Üzerine Etkileri”, (Çevrimiçi)

      http://biibf.comu.edu.tr/edemircanmenerm. pdf

Dibner, G. (1999), “My Enemy’s Enemy”, Harvard International Review, Winter 98/99, Vol. 21, Issue 1, s.34.

Günal, A. (2004), “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, Ege Akademik Bakış Dergisi, 4, 1, s.158-159

Huntington, S. P. (1993), “The Clash Of Civilizations?”, Foreign Affairs, Vol. 72, No. 3,

İnönü, İ. (2006), Hatıralar, Ankara, Bilgi Yayınevi, ss.359-360.

Kelidar, A. (1993), “States without Foundations: The Political Evolution of State and Society in the Arab East”, Journal of Contemporary History,

Vol. 28, No. 2, , s.320.

Lewis, B. (1996), Ortadoğu, Çev.Mehmet Harmancı, İstanbul, Sabah Kitapları.

Özdağ, Ü. (2012), Yeniçağ Gazetesi, 8.3.2012

Parlar, S. (2006), Ortadoğu Vadedilmiş Topraklar, 3.Baskı, İstanbul, Mephisto Kitabevis.375.

Şahin, A. (2004), Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye, İstanbul, Truva Yayınları.

Uzgel, İ. (2005), “ABD ve NATO’yla İlişkiler”, Türk Dış Politikası, Baskın Oran(ed.), Cilt II, 8.Baskı, İstanbul, İletişim Yayınları, s.265.

Turan, Ö. (2002), Tarihin Başladığı Nokta Orta Doğu, Step Ajans yayınları, İstanbul, s.16-17

 

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder