30 Temmuz 2017 Pazar

İNSANİ MÜDAHALENİN MEŞRULUĞU SORUNU ve Yeni Bir Meşruiyet Arayışı BÖLÜM 1





İnsani Müdahalenin Meşruluğu Sorunu ve Yeni Bir Meşruiyet Arayışı Olarak Koruma Sorumluluğu Yaklaşımı 


Ertuğrul ERYÜCEL1 
1 Gaziosmanpaşa Üniversitesi, İİBF Kamu Yönetimi Bölümü 


GİRİŞ 

Devletlerarası ilişkilerde, 1648’den 1945’e kadar dünyanın egemen devletlerden oluştuğu görüşüne dayanan, Westphalia modeli hâkim olmuştur. Westphalia 
modeline göre; Avrupa, kendi yasalarına göre hareket eden, kendi siyasal ve ekonomik çıkarlarını izleyen, serbestlik içinde ittifaklar kuran ve bozan, savaş ile 
barış arasında güç dengesi kurallarına göre durum değiştiren, elçi gönderip kabul eden bağımsız ve özgür devletlerden oluşmuştur. Devletlerin üzerinde, onlarınilişkilerini düzenleyen herhangi bir üstün otoritenin olmadığı bu modelde, çatışmalar güç kullanılarak çözümlenmiştir. 

Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Westphalia modelinin sorgulanmasına yol açmıştır. Dünyada barışın ve güvenliğin korunması fikri, devletlerarasındaki ilişkilerin belirli kurallara bağlanmasını ve bu kuralları gözetecek uluslararası kurumların oluşturulmasını gerekli kılmıştır. “Birleşmiş Milletler” örgütü bu amaçla oluşturulmuş ve imzalanan BM Antlaşması ile devletlerarası ilişkilerin ilkeleri belirlenmiştir. Bu ilkeler; “tüm üyeler egemen ve eşittir”, “tüm üyeler uluslararası anlaşmazlıklara barış, güvenlik ve adaleti zedelemeden, barışçı yöntemlerle çözüm aramakla yükümlüdür”, “hiçbir üye ülke, bir başka ülkenin toprağına ve siyasal bağımsızlığına karşı güç kullanmayacak ve güç kullanma tehdidinde bulunmayacaktır”, “BM uluslararası barışı koruma dışında, hiçbir ülkenin içişlerine müdahale etmeyecektir” şeklindedir. 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşların önlenebilmesi, barışın ve güvenliğin korunabilmesi için insan hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi gerektiği fikri 
işlenmeye başlamıştır. Bu görüş, dünya devletleri arasında geniş destek bulmuştur. BM Antlaşması da bu görüşe yer vererek, dünya barışı için insan haklarının tüm dünyada sağlanması gerektiğini belirtmiştir. Bu amaçla dünya sistemine katılmayı kabul eden devletlerin her biri, insan hak ve özgürlüklerini uluslararası antlaşmalarla vatandaşlarına tanımışlar ve anayasaları ile bunları garanti altına almışlardır. İnsan haklarının ulus devletlerin içişleri olmaktan çıkıp uluslararası bir mevzu hâline gelmesi sonucu; devletlerin hak ve özgürlük ihlâllerini araştırmak ve cezalandırmak için “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi”, “Uluslararası Ceza Mahkemesi” gibi evrensel yaptırım uygulama gücüne sahip denetim mekanizmaları oluşturulmuştur. 

İnsan hak ve özgürlükleri konusundaki gelişmelere rağmen, insan haklarının korunmasına yönelik uluslararası antlaşmalarda yer alan uluslararası mekanizma ların yetersiz oluşu ya da çeşitli siyasi nedenlerle bu mekanizmaların işletilemi yor  oluşu, sistemli ve ağır şekilde insan hakları ihlâlinde bulunan ve bu 
ihlâllerde ısrar eden devletlere karşı, insani müdahale adı altında askeri kuvvet kullanımında bulunmayı gündeme getirmiştir. 

İnsani müdahale devletlerarası ilişkilerde hukukiliği ve meşruluğu tartışmalı bir kavramdır. Kuramsal açıdan konuyla ilgili iki görüş bulunmaktadır. Birinci 
görüş, insani müdahaleyi uluslararası hukuka aykırı bir uygulama olarak değerlendirmektedir. Bu görüşe göre, insani müdahale uluslararası hukukun BM 
Antlaşması ile garanti altına alınmış olan “devletlerin eşit egemenliği”, “kuvvet kullanma yasağı” ve “içişlerine karışmama” gibi temel ilkelerine aykırıdır. İkinci 
görüş ise; insan hakları kavramının günümüzde “egemenlik prensibi”, “içişlerine karışmama yasağı” gibi ilkelerden daha önemli hâle geldiğini, insan haklarının 
korunacağının gerek BM Antlaşması gerek diğer uluslararası antlaşmalarla garanti altına alındığını ve bugüne kadar yapılan müdahalelerle artık insani 
müdahalenin teamül haline geldiğini öne sürerek insani müdahalenin meşru olduğunu savunmaktadır. 

1991 Irak, 1992 Somali, 1994 Ruanda, 1999 Kosova ve 2011 Libya müdahaleleri, Soğuk Savaş sonrası insani müdahale örnekleri olarak sayılabilir. Benzer durumlarda farklı tutumlar izlenmesi ve uygulamadan doğan sorunlar nedeniyle zaten meşruiyeti ve hukukiliği tartışmalı olan kavramının kan kaybı hızla derinleşmiş ve BM’nin insani müdahale konusunu yeniden ele almasına neden olmuştur. Bu amaçla BM “Koruma Sorumluluğu” adlı bir rapor hazırlatmıştır. Hukuki bağlayıcılığı olmayan rapor, insani müdahale konusunda yeni bir meşruiyet arayışı olarak sunulmaktadır. 

Bu çalışma, insani müdahalenin meşruiyeti sorununu incelemektedir. Çalışmanın amacı, öncelikle insancıl müdahale kavramını tanımlamak ve günümüz 
uluslararası hukukuna uygunluğunu değerlendirmek; insani müdahalenin meşruiyeti konusundaki kuramsal yaklaşımları açıklamak, ardından Soğuk Savaş sonrası insani müdahale örneklerini ele alarak; uluslararası sistemde insani müdahale konusunda yeni bir meşruiyet arayışı olarak sunulan koruma sorumluluğu yaklaşımını açıklamaktır. 

I. KAVRAMSAL ÇERÇEVE 

A. İnsan Hakları 

İnsan hakları, insanların salt insan olmaktan dolayı sahip oldukları dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez haklardır. İnsan haklarının kökenleri çok 
eskilere götürülmekle birlikte, kavramın asıl gelişmesi İkinci Dünya Savaşı sonrasında olmuştur. İnsan haklarının uluslararası düzlemde siyasal ve hukuksal bir mesele haline gelmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşmiştir (Donnelly,1995:19). 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşların önlenebilmesi, barışın ve güvenliğin korunabilmesi için insan hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi gerektiği fikri 
işlenmeye başlamıştır. Bu görüş, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’ başta olmak üzere, dünya devletleri arasında geniş destek bulmuştur. “Birleşmiş 
Milletler Antlaşması” da bu görüşe yer vererek, dünya barışı için insan haklarının tüm dünyada sağlanması gerektiğini belirtmiştir. Dünya sistemine katılmayı 
kabul eden her devlet “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”, “Paris Şartı” gibi birçok uluslararası antlaşamaya imza atmış ve bu belgelerin öngördüğü temel hak ve özgürlükleri vatandaşlarına tanımayı taahhüt etmiştir. Böylece insan hakları ulus devletlerin içişleri olmaktan çıkıp, uluslararası bir mevzu hâline gelmiştir (Bozkurt:2011:22). 

Son yarım yüzyılda, insan haklarının ulusal sınırları aşarak evrensel bir boyut kazanmasıyla, temel hak ve özgürlüklerin korunmasının sadece devletlerin 
inisiyatifine bırakılamayacağı üzerinde durulmuş ve bu amaçla evrensel ölçekli ve yaptırım uygulama gücüne sahip denetim mekanizmaları oluşturulmuştur. 
“Avrupa Konseyi” bünyesinde oluşturulan “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi” (1953) ve 1998 tarihli “Roma Antlaşması”na dayanılarak kurulan “Uluslararası 
Ceza Mahkemesi” bunun en güçlü örnekleridir. 

Uluslararası sitemin bir parçası olarak kalabilmek, her şeyden önce sistemin dayandığı “hukuk devleti”, “demokratik standartlar” ve “insan hakları” gibi ilke 
ve değerlere uygun olarak hareket etmeyi gerektirir. İşte iç hukuk yolları tüketildikten sonra başvurulan “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi” ve “Uluslararası Ceza Mahkemesi” gibi evrensel ölçekli kuruluşlar, devletlerin çeşitli uygulamalarının uluslararası hukukun ilke ve değerlerine uygun olup olmadığını 
denetlemekte ve bu ilke ve değerlere aykırı hareket ettiği tespit edilen devletlere cezâi yaptırım uygulamaktadır. 

B. İnsani Müdahale 

İnsan hakları ile ilgili bir diğer hususta son zamanlarda çokça tartışılan insani müdahaledir. İnsan haklarının evrensel boyutlu bir değer haline gelmesi, bunlara yönelik ihlâlleri önlemek amacıyla “uluslararası toplum”un yeri geldiğinde devreye girmesi sonucunu doğurmuştur. 

İnsan haklarının korunmasına yönelik uluslararası antlaşmalarda yer alan uluslararası mekanizmaların yetersiz oluşu ya da çeşitli siyasi nedenlerle bu 
mekanizmaların işletilemiyor oluşu, sistemli ve ağır şekilde insan hakları ihlâlinde bulunan ve bu ihlâllerde ısrar eden devletlere karşı insani müdahalede 
bulunmayı gündeme getirmiştir (Arsava,2011:1). 

İnsani müdahale, insan hakkı ihlâllerinde ısrar eden ve bunu sistemli bir hale getiren devletlere karşı, bu ihlâlleri engellemek veya durdurmak amacıyla, bir 
başka devlet, devletler grubu veya uluslararası örgüt tarafından gerçekleştirilen askeri kuvvet kullanımıdır (Keskin,1998:25). 

İnsan haklarını koruma amaçlı olarak, uluslararası toplum adına girişilen insani müdahale ile geçici bir süre, müdahale edilen devletin egemenlik hakları 
sınırlandırılmakta ya da tam bağımsızlığı askıya alınmaktadır. 

Klasik anlamıyla iç egemenlik, devletlerin ülke içinde yasaları yapma ve bu yasaları uygulamadaki mutlak belirleyiciliğini ifade etmektedir. Oysa insan 
haklarının gelişmesiyle, devletler artık ülke içindeki bu mutlak belirleyiciliklerini kaybetmişlerdir. Devletler, insan hakları bildirileri ve uluslararası antlaşmaları 
onaylayarak kendilerinden kaynaklanmayan normlara uyacaklarını, bunlara aykırı hareket etmeleri durumunda ise insan hakları mahkemelerinin cezai 
yaptırımlarını yerine getireceklerini taahhüt etmişlerdir. 

Klasik anlamıyla dış egemenlik ise devletlerin başka devlet ya da diğer dış oluşumların müdahalelerinden bağışık olmasına dayanır. Oysa insan haklarının 
gelişmesi ve evrensel hale gelmesiyle, dış etki ve müdahalelerden bağışık olma ilkesi de ortadan kalkmıştır. Uluslararası hukukun devletler açısından bağlayıcı 
normlar ve yasal kısıtlamalar getirmesi ve insan haklarını sürekli ve sistemli şekilde ihlâl eden devletlere karşı uluslararası toplum adına insani müdahalede 
bulunulması, bu bağışıklığı ortadan kaldırmıştır. 

C. Meşruiyet 

Meşruiyet kelimesinin sözlük anlamı, “yasanın, dinin ve kamu vicdanının doğru bulduğu”dur (Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük, II. Cilt, s.1545). Meşruiyet 
kavramı siyaset biliminde, gerek tanımlanması gerekse elde ediliş şekli itibariyle sürekli tartışılan bir konu olmuştur. Her siyasal düşünür yaşadığı çağa 
ve şartlara göre farklı tanımlar beyan etmiştir. Ancak en genel meşruiyet tanımı, Max Weber tarafından yapılmıştır. Weber, meşruiyeti “bütün iktidarların 
kendilerini dayandırdıkları bir haklılaştırma alanı içerisinde toplumsal tasdik arayışı” olarak tanımlamıştır (Weber,1962:71). 

Meşruiyet kavramı, siyasi iktidarın varlık sebebinin ve yaptığı işlerin yönetilenler için makul bir anlama kavuşturulması, halkın rızasına ve onayına 
dayandırılması olarak ifade edilebilir (Kapani,1992:81). Bu itibarla meşruluk, siyasi iktidarların yönetimlerini kolaylaştıran, sağlamlaştıran, onu etkili, 
istikrarlı ve sürekli kılan, çok önemli bir faktör olarak ortaya çıkmaktadır (Coicaud,2002:10). 

D. Yasallık - Hukukilik 

Yasallık ve meşruluk karıştırılan ve çoğunlukla birbiri yerine kullanılan kavramlardır. Oysa; meşruluk (legitimacy) ile yasallık (legalise) aynı kavramlar 
değildir. Yasal iktidar, yaptığı tüm eylem ve işlemleri yürürlükteki hukuk kurallarına uygun olan iktidardır. Ancak; pozitif hukuka uygun olarak yapılan her eylem ve işlem, siyasal ve sosyolojik açıdan her zaman meşru olmayabilir. Meşru iktidar, varlık sebebi ve yaptığı işler halkın rızasına dayanan iktidardır. 
Bu açıdan yasallık meşruluğun önemli bir kriteri olmakla birlikte, tek başına onu açıklamaya yetmemektedir. Meşruluğun, yasallığı da kapsayan çok daha 
geniş bir kavram olduğu söylenebilir. Meşruluk, yasallığa ilaveten halkın rızasının da dâhil olduğu bir durumu anlatmaktadır. Diğer taraftan meşruluğu 
sağlayan asıl neden “hukuki” de olmayabilir (Erdoğan,2003:329). 

II. İNSANİ MÜDAHALENİN ULUSLARARASI HUKUKTAKİ YERİ 

A. Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanma Yasağı 

Kuvvet kullanma kavramı, silah ya da fiziksel gücün uluslararası ilişkilerde bir araç olarak kullanılmasıdır. BM Antlaşması ile kurulan uluslararası sistem, 
daha önce var olan tüm kuvvet kullanma yöntemlerini geride bırakmış; yalnızca antlaşma tarafından öngörülmüş ve izin verilmiş olan kuvvet kullanma 
yöntemlerini meşru kabul etmiştir. Böylece, uluslararası sistemde kuvvet kullanmak ilk defa tamamen yasaklanmıştır (Cassesse,2005:354). 

BM Antlaşması’nın 2. maddesinin 4. fıkrası (madde 2/4) “Teşkilatın üyeleri, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne veya siyasi bağımsızlığına, gerekse Birleşmiş Milletler’in amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir tehdit veya kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar” demek 
suretiyle örgüt üyelerinin uluslararası ilişkilerinde kuvvet kullanımını veya kuvvet kullanma tehdidinde bulunmasını yasaklamıştır (Keskin,1998:24). 

BM Antlaşması’nın 2/4 maddesi herhangi bir devletin toprak bütünlüğüne ve siyasal egemenliğine karşı kuvvet kullanılmasını ve kuvvet kullanma tehdidinde 
bulunulmasını açıkça yasaklamıştır. Kuvvet kullanma yasağının (madde2/4’ün) antlaşmada (madde 51’de) iki istisnası bulunmaktadır. Bunlardan biri “meşru 
müdafaa hakkı”, diğeri ise “BM Güvenlik Konseyi kararı” ile kuvvet kullanılmasıdır (Keskin,1998:25). 

1. Meşru Müdafaa Hakkı 

Meşru müdafaa hakkı, yüzyıllardır var olan ve tüm hukuksal süjelere tanınmış bir haktır. Meşru müdafaa, çok basit bir ifadeyle bir bireyin veya devletin 
dışarıdan gelen bir saldırıya uğraması halinde, saldırgana karşı koyarak kendini savunması olarak tanımlanabilir. Çağdaş hukuk sistemlerinde meşru müdafaa, 
son çare olarak başvurulabilecek ve çeşitli şartlara bağlanmış bir hukuki eylemdir (Cassesse,2005:354). 

BM Antlaşması’nın 51. maddesi, “Üye devletlerden birisi silahlı bir saldırıya maruz kalırsa, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin muhafazası için 
gerekli tedbirleri alıncaya kadar, saldırıya maruz kalan devlete veya bu fiilden etkilenen diğer devletlere münferit veya müştereken meşru müdafaa hakkının 
geçerli olduğunu” belirtmiştir (Meray,1977:238-239).

Buna göre 51. Madde üç temel ilke üzerine kurulmuştur. Bu ilkeler; 

-Devletlerin kendi başlarına ya da müştereken, meşru müdafaa haklarını kullanmaları silahlı bir saldırıya uğramış olma şartına bağlanmıştır. 
-Devletler meşru müdafaa haklarını, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli tedbirleri alıncaya kadar kullanabilmektedirler. 
-Meşru müdafaa hakkını kullanan devletler, bu haklarını kullanırken aldıkları tedbirleri derhal Güvenlik Konseyi’ne bildirmekle yükümlüdürler. 

2. Güvenlik Konseyi Kararı ile Kuvvet Kullanımı Kuvvet kullanma yasağının ikinci istisnası, BM Güvenlik Konseyi’nin yetkilendirmesi 
ile uluslararası barış ve güvenliğin korunması amacıyla kuvvet kullanılmasıdır. 

BM Antlaşması’nın, 24. maddesi barış ve güvenliğin tehlikeye düştüğü durumlarda, örgütün daha hızlı ve etkin hareket edebilmesini sağlamak için Güvenlik Konseyi’ni uluslararası barış ve güvenliğin korunması konusunda üyeler adına hareket etmeye yetkili kılmıştır. Güvenlik Konseyi bu konudaki yetkilerini 
kullanırken antlaşmanın ilgili maddelerine uygun, BM’nin amaç ve ilkeleriyle de uyumlu hareket etmekle yükümlüdür (Chaumont,1995:26). 

Güvenlik Konseyi’nin bu yetkileri ile ilgili düzenlemeler, BM Antlaşması’nın VII. bölümünde düzenlenmiştir. Antlaşmanın 39. maddesine göre, Güvenlik 
Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin tehdit edildiğini, bozulduğunu ya da bir saldırı eylemi olduğunu saptarsa, uluslararası barış ve güvenliğin korunması 
veya yeniden kurulması için tavsiyelerde bulunur. Böylece 39. madde Güvenlik Konseyi’ni hem barış ve güvenliğin tehdit altında olduğunu saptamak hem de 
bunun için gerekli tedbirleri almakla yetkilendirmiştir (Pazarcı,1997:216-217). 

BM Antlaşması’nın 41. maddesinde, Güvenlik Konseyi’nin silahlı kuvvet kullanımına başvurmadan önce alabileceği tedbirler yer almaktadır. Bunlar ekonomik ambargo, diplomatik ilişkilerin kesilmesi, iletişim araçlarının kesintiye uğratılması olarak sayılmıştır. Eğer bu önlemler de yetersiz kalırsa veya bu önlemlerin yetersiz kalacağı kanısına varılırsa, o zaman Güvenlik Konseyi, Antlaşmanın 42. maddesi uyarınca, uluslararası barış ve güvenlik ortamının korunması veya yeniden tesisi için kara, hava veya deniz kuvvetleriyle her çeşit askeri eylemde bulunabilir. Bu eylemler ancak uluslararası barış ve güvenliği yeniden kurmak ve muhafaza etmek için kullanılabilir (Vesel,2004:10). 

Buna göre, Güvenlik Konseyi bir ülkedeki insan hakları ihlallerini 39. maddeye göre uluslararası barışa ve güvenliğe yönelik bir tehdit olarak belirlerse ve 
buna karşı belli bir devlete ya da devletler grubuna kuvvete başvurma izni verirse, bu harekâtın uluslararası hukuka uygunluğu konusunda hiçbir kuşku yoktur (Keskin,2006-2007:53). 

B. Egemenlik ve Devletlerin Eşit Egemenliği İlkesi 

Egemenlik, “ülke” ve “halk”la birlikte devletin varlık koşullarından biri olarak gösterilir. Ancak diğer iki unsurun aksine, egemenlik, somut bir gerçekliğe karşılık gelmez. Devletin bu kurucu unsuru, hukuksal ve siyasal bir ilkedir. 

Egemenlik kavramının ilk defa tanımlamasını yapan ve onu sistemleştirerek belirli bir teori haline getiren, Fransız hukukçu Jean Bodin’dir. Bodin 1576 
yılında yayınladığı “Devlet Üstüne Altı Kitap” adlı eserinde egemenliği “ülkede yaşayan tüm insanlar üzerinde kanunla kısıtlanamayan en üstün iktidar” olarak 
tanımlamıştır. Bodin, eserinde egemenliği “mutlak”, “sınırsız”, “tek”, “bölünemez” ve “devredilemez” olarak nitelemiştir (akt.Özman,1964:57). Bodin’in ardından Thomas Hobbes toplum sözleşmesi kuramını geliştirerek, egemenlik düşüncesinin yetkinleşmesini sağlamıştır. 

“En üstün iktidar” tanımı, egemenliğin sadece bir yüzüne karşılık gelmektedir. Klâsik egemenlik teorisi, kavramın temelde “iç egemenlik” ve “dış egemenlik” 
olmak üzere iki farklı boyutu olduğu üzerinde durur. 

1. İç Egemenlik 

İç egemenlik, “devletin belirli bir coğrafi alan ve o alanda yaşayan halk üzerinde mutlak hükmetme yetkisi” (Hoffman,1998:16) olarak tanımlanabilir. Devlet 
iktidarının başka hiçbir güce bağlı olmadığı, bundan dolayı hiçbir otorite tarafından sınırlandırılamayacağı, kendi sınırları içinde son sözü söyleme yetkisinin devlete ait olduğu düşüncesi, iç egemenliğin temel varsayımıdır. İç egemenlik kuramına göre, yegâne egemen birim olan devlet, iç siyasetini kendi belirlediği kurallar çerçevesinde sürdürecek ve yurttaşlarından koyduğu kurallara uymalarını bekleyecektir (Hinsley,1966:26). Bu devlet iktidarının içeride “en üstün”, “mutlak”, “sınırsız”, “tek”, “bölünmez” ve “devredilemez” olduğunu gösterir. 

2. Dış Egemenlik 

Dış egemenlik ise, devletin dışarıda başka bir devlete bağlı olmamasını, herhangi bir şekilde başka bir devlete tâbi bulunmamasını ifade eder. Dış egemenlik, 
devletlerin uluslararası sistem içerisinde eşit özneler olarak belirmeleri, birbirlerinin içişlerine karışmamaları, böylece fiilî bir özerkliğe sahip olmaları 
olarak anlaşılabilir. Bu nedenle dış egemenliğin anlamını, “bağımsızlık” sözcüğünün ifade ettikleri ile özdeşleştirmek yanlış olmayacaktır (Aslan,2000:255).  
Ancak aynı bağımsızlığa, sistem içerisinde var olan tüm devletlerin ayrı ayrı sahip oldukları da unutulmamalıdır. 

Uluslararası sistemin yüzyıllardır değişmeyen özelliği egemen devletlere bölünmüş bir yapı arz etmesidir. Söz konusu sistemin her bir parçasının yani her bir devletin kendi başına egemen olması, en azından ilke olarak devletlerin eşitliğini gerektirmektedir. Devletlerin eşit egemenliği ilkesi uluslararası hukukun en temel ilkesidir (Brownlie,1995:287). 

C. İçişlerine Karışmama İlkesi 

Devletlerin egemen ve eşit olmalarının uluslararası hukuk bakımından en önemli sonuçlarından biri de içişlerine karışmama ilkesidir. BM Antlaşması’nın 
2. maddesinin 7. fıkrasında (madde 2/7) yer alan “Bu Antlaşmanın hiçbir hükmü, Birleşmiş Milletler’e özü itibariyle bir devletin ulusal yetkisine giren konulara karışma yetkisi vermediği gibi, üyelere de bu gibi konuları bu Antlaşma uyarınca çözmeleri zorunluluğunu getirmez; ancak, bu ilke, VII. Bölüm’de öngörülmüş olan zorlayıcı önlemlerin uygulanmasını hiçbir biçimde engellemez” ifadesi devletlerin egemenlik alanına giren bir konuda dışarıdan müdahaleyi, VII. bölümde öngörülen tedbirler çerçevesinde uygulanmadığı sürece kesinlikle yasaklamış; böylece insan haklarını koruma amacı ile başka bir devletin içişlerine karışılması imkânsız hale gelmiştir (Cassesse,2005:332). 

İnsani müdahalenin uluslararası hukuka uygun olduğunu iddia eden görüş karşısında, bugün pek çok akademisyen ve yazar insani müdahalenin uluslararası hukuka aykırı olduğunu savunmaktadır. Bu yazarların temel dayanak noktası BM Antlaşması’nın “Güvenlik Konseyi kararı” ve “meşru müdafaa” istisnaları dışında, devletlere uluslararası ilişkilerde kuvvet kullanmayı kesin olarak yasaklaması ve devletlerin birbirlerinin içişlerine müdahale edemeyeceklerini ilke olarak benimsemesidir (Hancılar,2011:118-119). 

Nitekim Uluslararası Adalet Divanı Nikaragua Davası’ndaki kararında (27 Haziran 1986) bir devletin baskı altındaki insanların korunması amacıyla, diğer 
bir devlete müdahalede bulunmasının uluslararası hukuka aykırı olduğunu belirtmiştir. Uluslararası Adalet Divanı Nikaragua’da ABD’nin gerçekleştirmiş olduğu askeri faaliyetlerin uluslararası hukukun temel ilkelerinden olan “kuvvet kullanma yasağına” aykırılık teşkil ettiğini belirtmiş, insani sebeplere dayanılarak bu yasağın ihlal edilemeyeceğini, “insani müdahale” yerine “insani yardım” yapılması gerektiğini vurgulamıştır (Wheeler,2000:68; Gündüz,2000:59-61). 

İnsani müdahale, Güvenlik Konseyi’nin bir ülkedeki insan hakları ihlallerini 

39. maddeye göre uluslararası barışa ve güvenliğe yönelik bir tehdit olarak belirlemesi ve buna karşı belli bir devlete ya da devletler grubuna kuvvete başvurma izni vermesi durumunda hukuka uygun olabilmektedir (Keskin,2006-2007:53). 


III. İNSANİ MÜDAHALENİN MEŞRULUĞU SORUNU 

İnsani müdahale kavramı hukuk, etik, felsefe ve siyaseti yakından ilgilendirmesi nedeniyle uluslararası sistemin en tartışmalı meselelerinden birini teşkil 
etmektedir. Kavramın, devletlerin oydaşması neticesinde kabul edilmiş hukuki bir tanımının bulunmayışı, her bir olay özelinde ülkeler arasında derin görüş 
ayrılıklarının yaşanmasına yol açmaktadır. 

İnsani müdahalenin meşruluğu konusunda iki ana görüş vardır. Birinci görüş, insani müdahaleyi uluslararası hukuka aykırı bir uygulama olarak 
değerlendirmektedir. 
Bu görüşe göre, insani müdahale uluslararası hukukun BM Antlaşması ile garanti altına alınmış olan “devletlerin eşit egemenliği”, “kuvvet kullanma 
yasağı” ve “içişlerine karışmama” gibi temel ilkelerine aykırıdır (Arsava,2011:3; Göktürk,2011:29). 

Müdahale karşıtları yapılacak insani müdahalelerin hukuki boyutunun ötesinde, siyasi ve etik açılardan da sorunlar içerdiğini öne sürmektedirler. Bu görüşe 
göre, devletlerin yaptıkları müdahalelerin pek çoğunda insani değerler değil; siyasi çıkarların korunması önceliklidir. Uluslararası ilişkilerde devletlerin, bazı 
örneklerde hemen müdahale etme gerekliliği duymaları, bazılarında ise; müdahale yapmayı tercih etmemeleri ya da müdahaleyi çok geç başlatmaları, insani müdahalenin ulusal çıkarlar çerçevesinde şekillendiğini göstermektedir. Bu görüşü savunanlara göre; uluslararası ilişkilerde devletlerin her türlü girişiminin 
arkasında ulusal çıkarlar yer almaktadır. Bu nedenle güçlü devletler kendi menfaatleri söz konusu olmadığı takdirde, sırf insani gerekçelerle, başka ülke 
vatandaşlarının hakları için kendi askerlerinin hayatlarını riske atmayacaklar ve büyük ekonomik riskleri göze almayacaklardır (Öztürk,2011:24-25). 

Tüm bu nedenlerin yanı sıra, insani müdahale karşıtlarının en dikkat çekici iddiası, çoğulcu bir uluslararası toplum anlayışı çerçevesinde şekillenen günümüz dünya politikasında, insani müdahalenin hangi ciddi insani konular ya da hak ihlâlleri sonucunda yapılacağı ve hangi etik kurallar temelinde yürütüleceği konularında bir uzlaşı olmaması sorunudur. İnsani müdahaleyi gerekli kılacak ve içeriğini şekillendirecek uluslararası düzeyde üzerinde uzlaşılmış ortak etik değerler olmamasından dolayı, giderek güçlü devletlerin çıkarlarına hizmet eden bir insani müdahale anlayışının oluşma tehlikesi de mevcuttur (Öztürk,2011:25). 

İkinci görüş ise; artık dünyada “ Demokrasi ”, “ Hukukun Üstünlüğü”, “insan hakları” gibi kavramların “devletin bekası”, “ülkenin ve milletin bölünmez bütünlüğü”, “ Egemenlik Prensibi”, “içişlerine karışmama yasağı” gibi ilkelerden daha önemli hale geldiğini; devletlerin kendi sınırları içinde insan haklarını ihlal 
etmelerine ve insanlığa karşı suçlar işlemelerine uluslararası toplumun seyirci kalamayacağını, milli sınırların ağır insan hakkı ihlallerinde bulunan yerel caniler 
için sığınılacak limanlar olmaması gerektiğini, suçluların o milli sınırlar içinden çekip çıkarılabilmesi ve cezalandırılabilmesi gerektiği gibi gerekçelerle 
insani müdahalenin uluslararası hukuka uygun olduğunu savunmaktadır (Göktürk,2011:29). 

Devletlerarası sistemin anayasasını oluşturan BM Antlaşması, “devletlerin 
eşit egemenliği” ve “içişlerine karışmama” ilkelerini temel normlar olarak belirtmiştir. Ne var ki, insan haklarının önem kazanmasına paralel olarak gelişen insani mülâhazalar bu ilkelerin esnetilmesi ihtiyacını ortaya çıkarmıştır. Bu mülâhazaların başında, devletlerin “kendi sınırları içinde” insan haklarını ihlâl etmelerine ve “insanlığa karşı suçlar” işlenmesine insanlığın seyirci kalamayacağı düşüncesi gelmektedir. Bu nedenle, bu görüşü savunanlar uluslararası hukukta “insani müdahale”nin devletlerin içişlerine karışmama ilkesinin “teamüli” bir istisnası olduğunu ileri sürmektedirler. 

İnsani müdahale yanlıları, insani müdahalenin meşruluğunu savunurken BM Antlaşması’ndaki insan haklarıyla ilgili hükümleri ve uluslararası teamül (yapılageliş) hukukunu ileri sürmektedirler. Bu görüşü savunanlara göre, tüm devletler gerek BM Antlaşması gerekse diğer çok taraflı uluslararası antlaşmalarla, temel insan hak ve özgürlüklerine saygı göstereceklerini taahhüt etmişlerdir. Bu haklardan bazıları, uluslararası hukukta “hiç bir devletin aksine davranamayacağı üstün kural niteliğindeki kurallar” anlamına gelen jus cogens (buyruk kural) kural niteliğine sahip olduğundan dolayı, insani amaçlarla yapılan müdahaleler uluslararası hukuka uygundur. Bu görüşe göre, tek yapılması gereken hukuka uygun bir insani müdahalenin ölçütlerini saptamak ve bunları her somut durumlarda uygulamaktır (Keskin,2006-2007:52). 

Ayrıca bazı insani müdahale yanlıları, 19. yüzyıl boyunca devletlerin kullandıkları müdahale pratiğinin uluslararası teamüle dönüştüğünü ve bunun sonucunda 
ise, uluslararası teamül hukukunun günümüzde devletlere tek taraflı olarak müdahale yapabilme hakkını verdiğini ileri sürmektedirler. Hukuki çerçevenin 
yanı sıra, insani müdahalenin etik bir gereklilik olduğunu savunan müdahale yanlıları, devletlerin sivilleri soykırım, etnik temizlik ya da kitlesel ölümler gibi 
durumlara maruz bırakmasının, uluslararası topluma etik bir sorumluluk yüklediğini savunmaktadırlar. (Öztürk,2011:24). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder