30 Temmuz 2017 Pazar

Türkiye’de Çok Partili Demokrasiye Geçişte İç Ve Dış Dinamiklerin Etkileri (1945-1950) BÖLÜM 2

Türkiye’de Çok Partili Demokrasiye Geçişte İç Ve Dış Dinamiklerin Etkileri (1945-1950)  BÖLÜM 2



B. ÇOK PARTİLİ DEMOKRASİYE GEÇİŞTE İÇ DİNAMİKLERİN ETKİLERİ 

Tarihçi Kemal Karpat, Türkiye’de çok partili sisteme geçişi, sosyal yapının farklılaşmasında ve bu farklılaşmanın gerektirdiği çoğulcu, başka bir deyişle 
farklı sosyal ve siyasi grupları bir arada tutabilecek yeni bir sosyal, siyasi denge sisteminin kuruluşu olarak görmüştür. Ona göre bu güç dengesinin ise son yüz 
elli yıl içinde pasif veya savunma modernleşmesi olarak tarif edilebilecek yenileşme hareketlerinin meydana getirdiği ve temelde halk kitlelerine dayanmayan siyasi yapıyı ve onun kültürünü gözden geçirmeyi zorunlu bir duruma sokacağı muhakkaktı (Karpat, 2013: 71-72). 

Buradan hareketle, Türkiye’de demokrasisinin gelişimini ve çok partili yönetim anlayışının benimsenmesini sadece dış dinamiklere ya da İkinci Dünya 
Savaşı’ndan sonra Türk diplomasisinde ortaya çıkan gelişmelere indirgemek elbetteki doğru olmayacaktır. 1946 yılının Türkiye’sinin son yüz elli yıllık tarihi, bu dönüşüme katkı sağlayan ve bu süreci besleyen bir değişme ve yenileşme tarihi olmuştur. Özellikle 1839 yılında, yenilikçi ve muhafazakâr çekişmesinin 
gölgesinde ilan edilen Tanzimat Fermanı ile padişah, sahip olduğu mutlak iktidarı bizzat kendisi sınırlandırmış ve 1876 yılına geldiğimizde ise meşruti idare 
sistemi kabul edilmiştir. Daha sonraki dönemde oluşan siyasal çekişme ortamı ise İttihat ve Terakki dönemini doğurmuştur. 

İttihat ve Terakki ilk kez belli siyasi düşünceleri savunarak bunları yürürlüğe koyacak siyasi örgütün, partinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. 1908 Devrimi’nin 
siyasi mimarı olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1913’te aynı ad altında siyasi partiye dönüşerek yurdun her tarafında şubeler açmış, halkın siyasi hayata 
katılımını sağlamıştır. Her ne kadar karar verme yetkisi merkezde toplanmışsa da İttihat ve Terakki Partisi, taşra aydın ve ileri gelenlerinin siyasi hayata 
katılımının önünü açmıştır. İttihat ve Terakki’ye muhalif olan Hürriyet ve İhtilaf Partisi’nin kurulması, demokrasinin diğer bir koşulu olan ayrı düşünceleri 
savunan muhalefetin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu dönem aynı zamanda ilke defa çok partili sistemin izlerini taşıyan bir dönem olmuştur. 
(Karpat, 2013: 45). 

Nihayet 1923 yılında Cumhuriyet kuruldu. Cumhuriyetin kurulmasıyla tek partili bir sistem uygulandı ve bu sistem bir-iki küçük istisnayla 1945-1946 yılına kadar gittikçe güçlenerek devam etti. Bu tarihten sonra yeniden çok partili bir siyasal sisteme geçilmesinde elbette ki 1938-1945 yılları arasındaki iç bünyemizde meydana gelen gelişmelerin ve bu gelişmelerin ortaya koyduğu siyasal sonuçlarının önemli tesir ve izleri bulunmaktadır (Akandere, 1998: 145). 
Savaş sonunda, gerek iktisaden egemen sınıflar gerekse yoksul halk kitleleri ve geniş aydın zümre CHP’ye karşı kesin bir tutum içinde bulunuyorlardı. 
Uluslararası planda demokratik rejimler büyük saygınlık sağlamıştı ve Türkiye’de “demokrasi” sözcüğü sihirli bir formül halinde dudaklarda dolaşıyordu. 
Demokrasi demek tek parti, tek şef sistemine “artık yeter!” diyebilmekti ve bunu söyleyecek bir örgütün işareti bekleniyordu (Timur, 2003: 29). 

Demek oluyor ki, Türkiye’de çok partili hayata geçiş sürecinde sosyal yapı ve toplumsal kesimlerin bu süreç içindeki yeri, siyasal muhalefetin oluşmasında 
önemli bir role sahiptir. Bunun yanında, ekonomik durumun bozulması ve bu bozulmaya bağlı olarak halkta beliren hoşnutsuzluk, iktidara karsı güçlü bir 
toplumsal muhalefetin oluşmasına neden olmuştur (Kirman, 2006: 46). 

1. Tek Parti İktidarına Karşı Toplumsal Muhalefetin Gelişmesi Türkiye’de tek partili yönetimden çok partili yönetime geçiş sürecinde ekonomik 
faktörlerin etkisi göz ardı edilemez. Ekonomide uygulanan devletçi ve müdahaleci yönetimin, siyasal hayatta otoriter uygulamalar olarak kendisini gösterdiği söylenebilir. 

Gerçekten de 1930’dan sonra, 1923-1930 yıllarında kabul edilen prensipler ilk olarak 1931 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nin programına, daha sonra da 
1937’de Anayasaya konulmuştur. Bu nedenle hükümetin ekonomik politikalarında değişiklikler olmuş, devlet artan otoriter tutumuna uygun olarak sanayi sektörünün yönetiminde daha büyük sorumluluk yüklenmiştir (Karpat, 2013: 155). 

Cumhuriyet Halk Partisi, egemen toplum kesimlerinden, servetlerini ancak devlet yardımıyla sağlamış, korumuş ve geliştirmiş bir kesimi kendi saflarında 
tutabilmişti. Ancak bu gruplar, toplum kesimleri arasında değil, kendi içlerinde bile sürükleyici bir güce sahip olmaktan çıkmışlardı. Bu nedenle iktidar partisi 
halk nazarında bürokratik bir baskı aracı olarak görülüyordu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu bu dönem için “Gerçi benim bildiğim bir Halk Partisi vardı ama, 
teşkilatı valilerin, kaymakamların eline teslim ettikten sonra halk ile ilgisi kesilmiş, bütünüyle bürokratik bir sekil almıştı.”demektedir(Timur, 2003: 29). 

Türkiye II. Dünya Savaşı’na girmemiş olmakla birlikte, 1939-1945 yılları arasında ekonomik siyasal sıkıntılarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu 
savaş, sosyal adaletsizliğin ve iktidar baskısının artmasına neden olurken, diğer yandan da isçi, memur, küçük üretici vb. geniş halk kesimlerinin daha da 
yoksullaşmasına neden olmuştur(Çavdar, 1985: 2064). 

Tek parti döneminin son yılları savaş ekonomisi kurallarının hâkim olduğu, devletin ekonomik hayatı denetim altına almaya çalıştığı yıllardır. İkinci Dünya 
Savaşı yıllarında uygulanan iktisadi ve toplumsal politikaların temelini ve hukuki dayanak noktasını Milli Korunma Kanunu oluşturmaktadır. Ekonominin giderek 
kötüleşen bir seyir izlemesi üzerine bir takım ekonomik önlemler alınması zorunlu olmuş ve 18 Ocak 1940’da “Milli Korunma Kanunu” TBMM’nde kabul 
edilerek yürürlüğe girmiştir (Koçak, 1996b: 373). 

İkinci Dünya Savaşı ve bu savaş süresince Türkiye’de izlenen iktisat politikası toplumsal dengeyi sarsıcı sonuçlar doğurdu. Bu dönemde bir yandan enflasyonist bir politika izlenirken, öte yandan da bu politikanın doğal sonuçları olan fiyat artışları baskı ve zabıta yöntemleriyle önlenmek istenmiştir. 1940 yılının başında yürürlüğe konulan Milli Korunma Kanunu da bu enflasyonist politikanın temel dayanağını oluşturuyordu. 

Milli Korunma Kanunu’nun en büyük etkisi işçiler ve köylüler üzerinde görülmüştür. Her iki kesim angarya olarak nitelendirilebilecek çalışma yükümlülükleri altında ezilmiştir (Çavdar, 1995: 376). 

Savaş ekonomisi dönemi sosyo-ekonomik açıdan genel olarak değerlen dirildiğinde; artan devlet masraflarının yeni vergilerle karşılanılmasına çalışılan ortamda sosyal adaletin ortadan kalktığı, sosyal huzurun bozulduğu, toplumda zaten adil olmayan gelir dağılımının daha da kötüleştiği ve savaş zenginleri denilen yeni bir zümrenin türediği söylenebilir (Kirman, 2006: 52). 

Tek parti yönetimi altında Türkiye’de varlık vergisinin yasalaştırıldığı 1942 yılının Kasım ayı, II. Dünya Savaşı koşullarının ülkede oluşturmuş olduğu sıkıntı 
ve darlıktan yararlanan kişi ve çevrelerin vurgunculuğunun, karaborsacılığının, her türlü haksız kazanç sağlamalarının doruğa ulaştığı bir zamandır (Yetkin, 
2007: 205). 

Varlık Vergisi, uygulamada birçok karışıklık ve güçlüklere yol açmış, milletin geniş bir kısmının huzurunu kaçırmıştır. Bu vergi, savaş yılları içinde elde 
edilen servet ve kazançlara hükümetçe el konulmasına imkân vermiştir (Koçak, 1996b: 506). Ancak Vergi miktarının belirlenmesinde kesin bir ölçü yoktur. 
Vergi miktarlarını belirleme yetkisi komisyonlarda görevli kişilerin keyfiyetine bırakılmıştır. Bu durum ise çoğu mükellefin ödeme gücünün üzerinde vergi 
miktarı ile yükümlü olmasına neden olmuş, Türkiye ekonomisinde hâkim sınıflar arasındaki dengeyi sarsmıştır (Yetkin, 2007: 204). Vergi, sağladığı fırsatlarla 
karaborsacıları zenginleştirmiş, buna karşılık küçük esnaf ve işyerlerinin yok olmasına neden olmuştur. Bu durum, geçimini zaten zorlukla sürdüren orta sınıfın daha da yoksullaşmasına neden olmuştur (Lewis, 2000: 300). 

Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu ile büyük ve küçük çiftçi ayrımı yapılmamıştır. Vergi kapsamına giren herkes vergisini vermekle yükümlüdür. Verginin 
toplanmasında büyük ölçüde Toprak Mahsulleri Ofisi görev almıştır. Ancak Ofis’in bazı uygulamaları ve görevli memurların tutumları ofisle üreticiyi karşı 
karşıya getirmiştir. Genel olarak köylüler savaş dolayısıyla olağanüstü tedbirlerin alınması gerektiğini anlıyorlar ama Ofis’in tepeden inme, gerçeklere uymayan 
hareket tarzını ve yükün herkese eşit yüklenmiş olmasını kabul etmiyorlardı (Karpat, 2013: 194). 

Toprak Mahsulleri Vergisi’nin Köy Enstitüleri ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu gibi büyük toprak sahiplerinin tepkisini ve direnmesini doğuran icraatlarla 
birlikte toprak ağalarının ve toprak burjuvazisinin CHP iktidarına savaş sonunda cephe almasına yol açan ana etkenlerden biri olduğu görülmektedir (Boratav, 
2002: 265). 

II. Dünya Savaşının tetiklediği kısaca özetlenen iktisadi alanda yaşanan bu sıkıntılar Türkiye’de yirmi yılı aşkın bir süre devam eden tek parti iktidarına karşı büyüyen toplumsal muhalefetin önemli nedenlerinden biriydi. İktisadi sıkıntılardan beslenerek büyüyen bu toplumsal muhalefet doğal olarak iktidara alternatif arayışları hızlandırdı. 

2. Tek Parti İktidarının Demokrasi Algısında Yaşanan Değişim Türkiye’de muhalefet girişiminin başarıya ulaşmasında, iç ve dış koşulların etkisinin yanında, çok partili demokrasiyi ve onun getireceği özgürlükler ortamını ülkesinin gelişmesi açısından yararlı gören aydınların ve siyasilerin etkisi de 
küçümsenmemelidir. Burada özellikle iktidardaki yöneticilerin rolü önemlidir. 

CHP yöneticilerinin batılılaşma istekleri ve bu doğrultuda giriştikleri çabalar ve Cumhuriyetin temelinde var olan liberal fikirlerin çok partililiğe geçişteki 
önemine birçok yazar tarafından işaret edilmiştir. Ayrıca; Cumhuriyet Halk Partisi sözcüleri de Türkiye’de “Halk egemenliğinin tanındığını ve rejimin esasında demokratik olduğunu, bu sebeple Türkiye’de demokrasinin Cumhuriyetin ilanından itibaren var olduğunu söylemişlerdir (Karpat, 2013: 227). 

Yöneticilerin çok partili bir yönetime geçişteki etkilerinin yalnızca Cumhuriyet Dönemi’nin ve tek partinin özellikleriyle açıklanması yanıltıcı olabilir. 
Çünkü bu etki tek başına gerçekten çok önemli olsaydı 1945’den önce de demokrasiye geçilebilirdi. Bu nedenle, yöneticilerin rolü 1945 yılının iç ve dış 
gelişmeleri dikkate alındığında önem kazanmaktadır. Bu gelişmeler, yöneticilerde var olan çoğulculuğa ilişkin düşünsel potansiyeli uygulamaya 
dönüştürmelerinde etkili olmuştur (Kirman, 2006: 51). 

Ülke dışında yaşanan gelişmeler, Türkiye’yi siyasi rejim açısından bir yol ayrımına getirdi. Zira II. Dünya Savaşı sonunda dünya iki kutba ayrıldı ve Türkiye tercihini Batı bloğundan yana kullanmak durumunda kaldı. Ne var ki, tek partili otoriter bir rejimle Batı dünyası içinde yer alması söz konusu olamazdı. 
Cumhurbaşkanı İnönü, Türkiye’yi Batı’ya yakınlaştırmak için rejimde yumuşama anlamına gelecek önemli adımlar attı. Bu, otoriter bir rejimin kendi iradesiyle 
kendi sonunu hazırlamasına tipik bir örnektir. Elbette çok partili hayata geçişi tetikleyen tek faktör bu değildi. Zira yirmi yılı aşan tek parti yönetimi sürecinde 
antidemokratik uygulamalar, savaş koşullarında yaşanan ekonomik darboğaz, karaborsa, CHP’yi halk kesimleri nazarında oldukça güç duruma düşürmüştü. 
CHP seçkinleri çok partili hayatı, partinin halk kesimleri nazarındaki imajını düzeltecek ve onu eski gücüne kavuşturacak bir çıkış yolu olarak düşündüler. 
Ancak belirtmek gerekir ki modernleştirici seçkinlerin vesayet sisteminden daha açık ve rekabetçi bir düzene geçiş için çok da gönüllü oldukları söylenemezdi. 
Diğer taraftan, devlet iktidarını sınırlama ve paylaşma heveslisi güçlü bir girişimci orta sınıf da mevcut değildi. Bu hususta farklı görüşler olmakla birlikte 
değişim daha çok dış kaynaklı faktörlerin bir sonucuydu. Ayrıca CHP elitleri, DP’nin bu kadar kısa bir sürede iktidara gelebileceğini ummuyorlardı. 
1950’de DP’nin iktidara gelmesiyle yirmi yedi yıllık paradigma tersine dönmeye başladı. Artık toplum, devlet ve bürokrasinin değil, bürokrasi, toplumun 
verili taleplerine uygun olarak biçimlenmek zorundaydı (Söğütlü, 2010: 12-13). 

1 Kasım 1945’te Cumhurbaşkanı İnönü, Millet Meclisi’ndeki açılış konuşmasında, demokrasinin faşizmi yendiğinden ve rejimin demokratikleştirilmesi 
gerektiğinden söz etmiştir (Türkay, 2008: 55). 

1945 yılında başka siyasal partilerin kurulmasına imkan tanınmış ve 1946 yılından başlayarak da bu tekelci ve otoriter anlayışın doğurduğu siyasal yapının 
öğeleri birer birer ya bağları gevşetilmiş, ya da tümden ortadan kaldırılmıştır (Büyükkalay, 2011: 74). 

İnönü, İngiltere ve ABD’nin Türkiye’ye karşı bir tutum içine girmelerinin ve ülkeye yönelmiş bulunan “Sovyet tehdidi”ni anlayışla karşılamalarının nedenleri 
arasında ülkenin yönetiminde egemen olan anti-demokratik yapının da olduğunu anlamış bulunuyordu. Sovyetler Birliği’nin bu baskısından kurtulmanın ve bu 
tehdide karşı koyabilmenin tek yolu, ABD ve İngiltere’nin desteğini almaktı. Bu desteğin kazanılması ise, “Savaş Sonrası Dünya Düzeni”nin gereği olan bir 
demokratik rejimin ülkede uygulamaya konmasına bağlıydı (Ekinci, 1997: 309-311). 

Bu anlamda Türkiye’de yönetim anlayışı değişikliği ve bu eksende DP’nin doğuşu, iç dinamiklerin ve dış konjonktürün bileşkesi altında görece biçimde 
gerçekleşmiştir. II. Dünya Savaşı’nın belirleyiciliği altında uluslararası konjonktürdeki gelişmeler de, demokrasiye geçişe önemli ölçüde ivme kazandırmıştır. 
Denilebilir ki, Türkiye’de söz konusu dönemde tek parti iktidarının sonunu getiren faktörlerin gerisindeki temel dinamiklerden biri de, ticaret ve tarım burjuvazisinin kesimsel çıkarları ve bunun sözcüsü olan DP’nin politikaları ile II. Dünya Savaşı’nın galiplerinden biri olan ABD’nin çıkarları arasındaki örtüşmedir. 
Çıkarlardaki bu tekabüliyetin yanı sıra, tek parti iktidarının, hem savaş ekonomisinin neden olduğu bütçe açıklarını finanse edebilmek hem de savaş sonrasında izleyeceği kalkınma politikalarını yürütebilmek için gereksinim duyduğu mali kaynak bula bilme ihtiyacıydı. İşte bu ihtiyaçtır ki Türkiye’nin, ABD’nin önderliğine soyunduğu, temel parametrelerini serbest pazar ekonomisi ve demokrasinin oluşturduğu uluslararası ekonomik ve siyasal düzene eklemlenmesine ivme kazandırmıştır. Mali ve iktisadi krizin yanı sıra siyasal bunalımın da kıskacı altında tek parti iktidarı, uluslararası konjonktürdeki gelişmeler ışığında siyasal, sosyo-kültürel ve iktisadi politikalarını esnetmek durumunda kalmıştır. 

Bu bağlamda, mecliste beliren muhalefet karşısında siyasal iktidar ilk etapta zora dayanmıştır. Bunun açık bir göstergesi ise, sertlik yanlısı olarak tanınan Recep Peker’in 1946 yılında başbakanlığa atanmasıdır. Fakat daha sonrasında iktidar, 12 Temmuz Beyannamesi’nde gözlemlenebileceği üzere, muhalefetle uzlaşma yolunu seçmiştir (Büyükkalay, 2011: 77). 

Cumhurbaşkanı İnönü, tarihe “12 Temmuz Beyannamesi” olarak geçen bildirisiyle muhalefetin de iktidar partisinin koşulları içinde çalışacağı demokratik 
ortam güvencesini vermiş ve bunun sürekli olacağına vurgu yapmıştır. İnönü.nün varmak istediği sonuç, iki partinin birbirlerine güven duymalarını sağlamaktır. “Muhalefet, teminat içinde yaşayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır. İktidar, muhalefetin kanun haklarından başka bir şey düşünmediğinden emin bulunacaktır”. Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi, muhtemel bir güven bunalımı ve bazı zorluklar öngörülse de 12 Temmuz Bildirisi, ülkenin geri dönülmez bir biçimde çok partili sürece geçmiş olduğunu ortaya koyan bir belge niteliğindedir (Akın, 1945: 138). Ayrıca belge tek parti iktidarının demokrasi algısındaki değişimin de en somut göstergesidir. 

