Etkileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Etkileri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2017 Pazar

Türkiye’de Çok Partili Demokrasiye Geçişte İç Ve Dış Dinamiklerin Etkileri (1945-1950) BÖLÜM 2

Türkiye’de Çok Partili Demokrasiye Geçişte İç Ve Dış Dinamiklerin Etkileri (1945-1950)  BÖLÜM 2



B. ÇOK PARTİLİ DEMOKRASİYE GEÇİŞTE İÇ DİNAMİKLERİN ETKİLERİ 

Tarihçi Kemal Karpat, Türkiye’de çok partili sisteme geçişi, sosyal yapının farklılaşmasında ve bu farklılaşmanın gerektirdiği çoğulcu, başka bir deyişle 
farklı sosyal ve siyasi grupları bir arada tutabilecek yeni bir sosyal, siyasi denge sisteminin kuruluşu olarak görmüştür. Ona göre bu güç dengesinin ise son yüz 
elli yıl içinde pasif veya savunma modernleşmesi olarak tarif edilebilecek yenileşme hareketlerinin meydana getirdiği ve temelde halk kitlelerine dayanmayan siyasi yapıyı ve onun kültürünü gözden geçirmeyi zorunlu bir duruma sokacağı muhakkaktı (Karpat, 2013: 71-72). 

Buradan hareketle, Türkiye’de demokrasisinin gelişimini ve çok partili yönetim anlayışının benimsenmesini sadece dış dinamiklere ya da İkinci Dünya 
Savaşı’ndan sonra Türk diplomasisinde ortaya çıkan gelişmelere indirgemek elbetteki doğru olmayacaktır. 1946 yılının Türkiye’sinin son yüz elli yıllık tarihi, bu dönüşüme katkı sağlayan ve bu süreci besleyen bir değişme ve yenileşme tarihi olmuştur. Özellikle 1839 yılında, yenilikçi ve muhafazakâr çekişmesinin 
gölgesinde ilan edilen Tanzimat Fermanı ile padişah, sahip olduğu mutlak iktidarı bizzat kendisi sınırlandırmış ve 1876 yılına geldiğimizde ise meşruti idare 
sistemi kabul edilmiştir. Daha sonraki dönemde oluşan siyasal çekişme ortamı ise İttihat ve Terakki dönemini doğurmuştur. 

İttihat ve Terakki ilk kez belli siyasi düşünceleri savunarak bunları yürürlüğe koyacak siyasi örgütün, partinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. 1908 Devrimi’nin 
siyasi mimarı olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1913’te aynı ad altında siyasi partiye dönüşerek yurdun her tarafında şubeler açmış, halkın siyasi hayata 
katılımını sağlamıştır. Her ne kadar karar verme yetkisi merkezde toplanmışsa da İttihat ve Terakki Partisi, taşra aydın ve ileri gelenlerinin siyasi hayata 
katılımının önünü açmıştır. İttihat ve Terakki’ye muhalif olan Hürriyet ve İhtilaf Partisi’nin kurulması, demokrasinin diğer bir koşulu olan ayrı düşünceleri 
savunan muhalefetin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu dönem aynı zamanda ilke defa çok partili sistemin izlerini taşıyan bir dönem olmuştur. 
(Karpat, 2013: 45). 

Nihayet 1923 yılında Cumhuriyet kuruldu. Cumhuriyetin kurulmasıyla tek partili bir sistem uygulandı ve bu sistem bir-iki küçük istisnayla 1945-1946 yılına kadar gittikçe güçlenerek devam etti. Bu tarihten sonra yeniden çok partili bir siyasal sisteme geçilmesinde elbette ki 1938-1945 yılları arasındaki iç bünyemizde meydana gelen gelişmelerin ve bu gelişmelerin ortaya koyduğu siyasal sonuçlarının önemli tesir ve izleri bulunmaktadır (Akandere, 1998: 145). 
Savaş sonunda, gerek iktisaden egemen sınıflar gerekse yoksul halk kitleleri ve geniş aydın zümre CHP’ye karşı kesin bir tutum içinde bulunuyorlardı. 
Uluslararası planda demokratik rejimler büyük saygınlık sağlamıştı ve Türkiye’de “demokrasi” sözcüğü sihirli bir formül halinde dudaklarda dolaşıyordu. 
Demokrasi demek tek parti, tek şef sistemine “artık yeter!” diyebilmekti ve bunu söyleyecek bir örgütün işareti bekleniyordu (Timur, 2003: 29). 

Demek oluyor ki, Türkiye’de çok partili hayata geçiş sürecinde sosyal yapı ve toplumsal kesimlerin bu süreç içindeki yeri, siyasal muhalefetin oluşmasında 
önemli bir role sahiptir. Bunun yanında, ekonomik durumun bozulması ve bu bozulmaya bağlı olarak halkta beliren hoşnutsuzluk, iktidara karsı güçlü bir 
toplumsal muhalefetin oluşmasına neden olmuştur (Kirman, 2006: 46). 

1. Tek Parti İktidarına Karşı Toplumsal Muhalefetin Gelişmesi Türkiye’de tek partili yönetimden çok partili yönetime geçiş sürecinde ekonomik 
faktörlerin etkisi göz ardı edilemez. Ekonomide uygulanan devletçi ve müdahaleci yönetimin, siyasal hayatta otoriter uygulamalar olarak kendisini gösterdiği söylenebilir. 

Gerçekten de 1930’dan sonra, 1923-1930 yıllarında kabul edilen prensipler ilk olarak 1931 yılında Cumhuriyet Halk Partisi’nin programına, daha sonra da 
1937’de Anayasaya konulmuştur. Bu nedenle hükümetin ekonomik politikalarında değişiklikler olmuş, devlet artan otoriter tutumuna uygun olarak sanayi sektörünün yönetiminde daha büyük sorumluluk yüklenmiştir (Karpat, 2013: 155). 

Cumhuriyet Halk Partisi, egemen toplum kesimlerinden, servetlerini ancak devlet yardımıyla sağlamış, korumuş ve geliştirmiş bir kesimi kendi saflarında 
tutabilmişti. Ancak bu gruplar, toplum kesimleri arasında değil, kendi içlerinde bile sürükleyici bir güce sahip olmaktan çıkmışlardı. Bu nedenle iktidar partisi 
halk nazarında bürokratik bir baskı aracı olarak görülüyordu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu bu dönem için “Gerçi benim bildiğim bir Halk Partisi vardı ama, 
teşkilatı valilerin, kaymakamların eline teslim ettikten sonra halk ile ilgisi kesilmiş, bütünüyle bürokratik bir sekil almıştı.”demektedir(Timur, 2003: 29). 

Türkiye II. Dünya Savaşı’na girmemiş olmakla birlikte, 1939-1945 yılları arasında ekonomik siyasal sıkıntılarla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Bu 
savaş, sosyal adaletsizliğin ve iktidar baskısının artmasına neden olurken, diğer yandan da isçi, memur, küçük üretici vb. geniş halk kesimlerinin daha da 
yoksullaşmasına neden olmuştur(Çavdar, 1985: 2064). 

Tek parti döneminin son yılları savaş ekonomisi kurallarının hâkim olduğu, devletin ekonomik hayatı denetim altına almaya çalıştığı yıllardır. İkinci Dünya 
Savaşı yıllarında uygulanan iktisadi ve toplumsal politikaların temelini ve hukuki dayanak noktasını Milli Korunma Kanunu oluşturmaktadır. Ekonominin giderek 
kötüleşen bir seyir izlemesi üzerine bir takım ekonomik önlemler alınması zorunlu olmuş ve 18 Ocak 1940’da “Milli Korunma Kanunu” TBMM’nde kabul 
edilerek yürürlüğe girmiştir (Koçak, 1996b: 373). 

İkinci Dünya Savaşı ve bu savaş süresince Türkiye’de izlenen iktisat politikası toplumsal dengeyi sarsıcı sonuçlar doğurdu. Bu dönemde bir yandan enflasyonist bir politika izlenirken, öte yandan da bu politikanın doğal sonuçları olan fiyat artışları baskı ve zabıta yöntemleriyle önlenmek istenmiştir. 1940 yılının başında yürürlüğe konulan Milli Korunma Kanunu da bu enflasyonist politikanın temel dayanağını oluşturuyordu. 

Milli Korunma Kanunu’nun en büyük etkisi işçiler ve köylüler üzerinde görülmüştür. Her iki kesim angarya olarak nitelendirilebilecek çalışma yükümlülükleri altında ezilmiştir (Çavdar, 1995: 376). 

Savaş ekonomisi dönemi sosyo-ekonomik açıdan genel olarak değerlen dirildiğinde; artan devlet masraflarının yeni vergilerle karşılanılmasına çalışılan ortamda sosyal adaletin ortadan kalktığı, sosyal huzurun bozulduğu, toplumda zaten adil olmayan gelir dağılımının daha da kötüleştiği ve savaş zenginleri denilen yeni bir zümrenin türediği söylenebilir (Kirman, 2006: 52). 

Tek parti yönetimi altında Türkiye’de varlık vergisinin yasalaştırıldığı 1942 yılının Kasım ayı, II. Dünya Savaşı koşullarının ülkede oluşturmuş olduğu sıkıntı 
ve darlıktan yararlanan kişi ve çevrelerin vurgunculuğunun, karaborsacılığının, her türlü haksız kazanç sağlamalarının doruğa ulaştığı bir zamandır (Yetkin, 
2007: 205). 

Varlık Vergisi, uygulamada birçok karışıklık ve güçlüklere yol açmış, milletin geniş bir kısmının huzurunu kaçırmıştır. Bu vergi, savaş yılları içinde elde 
edilen servet ve kazançlara hükümetçe el konulmasına imkân vermiştir (Koçak, 1996b: 506). Ancak Vergi miktarının belirlenmesinde kesin bir ölçü yoktur. 
Vergi miktarlarını belirleme yetkisi komisyonlarda görevli kişilerin keyfiyetine bırakılmıştır. Bu durum ise çoğu mükellefin ödeme gücünün üzerinde vergi 
miktarı ile yükümlü olmasına neden olmuş, Türkiye ekonomisinde hâkim sınıflar arasındaki dengeyi sarsmıştır (Yetkin, 2007: 204). Vergi, sağladığı fırsatlarla 
karaborsacıları zenginleştirmiş, buna karşılık küçük esnaf ve işyerlerinin yok olmasına neden olmuştur. Bu durum, geçimini zaten zorlukla sürdüren orta sınıfın daha da yoksullaşmasına neden olmuştur (Lewis, 2000: 300). 

Toprak Mahsulleri Vergisi Kanunu ile büyük ve küçük çiftçi ayrımı yapılmamıştır. Vergi kapsamına giren herkes vergisini vermekle yükümlüdür. Verginin 
toplanmasında büyük ölçüde Toprak Mahsulleri Ofisi görev almıştır. Ancak Ofis’in bazı uygulamaları ve görevli memurların tutumları ofisle üreticiyi karşı 
karşıya getirmiştir. Genel olarak köylüler savaş dolayısıyla olağanüstü tedbirlerin alınması gerektiğini anlıyorlar ama Ofis’in tepeden inme, gerçeklere uymayan 
hareket tarzını ve yükün herkese eşit yüklenmiş olmasını kabul etmiyorlardı (Karpat, 2013: 194). 

Toprak Mahsulleri Vergisi’nin Köy Enstitüleri ve Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu gibi büyük toprak sahiplerinin tepkisini ve direnmesini doğuran icraatlarla 
birlikte toprak ağalarının ve toprak burjuvazisinin CHP iktidarına savaş sonunda cephe almasına yol açan ana etkenlerden biri olduğu görülmektedir (Boratav, 
2002: 265). 

II. Dünya Savaşının tetiklediği kısaca özetlenen iktisadi alanda yaşanan bu sıkıntılar Türkiye’de yirmi yılı aşkın bir süre devam eden tek parti iktidarına karşı büyüyen toplumsal muhalefetin önemli nedenlerinden biriydi. İktisadi sıkıntılardan beslenerek büyüyen bu toplumsal muhalefet doğal olarak iktidara alternatif arayışları hızlandırdı. 

2. Tek Parti İktidarının Demokrasi Algısında Yaşanan Değişim Türkiye’de muhalefet girişiminin başarıya ulaşmasında, iç ve dış koşulların etkisinin yanında, çok partili demokrasiyi ve onun getireceği özgürlükler ortamını ülkesinin gelişmesi açısından yararlı gören aydınların ve siyasilerin etkisi de 
küçümsenmemelidir. Burada özellikle iktidardaki yöneticilerin rolü önemlidir. 

CHP yöneticilerinin batılılaşma istekleri ve bu doğrultuda giriştikleri çabalar ve Cumhuriyetin temelinde var olan liberal fikirlerin çok partililiğe geçişteki 
önemine birçok yazar tarafından işaret edilmiştir. Ayrıca; Cumhuriyet Halk Partisi sözcüleri de Türkiye’de “Halk egemenliğinin tanındığını ve rejimin esasında demokratik olduğunu, bu sebeple Türkiye’de demokrasinin Cumhuriyetin ilanından itibaren var olduğunu söylemişlerdir (Karpat, 2013: 227). 

Yöneticilerin çok partili bir yönetime geçişteki etkilerinin yalnızca Cumhuriyet Dönemi’nin ve tek partinin özellikleriyle açıklanması yanıltıcı olabilir. 
Çünkü bu etki tek başına gerçekten çok önemli olsaydı 1945’den önce de demokrasiye geçilebilirdi. Bu nedenle, yöneticilerin rolü 1945 yılının iç ve dış 
gelişmeleri dikkate alındığında önem kazanmaktadır. Bu gelişmeler, yöneticilerde var olan çoğulculuğa ilişkin düşünsel potansiyeli uygulamaya 
dönüştürmelerinde etkili olmuştur (Kirman, 2006: 51). 

Ülke dışında yaşanan gelişmeler, Türkiye’yi siyasi rejim açısından bir yol ayrımına getirdi. Zira II. Dünya Savaşı sonunda dünya iki kutba ayrıldı ve Türkiye tercihini Batı bloğundan yana kullanmak durumunda kaldı. Ne var ki, tek partili otoriter bir rejimle Batı dünyası içinde yer alması söz konusu olamazdı. 
Cumhurbaşkanı İnönü, Türkiye’yi Batı’ya yakınlaştırmak için rejimde yumuşama anlamına gelecek önemli adımlar attı. Bu, otoriter bir rejimin kendi iradesiyle 
kendi sonunu hazırlamasına tipik bir örnektir. Elbette çok partili hayata geçişi tetikleyen tek faktör bu değildi. Zira yirmi yılı aşan tek parti yönetimi sürecinde 
antidemokratik uygulamalar, savaş koşullarında yaşanan ekonomik darboğaz, karaborsa, CHP’yi halk kesimleri nazarında oldukça güç duruma düşürmüştü. 
CHP seçkinleri çok partili hayatı, partinin halk kesimleri nazarındaki imajını düzeltecek ve onu eski gücüne kavuşturacak bir çıkış yolu olarak düşündüler. 
Ancak belirtmek gerekir ki modernleştirici seçkinlerin vesayet sisteminden daha açık ve rekabetçi bir düzene geçiş için çok da gönüllü oldukları söylenemezdi. 
Diğer taraftan, devlet iktidarını sınırlama ve paylaşma heveslisi güçlü bir girişimci orta sınıf da mevcut değildi. Bu hususta farklı görüşler olmakla birlikte 
değişim daha çok dış kaynaklı faktörlerin bir sonucuydu. Ayrıca CHP elitleri, DP’nin bu kadar kısa bir sürede iktidara gelebileceğini ummuyorlardı. 
1950’de DP’nin iktidara gelmesiyle yirmi yedi yıllık paradigma tersine dönmeye başladı. Artık toplum, devlet ve bürokrasinin değil, bürokrasi, toplumun 
verili taleplerine uygun olarak biçimlenmek zorundaydı (Söğütlü, 2010: 12-13). 

1 Kasım 1945’te Cumhurbaşkanı İnönü, Millet Meclisi’ndeki açılış konuşmasında, demokrasinin faşizmi yendiğinden ve rejimin demokratikleştirilmesi 
gerektiğinden söz etmiştir (Türkay, 2008: 55). 

1945 yılında başka siyasal partilerin kurulmasına imkan tanınmış ve 1946 yılından başlayarak da bu tekelci ve otoriter anlayışın doğurduğu siyasal yapının 
öğeleri birer birer ya bağları gevşetilmiş, ya da tümden ortadan kaldırılmıştır (Büyükkalay, 2011: 74). 

İnönü, İngiltere ve ABD’nin Türkiye’ye karşı bir tutum içine girmelerinin ve ülkeye yönelmiş bulunan “Sovyet tehdidi”ni anlayışla karşılamalarının nedenleri 
arasında ülkenin yönetiminde egemen olan anti-demokratik yapının da olduğunu anlamış bulunuyordu. Sovyetler Birliği’nin bu baskısından kurtulmanın ve bu 
tehdide karşı koyabilmenin tek yolu, ABD ve İngiltere’nin desteğini almaktı. Bu desteğin kazanılması ise, “Savaş Sonrası Dünya Düzeni”nin gereği olan bir 
demokratik rejimin ülkede uygulamaya konmasına bağlıydı (Ekinci, 1997: 309-311). 

Bu anlamda Türkiye’de yönetim anlayışı değişikliği ve bu eksende DP’nin doğuşu, iç dinamiklerin ve dış konjonktürün bileşkesi altında görece biçimde 
gerçekleşmiştir. II. Dünya Savaşı’nın belirleyiciliği altında uluslararası konjonktürdeki gelişmeler de, demokrasiye geçişe önemli ölçüde ivme kazandırmıştır. 
Denilebilir ki, Türkiye’de söz konusu dönemde tek parti iktidarının sonunu getiren faktörlerin gerisindeki temel dinamiklerden biri de, ticaret ve tarım burjuvazisinin kesimsel çıkarları ve bunun sözcüsü olan DP’nin politikaları ile II. Dünya Savaşı’nın galiplerinden biri olan ABD’nin çıkarları arasındaki örtüşmedir. 
Çıkarlardaki bu tekabüliyetin yanı sıra, tek parti iktidarının, hem savaş ekonomisinin neden olduğu bütçe açıklarını finanse edebilmek hem de savaş sonrasında izleyeceği kalkınma politikalarını yürütebilmek için gereksinim duyduğu mali kaynak bula bilme ihtiyacıydı. İşte bu ihtiyaçtır ki Türkiye’nin, ABD’nin önderliğine soyunduğu, temel parametrelerini serbest pazar ekonomisi ve demokrasinin oluşturduğu uluslararası ekonomik ve siyasal düzene eklemlenmesine ivme kazandırmıştır. Mali ve iktisadi krizin yanı sıra siyasal bunalımın da kıskacı altında tek parti iktidarı, uluslararası konjonktürdeki gelişmeler ışığında siyasal, sosyo-kültürel ve iktisadi politikalarını esnetmek durumunda kalmıştır. 

Bu bağlamda, mecliste beliren muhalefet karşısında siyasal iktidar ilk etapta zora dayanmıştır. Bunun açık bir göstergesi ise, sertlik yanlısı olarak tanınan Recep Peker’in 1946 yılında başbakanlığa atanmasıdır. Fakat daha sonrasında iktidar, 12 Temmuz Beyannamesi’nde gözlemlenebileceği üzere, muhalefetle uzlaşma yolunu seçmiştir (Büyükkalay, 2011: 77). 

Cumhurbaşkanı İnönü, tarihe “12 Temmuz Beyannamesi” olarak geçen bildirisiyle muhalefetin de iktidar partisinin koşulları içinde çalışacağı demokratik 
ortam güvencesini vermiş ve bunun sürekli olacağına vurgu yapmıştır. İnönü.nün varmak istediği sonuç, iki partinin birbirlerine güven duymalarını sağlamaktır. “Muhalefet, teminat içinde yaşayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır. İktidar, muhalefetin kanun haklarından başka bir şey düşünmediğinden emin bulunacaktır”. Bu sözlerden de anlaşıldığı gibi, muhtemel bir güven bunalımı ve bazı zorluklar öngörülse de 12 Temmuz Bildirisi, ülkenin geri dönülmez bir biçimde çok partili sürece geçmiş olduğunu ortaya koyan bir belge niteliğindedir (Akın, 1945: 138). Ayrıca belge tek parti iktidarının demokrasi algısındaki değişimin de en somut göstergesidir. 

3. Çok Partili Sürece Geçiş ve Demokrat Parti’nin Kurulması Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 1945 yılının 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı töreninde yaptığı konuşmada; “Harp zamanlarının ihtiyatlı tedbirlere lüzum gösteren darlıkları kalktıkça memleketin siyaset ve fikir hayatında demokrasi prensipleri daha geniş ölçüde hüküm sürecektir” diyerek çok partili sürecin sinyallerini vermiş ve onun bu sözleri sadece Türk basınında değil, yabancı basında da büyük ilgi görmüştür (Ayın Tarihi, 1945/138). 

Basın, 1945 yılının ocak ayında TBMM’de Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tasarısı görüşülürken ortaya çıkan muhalefeti de “ TBMM’de farklı sesler ve isteklerin ifade edildiği bir tartışma ortamı” olarak değerlendirmiştir (Gürkan, 1998: 143). 

İnönü, 1 Kasım 1945’te Meclis’in açılışında bu kez muhalefet partisinin eksikliğinden açıkça söz etmiştir (Sencer, 1974: 194). Bu gelişmeler çerçevesinde Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu tasarısının görüşüldüğü günlerde Meclis’e daha sonra “Dörtlü Takrir” olarak anılacak bir önerge veren Celal Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan ve Fuat Köprülü tarafından yeni parti 7 Ocak 1946’da kurulmuştur. “Demokrat Parti” adının Amerika’dan esinlenme olup olmadığı konusunda Celal Bayar, gazeteci Metin Toker’e “Bunda Amerika modeli rol oynamadı değil. Orada da bir Cumhuriyetçi Parti, bir de Demokrat Parti yok mu” demiştir (Toker, 1970: 111). 

Tek partili cumhuriyet rejiminin gerçek anlamda ortaya çıkan ilk muhalefet partisi Demokrat Parti (DP), iç dinamikler açısından tek parti döneminin II. 
Dünya savaşında ve sonrasında oluşan sosyo ekonomik ve politik koşullarını yaşayan Türkiye’nin ürünüdür. Savaş yıllarında izlenen ekonomik politikalar sonucu “ Savaş Zenginleri ” olarak adlandırılan bir zümre ortaya çıkmıştır. DP, savaş yıllarında palazlanan ticaret burjuvazisiyle toprak ağalarının, Cumhuriyet Halk Partisi’nde (CHP) simgelenen asker-sivil bürokrasiye karşı bir hareketidir (Acar, 2008: 63). 

Savaş yıllarının enflasyonist politikası altında ezilen geniş halk yığınlarını da yanına alan toprak sahipleri ve ticaret burjuvazisi böylece güçlü bir muhalefet 
oluşturdu. CHP ise, servetlerini ancak parti ve devlet yardımıyla sağlamış, korumuş ve geliştirmiş dar bir egemen sınıfı saflarında tutabilmişti (Timur, 1994: 22). 

Sedat Simavi, seçimlerde DP’nin elde ettiği başarıda basının da payı olduğunu söylemekte ve yeni gelenlerin doğru yolda yürüdükçe halkı yanlarında bulacağını belirtmektedir (Simavi, 1950). 

14 Mayıs seçimlerinin sonucu Amerika’da da memnuniyetle karşılanmıştır. Milliyet gazetesi başyazarı Ali Naci Karacan, Truman’ın tebrik mesajını “resmi 
kurallarının dışına çıkmış ve son derece dostane” bulduğunu belirterek şunları yazmaktadır: 

“Amerika son seçimlere kadar Türkiye’de hakiki bir demokrasi olduğuna kani değildi ve bu seçimler onu en çok bu bakımdan yani görüşecekleri devlet 
adamlarının millete dayandıklarını bilmeleri itibariyle kendilerini tatmin bakımından bir dönüm noktası teşkil etti.” (Karacan, 1950’den akt. Acar, 2008: 65). 

Amerikan basınında da seçim sonuçlarının memnuniyetle karşılandığı görülmektedir. “Türkiye demokrasiye oy verdi” başlıklı yazısında New York Times, “Soğuk harpte Türkiye’nin garp dünyası ile birlikte bizim yanımızda yer almaya devam edeceği beklenmektedir” demektedir. New York Herald Tribune seçim sonuçlarını “Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı diktatörlüğünden demokrasiye geçtiğinin bir delilidir” diyerek vermektedir. Philedelphia Inguirer de DP yönetiminin komünizme karşı olmaya ve Rus aleyhtarlığına devam edeceğini belirtmektedir (Ayın Tarihi, 1950/198). Senatör Fulbright ve Mundt Türk demokrasisini övmüşlerdir. Fulbright, DP’nin özel teşebbüse önem vermesi ve Türkiye’de demokrasinin ilk kez tezahür etmesi nedeniyle duyduğu memnuniyeti dile getirmiştir (Acar, 2008: 65). 

SONUÇ 

Türkiye’nin 1945’de çok partili hayata geçmesinde, aynı dönemde “demokrasinin” uluslararası saygınlığının artmış olması ve kendisini ideolojik etki olarak göstermiş olmasının çok önemli bir rolü vardır. II. Dünya Savaşı sonrası, faşist yönetimlerin savaşı kaybetmesi aynı zamanda demokrasinin zaferi olarak yorumlanmıştır. Bütün dünyada demokrasi yükselen değer haline gelmiş, demokratik olmayan ülkeler gözden düşmüş, savaş sonrası ortaya çıkan bu ortamda tek parti, tek şef sistemi ile yönetilen Türkiye’ye yönelik dünya kamuoyunun baskısı artmıştır. Türk yöneticileri bu baskıya daha fazla direnç gösterememiş ve çok partili yönetime geçilmesine izin vermek zorunda kalmıştır (Kirman, 2006: 60). 

II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan konjonktür, Türkiye’nin iç ve dış politikasını etkilemiştir. Savaş sonrası gerginleşen Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkileri, tarafsız/yansız dış politikanın terk edilerek kapitalist sisteme eklemlenmenin bir gerekçesi olarak gösterilirken, iç politikada da anti-komünizmin artmasının ve sol muhalefetin bastırılmasının gerekçesi olmuştur. Soğuk savaş ideolojisi ve onun en etkin araçlarından olan anti-komünist propoganda, ABD’de üretilerek dünyaya ihraç edilmiştir. Bu koşullar altında kuruluş döneminin resmi ideolojisinin üzerinde şekillenen siyasi ve toplumsal kültür de, 1945 sonrasında değişime uğramaya başlamıştır. Dolayısıyla kültürel değişimde dış etkenlerin belirleyici rol oynadığı açıkça görülmektedir (Acar, 2008: 29). 

Hem ABD dış politikasındaki genel eğilim hem de Türk – Amerikan ilişkilerinin teorik çerçevesinden bakıldığında, Türkiye’de demokrasinin işlemesi veya 
işlememesinin, bu ilişkilerin sürdürülmesi açısından önemli bir unsur ve Türk 
–Amerikan ilişkilerinde dikkate alınması gereken bir parametre olmadığı sonucu çıkarılabilir. Türkiye’de demokrasinin varlığı veya yokluğunun, gelişmesi veya 
geri kalmasının, Türk-Amerikan ilişkilerinin gelişimini etkilemeyeceği düşünüle bilir. Fakat bu çıkarımlar doğru değildir. Zira, Türkiye’de demokrasiye geçiş süreci, Türk -Amerikan ilişkilerinin gelişmesi ile birlikte gerçekleşmiş ve bu her iki süreçteki gelişmeler birbirini kuvvetle etkilemiştir (Çalış, v.d., 2001: 81). 

Savaş sonrasında ortaya etkin olarak çıkan diğer bir süreçte, ekonomik meselelerdir ki tarihin hiçbir döneminde ekonomik sorunlar bu kadar uluslar arası ilişkilerde ağırlık kazanmamıştır. Bugün bütün dünya ülkeleri, siyasal kuvvet dengesi, güvenlik ve barış gibi meselelerden belki de çok daha fazla olarak, ekonomik kalkınma, refah, daha iyi yaşama seviyesi gibi meselelerle yoğun bir Şekilde meşgul olmaktadır. Bunun neticesi olarak da, bugünkü uluslar arası ilişkilerde ekonomik faktör büyük bir ağırlığa sahiptir (Armaoglu, 1984: 419-422). 

Demokratik kuralların tam olarak yerleşmediği Türkiye’de ülke içi veya ülke dışından kaynaklanan ekonomik krizlerin siyasal ve idari hayata etkisi, gelişmiş 
Batı ülkelerinden oldukça farklı olmuştur. Toprak Reformu gibi uygulamalar da değişen dünya bağlamında ortaya atılmış, sonuçları açısından başarılı sayılamayacak ancak bulunduğu dönemde muhalefetin belirmesi açısından faydalı olmuştur (Büyükkalay, 2001, 87). 

İkinci Dünya Savaşı’nın son yıllarına kadar CHP bütün muhalefeti susturmayı başarmıştır. Ancak, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru faşist-otoriter 
ülkelerin savaşı kaybedeceğinin anlaşılması üzerine tüm dünyada dalga dalga yayılan demokrasi rüzgarına CHP içindeki bazı vekiller de kapılmıştır. Bu durum 
21 Mayıs’ta başlayan bütçe görüşmelerinde açığa çıkmıştır. Artık CHP içinde tek parti dönemi uygulamalarının sorgulanması gündeme gelmekte; Menderes 
tarafından, 1945 yılına kadar duyulmayan milli egemenlik, meclis üstünlüğü ve demokratik rejim konuları bütçe görüşmelerinde dile getirilmektedir. Daha sonra, Menderes, Bayar, Köprülü ve Koraltan verdikleri bir önergeyle CHP hükümetinin uygulamalarını eleştirmişler ve iktidarın daha demokratik esaslara göre çalışması gerektiğini ifade etmişlerdir (Kirman, 2006: 123). 

CHP’ye karsı başlayan muhalefet hareketinin belirginleşmesine yol açan önemli bir gelişme olan “Dörtlü Takrir”, bir bakıma da o dönemdeki tek partili yönetimin uyguladığı siyasi ve sosyal baskıya karsı bir tepki metnidir. CHP’nin bu önergeyi reddetmesiyle birlikte muhalif vekillerin de yeni bir parti kurma yolunda ki çalışmaları hız kazanmış ve nihayet Bayar, 7 Ocak 1946 günü Demokrat Parti’nin kurulduğunu beyan etmiştir. Kanaatimizce, 1945 muhalefeti Cumhuriyet Dönemi’nin en geniş tabanlı halk hareketi olarak doğmuştur (Kirman, 2006: 124). 

II. Dünya Savaşı’nın yarattığı ekonomik sıkıntıların yanında CHP’nin otoriter uygulamaları ve halktan kopuk bir siyaset izlemesi, insanların akın akın DP’ye 
yönelmesine neden olmuştur. Bir diğer önemli husus ise; DP’nin İnönü’nün isteği doğrultusunda anlaşmalı bir parti olarak kuruluğu şeklindeki iddiadır. 
İddianın gerçekliğini sağlamlayacak kişiler arasında kalan sır niteliğinde bir boyutunun olup olmadığını elbette bilmiyoruz. Kuruluş sürecinde Celal Bayar ile 
İnönü arasında bu meyanda bir gizli mutabakat olsa bile, kısa bir zamanda DP’nin büyük bir halk tabanı tarafından kabul görmesi böyle bir yaklaşımın 
kalıcılığını imkan-sız hale getirmiştir. Nitekim 1950 seçimlerinde halkın yarısından fazlasının oylarını alarak iktidara gelen Demokrat Parti rüştünü ispat etmekte hiç zorlanmamıştır. 

Ayrıca siyasi hayatı boyunca bu iddiaları teyit anlamına gelecek bir demokrasi oyununa da tenezzül etmemiştir. 

Celal Bayar’ın Cumhurbaşkanı İnönü ile zaman zaman diyaloğa girerek, iki parti arasında ortaya çıkan anlaşmazlıkları aşmaya çalışmış olması, onun muvazaa 
anlayışıyla hareket ettiğinin bir kanıtı olamaz. Yirmi üç yıllık bir tek-parti yönetiminden sonra birdenbire siyasette çoğulculuğa yönelmenin, gerçekçi bir 
gözle bakıldığında, birtakım sıkıntılar yaratması normaldir ve böyle bir süreç içinde söz konusu bir diyaloğun gerçekleştirilmiş olmasını bir kazanç saymak 
gerekir. Dörtlü Takrir’in CHP’nden ayrılarak yeni bir parti kurmak için önceden tasarlandığı seklindeki iddialar da gerçekleri yansıtmamaktadır. Nitekim takrircilerin DP kurulduktan sonra da ifade ettikleri gibi bu takririn asıl amacı CHP’de bir liberalleşme hareketini başlatmak olsa gerektir (Kirman, 2006: 124). 

Belirtilmesi gereken bir diğer husus ise, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Antlaşması’nı imzalamakla zaten çok partili hayata geçmeyi kabul ettiği gerçeğidir. 

Çünkü Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın temel hükümleri bu antlaşmayı imza edecek devletin demokratikleşmesi ve çok partili bir rejime zemin sağlamasını 
zorunlu kılmaktadır. Bu durum ise; Bayar, Menderes, Koraltan ve diğer muhalif vekiller olmasa bile Türkiye’nin o tarihlerde çok partili bir sürece geçiş denemesi 
yapabileceğini ama bu durumun belki SCF’de olduğu gibi bir muvazaa partisi şeklinde olacağı ihtimalidir (Kirman, 2006: 125). 

Sonuç olarak, II. Dünya Savaşı’ndan sonra değişen dünya koşulları ve sürdürülmekte olan otoriter rejimin yarattığı toplumsal hoşnutsuzlukların etkisiyle çok partili parlamenter sisteme geçilmiştir. Türk siyasal hayatında 1946 seçimleri tek parti rejiminden çok partili parlamenter sisteme geçişin ve 1950 seçimleri ise tek parti iktidarına son veren siyasi dönüşümün yani demokrasiye geçişin miladı olmuştur. Elbette sonraki on yıllık periyotlarda gerçekleşen askeri darbeler ya da müdahaleler sıkıntılı süreçlerin yaşanmasına sebep olmuş ise de Türk demokrasisi bu sıkıntılı süreçlerin üstesinden gelerek geride kalmalarını sağlayabilmiştir. 

KAYNAKLAR 

Kitaplar

ACAR, Ayla, Soğuk Savaş Yıllarında Amerikan Kültürünün Türkiye’ye Girişinde Basının Rolü (1945-1960), Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 
İletişim Ana Bilim Dalı, Genel Gazetecilik Bilim Dalı, Doktora Tezi, İstanbul, 2008. 
AKALIN Cüneyt, Soğuk Savaş ABD ve Türkiye-1, 1. Baskı, İstanbul, Kaynak Yayınları, 2003. 
ARMAOGLU, F., 20.Yüzyıl Tarihi(1914-80), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1984. 
AVCIOĞLU, Doğan, Türkiye’nin Düzeni,1. Kitap, İstanbul, Tekin Yayınevi, 1975. 
BORATAV, K., Türkiye Tarihi-Çağdaş Türkiye(1908-1980) içinde İktisat Tarihi, Der. Sina AKŞİN, Cem Yayınevi, İstanbul, 2002. 
BÜYÜKKALAY, Betül, Türkiye’de Çok Partili Siyasal Hayata Geçişin Nedenleri, Akdeniz Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 
Uluslar Arası İlişkiler Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Antalya, 2011. 
ÇAKIR, Arif, Marshall Planı Nedir, Türkiye’ye Ne Sağlayacaktır?, Türkiye İktisat Mecmuası, Haziran 1949, Sayı:7. 
ÇALIŞ, Şaban, DAĞI, İhsan, GÖZEN, Ramazan, Türkiye’nin Dış Politika Gündemi, 
Kimlik Demokrasi, Güvenlik, Liberte Yayınları,2001. 
ÇAVDAR, T., Türkiye’nin Demokrasi Tarihi(1839-1950), İmge Yayınevi, İstanbul, 1995._, “Demokrat Parti”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, 
C:8 İstanbul, 1985. 
EKİNCİ, N., Türkiye’de Çok Partili Düzene Geçişte Dış Etkenler, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1997. 
GÜRKAN, Nilgün, Türkiye’de Demokrasiye Geçişte Basın 1945-1950, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998. 
HARPER and Brothers, Documents on American Foreign Relations, Published for the Council on Foreign Relations, NewYork, 1948. 
KARPAT, K.H., Türk Demokrasi Tarihi (Sosyal, Ekonomik, Kültürel Temeller), Timaş Yayınları, İstanbul, 2013. 
KİRMAN Emin, Çok Partili Döneme Geçiş Süreci ve Türk Siyasal Kültüründe Muhalefet Olgusunun Gelişimi (1946-1950), Süleyman Demirel Üniversitesi, 
Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi, Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2006. 
KOÇAK, Cemil, Türkiye’de Milli Şef Dönemi(1938-1945), Cilt 2, İletişim Yayınları, İstanbul, 2009. _Türkiye’de Milli Şef Dönemi 1938-1945, İletişim Yayınları, 
İkinci Cilt, İstanbul, 1996b. 
LEWIS, B., Modern Türkiye’nin Doğuşu, Çev: M. KIRATLI., Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2000. 
MARDİN, Ş., Türk Modernleşmesi (Makaleler 4), İletişim Yayınları, İstanbul, 1992. 
OKTAY, Ahmet, Türkiye’de Popüler Kültür, 5.Baskı, İstanbul, Everest Yayınları, 2002. 
SANDER, Oral, Türk Amerikan İlişkileri 1947-1964, Ankara, 1979, SBF, Yayınları, Sevinç Matbaası. 
SENCER, Muzaffer, Türkiye’de Siyasal Partilerin Sosyal Temelleri, İstanbul, May Yayınları, 1974. 
TİMUR, T., Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, İmge Yayınevi, İstanbul, 2003. 
TURGUT, Nükhet, Türkiye’de Siyasal Muhalefet Olgusu ve Anlayışı, Türk Siyasal Hayatının Gelişimi, Edit: Ersin Kalaycıoglu, Ali Yasar Sarıbay, 
Beta Yayınları, İstanbul, 1986, s.443. 
YETKİN, Çetin, Karsı Devrim 1945-1950, 6. Baskı, Antalya, Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaai-Hukuk Yayınları, 2007. 
ZURCHER, E. J., Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2013. 

Makaleler: 

BENHÜR, Çağatay, 1945-1946 Yıllarında Türkiye’de Politik Gelişmelere Genel Bakış, Journal of Qafqaz University, Number 24, 2008. 
DİNÇ, Sait, Atatürk Sonrası Türkiye’de İç ve Dış Politikada Gelişmelere Genel Bir Bakış (10938-1965), Ç.Ü. Türkoloji Araştırmaları Merkezi, Adana, 2008. 
DOĞAN, Naci, Yeni Dünya Düzeni Bağlamında Uluslararası Sitem, NATO’nun Rolü ve Türkiye’nin Stratejik Konumu, Manas Journal of Social Researches, 
Vol.05, Issue 10, 2004. 
GÖNLÜBOL, M. ve H. ÜLMAN, İkinci Dünya Savaşından Sonra Türk Dış Politikası, A.Ü.S.B.F Yayınları, No:509, Ankara, 1982. 
KARACAN, Ali Naci, “Mr. Truman’ın Tebrik Mesajı”, Milliyet, 28 Mayıs 1950. 
TÜRKAY, Orçun, Türkiye’de Asker ve Siyaset, Kitap Yayınevi, 2008, İstanbul. 
TÜRKKAYA Ataöv, “Marshall Planından NATO’nun Kurulusuna Kadar Soğuk Harp”, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, Eylül 1968, C. 23, No.3. 
SİMAVİ, Sedat, “Değişen Nöbet”, Hürriyet, 21 Mayıs 1950. “Matbuatın Zaferi”, Hürriyet, 22 Mayıs 1950. 
SÖĞÜTLÜ, İlyas, “Cumhuriyet Türkiye’sinde Modernleşme ve Bürokratik Vesayet”, Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi sayı:19, 2010. 

Dergiler ;

Ayın Tarihi, Nisan 1946, Sayı.149.; Mayıs 1945, Sayı: 138.; Mayıs 1950, Sayı.198.; 
Vatan, Şubat 1947 

Türkiye’de Çok Partili Demokrasiye Geçişte İç Ve Dış Dinamiklerin Etkileri (1945-1950) BÖLÜM 1

Türkiye’de Çok Partili Demokrasiye Geçişte İç Ve Dış Dinamiklerin Etkileri (1945-1950) 


Mehmet Ali ÇAKMAK, 1
Hayati ADALAR, 2 

1  Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, cakmakmali1963@gmail.com 
2  Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, adalarhayati@gmail.com 

GİRİŞ 

II. Dünya Savaşı’ndan sonra “Demokrasi Patlaması “ olarak ifade edilen süreçte Türkiye, uluslararası ortamdan nasibini almış ve iç politikada karar alma 
mekanizmaları üzerinde bu etkileri değerlendirerek bir takım uygulamalar gerçekleştirmiştir.
1946 yılında iç nedenlerin yanında daha çok dış nedenlerle Türkiye’de çok partili hayata geçildiği söylenebilir. Savaş sonu konjonktürü içinde 
Batı dünyasına yanaşmak zorunda kalan Türkiye’ye dış baskılar gelmeye başlamıştır. 
Kaldı ki Türkiye’nin 1945’lerdeki iktisadî durumunun parlak olmayışı, yöneticileri -başta ABD olmak üzere- Batılı demokrasilerin “anlayış”ına muhtaç 
hâle getirmiştir. Buna bir de Sovyetler Birliği’nin Boğazların statüsünde söz hakkı ve ülkemizin doğusundan toprak talebinde bulunmasını eklersek, durumun 
ağırlaştığı daha iyi anlaşılmış olur. Böylece Türkiye’nin önce kendi “evinin içini” düzeltmeye başlaması, bu doğrultuda bazı adımlar atması kaçınılmaz 
hale gelmiştir (Büyükkalay, 2011: 87). 

Türkiye’nin savaş süresince, savaştan kaçınmak uğruna güttüğü tarafsızlık politikası, savaş sonrasında dünyada oluşan yeni siyasi düzende yalnız kalması 
tehlikesini doğurmuştur. Gerek bu yalnızlık ihtimali gerekse demokratik ideolojinin zaferi ve tek partili otoriter rejimlere karşı duyulan kuşkunun motive 
edici etkisi ile Türk yöneticileri, başta ABD olmak üzere demokrasi idealini öne çıkaran ülkelere yakınlaşma durumunda kalmıştır. Dönemin şartları 
Türkiye için böyle bir politikayı adeta zorunlu kılmıştır (Kirman, 2006: 59). 

Çok partili siyasi hayata geçişin, siyasal muhalefetin oluşumu ve demokrasi açısından önemi, muhalefet kurumunun resmi olarak ve bir daha vaz geçilemeyecek bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Bu ortaya çıkışı, 1945’lerin iç ve dış koşulları birlikte hazırlamıştır. Uluslararası ilişkilerde bloklaşma politikasının gündeme gelmesi ve bu arada Sovyetler Birliği’nin boğazlarla ilgili olarak Türkiye’ye nota vermesi, Türkiye’yi Amerika Birleşik Devletleri’nin önderliğindeki Batıya yaklaştırırken, bu blokta geçerli olan rejimin, yani demokrasinin esas alınmasını zorunlu kılmıştır. İç ilişkiler alanında ise, toplumsal güçlerde meydana gelen gelişmeler ve geniş kitlelerin içinde bulunduğu ekonomik durum, etkisini siyasal düzeyde göstermekte gecikmemiştir (Turgut, 1986: 443). 

Savaş sonrası bir süper güç olarak ortaya çıkan Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki emelleri ve bunlara yönelik ileri sürdüğü istekler, Türkiye’yi yönetenlerin Batı ittifakı içinde yer almasını zorunlu kılmıştır. Ekonomik ve askeri yönden Sovyetler Birliği karsısında oldukça güçsüz bir durumda bulunan Türkiye’nin, Batının desteğini sağlayabilmesi için siyasal yapısını demokratik leştirmesi, çok partili hayata geçiş sürecinde bir gereklilik olarak ortaya çıkmıştır (Kirman, 2006: 56). 

Türkiye, dış gelişmeler ve özellikle Sovyet tehditleri karşısında Batı demokrasilerinin desteğini kazanmak için cumhuriyetin ilanından beri tek parti ile yürüttüğü göreceli demokrasiden çok partili demokrasiye geçmeye karar vermiştir. 

Bu kararı etkileyen dış gelişmeler arasında, Batı kamuoyunun tek parti rejimlerine karşı o tarihlerde duyduğu antipati önemli rol oynamıştır 
(Büyükkalay, 2011: 71). 

Türkiye’nin demokratik ülkelere yakınlaşma çabasında güvenlik endişesinin tek sebep olduğunu söylemek doğru ve yeterli gerekçe değildir. Zira Cumhuriyet’in 
ilk yıllarından itibaren ekonomik, siyasi ve sosyal nedenlerle bozulan yönetici elit ile halk arasındaki irtibatsızlığın giderilmesi amacıyla zaman zaman 
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası gibi teşebbüslerle çok partili hayata geçiş denemeleri yapılsa da çok üzücü sonuçların yaşanması üzerine bu adımlardan vazgeçilmek durumunda kalınmıştır. Başarısızlıkla sonuçlanan bu denemelerden sonra tek partili yılların biriktirdiği sorunların altında bunalan Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın ülke içinde oluşturduğu yeni toplumsal talep ve düzen arayışı üzerine çok partili siyasal hayata geçişi adeta bir zorunluluk olarak görmüş ve bu istikamette kararlı adımlar atmaya başlamıştır. 

Tercihini Batı’dan yana kullanan Türkiye, kapitalizmin uluslararası kurumlarına üye olmuş ve bu yolda hem ekonomik hem de siyasal alanda yeni düzenleme lere başvurmuştur. Gerek çok partili rejime geçiş gerek Türkiye’nin ekonomik liberalizasyonu ancak bu gelişmelerin ışığında anlaşılabilir. Türkiye’nin uluslararası kapitalizm cephesine tam entegrasyonu, onun Nisan 1945.te San Fransisco Konferansına kurucu üye olarak katılması ve BM antlaşmasını imzalayarak “demokratik idealler” için sözler vermesiyle başlamıştır. Uluslararası kapitalizme eklemlenme sürecinde İsmet İnönü entegrasyonun aşamalı ve tedrici olmasını tercih etmiş; rejimin, cumhuriyetin kurucusu asker sivil bürokrasinin denetimi altında ve süreç içinde liberalize edilmesine özel bir önem vermişti. İnönü’nün 1945 yılında Türkiye’de çok partili hayata geçişin kararını, zamanını, biçimini ve geçişte rol oynayacak siyasal kadroları seçtiği ya da en azından onayından geçirdiğini belirtmek gerekir (Koçak, 2009: 141). 

ABD ve İngiltere başta olmak üzere, Batılı ülkelerin askeri ve ekonomik yardımlarını sağlamanın, iç siyasi açılımlara bağlı olduğunu iyi bilen İnönü, bunun için savaştan hemen sonra Batılı ülkelerin önderliğinde toplanan San Francisco Konferansı’na Hasan Saka liderliğinde bir Türk heyetini göndermiştir. İnönü, Hasan Saka’ya ABD’li yetkililerin sorması halinde “Türkiye’nin çok partili siyasal rejime en kısa zamanda geçebileceği” konusunda bilgi vermesini istemiştir. 

Böylece II. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle kurulan yenidünya düzeninde, Sovyetler Birliği’nin askeri baskısıyla başlayan süreç, Batı’nın talepleri ile de örtüşen 
toplumsal ve siyasal ihtiyaç ve Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün, ülkenin içinde bulunduğu koşulları dikkate alması nedeniyle, Türkiye çok partili siyasal hayata 
geçmiştir (Seyhanlıoğlu, 2009: 119). 

Türkiye’nin tek partili yönetimden çok partili yönetime geçiş ortamını, siyasal, sosyal ve ekonomik iç dinamikler ile dış dinamikler hazırlamıştır. Ülke içindeki 
siyasal sistemin monolitik yapısının, sorunları çözmede yetersiz kalması, sosyal yapının etkileri ve ekonomik durumun bozulması ile ortaya çıkan toplumsal 
muhalefetin zorlaması, çok partili hayata geçişte iç etkenleri oluşturmuştur. Birleşmiş Milletler Anlaşması’nın imzalanması, II Dünya Savaşı’nı demokratik 
cepheyi oluşturan ülkelerin kazanması ve dünyada demokratik ideolojilerin egemen olması ülkenin iç siyasal yapısını bu yeni duruma göre düzenleme 
zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir (Kirman, 2006: 45). 

A. ÇOK PARTİLİ DEMOKRASİYE GEÇİŞTE DIŞ DİNAMİKLERİN ETKİLERİ 

Türkiye’de çok partili rejime geçme kararının verilişine dış etkenler açısından bakıldığında, kararın o dönemdeki uluslar arası koşulların etki ve baskısı 
ile ve Türkiye’nin uygulamakta olduğu dış politikanın gerekleri doğrultusunda alındığı söylenebilir. Bu dönemde demokrasi seslerinin daha yüksek bir perdeden dillendirilmesinde rol oynayan en önemli etkenin II. Dünya Savaşı ve sonrası ortaya çıkan konjonktürün oluşturmuş olduğu ulusal ve uluslar arası sosyal ve ekonomik gelişmelerdir. Demokrat Parti 7 ocak 1946’da kurulmuştu ama DP’nin ortaya çıkışına zemin hazırlayan etkenler daha savaş yıllarında kendini hissettirmeye başlamıştı. II. Dünya Savaşı başında, Türkiye’de özellikle totaliter rejimlerin iktisadi ve ideolojik etkileri ağır basarken, savaşın son yılları 
faşizmin ezildiği ve demokrasilerin zafere ulaştığı yıllar olmuştur (Timur, 2003: 12). 

II. Dünya Savaşının son günlerinde batı bloğu ülkeleri, Türkiye’den daha demokratik bir yapılanmaya gitmesini istemişlerdir. Gerek bu istek ve gerekse 
savaşın getirdiği sosyo-ekonomik sıkıntılar, Türkiye’de yönetimi elinde bulunduran Cumhuriyet Halk Partisi’ne karşı, hem parti içerisinden hem de parti dışından birtakım muhalefet hareketlerinin başlamasına neden olmuştur. Parti yönetimine karşı memnuniyetsizliklerini dile getirmeye başlayan bazı milletvekilleri zamanla Cumhuriyet Halk Partisi’nden ayrılmış veya uzaklaştırılmışlardır. 1945 yılının sonu ile 1946 yılının ilk yarısı bu muhalefet hareketlerinin en yoğun olduğu zaman dilimidir (Benhür, 2008: 30). 

Çok genel bir anlamda, II. Dünya Savaşı’nda Mihver güçlerinin yenilgisi kendi içinde demokratik değerlerin bir zaferiydi. Çoğulcu, kapitalist bir demokrasi 
olan Amerika Birleşik Devletleri, savaştan egemen dünya gücü olarak çıkmış ve onun sunduğu örnek dünya ülkelerinin ekseriyetinde olduğu gibi Türkiye’de 
de birçoklarını etkilemişti. Nisan 1945’te Türkiye, San Francisco Konferansı’na kurucu üye olarak katılıp Birleşmiş Milletler antlaşmasını imzalayarak demokratik idealler için kesin söz vermiş oldu. Ancak, Türk hükümetinin kendisini Batı’ya, bilhassa da Amerika Birleşik Devletleri’ne yakınlaşmaya mecbur hissetmesinin daha doğrudan nedenleri vardır (Zürcher, 2013: 306). Bir taraftan savaş sonrasında artan Rus tehdidi karşısında Türkiye’nin batılı devletlerle yakınlaşma isteği, diğer taraftan ülkenin ekonomik anlamda ilerlemesini sağlamak ve toplumsal ihtiyaçlara daha etkin cevaplar verebilmek amacıyla Truman Doktrini ve Marshall Planı ile siyasi ve ekonomik anlamda Amerika’nın desteğini alma girişimleri bu sürece yön veren önemli parametreler olmuştur. 

A. II. Dünya Savaşı Sonrasında Artan Rus Tehdidi ve Türkiye’nin Batılı Devletlerle Yakınlaşma İsteği 

Dünyayı büyük bir savaşa sürükleyen Hitler karsısında savaş koşullarının müttefikleri, doğasına aykırı olarak müttefikti. Savaş sonrasının koşullarında, uzlaşmaz çelişkiler ortaya çıktı. Savaşın ve dünyanın kaderini belirleyen Sovyetler Birliği ve ABD, birbirine karşıt iki sistemin, sosyalizmin ve kapitalizmin 
temsilcileri olarak iki kutuplu dünyada karşı karşıya kaldılar. Sovyetler Birliği, savaş sonrasında Doğu Avrupa’da sistemini egemen kılarak önemli bir güç 
elde etti (Acar, 2008: 32). 

Soğuk Savaş’ın ortaya koyduğu uluslararası sistem iki “süper güç” ve onların etrafında kümelenmiş diğer marjinal güçlerin oluşturdukları ittifaklardan 
meydana gelmektedir. Soğuk Savaş’ın hüküm sürdüğü yıllar, her bir “süper” gücün diğeri aleyhine uyguladığı ekonomik ve psikolojik baskı, propaganda, 
silahlanma, kendine yandaş toplama ve saygınlık kazanma, diğeri hakkında istihbarat elde etme, vb. faaliyetlerin yoğun olarak kullanılması şeklinde 
süregelmiştir. Soğuk Savaş döneminde her iki süper güç kendisini haklı, diğerini saldırgan olarak ilân etmiştir (Büyükkalay, 2011: 65). 

Sovyetler Birliği, savaş sonrası dünyada elde ettiği siyasal nüfuz ve askeri gücüne dayanarak, Yalta Konferansı’nı takiben 19 Mart 1945’de bitecek olan 17 
Aralık 1925 tarihli Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Antlaşması’nı yenilemek istemediğini bildirmiştir3. Bu notayı aldığında savaş süresince izlediği tarafsızlık 
politikası nedeniyle yalnızlık içinde bulunan Türk Hükümeti, ilk olarak anlaşma zeminini aramıştır. Süresi sona ermekte olan 1925 Antlaşması’nın yerine 
yeni ve daha kapsamlı bir antlaşma yapmak yönündeki tekliflere olumlu baktığını bildirmiştir (Gönlübol ve Ülman, 1982: 150). 

Sovyetlerin bu tutumu karşısında Türk hükümeti, iki ülke arasındaki ilişkileri daha fazla bozmamak ve Rus idarecilerin bu isteklerini belki geri almasına 
zemin hazırlamak amacıyla, daha çok susmak yolunu seçmiştir. Ancak Sovyetler Birliği’nin baskısı azalacağına daha da artmıştır. Özellikle, Türkiye’yi uluslar 
arası alanda zor durumda bırakmak için, Sovyet radyosu sürekli Türkiye’nin demokrasiden uzak, faşist ilkelerle yönetildiğini vurgulamakta, bu rejimin mutlaka değişmesi gerektiğini öne sürmekteydi. Sovyetler Birliği, Türk hükümetinin notasına verdiği cevapta, önceki görüşlerini tekrarlayarak Türkiye’nin açıklamalarını yeterli bulmadıklarını ve II. Dünya Savaşı sırasında Boğazların güvenliğinin sağlanamadığını ve düşman gemilerinin geçişine engel olunamadığını belirtmiştir. Rus yönetiminin bu tehditkâr açıklamaları, Türkiye’nin Batı bloğuna girme ve bunun ön şartı olarak da çok partili siyasete geçme kararını hızlandırmıştır (Ekinci, 1997: 265). 

3 Bu sorun ilk kez 19Mart 1945’te Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’in Rus Büyükelçisi Molotov ile görüşmesi üzerine ortaya çıkmıştır. 
Bu görüşmede Sarper’e, 17 Eylül 1925 Tarihli Türk-Sovyet Anlaşması’nın yenilenmeyeceği bildirilmiştir. Molotov, savaşın getirdiği gerçekler ve değişikliklerle bağdaşmadığını öne sürerek antlaşmanın yeni koşullara göre kökten bir değişime tabi tutulması gerektiğini söylemiştir. 7 Haziran 1945’te Moskova Büyükelçisi Sarper, Molotov ile yeniden görüşmüştür. Bu görüşme sırasında Sarper’e ikinci sözlü nota verilmiştir. Bu notanın sıraladığı istekler şunlardır: 

1.Türkiye’nin Doğu sınırında Kars ve Ardahan Sovyetlere bırakılacaktı. 
2.Türkiye boğazları tek başına savunamayacağını kanıtlamıştı. Burada Sovyetlerle ortak üsler kurulacaktı. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Selim DERİNGİL, Denge Oyunu, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1994, s.251-252. 


Sovyet istekleri, özellikle boğazların ortak savunulması teklifi Türkiye’nin egemenlik haklarına yönelik bir hareket olarak yorumlanmıştır. Türk-Sovyet ilişkilerinin geldiği bu kritik noktada ABD ve İngiltere’nin, Sovyetler Birliği ile savaş sonu işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla yaptıkları Potsdam Konferansında görüşülen en önemli meselelerden biri de Türk Boğazlarının durumu olmuştur. Konferansta, Sovyetler Birliği Boğazlar meselesinin sadece Türkiye ile kendisini ilgilendiren iki taraflı bir mesele olduğunu belirterek, Boğazlarda askeri üsler istemiştir. Bu gelişmeler üzerine Avrupa’daki olayların da etkisiyle Sovyetler’e karşı tavrını netleştiren İngiltere ve ABD, Türkiye’nin yanında yer alarak karşı notalarla Sovyetler Birliği’ni uyarmayı çıkarlarına uygun gördüler. Böyle bir ortamda Türk hükümeti, 22 Ağustos 1946 tarihli bir karşı nota ile Sovyetler Birliği’ne “Türkiye’nin egemenlik ve güvenliğini bir başka devletle paylaşmayacağını ve her şekilde tehditleri karşılayacak yapıda” olduğunu bildirerek, onurlu bir direnç gösterip Batılı Devletlerin de takdirini kazanmıştır. Sovyetler, bu istekleri öne sürerken, Doğu Avrupa ülkelerini birer ikişer kendine bağlıyor, savaş yorgunu olan İngiltere ve ABD buna kayıtsız kalıyordu. Türkiye savaş sonrası yer alacağı dünyayı belirlemiş ve 1945’de San Francisco Konferansına da katılarak Birleşmiş Milletlere üye olmuştur (Dinç, 2008: 4-6). 

Sovyet yönetiminin, savaş biter bitmez, bir yandan İran, Türkiye ve Yunanistan üzerinde baskı uygulamaya başlaması ve öte yandan da işgali altındaki Avrupa 
ülkelerinde komünist rejimleri baskı ve tehdit metotları ile kurması, bilhassa Birleşik Amerika’nın Sovyetler Birliği ile uluslararası barış konusunda işbirliği 
yapabileceği hususundaki ümitlerinin çabucak kaybolmasına neden oldu. Amerika, Bu defa I. Dünya Savaşı sonrası çıkan anlaşmazlıklar karşısında takındığı tavrı bir yana bırakarak Monroe Doktrini4’ne (kabuğuna çekilme politikası) dönmek şöyle dursun, Sovyet Rusya’nın yaratmaya başladığı tehlike ve tehdide mukabil tedbir almaya başladı. Bundan dolayı, 1947 Martında Truman Doktrini’ni ve 1947 Haziranında da Marshall Plânı’nı ortaya attı. Truman Doktrini, Amerika’nın Sovyet tehdidine maruz kalan ülkeleri destekleme kararını, Marshall Plânı da 

4 ABD Başkanı James Monroe 2 Aralık 1823’te Kongre’ye gönderdiği mesajda ABD’nin Avrupa’nın sorunlarına karışmaya niyetli olmadığını, aynı şekilde
 Avrupa’nın da Amerika’ya karışmaması gerektiğini bildirmiştir. Bu mesaj tarihe Monroe Doktrini olarak geçmiştir. hür Avrupa’yı ekonomik bakımından 
kalkındırma ve güçlendirme kararını ifade ediyordu (Doğan, 2004: 3). 

2. Türk-Amerikan İlişkileri ve Türkiye’de Demokrasiye Geçişte ABD’nin Rolü (Truman Doktrini ve Marshall Planı) 

II. Dünya Savaşı yıllarında izlediği tarafsızlık politikasının sonucu olarak Türkiye, 1945’e “yalnız” girmesine karşın, bitmek üzere olan savaşta galiplerin 
telkinine uygun bir şekilde karşı cepheye savaş ilan ederek (Şubat 1945) tercihini yapmış bulunuyordu. Savaş yıllarında gerginleşen Türkiye-Sovyetler Birliği ilişkileri, dışarıda bir Sovyet tehlikesi oluştururken, içeride de “tehlike” arz eden bir sol hareket, başını ABD’nin çektiği kapitalist blok içinde yer almak için iyi bir gerekçeydi. Öte yandan ABD’nin Sovyetler’e karşı yürüttüğü çevreleme politikası nedeniyle Sovyetler’in güney kanadında bir “ileri karakol”a ihtiyacı vardı. Bu koşullar altında Büyükelçi Münir Ertegün’ün naaşını getiren Amerikan zırhlısı Missouri, bir kurtarıcı gibi karşılandı. Truman Doktirini ve Marshall yardımıyla Türkiye’nin kapıları ardına kadar ABD’ye açıldı. Türkiye’nin, başını ABD’nin çektiği kapitalist sisteme eklemlenme sürecindeki siyasi ve ekonomik reçetelerin getirdiği yapısal değişiklikler, kültürel boyutta da yaşandı. Türkiye adeta kabuk değiştiriyordu. Amerika’nın Türkiye’deki etkisini artırmasının bir sonucu olarak çok partili sürece geçildi. “Amerikan patentli demokrasi” yirmi yedi yıllık tek parti iktidarının da sonunun getirdi (Akalın, 2003: 214). 

Gazeteci-yazar Ahmet Oktay, dönüm noktası olarak aldığı 1946 yılındaki gelişmeleri söyle sıralamaktadır: “7 Ocak’ta Demokrat Parti kuruldu, 5 Nisan’da 
Missouri geldi, 11 Nisan’da ABD’den 500 milyon borç istendi, 7 Eylül’de lira devalüe edildi, 13 Aralık’ta komünistler tutuklandı, 16 Aralık’ta sosyalist partiler 
sendikalar ve bazı dernekler kapatıldı” (Oktay, 2002: 86). Yeni düzene geçmek için gerekli ön hazırlıklar, böylece yapılmış oluyordu. 1946 yılının Türkiye’nin 
iç ve dış politikada yeniden yapılandığı yıl olduğunu belirten siyaset bilimci Cüneyt Akalın ise “Türkiye yılın başında başka bir dünyada yaşarken, yılın sonunda bambaşka bir sosyo-politik noktaya geldi” demektedir (Akalın, 2003: 213). 

CHP’li Falih Rıfkı Atay ise Ulus’taki yazısında Amerikalılara duyduğu güveni ve Türk milletinin sevgisini söyle dile getirmektedir: 

“Amerika’nın ne istediğini biliyoruz; hür, eşit ve egemen milletlerin ortaklaşa güvenliğine dayanan harpsiz, saldırısız sadece ahlak ve kanunî bağlaşma ve 
antlaşmalarının hüküm sürdüğü bir dünya. Böyle bir dünyada yaşamak isteyen herkes Amerikan bayrağında kendi talih yıldızını da görür.(...) Onlar karaya çıktıklarından ayrılacakları dakikaya kadar, Amerika’nın ne kadar sevildiğini gözlerin bakışında ve yüzlerin neşesinde görecekler..”( Ayın Tarihi, 1946/149: 67). 

1947 yılının şubat ayında Princeton Üniversitesi’nde bir konuşma yapan George Marshall, ABD’nin yenidünya düzeninde üstleneceği rolün sinyallerini, “Eğer dünya muvazeneye (denge) ve istihsal (üretim) imkânlarına kavuşacaksa, demokratik usuller bazı memleketlere tekrar yerleşecekse bu hareketin 
önderliğini ABD’nin yapması ve hiçbir yardımdan kaçınmaması icap eder (Vatan, 1947: 1)” diyerek vermektedir. 

II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’nin demokrasiye geçişi esasen yalnızca Türk toplumunun değil, aynı zamanda ABD dış politikasının çıkarlarına da 
uygun, reel politik bir durumdu. Türkiye’de demokrasinin ABD reel politiğine uygun olmasının 3 önemli nedeni gösterilebilir. Her şeyden önce, Türkiye’nin 
Batı ülkelerinin sahip oldukları bir sisteme, yani demokrasiye geçmesi, Türki-ye’nin Batı dünyasına entegrasyonunu hızlandırmış ve kuvvetlendirmiştir. Bunun yanında Türkiye’de demokrasinin, liberal ekonomik ve siyasi mekanizmanın işlerlik kazanması, sistemin Batı ülkeleriyle bağlantısını ve diyalogunu arttırmış ve onun NATO üyeliğini işlevsel hale getirmiştir. Türkiye gibi stratejik, askeri ve siyasi bakımdan önemli bir ülkenin, gerçek anlamda kazanılmasına yol açmıştır. ABD’nin önderlik ettiği liberal ve demokratik değerlerin geçerli olduğu Batı sistemine entegre olması, Türkiye’nin oynayacağı bölgesel rolü daha da kolay hale getirmiştir. Amerika ve İngiliz hükümetleri II. Dünya Savaşı sonrası yıllarda, çok partili ve seçimlere dayalı bir rejimin oluşturulması, liberal ilkelere uygun bir ekonomik sistemin kurulması amacıyla Türk hükümetine siyasi, diplomatik ve mali destek yapmışlardır. Bu destekler, Türkiye’nin öncelikle ABD’ye genel olarak NATO sistemine bağlantısını kuvvetlendirmiştir ki, bu durum ABD reel politikasına uygundur. Harry Truman, ismini alan ABD yardımı ile ilgili açıklama yaparken “özgür toplumların kendi geleceklerini kendi iradeleriyle (demokrasi) belirlemelerini sağlamak” amacıyla ABD’nin Türkiye ve Yunanistan’a ekonomik ve mali yardım yapacağını, bu yardımın ekonomik istikrar ve düzenli siyasi süreçleri(demokrasiyi) geliştireceğini belirtmişti. Diğer bir deyişle, Truman ABD yardımının Türkiye’de demokrasinin kurulması ve gelişmesine yardımcı olmak amacıyla verildiğini söylüyordu (Çalış, Dağı ve Gözen; 2001: 86-88). Oral Sander’e göre Truman Doktrini’nin amacı, dar anlamda ABD’nin Sovyet tehdidi altında gördüğü iki ülkeye yardım elini uzatması olarak değerlendirilmekle birlikte, Batı Avrupa’nın geleceğini ve güvenliğini teminat altına almak ve Sovyetler’e yönelik çevreleme politikasının sınırlarını Yunanistan ve Türkiye’ye kadar uzatmaktır. Doktrinin temel ve asli amacı, Sovyet genişlemesini dünyanın neresinde olursa olsun çevrelemek ve Amerikan ekonomik ve siyasal anlayışının genişlemesini sağlamaktır. Buna bağlı ikinci amaç ise Sovyet tehdidine karsı özellikle Yunanistan ve Türkiye’yi askeri ve ekonomik yardımlarla güçlendirmektir 
(Sander, 1979: 11-17). 

Bu antlaşma çerçevesinde Türkiye, Ekim 1947- Eylül 1948 tarihleri arasında ABD’den 72 milyon 887 bin 405 dolarlık askeri yardım almıştır. Bu yardımın 
yaklaşık 5 milyon dolarlık kısmı ise askeri amaçlı yol yapımı gibi çeşitli işlerde kullanılmıştır (Harper and Brothers, 1948’ den akt. Sander 1979: 31). Türkiye ve Yunanistan’a yapılan yardım, bir yıl sürmüş ve 1948’de “Dış Yardım Kanunu” kapsamına alınarak Yunanistan ve Türkiye için 225 milyon dolarlık ikinci bir 
ödenek daha ayrılmıştır (Gönlübol ve Ülman, 1982: 227). 

Truman Doktrini’nin tamamlayıcısı olarak ortaya çıkan Marshall Planı soğuk savaşın doğmasına ve hem Doğu hem de Batı Avrupa ülkelerinde hükümet 
değişikliklerine yol açtı. Truman Doktrini’nin ardından Fransa ve İtalya’da Komünist Partili bakanlar hükümetten çıkarılırken, Doğu Avrupa hükümetlerinde de komünist olmayanlar düşürüldü (Türkkaya, 1968: 276). 

Diplomatik ayrıcalıklara ve dokunulmazlıklara sahip Marshall Planı Türkiye Temsilcisi Russell Dorr’un, İstanbul’da Liman Lokantası’nda Tüccar Derneği’ne 
verdiği konferans “çok yararlı” bulunmuştur. Dorr, Batı Avrupa devletlerine verilecek destekle, bu devletlerin değişen ekonomik koşullara yeniden uyum 
sağlayacaklarını, böylece hürriyetlerini ve demokratik müesseselerini koruyabileceklerini vurgulamıştır. Dorr, Türkiye’nin Avrupa iktisadi birliğindeki yerini ise şöyle açıklamaktadır: “(....) Türkiye ‘demokrasi’ ve ‘hürriyet’ kelimelerinin propaganda manalarıyla değil, hakiki manalarıyla medlüllerini ifade eden bir grubun itimat edilir bir rüknüdür. (....)Batı Avrupa her zaman olduğu gibi şimdi de kendisini beslemekten acizdir. Gıda maddeleri bakımından bütün tarih boyunca Doğu Avrupa’ya ve garp yarım küresine muhtaç olmuştur.(...) Türkiye bugün milli imkânlarını son haddine kadar kullanmak ve Amerikan yardımından istifade etmek suretiyle Avrupa’nın gıda ve hammadde ihtiyaçlarını sağlayacak mühim bir istihsal merkezi olabilir.”(Çakır, 1949: 20). 

Türkiye’nin Marshall Planı çerçevesinde ekonomik yardım alması şu gerekçeyle kabul edilmiştir: Savaştan yıkık çıkan Avrupa’nın gıdaya ve hammaddeye 
ihtiyacı vardır. Türkiye aldığı yardımlarla tarımını geliştirecek ve Avrupa’nın gıda ve hammadde deposu haline gelecektir. Buna karşılık sanayi mamullerini 
Avrupa’dan alacaktır (Avcıoğlu, 1975: 557-558). 

Türkiye’nin çok partili demokrasiye geçişinde rol oynayan dış dinamikler ana hatlarıyla bu şekilde özetlenebilir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

2 Mart 2017 Perşembe

Suriye Krizinin Komşu Ülkelere Etkileri



Suriye Krizinin Komşu Ülkelere Etkileri


Ferhat Pirinççi,

2016-05-03


Suriye’de 2011 yılının Mart ayında patlak veren krizin kısa ve orta vadeli etkileri kendisini hissettirmeye devam ediyor. Özellikle radikal örgütlerin faaliyetleri ve 
Avrupa’ya yönelik Suriyeli mülteci akını nedeniyle Suriye krizi küresel bir sorun haline geldi. Dünya, Suriye krizinin doğrudan etkilerine 2016 yılı itibarıyla maruz kalıp bu etkileri tartışırken Suriye’ye komşu Türkiye, Irak, Ürdün ve Lübnan bu gerçek ile 2011 yılının başından beri yüzleşiyor. Suriye’ye komşu dört ülke, Suriyeli mülteciler ve DAEŞ ve diğer gruplar ile bağlantılı güvenlik risklerinin ötesinde Suriye krizinden kaynaklanan çeşitli meydan okumalarla mücadele etmeye çalışıyor.Suriye krizinin komşu ülkeler üzerinde farklı boyutlarda ve derinliklerde etkisi oldu. Her bir ülkenin kendine özgü yapısı, krizin etkilerinin ve buna karşı verilen tepkilerin farklı olmasını kaçınılmaz hale getiriyor. Ancak krizin komşu ülkeler üzerindeki etkileri birbiriyle yakından ilişkili olduğu için söz konusu etkileri bir diğerinden tam olarak ayırmak mümkün değil ve hiçbir bölge ülkesinin Suriye krizinin etkilerinden bağışık olmadığını vurgulamak gerekir.

"Krizin en Büyük Yükünü Türkiye taşıyor"

Suriye krizinin etkileri, her bir ülke açısından karşılaştırmalı olarak değerlendirildiğinde göç açısından krizin en büyük yükünü Türkiye’nin çektiği gerçeği ile karşılaşılıyor. Suriye krizi nedeniyle Türkiye, günümüzde dünyada en fazla mülteci/sığınmacıya ev sahipliği yapan ülke konumunda. Türkiye’nin Suriye kaynaklı göçe yönelik politikası özü aynı kalmakla beraber uygulamalar açısından zaman içinde gelişti ve bu gelişme hep ilerlemeci bir şekilde oldu. AFAD, Kızılay, Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere bütün devlet kurumları entegre bir stratejiyle krizin göç etkisinin Suriyeliler ve Suriyelilerin yerleştiği bölgelerde yaşayan yerel halk açısından minimize edilmesi için çalıştı. 

Ayrıca bu süreç içinde STK’lar da kendisini geliştirerek söz konusu yükün azaltılmasına yardımcı oldu.
Ürdün, Türkiye ile kıyaslanmasa da gerek geçmişteki göç tecrübesi gerekse bağışçılardan aldığı yardımlar sayesinde Lübnan ve Irak’a göre daha sistemli mülteci politikası geliştirebildi. Ancak burada Türkiye ve Ürdün’ün göç etkisine yönelik önemli bir farkı var. Türkiye, ev sahipliği yaptığı Suriyeliler için uluslararası örgütler ve bağışçılardan minimal ölçüde destek aldı ve harcamaların büyük kısmını öz kaynaklarıyla gerçekleştirdi. Ürdün de ülkesindeki Suriyeliler için kendi kaynaklarından harcamalar yapmakla beraber uluslararası örgütler ve bağışçılardan anlamlı bir destek aldı.

Suriye krizinin göç etkisini ülkesine gelen Suriyeliler bağlamında en az hisseden ülke Irak oldu. Suriye’den nispi olarak çok az göç alsa da Suriye krizi ile ilişkili 
gelişmeler nedeniyle “Yerinden Edilmiş Kişiler” durumu Irak için önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Lübnan, krizin göç etkisini en fazla hisseden ülkelerden biri. Siyasi açıdan kırılgan yapısı krizin göç etkisine yönelik kapsamlı bir politika uygulanmasını engellerken, Lübnan’ın geçmişteki göç tecrübesi de Suriyelilere yönelik politikaların geliştirilmesinde etkili oldu.

Türkiye-Ürdün/ Irak-Lübnan karşılaştırmalı perspektifiSuriye krizinin devlet yapısına etkisine karşılaştırmalı bir perspektiften bakıldığında, Türkiye ve Ürdün ile Irak ve Lübnan’ı ayrı kategoride değerlendirmek gerekir. 
Zira Türkiye ve Ürdün’deki devlet kurumlarının ve siyasi yapıların kriz öncesindeki durumu, krizin bu ülkelerdeki devlet yapılarını olumsuz etkilemesini engelledi. Aksine Türkiye ve Ürdün devlet yapılarının kurumsallığı, krizin bütün etkileriyle mücadelede önemli bir destek sağladı.

Irak ve Lübnan açısından ise durum aynı değil. Irak’ta Suriye krizinin başlamasından önce siyasi açıdan Maliki iktidarı devam ediyor olsa da devlet yapısında aksayan sorunlar vardı. Her şeyden önce ülke içinde kamu düzeni ve otoritesi tam olarak sağlanmış değildi. Böylesi bir ortamda Suriye kriziyle ilişkili olan DAEŞ'in Musul ve diğer bölgeleri işgali, Irak’taki devlet yapısının kırılgan durumunu gözler önüne serdi. Irak siyaseti, bu kırılgan yapıyı toparlamak için girişimlerde bulunsa da kısa vadede başarı sağladığı söylenemez.
Lübnan için de krizin devlet yapısına etkisi açısından durum pek iç açıcı değil. Suriye krizinin etkisini iyiden iyiye hissettirdiği bir dönemde geçici hükümetle idare edilen Lübnan, yerel aktörlerin Suriye krizine yönelik tutumlarından dolayı iç politikada ciddi sıkıntılarla karşılaştı. Yeni hükümet 2014 yılında kurulmuş olsa da siyasi açıdan kırılgan yapı, hükümetin Suriye krizine yönelik kapsamlı politikalar izlemesini engelliyor. Ayrıca Lübnan 2014 yılından beri yeni cumhurbaşkanı seçilebilmiş değil ve Parlamento seçimleri iki kez ötelenerek 2017 yılına ertelendi.

Suriye krizinin radikalleşmeye etkisi açısından Suriye’ye komşu dört ülkenin de farklı derecelerde etkilendiğini söylemek gerekir. Her bir ülkeden yabancı terörist savaşçı olarak DAEŞ, Nusra Cephesi veya PKK/YPG gibi terör örgütlerine katılımlar olmakla beraber, krizin kendisi ve krize yönelik uygulanan politikalar, bazı ülkelerin kendi içinde radikalleşme eğilimini arttırdı. Bu durumla ilişkili olarak Irak ve Lübnan’ın daha ön plana çıktığı söylenebilir. Zira Suriye krizi ve DAEŞ’le mücadele bağlamında Irak’ta uygulanan politikalar, toplumun bütün kesimlerinde radikalleşme eğilimini yükseltti. Lübnanlı aktörlerin Suriye krizinde taraf olması, özellikle Hizbullah’ın askeri angajmanı ülkedeki siyasal ve toplumsal kutuplaşmayı körükledi ve bu da zaman zaman sıcak çatışmaya varacak düzeyde toplumsal gerginlikleri beraberinde getirdi. Lübnan’da farklı toplumsal kesimler arasında zaten güçlü olan mezhepsel bilincin daha güçlendiği ve bu kesimlerin dinsel kimliklerine daha sıkı bağlandığı görülüyor. Lübnan’da radikalleşme ve güvenlik risklerine ilişkin bir diğer boyut Lübnan’a gelen Suriyeliler arasında radikalleşme açısından uygun zeminin olması ve bunun radikal gruplar tarafından istismar edilmesi olasılığı.

"Kitlesel yer değiştirmeler güvenlikten ziyade siyasal nitelikte"
Suriye krizinin güvenlik alanında Irak’a etkisi değerlendirildiğinde daha çok DAEŞ bağlantılı gelişmeler öne çıkar. DAEŞ, Irak kökenli bir örgüt olmasına rağmen DAEŞ’in güçlenmesine zemin sağlayan Suriye iç savaşı oldu. DAEŞ saldırıları ve DAEŞ’le mücadele süreci içinde her siyasal ve silahlı aktör krizi kendi lehine çevirmek ve fırsata dönüştürmek çabası içerisine girdi. Bu sürecin doğal sonucu, uzun süreli istikrarsızlık ve her grubun kontrol ettiği bölgede tehdit olarak gördüğü toplumsal kesimleri zorunlu göçe tabi tutması oldu. Irak’ta en ciddi güvenlik riski zorunlu göçe maruz kalan bu insanların uzun vadede ülkede istikrarsızlığın kaynağı olacağı gerçeği. Bu kitlesel yer değiştirmeler güvenlikten ziyade siyasal nitelikte. Siyasi amaç da kontrol edilen bölgede homojen bir demografik yapı oluşturuyor. Bu da zaten fiili anlamda parçalanma süreci içinde olan Irak’ta merkez kaç kuvvetleri ve parçalanmayı tetikleyebilir.
Suriye krizinin Ürdün’e siyasi ve güvenlik etkileri açısından bakıldığında Ürdün’ün Suriye’ye komşu ülkeler arasında bu açıdan en az olumsuz etkiye maruz kalmış 
ülke olduğunu söylemek mümkün. Bunun temel nedeni Ürdün’ün Suriye iç savaşına doğrudan müdahil olmamaya çalışması ve sınır güvenliği konusunda krizin başından itibaren hassas davranması etkili oldu. Irak, Lübnan ve Türkiye Suriye kaynaklı çok sayıda terör saldırısına maruz kalmışken Ürdün’de henüz böyle bir gelişme yaşanmadı. Ancak Ürdün bir taraftan istikrarlı görüntüsüne rağmen kendi içinde kırılgan bir yapıya da sahip. Bu nedenle Ürdün karar alıcıları ve güvenlik bürokrasisinin Suriye krizi nedeniyle tabiri caizse “diken üstünde” olduğu söylenebilir.
Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen yabancı terörist savaşçılar Türkiye üzerinden Suriye’ye ya da Suriye üzerinden kaynak ülkelerine geçmeye çalışıyor. 
Türkiye de sınır güvenliği için çok daha fazla enerji ve kaynak harcanmak durumunda kalıyor. Türkiye-Suriye sınırının belli bölümlerinde inşa edilen yüksek duvarlar, sınır bölgesinde askeri konuşlanmanın artırılmış olması ve sınırın teknolojik imkanlar kullanılarak denetlenmesine yönelik çaba ve yatırımlar bunlar arasında sayılabilir.

Türkiye-Suriye Sınırı Türkiye açısından Suriye krizi kaynaklı belki de en ciddi tehdit ise 910 kilometrelik Türkiye-Suriye sınırının Nisan 2016 itibarıyla yaklaşık 600 kilometresini Türkiye’ye karşı mücadele yürüten PKK terör örgütünün Suriye kolu YPG tarafından kontrol ediliyor olması. Bu, sınır güvenliği açısından bir risk durumu. 
Suriye’nin parçalanması ihtimali ve bunun Türkiye’nin toprak ve siyasal bütünlüğünü riske etmesi olasılığı, Suriye krizinin Türkiye açısından uzun vadeli 
güvenlik etkisini oluşturuyor.
Suriye krizinin sınır aşan etkileri giderek artan boyutta hissediliyor. Suriye krizi, DAEŞ ve mülteciler boyutu ile tüm dünyayı etkiliyor. Buna karşın Suriye 
dışında krizden birinci derecede etkilenen ülkeler bu ülkeye komşu olan Irak, Lübnan, Ürdün ve Türkiye olmuştur. Ancak her bir ülkenin kendi şahsına 
münhasır özellikleri, krizin bu ülkelere derinliği ve boyutları açısından farklı şekillerde sirayet etmesine neden oldu. Suriye krizinin kısa vadede sona ermesi 
halinde bile bölge ülkeleri üzerindeki etkilerinin bir anda ortadan kalkacağını söylemek güç. Bu nedenle Suriye iç savaşını sonlandırmanın ötesinde krizin 
Suriye’ye komşu ülkeler üzerindeki etkilerine yönelik de kapsamlı ve sürdürülebilir politikalar geliştirilmesine ihtiyaç var. Kriz uzadıkça bu ihtiyacın daha acil hale geldiği kaçınılmaz bir gerçek.

Bu yazı “Suriye Krizinin Komşu Ülkelere Etkileri” başlığıyla Anadolu Ajansı internet sitesinde yayınlanmıştır.

http://www.orsam.org.tr/index.php/Content/Analiz/4701?s=orsam|turkish


***