3. Çok Partili Sürece Geçiş ve Demokrat Parti’nin Kurulması Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 1945 yılının 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı töreninde yaptığı konuşmada; “Harp zamanlarının ihtiyatlı tedbirlere lüzum gösteren darlıkları kalktıkça memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir” diyerek çok partili sürecin sinyallerini vermiş ve onun bu sözleri sadece Türk basınında değil, yabancı basında da büyük ilgi görmüştür (Ayın Tarihi, 1945/138). 

Basın, 1945 yılının ocak ayında TBMM’de Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tasarısı görüşülürken ortaya çıkan muhalefeti de “ TBMM’de farklı sesler ve isteklerin ifade edildiği bir tartışma ortamı” olarak değerlendirmiştir (Gürkan, 1998: 143). 

İnönü, 1 Kasım 1945’te Meclis’in açılışında bu kez muhalefet partisinin eksikliğinden açıkça söz etmiştir (Sencer, 1974: 194). Bu gelişmeler çerçevesinde Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tasarısının görüşüldüğü günlerde Meclis’e daha sonra “Dörtlü Takrir” olarak anılacak bir önerge veren Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü tarafından yeni parti 7 Ocak 1946’da kurulmuştur. “Demokrat Parti” adının Amerika’dan esinlenme olup olmadığı konusunda Celal Bayar, gazeteci Metin Toker’e “Bunda Amerika modeli rol oynamadı değil. Orada da bir Cumhuriyetçi Parti, bir de Demokrat Parti yok mu” demiştir (Toker, 1970: 111). 

Tek partili cumhuriyet rejiminin gerçek anlamda ortaya çıkan ilk muhalefet partisi Demokrat Parti (DP), iç dinamikler açısından tek parti döneminin II. 
Dünya savaşında ve sonrasında oluşan sosyo ekonomik ve politik koşullarını yaşayan Türkiye’nin ürünüdür. Savaş yıllarında izlenen ekonomik politikalar sonucu “ Savaş Zenginleri ” olarak adlandırılan bir zümre ortaya çıkmıştır. DP, savaş yıllarında palazlanan ticaret burjuvazisiyle toprak ağalarının, Cumhuriyet Halk Partisi’nde (CHP) simgelenen asker-sivil bürokrasiye karşı bir hareketidir (Acar, 2008: 63). 

Savaş yıllarının enflasyonist politikası altında ezilen geniş halk yığınlarını da yanına alan toprak sahipleri ve ticaret burjuvazisi böylece güçlü bir muhalefet 
oluşturdu. CHP ise, servetlerini ancak parti ve devlet yardımıyla sağlamış, korumuş ve geliştirmiş dar bir egemen sınıfı saflarında tutabilmişti (Timur, 1994: 22). 

Sedat Simavi, seçimlerde DP’nin elde ettiği başarıda basının da payı olduğunu söylemekte ve yeni gelenlerin doğru yolda yürüdükçe halkı yanlarında bulacağını belirtmektedir (Simavi, 1950). 

14 Mayıs seçimlerinin sonucu Amerika’da da memnuniyetle karşılanmıştır. Milliyet gazetesi başyazarı Ali Naci Karacan, Truman’ın tebrik mesajını “resmi 
kurallarının dışına çıkmış ve son derece dostane” bulduğunu belirterek şunları yazmaktadır: 

“Amerika son seçimlere kadar Türkiye’de hakiki bir demokrasi olduğuna kani değildi ve bu seçimler onu en çok bu bakımdan yani görüşecekleri devlet 
adamlarının millete dayandıklarını bilmeleri itibariyle kendilerini tatmin bakımından bir dönüm noktası teşkil etti.” (Karacan, 1950’den akt. Acar, 2008: 65). 

Amerikan basınında da seçim sonuçlarının memnuniyetle karşılandığı görülmektedir. “Türkiye demokrasiye oy verdi” başlıklı yazısında New York Times, “Soğuk harpte Türkiye’nin garp dünyası ile birlikte bizim yanımızda yer almaya devam edeceği beklenmektedir” demektedir. New York Herald Tribune seçim sonuçlarını “Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı diktatörlüğünden demokrasiye geçtiğinin bir delilidir” diyerek vermektedir. Philedelphia Inguirer de DP yönetiminin komünizme karşı olmaya ve Rus aleyhtarlığına devam edeceğini belirtmektedir (Ayın Tarihi, 1950/198). Senatör Fulbright ve Mundt Türk demokrasisini övmüşlerdir. Fulbright, DP’nin özel teşebbüse önem vermesi ve Türkiye’de demokrasinin ilk kez tezahür etmesi nedeniyle duyduğu memnuniyeti dile getirmiştir (Acar, 2008: 65). 

SONUÇ 

Türkiye’nin 1945’de çok partili hayata geçmesinde, aynı dönemde “demokrasinin” uluslararası saygınlığının artmış olması ve kendisini ideolojik etki olarak göstermiş olmasının çok önemli bir rolü vardır. II. Dünya Savaşı sonrası, faşist yönetimlerin savaşı kaybetmesi aynı zamanda demokrasinin zaferi olarak yorumlanmıştır. Bütün dünyada demokrasi yükselen değer haline gelmiş, demokratik olmayan ülkeler gözden düşmüş, savaş sonrası ortaya çıkan bu ortamda tek parti, tek şef sistemi ile yönetilen Türkiye’ye yönelik dünya kamuoyunun baskısı artmıştır. Türk yöneticileri bu baskıya daha fazla direnç gösterememiş ve çok partili yönetime geçilmesine izin vermek zorunda kalmıştır (Kirman, 2006: 60). 

II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan konjonktür, Türkiye’nin iç ve dış politikasını etkilemiştir. Savaş sonrası gerginleşen Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkileri, tarafsız/yansız dış politikanın terk edilerek kapitalist sisteme eklemlenmenin bir gerekçesi olarak gösterilirken, iç politikada da anti-komünizmin artmasının ve sol muhalefetin bastırılmasının gerekçesi olmuştur. Soğuk savaş ideolojisi ve onun en etkin araçlarından olan anti-komünist propoganda, ABD’de üretilerek dünyaya ihraç edilmiştir. Bu koşullar altında kuruluş döneminin resmi ideolojisinin üzerinde şekillenen siyasi ve toplumsal kültür de, 1945 sonrasında değişime uğramaya başlamıştır. Dolayısıyla kültürel değişimde dış etkenlerin belirleyici rol oynadığı açıkça görülmektedir (Acar, 2008: 29). 

Hem ABD dış politikasındaki genel eğilim hem de Türk – Amerikan ilişkilerinin teorik çerçevesinden bakıldığında, Türkiye’de demokrasinin işlemesi veya 
işlememesinin, bu ilişkilerin sürdürülmesi açısından önemli bir unsur ve Türk 
–Amerikan ilişkilerinde dikkate alınması gereken bir parametre olmadığı sonucu çıkarılabilir. Türkiye’de demokrasinin varlığı veya yokluğunun, gelişmesi veya 
geri kalmasının, Türk-Amerikan ilişkilerinin gelişimini etkilemeyeceği düşünüle bilir. Fakat bu çıkarımlar doğru değildir. Zira, Türkiye’de demokrasiye geçiş süreci, Türk -Amerikan ilişkilerinin gelişmesi ile birlikte gerçekleşmiş ve bu her iki süreçteki gelişmeler birbirini kuvvetle etkilemiştir (Çalış, v.d., 2001: 81). 

Savaş sonrasında ortaya etkin olarak çıkan diğer bir süreçte, ekonomik meselelerdir ki tarihin hiçbir döneminde ekonomik sorunlar bu kadar uluslar arası ilişkilerde ağırlık kazanmamıştır. Bugün bütün dünya ülkeleri, siyasal kuvvet dengesi, güvenlik ve barış gibi meselelerden belki de çok daha fazla olarak, ekonomik kalkınma, refah, daha iyi yaşama seviyesi gibi meselelerle yoğun bir Şekilde meşgul olmaktadır. Bunun neticesi olarak da, bugünkü uluslar arası ilişkilerde ekonomik faktör büyük bir ağırlığa sahiptir (Armaoglu, 1984: 419-422). 

Demokratik kuralların tam olarak yerleşmediği Türkiye’de ülke içi veya ülke dışından kaynaklanan ekonomik krizlerin siyasal ve idari hayata etkisi, gelişmiş 
Batı ülkelerinden oldukça farklı olmuştur. Toprak Reformu gibi uygulamalar da değişen dünya bağlamında ortaya atılmış, sonuçları açısından başarılı sayılamayacak ancak bulunduğu dönemde muhalefetin belirmesi açısından faydalı olmuştur (Büyükkalay, 2001, 87). 

İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarına kadar CHP bütün muhalefeti susturmayı başarmıştır. Ancak, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru faşist-otoriter 
ülkelerin savaşı kaybedeceğinin anlaşılması üzerine tüm dünyada dalga dalga yayılan demokrasi rüzgarına CHP içindeki bazı vekiller de kapılmıştır. Bu durum 
21 Mayıs’ta başlayan bütçe görüşmelerinde açığa çıkmıştır. Artık CHP içinde tek parti dönemi uygulamalarının sorgulanması gündeme gelmekte; Menderes 
tarafından, 1945 yılına kadar duyulmayan milli egemenlik, meclis üstünlüğü ve demokratik rejim konuları bütçe görüşmelerinde dile getirilmektedir. Daha sonra, Menderes, Bayar, Köprülü ve Koraltan verdikleri bir önergeyle CHP hükümetinin uygulamalarını eleştirmişler ve iktidarın daha demokratik esaslara göre çalışması gerektiğini ifade etmişlerdir (Kirman, 2006: 123). 

CHP’ye karsı başlayan muhalefet hareketinin belirginleşmesine yol açan önemli bir gelişme olan “Dörtlü Takrir”, bir bakıma da o dönemdeki tek partili yönetimin uyguladığı siyasi ve sosyal baskıya karsı bir tepki metnidir. CHP’nin bu önergeyi reddetmesiyle birlikte muhalif vekillerin de yeni bir parti kurma yolunda ki çalışmaları hız kazanmış ve nihayet Bayar, 7 Ocak 1946 günü Demokrat Parti’nin kurulduğunu beyan etmiştir. Kanaatimizce, 1945 muhalefeti Cumhuriyet Dönemi’nin en geniş tabanlı halk hareketi olarak doğmuştur (Kirman, 2006: 124). 

II. Dünya Savaşı’nın yarattığı ekonomik sıkıntıların yanında CHP’nin otoriter uygulamaları ve halktan kopuk bir siyaset izlemesi, insanların akın akın DP’ye 
yönelmesine neden olmuştur. Bir diğer önemli husus ise; DP’nin İnönü’nün isteği doğrultusunda anlaşmalı bir parti olarak kuruluğu şeklindeki iddiadır. 
İddianın gerçekliğini sağlamlayacak kişiler arasında kalan sır niteliğinde bir boyutunun olup olmadığını elbette bilmiyoruz. Kuruluş sürecinde Celal Bayar ile 
İnönü arasında bu meyanda bir gizli mutabakat olsa bile, kısa bir zamanda DP’nin büyük bir halk tabanı tarafından kabul görmesi böyle bir yaklaşımın 
kalıcılığını imkan-sız hale getirmiştir. Nitekim 1950 seçimlerinde halkın yarısından fazlasının oylarını alarak iktidara gelen Demokrat Parti rüştünü ispat etmekte hiç zorlanmamıştır. 

Ayrıca siyasi hayatı boyunca bu iddiaları teyit anlamına gelecek bir demokrasi oyununa da tenezzül etmemiştir. 

Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı İnönü ile zaman zaman diyaloğa girerek, iki parti arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları aşmaya çalışmış olması, onun muvazaa 
anlayışıyla hareket ettiğinin bir kanıtı olamaz. Yirmi üç yıllık bir tek-parti yönetiminden sonra birdenbire siyasette çoğulculuğa yönelmenin, gerçekçi bir 
gözle bakıldığında, birtakım sıkıntılar yaratması normaldir ve böyle bir süreç içinde söz konusu bir diyaloğun gerçekleştirilmiş olmasını bir kazanç saymak 
gerekir. Dörtlü Takrir’in CHP’nden ayrılarak yeni bir parti kurmak için önceden tasarlandığı seklindeki iddialar da gerçekleri yansıtmamaktadır. Nitekim takrircilerin DP kurulduktan sonra da ifade ettikleri gibi bu takririn asıl amacı CHP’de bir liberalleşme hareketini başlatmak olsa gerektir (Kirman, 2006: 124). 

Belirtilmesi gereken bir diğer husus ise, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Antlaşması’nı imzalamakla zaten çok partili hayata geçmeyi kabul ettiği gerçeğidir. 

Çünkü Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın temel hükümleri bu antlaşmayı imza edecek devletin demokratikleşmesi ve çok partili bir rejime zemin sağlamasını 
zorunlu kılmaktadır. Bu durum ise; Bayar, Menderes, Koraltan ve diğer muhalif vekiller olmasa bile Türkiye’nin o tarihlerde çok partili bir sürece geçiş denemesi 
yapabileceğini ama bu durumun belki SCF’de olduğu gibi bir muvazaa partisi şeklinde olacağı ihtimalidir (Kirman, 2006: 125). 

Sonuç olarak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra değişen dünya koşulları ve sürdürülmekte olan otoriter rejimin yarattığı toplumsal hoşnutsuzlukların etkisiyle çok partili parlamenter sisteme geçilmiştir. Türk siyasal hayatında 1946 seçimleri tek parti rejiminden çok partili parlamenter sisteme geçişin ve 1950 seçimleri ise tek parti iktidarına son veren siyasi dönüşümün yani demokrasiye geçişin miladı olmuştur. Elbette sonraki on yıllık periyotlarda gerçekleşen askeri darbeler ya da müdahaleler sıkıntılı süreçlerin yaşanmasına sebep olmuş ise de Türk demokrasisi bu sıkıntılı süreçlerin üstesinden gelerek geride kalmalarını sağlayabilmiştir. 

KAYNAKLAR 

Kitaplar

ACAR, Ayla, Soğuk Savaş Yıllarında Amerikan Kültürünün Türkiye’ye Girişinde Basının Rolü (1945-1960), Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 
İletişim Ana Bilim Dalı, Genel Gazetecilik Bilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul, 2008. 
AKALIN Cüneyt, Soğuk Savaş ABD ve Türkiye-1, 1. Baskı, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2003. 
ARMAOGLU, F., 20.Yüzyıl Tarihi(1914-80), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1984. 
AVCIOĞLU, Doğan, Türkiye’nin Düzeni,1. Kitap, İstanbul, Tekin Yayınevi, 1975. 
BORATAV, K., Türkiye Tarihi-Çağdaş Türkiye(1908-1980) içinde İktisat Tarihi, Der. Sina AKŞİN, Cem Yayınevi, İstanbul, 2002. 
BÜYÜKKALAY, Betül, Türkiye’de Çok Partili Siyasal Hayata Geçişin Nedenleri, Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 
Uluslar Arası İlişkiler Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Antalya, 2011. 
ÇAKIR, Arif, Marshall Planı Nedir, Türkiye’ye Ne Sağlayacaktır?, Türkiye İktisat Mecmuası, Haziran 1949, Sayı:7. 
ÇALIŞ, Şaban, DAĞI, İhsan, GÖZEN, Ramazan, Türkiye’nin Dış Politika Gündemi, 
Kimlik Demokrasi, Güvenlik, Liberte Yayınları,2001. 
ÇAVDAR, T., Türkiye’nin Demokrasi Tarihi(1839-1950), İmge Yayınevi, İstanbul, 1995._, “Demokrat Parti”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, 
C:8 İstanbul, 1985. 
EKİNCİ, N., Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1997. 
GÜRKAN, Nilgün, Türkiye’de Demokrasiye Geçişte Basın 1945-1950, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998. 
HARPER and Brothers, Documents on American Foreign Relations, Published for the Council on Foreign Relations, NewYork, 1948. 
KARPAT, K.H., Türk Demokrasi Tarihi (Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller), Timaş Yayınları, İstanbul, 2013. 
KİRMAN Emin, Çok Partili Döneme Geçiş Süreci ve Türk Siyasal Kültüründe Muhalefet Olgusunun Gelişimi (1946-1950), Süleyman Demirel Üniversitesi, 
Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi, Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2006. 
KOÇAK, Cemil, Türkiye’de Milli Şef Dönemi(1938-1945), Cilt 2, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009. _Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, İletişim Yayınları, 
İkinci Cilt, İstanbul, 1996b. 
LEWIS, B., Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev: M. KIRATLI., Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2000. 
MARDİN, Ş., Türk Modernleşmesi (Makaleler 4), İletişim Yayınları, İstanbul, 1992. 
OKTAY, Ahmet, Türkiye’de Popüler Kültür, 5.Baskı, İstanbul, Everest Yayınları, 2002. 
SANDER, Oral, Türk Amerikan İlişkileri 1947-1964, Ankara, 1979, SBF, Yayınları, Sevinç Matbaası. 
SENCER, Muzaffer, Türkiye’de Siyasal Partilerin Sosyal Temelleri, İstanbul, May Yayınları, 1974. 
TİMUR, T., Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, İmge Yayınevi, İstanbul, 2003. 
TURGUT, Nükhet, Türkiye’de Siyasal Muhalefet Olgusu ve Anlayışı, Türk Siyasal Hayatının Gelişimi, Edit: Ersin Kalaycıoglu, Ali Yasar Sarıbay, 
Beta Yayınları, İstanbul, 1986, s.443. 
YETKİN, Çetin, Karsı Devrim 1945-1950, 6. Baskı, Antalya, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaai-Hukuk Yayınları, 2007. 
ZURCHER, E. J., Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013. 

Makaleler: 

BENHÜR, Çağatay, 1945-1946 Yıllarında Türkiye’de Politik Gelişmelere Genel Bakış, Journal of Qafqaz University, Number 24, 2008. 
DİNÇ, Sait, Atatürk Sonrası Türkiye’de İç ve Dış Politikada Gelişmelere Genel Bir Bakış (10938-1965), Ç.Ü. Türkoloji Araştırmaları Merkezi, Adana, 2008. 
DOĞAN, Naci, Yeni Dünya Düzeni Bağlamında Uluslararası Sitem, NATO’nun Rolü ve Türkiye’nin Stratejik Konumu, Manas Journal of Social Researches, 
Vol.05, Issue 10, 2004. 
GÖNLÜBOL, M. ve H. ÜLMAN, İkinci Dünya Savaşından Sonra Türk Dış Politikası, A.Ü.S.B.F Yayınları, No:509, Ankara, 1982. 
KARACAN, Ali Naci, “Mr. Truman’ın Tebrik Mesajı”, Milliyet, 28 Mayıs 1950. 
TÜRKAY, Orçun, Türkiye’de Asker ve Siyaset, Kitap Yayınevi, 2008, İstanbul. 
TÜRKKAYA Ataöv, “Marshall Planından NATO’nun Kurulusuna Kadar Soğuk Harp”, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Eylül 1968, C. 23, No.3. 
SİMAVİ, Sedat, “Değişen Nöbet”, Hürriyet, 21 Mayıs 1950. “Matbuatın Zaferi”, Hürriyet, 22 Mayıs 1950. 
SÖĞÜTLÜ, İlyas, “Cumhuriyet Türkiye’sinde Modernleşme ve Bürokratik Vesayet”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi sayı:19, 2010. 

Dergiler ;

Ayın Tarihi, Nisan 1946, Sayı.149.; Mayıs 1945, Sayı: 138.; Mayıs 1950, Sayı.198.; 
Vatan, Şubat 1947 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder