HAKAN ÖZOGLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
HAKAN ÖZOGLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Ekim 2020 Pazar

CUMHURİYETİN KURULUŞUNDA İKTİDAR KAVGASI: 150'LİKLER, MESELESİ., BÖLÜM 5

CUMHURİYETİN KURULUŞUNDA İKTİDAR KAVGASI: 150'LİKLER, MESELESİ., BÖLÜM 5


Mustafa Kemal Atatürk, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, 150 likler, Gayrı Müslimler, İzmir Süikastı,Türkiye Cumhuriyeti tarihi,
Sevr Antlaşması, İstiklal Savaşı, ZUHAL BİLGİN,FEVZİ GÖLOĞLLU,YETKİN BAŞARIR,HAKAN ÖZOGLU,

BMM DEKİ TARTIŞMALAR.,

BMM, 26 Aralık 1923'te, 391 numaralı genel af kanununu çıkardı. Cumhuriyetin ilanı vesilesiyle çıkarılan bu af, adi suçluları kapsayan bir kısmi aftı ve önceden verilmiş hapis cezalarının yarıya (madde bir) inmesine, ölüm cezalarının da 15 yıl hapse çevrilmesine (madde iki) hükmediyordu. 

Ancak madde dörtte, bu aftan 150 kişinin faydalanamayacağı açıklanıyordu.45 
Bu af, Lozan Antlaşmasında üzerinde mutabık kalınan genel af değildi. Bunun için 16 Nisan 1924'ü beklemek gerekti. BMM, Lozan Antlaşmasında verdiği genel af sözünü yerine getirmek için, 487 numaralı bir başka kanun çıkardı. Türk tarafının Lozan Konferansındaki niyet beyannamesiyle fiiliyattaki 487 numaralı genel af kanunu kıyaslandığında, birincinin ikinciye nazaran çok daha ayrıntılı olduğu görülür. İki belgenin tıpatıp aynı olmamasının ana nedeni konusunda, tanımların muğlak bırakılmasının Türk tarafının işine daha fazla geldiği spekülasyonu yapılabilir. 

İki belge arasında en göze batan fark, beyannamede karşılık verilecek taraf olarak Yunanistan'ın adının defalarca telaffuz edilmiş olmasına karşın, fiili kanunda bunun sadece Lozan Antlaşmasına imza koymuş yabancı bir devlet olarak geçmesiydi. 

Bu Türkiye'ye, Yunanistan'a ilaveten Büyük Britanya ve Fransa karşısında da bir kaldıraç sağlıyordu, çünkü Kemalistlerin Irak ve Suriye gibi ülkelerde de işbirlikçileri bulunabilirdi. Kemalistlerin destekçilerinin gerçekte kimler olduğunu ya da İtilafçıların safındakilerden kaçının böyle bir aftan faydalandığını bilmiyoruz. Ancak, savaş büyük ölçüde Türkiye topraklarında cereyan ettiğinden, aftan yararlananlar arasında Türkiye'de yaşayıp da İtilaf devletlerini desteklemiş olanların sayısının, tersi durumdakilere göre çok daha fazla olduğu kolayca varsayılabilir. Kanunun üçüncü maddesinin 150 kişiyi af kapsamı dışında bırakmış olmasına da her halükarda değinilmelidir.46 Türkiye, bu yolla, uluslararası sorumluluklarını yerine getirmiş bir ülke olarak gözükmüş oluyordu. 

İsmet Paşa'nın, yukarıda değinilen, 15o'liklerin isimlerinin belirlenmesi isteğini dile getirdiği ilk telgrafının üzerinden 15 ay geçtikten sonra, kanunun imzalanmasının ardından, BMM 16 Nisan ve 22/23 Nisan 1924 tarihlerindeki kapalı oturumlarda 15o'liklerin isimlerini tartışmaya başladı. Fikrin, Topçu İhsan Bey'in evinde ilk ortaya atılışının üzerinden neredeyse üç yıl geçmişti.47 Bu gecikmenin bir nedeni, Türk hükümetinin, Lozan Antlaşmasının Büyük Britanya, Japonya ve İtalya t..rafından onaylanmasını beklemesiydi. 

Listeye kimler dahil edilmeliydi? Herkesin aklındaki soru buydu. Dahiliye vekili ve emniyet müdürünün 600 kişilik bir liste hazırladığını biliyoruz. 

Daha sonra bu isimler 300'e indirildi.48 Ancak bu 300 ismin de yarıya indirilmesi gerekiyordu. 

Bu kolayca üstlenilebilecek bir vazife değildi, çünkü meclisteki herkesin kafasında kendi listesi vardı. Ancak bir de, hükümetin son biçimini verdiği bir liste vardı. 16 Nisan 1924'teki otuz dokuzuncu oturumun konusu, önerilen 150 adın teyidiydi. Bu oturumların tutanaklarından, meclis üyelerinin zihniyet dünyası hakkında net bir fikir sahibi olabiliriz.49 

Meclis başkanı, 16 Nisan 1924'te oturumu açtı ve listeyi okuması için Dahiliye Vekili (Ahmet) Ferit (Tek) Bey'e söz verdi. Ferit Bey, Lozan Antlaşmasına      eklenen ve kendilerine 150 kişiyi genel af kapsamı dışında bırakma imkanı veren protokolden bahsetti. Listede olmayı hak eden başka birçok ismin arasından 150 kişiyi ayırt etmenin zorluğuna değindikten sonra sözü, ilk bakışta 600 ismin hemen ayırt edilebildiğine getirdi. 

Bu yüzden ilk listede bu 600 isim yer alıyordu. Ancak, kapıda isimleri azaltma gibi bir mecburiyet beklediğinden, Emniyet Genel Müdürlüğü keyfi 50 biçimde listeyi tırpanlayıp 300'e indirmişti.

Dahiliye Vekili Ferit Bey, ardından bu isimlerin nasıl 150'ye indirileceği sorusunu sorup hükümetin düşüncesini açıkladı. Ferit Bey, Osmanlı hanedan mensuplarının daha önce geçirilen (3 Mart 1924) bir diğer yasaya konu olmaları gerekçesiyle listeden çıkarıldıklarını doğruladı. 

Bu ünlü 431 sayılı yasa, hilafetin kaldırılması ve Osmanlı hanedanının ülke dışına sürülmesiyle ilgiliydi. 150'likler listesinde çekilen yer sıkıntısı bu sayede epey hafiflemişti. Listede yer alması gerekenler, artık sadece Sultan Vahdeddin'in bazı yakınlarıydı. 
Ferit Bey'e göre hükümetin ayıkladığı öbür grupta, 300 kişilik listeden bazıları vardı. 
Bunlar Yunan ordusunda vazife yapanlardı. Hükümet bir kararname yayınlayarak, Tabiyet Kanununa muhalefet ettikleri gerekçesiyle onları vatandaşlıktan çıkarmıştı. 
Bu kanun, yabancı bir ülke ordusuna hizmet eden herhangi bir Osmanlı vatandaşının, hükümet kararıyla vatandaşlıktan çıkarılabileceğine hükmediyordu. İşgal güçlerinin çıkarına hizmet eden birçok kimse bulunduğundan, bu isimler de liste dışında bırakılabilirdi. Bu hareket de isim sayısının azaltılmasına yardımcı oldu. 

Bu arada, işgal güçleriyle işbirliği yapmakla suçlanan bazı kişilerin, yine de 15o'likler listesinde bulunduğunu hatırlatalım. Anlaşılan hükümet, bu kişilerin (örneğin Çerkes Ethem gibi) ülkeden defedilmesini iyice sağlam kazığa bağlamaya çalışıyordu. 

Yine de bütün bu tedbirler, hükümetin, 150 kişilik listeyi kararlaştırmasını sağlayacak nesnel kıstaslarla ortaya çıkmasına kafi değildi. 

Bu noktada, liste fikrini ilk akleden şahıs olmakla itibar edilen Topçu ihsan Bey şu ifadede bulundu: 

......   Muhterem Arkadaşlar, son harekat-ı milliye münasebetiyle ihanetleri tahakkuk edenlerin vatan hududu haricine çıkarılması mevzuubahis olduğu zaman, bittabi bunların adedi 500'de, 600'de, 1000'de kalacak değildir. Çoktur. Bendenizce, mademki Lozan'da akdedilen itilafta veya kararda 150 kişilik bir muhtıra olarak kabul ettirilmiş, eğer bunların içerisinde hem ihanetleri tahakkuk eden ve hem de istikbalde daima kendilerinden ihanet beklenen adamlardan müteşekkil bir defter yapmamız lazımdır.52 

Bir başka deyişle ihsan Bey, başka her şey eşit ise, BMM'nin geçmişin intikamını alma tuzağına düşmeyip, yeni rejime meydan okuma ve onun altını oyma potansiyeli taşıyanları seçmesi gerektiğini ima ediyordu. Aslında bu tam da 150'likler fikrinin ortaya atılma sebebiydi. Ancien regime taraftarlarını ve böylelikle doğmakta olan rejime olası muhalefeti de yok etmek, her şeyden önemliydi. 
150 sayısı bütün muhalefeti içine almaya yetmese de, kesinlikle bir başlangıçh. 
Meclisteki tarhşma, üyelerin listeye isimlerin de konmasını istemeleriyle sürdü. Söz isteyen, Aydın mebusu Mazhar Bey, listede olmayı hak eden başka isimlerin de olduğunu tasdik ettikten sonra, yine de hepsinin dahil edilmesinin imkansız olduğunu, bu yüzden "liste üzerindeki tartışmayı daha fazla uzatmanın hayırlı olmadığını" belirterek "kabinenin hazırladığı listenin olduğu gibi onaylanıp yürürlüğe konmasını" önerdi.53 

Oysa tam aksine, hararetli tartışmalar yaşandı. Kapalı oturum tutanakları, 16 Nisan 1924'teki oturumda otuz alh mebusun söz aldığını ve tartışmalardan 
hiçbir sonuç çıkmadığını ortaya koyar. Kapalı oturum, listenin bir kez daha meclise getirilmeden, önerilen yeni isimler ışığında hükümet tarafından tekrar gözden geçirilmesi şartıyla akşamüstü p5'te sona erdi.54 
Oturumun aniden kesilmesinin bir nedeni, Dahiliye Vekili Ferit Bey'le Karesi Mebusu Süreyya Bey arasında patlak veren tartışmaydı. 
Bu oturuma kadar, mebusların gayrimüslimlerin de listeye alınıp alınmayacağı konusunda yeterli bilgiye sahip olmadıkları açıktı. İzmir Mebusu Şükrü Bey'in, doğrudan doğruya "Sarahaten söyleyiniz. (Antlaşma] Rum, Ermeni, Yahudi kovulamaz diyor mu?" diye sorması ve Süreyya Bey'in de "Sarih cevap, evet veya hayır deyiniz" diye araya girmesi üzerine, Ferit Bey şu cevabı verdi: 
......   Emniyet-i Umumiye Müdürü, hukuk müşavirlerine gitti (ve bu soruyu sordu] ve müzakerelerde bulunanlar dediler ki: Evet, müzakerede gerek tahriri olarak ve aramızdaki mukaveleler suretinde, ... Ve gerek müzakerat-ı şifahiyemizde [gayrimüslimleri dahil etmeyeceğimize dair] taahhüt etmişizdir dediler. 55
Dahiliye vekilinin birbirini tutmayan beyanlarda bulunduğunu öne süren Süreyya Bey pes etmedi: 
Dahiliye Vekili muhteremi (Ferit Bey] mütenakıs ifadelerle burada hilaf-ı vaki söylediğine bendeniz kanaat getirdim 56 .... Çünkü ... Lozan Muahedesinde olmayınca, gizli protokollerde vardır dediler. Sonra çıktılar, Şükrü Bey'in sualine vazıh, kati, müfit cevap veremediler, Venizelos böyle (Rumların listeden muaf tutulması gerektiği] demiş dediler. 

Fakat İsmet Paşa'nın kabul ettiğini söylemediler. 

Sözleri kanuna münafıdir, kanuna muhaliftir.57 
Bu suçlamayla kızan Ferit Bey "Sizin biraz terbiye öğrenmeniz lazımdır," diye patladı. Süreyya Bey "Asıl sizin terbiye öğrenmeniz lazım. 
Bütün memleket sizin kim olduğunuzu biliyor,''58 diye karşılık verdi. Bu atışma üzerine, meclis başkanı önerge vererek oturumu tatil etti. 
Mebusların 150'likler listesini tartışırken dahi, Lozan Antlaşması hükümlerinden habersiz olduğunu görmek ilginçtir. Hükümetin, listeyi meclisten fazla tartışmaya meydan vermeden geçirmeyi, ayrıntılara ancak "gerekli oldukça" girmeyi tercih etmiş olması mümkündür. Ne var ki, mebuslar listeye girecek isimlere büyük bir ilgi gösterdikleri ve akıllarına gelen isimleri listeye koydurtmak istedikleri için, alt-komite toplantılarındaki, gayrimüslimlerin durumu gibi bazı ince ayrıntıların onlara açıklanması gerekti. 
Burada işaret edilmesi gereken bir diğer önemli husus, Süreyya Bey'in ağzından çıkan son cümledir: "memleketteki herkes sizin kim olduğunuzu biliyor." Eğer ı Haziran 192459 tarihli, 544 numaralı 150'likler listesi kararnamesini hangi vekillerin imzaladığı incelenirse, oradaki dahiliye vekili imzasının Recep (Peker) Bey'e ait olduğu görülür. Tartışmalarda dahiliye vekili olarak hükümeti temsil eden Ferit Bey, 21 Mayıs ı924'te çoktan istifa etmişti. Bu istifanın yegane nedeni, Ferit Bey'in, Mustafa Kemal'in arkadaşı olan Refet (Bele) Bey'e (daha sonra Refet Paşa) 1919'da gönderdiği bir telgraftı. Bilindiği gibi Ahmet Ferit Bey, İstanbul hükümeti 1922'de dağılmadan evvel, Damat Ferit Paşa Kabinesinde nafıa nazırıydı. 
Ferit Bey, bu özel telgrafında, İstanbul'un yaptığı Anadolu'dan dönmesi çağrısına uymayan Mustafa Kemal'i eleştiriyordu: 
....  [Mustafa Kemal] gelmiyor. Fena ediyor. Çünkü İngilizler her şeyi bıraktılar, bu noktada ısrar ediyorlar. Maksat memlekete hizmet etmek ise, Orduda çok şükür kendisinden başka kumandan yok değil. Mademki dönüş lüzumu bir dış meselesi halini aldı, başkasını vekil bırakıp dönmeliydi.60 
   1919'da gönderilen bu telgraf, 28 Nisan ı924'te gazetelerde yayınlandı. 61 
   Refet (Bele), sorulduğunda, "Ferit Bey, o sırada İngilizlerin İzmir'i (Smyrna) işgalini önlemeye çalışıyordu ve milli mücadeleye [dolayısıyla Mustafa Kemal'e] karşıydı,"62 diyerek, telgrafı doğruladı. Bu, Ferit Bey'in kabine üyesi olarak itibarına vurulan son darbeydi. Yukarıda da değinildiği gibi, kararnamenin 21 Mayıs 1924'te imzalanmasından on gün önce istifa etti. Bu olaydan sonra meclisten ayrılıp sefir olarak hariciye vekaletine geçti ve uzun süre yurtdışında kaldı. 63 
Bu hikaye, Mustafa Kemal'e muhalif 150 kişilik listeyi hazırlamakla bizzat görevli bakanın, bir zamanlar ona karşı olması bakımından anlamlı ve listenin keyfiliğini açıkça ortaya koyan bir örnektir. Belli ki kendisi, yeni rejime muhalif olmaya devam edenler veya olabilecekler kategorisine girmiyordu. Yine de kimi yazarlar, 150'liklerin pek çok mensubunun, Ankara'ya bir tehdit olmaktan çok uzak olduğunu öne sürmüşlerdir.64 

150'liklerin ele alındığı meclis oturumund.a geçen önemli tartışmaların incelenmesine dönecek olursak, Recep (Peker) Bey'in BMM'ye, tam metni kayıp olan bir önerge verdiğine işaret edebiliriz.65 Bundan, Recep Bey'in BMM'de yaptığı sunuş dolayısıyla haberdarız. 
Hükümet, 150'likler listesine ilaveten bir "Kara Liste" yapmalıdır. Diğer tüm isimler [ 150'likler listesine dahil olmayan] bu listedeki yerini almalıdır. Bunu gazetelerde ilan etmemiz gerekmiyor... 
Bu "Kara Liste" devletin tüm güvenlik kuvvetlerine, özellikle de limanlara [ve] İstanbul'un en işlek kısımlarına dağıtılmalı ... ve üzerinde listedekilerin resimleri de bulunmalıdır. Güvenlik kuvvetleri, ülke tehlikedeyken, bazı yurttaşlarının ona zarar vermek istediğini bilmelidir. 
Bu şahıslar, yer darlığı sebebiyle 150'likler listesine alınmamışlardır. Ülkede yaşamaya devam edenleri gözaltında bulundururken, bir de onları taciz etmeye ihtiyaç yoktur. Onlar, "Kara Liste"nin bir mensubu olmaları hasebiyle güvenlik kuvvetlerinin gözünün üzerlerinden ayrılmadığını bilerek, kendilerini bir köşeye tecrit edecek ve [bizi taciz etmekten] kendileri kaçınacaktır. Yurtdışındakiler 
ise kendilerine [Türkiye'de] ekmek kapısı olmadığını anlayacaktır.66 
     Görüldüğü gibi, Recep Bey yeni rejimin geleceği için zararlı addedilen diğer şahısların adlarının yer aldığı ek bir liste hazırlamak ve onlara gözdağı vermek istiyordu. Bu liste, ille sürgüne gönderilmesi gerekmeden, muhalif pek çok şahsiyetin kimliğinin saptanmasına ve ihbar geldiğinde hepsinin toparlanmasına yarayacaktı. Meclis Başkanı Fethi (Okyar) Bey'in oya sunduğu önerge herhalde aleni ve uygunsuz bir gözdağı addedildi, zira BMM'nin önergeyi düşürdüğünü biliyoruz. Hiç kuşku yok ki böyle bir ek liste, ileride bir "cadı avı" başlatacaktı. 67 

    Süreyya Bey Affın zaman çerçevesine dair bir diğer önemli soru ortaya attı. Lozan Antlaşması, Türkiye'nin, 1 Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922 tarihleri arasında vatana (Ankara hükümetine diye okuyun) ihanet edenler için genel bir af ilan etmesini hükme bağlıyordu. "Lakin 1922'den sonra dahi vatana ihanete devam edenleri de affetmeye mecbur muyuz? Bugün, [Yunan] adalarında Türklük aleyhine faaliyet göstermeye devam eden Çerkes eşkıyalar var. ... Onları da bu listeye dahil etmemiz gerekmiyor. Onlar dün haindiler ve bugün de aynı olmaya devam ediyorlar."68 Bu, konunun ilginç bir ele alınışıdır, çünkü Ankara hükümetine antlaşmada belirtilen tarihler arasında muhalefet edenlerden çok daha fazlasının takibatına olanak sağlıyordu. Böyle bir mantık, siyasi tavrını açıkça Ankara lehine çevirmeyenleri kovuşturmanın yolunu kolayca açardı. Ferit Bey bu 
konuda yasal zeminde kalma endişesini orta koydu. Çerkes Ethem örneğini vererek, 69 şayet BMM onu bu protokolün dışında bırakacak olur da kendisi 
bir gün Türkiye'ye geri dönmeye kalkarsa, hükümetin onu bundan men edemeyeceği uyarısında bulundu. Onun Türkiye'ye girişine mani olmak 
babında, kovuşturma onun yurtdışında Türkiye aleyhine çalıştığını açıkça ispatlayabilirdi. Ferit Bey'e göre, bu kulaktan dolma şekilde yapılamazdı; 
sağlam kanıtlar gerekirdi.70 Bir başka deyişle, 150 İsmi Genel affın dışında tutmaya yarayacak protokol, başlıca muhaliflerden kurtulmanın yasal olarak 
en emin yoluydu. 
   Burada hükümetin, 19 Şubat 1869'da yürürlüğe giren 1044 sayılı Tabiyet-i Osmaniye Kanunnamesi'nden medet umup, listedeki bazılarının vatandaşlıklarını düşürerek onların isimlerini listeden kaldırmayı planladığını belirtmek gerekir. Süreyya Bey tartışmalarda kanunun ilgili maddesini şöyle ifade etti: "Eğer bir şahıs başka bir ülkenin vatandaşlığını kabul eder veya yabancı bir ülkenin ordusunda hizmet ederse, imparatorluk hükümeti söz konusu şahsın vatandaşlık hakkını elinden alma yetkisine haizdir."71

 Bu önemlidir, çünkü 600 'lük listedeki isimlerin bazıları 150'lik listeye, bu kanuna müracaatla vatandaşlıktan çıkarıldıkları için alınmamıştır.72 

Bu noktada Çerkes Ethem vakası daha bir önem kazanmaktadır, zira ona karşı yöneltilen ithamlardan biri kendisinin Yunan askeri çıkarlarına hizmet etmesiydi. Bu suçlama, şayet ispat edilirse, hükümete açıkça onu vatandaşlıktan çıkarma ve ülkeye geri dönmesini engelleme hakkını verecekti. 

Listedeki kişilerin neredeyse üçte ikisinin, bazıları Ethem yakını olan Çerkes kökenli şahıslardan oluştuğuna bakılırsa, böyle bir hamleyle listede başka adaylar için adamakıllı bir yer açılmış oluyordu. Ethem ve yoldaşlarının 150'likler listesinde kalmış olmaları, hükümetin onları büyük bir tehdit olarak gördüğü ve bu sürgünle meşru zeminde bir kumar oynamak istemediği gerçeğini yansıtır. 

Ayrıca hükümetin elinde, onlar ve onların Yunan ordusundaki hizmetleri aleyhinde inandırıcı deliller bulunmayışına da işaret edebilir. 
150'likler konusuyla ilgili ikinci meclis oturumu, 22 Nisan 1924'te yapıldı. Gece yarısından sonra biten bu oturumda, meclis üyeleri konuyu inceden inceye müzakere ettiler. Bazı isimleri listeye dahil etmek konusunda hala talepler vardı; ancak, tartışmalar bir önceki oturumda olduğu kadar cepheleşir değildi. Tartışmalara yirmi dokuz üye faal bir şekilde katıldı ama mütalaalar gayet kısaydı. Kapalı oturum 23 Nisan 1924 günü sabaha karşı 01:55'te sona erdi; lakin bu uzun uzadıya tartışıldığı anlamına gelmiyordu; konuşmacılar kayda geçirmiş olmak için görüşlerini belirtip sonucu kabullendiler. Listenin kısa sürede onaylanması gerektiği konusunda kimsede bir tereddüt yoktu, çünkü Cumhurbaşkanı Mustafa 
Kemal, Genel Af Kanununu zaten imzalamıştı. Sonuçta, eski listedeki üç ismin yerine Madanoğlu Mustafa, Osman Nuri ve Refik geçmiş oldu 73 Liste, Meclisin 23 Nisan 1924'teki 44. Oturumunda çoğunluk oyuyla kabul edildi. 
    Ancak, listedekilerden bir kişinin ölümü üzerine sayı 149'a indi. Hükümetin, yeni bir ismi ilave ederek 1 Haziran 1924'te Mustafa Kemal'in onayına sunduğu liste, sonunda 7 Ocak 1925'te Resmi Ceride'de yayınlanarak yürürlüğe girdi.74 
Hemen ardından, hala Türkiye'de olanlardan ülkeyi terk etmeleri istendi; Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri 150'liklerden kimilerinin ulaşım masraflarının hükümet tarafından karşılandığını ortaya koyar.75 

DİPNOTLAR;

67 Age., 454· 
68 Age., 45r. 
69 Çerkes Ethem hakkında çok şey yazılıp çizilmiştir. O, bir ara Ankara çevresindeki önemli şahsiyetlerden biriydi ve milis kuvvetleriyle milli harekete verdiği hizmet hayranlık uyandırıyordu.  Ancak ismet Paşa ve Mustafa Kemal'le anlaşmazlığa düşünce, onlara karşı vaziyet aldı. O, İstanbul çevresinin bir mensubu olarak tasnif edilemez; ne var ki son yıllarında Ankara hükümetine muhalifti.  Bkz. Cemal Kutay, Çerkes Ethem Dosyası (İstanbul: Boğaziçi, 1973). 
70 TBMM Gizli Celse, 452. 
71  Age., 453
72 Vatandaşlığı düşürülenlerin listesini belirlemeye muvaffak olamadım. Süreyya Bey'in meclisteki  beyanından, hükümetin elinde vatandaşlıktan çıkarılacak 300 kişilik bir liste olduğunu öğreniyoruz.  Bunların kaçının vatandaşlığını kaybettiği belli değildir; Bkz. TBMM Gizli Celse .... Cilt 4, 450. 
73 Zabıtta isim yanlışlıkla Mavanoğlu diye yazılmıştır, Madanoğlu olması gerekir; age., 461. 
74 Bu gazetede iki tarih vardır: biri 7 Kanun-u Sani 1340 (Mali Takvim) ve II Cemaziyelahir 1342 (Hicri Takvim). Gün, çarşamba olarak geçmektedir. Tutarsızlık, hem o tarihin çarşambaya denk gelmemesinde, hem de iki tarihin birbiriyle çakışmamasında dır. 11 Cemaziyel ahir 1342, 19 Ocak 1340' karşılık 
gelmektedir ve o gün de cumartesidir. Bkz. Resmi Ceride, sayı 81. 
75 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 30.18.ı.ı/ıp9.2. Bu belge 22 Mart 1925 tarihlidir ve 19 kişinin İzmir'den yurtdışına naklinin masraflarının, Dahiliye Vekaletince karşılanmasını istemektedir. 

6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

CUMHURİYETİN KURULUŞUNDA İKTİDAR KAVGASI: 150'LİKLER, MESELESİ., BÖLÜM 4

 CUMHURİYETİN KURULUŞUNDA İKTİDAR KAVGASI: 150'LİKLER, MESELESİ., BÖLÜM 4


Mustafa Kemal Atatürk, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, 150 likler, Gayrı Müslimler, İzmir Süikastı,Türkiye Cumhuriyeti tarihi, Sevr Antlaşması, İstiklal Savaşı, ZUHAL BİLGİN,FEVZİ GÖLOĞLLU,YETKİN BAŞARIR,HAKAN ÖZOGLU,



     Genel af konusu, bu bağlamda, Lozan'daki alt komitelerden birinde tartışıldı. Önerilen genel af, adi suçları dışarıda bırakarak özellikle siyasi ve askeri suçları hedefliyordu.25 Söz konusu antlaşmanın ilgili maddesi genel bir affın çıkarılacağını ve bu affın, Türkiye ve Yunanistan'da düşmanla işbirliği yaparak askeri ve siyasi faaliyetlerde bulunmuş olanları içine alacağını hükme bağlıyordu. Bu genel affın kapsayacağı sürenin, ı Ağustos 1914 ile 20 Kasım 1922, yani ı. Dünya Savaşının başlangıcı ile Lozan Konferansının açılışı arasında olması öneriliyordu. 

Alt komite toplantılarında genel affın kapsamı konusunda anlaşmazlıklar olduğunu da belirtelim. Yunan tarafı genel affın mümkün olduğunca geniş tutulmasından yanayken, Türk tarafı bunun sadece gayrimüslimlerle sınırlı olmasını istiyordu.26 Kısmi bir genel af, işbirlikçilerden ve potansiyel siyasi rakiplerden kurtulmada, belli ki Türk tarafının elini daha çok rahatlatacaktı. Bu yüzden, Türk delegasyonu mümkün olduğunca dar bir genel affın peşindeydi. 

   İtilaf kuvvetleri için ise taktik basitti. Onlar genel affı kullanarak Türk tarafının otoritesini zayıflatmayı ve taleplerini yumuşatmayı istiyorlardı. 

Bunu başarmanın bir yolu, azınlıklar için özel isteklerde bulunmaktı. "Azınlık" kavramını mümkün olduğunca geniş tutmak, İtilaf kuvvetlerinin çıkarınaydı; bu yüzden "azınlık" tanımı başlı başına bir anlaşmazlık konusu haline geldi. "Azınlıklar Alt Komisyonu"ndaki İngiliz ve Yunan delegeleri, azınlıkların etnik olanları da (söz gelimi Kürtler gibi) kapsaması gerektiğini ileri sürerken, Türk delegesi Dr. Rıza Nur bu öneriye şiddetle itiraz ederek, Osmanlı gibi cumhuriyet bağlamında da azınlığın daima dini azınlık demek olduğunu, etnik olmadığını belirtti.27 

   Bu yüzden genel bir af etnik·azınlıkları kapsayamazdı. Başka bir deyişle, Rıza Nur'un ileri sürdüğü şey, savaş sırasında düşmanla işbirliği yapan Müslüman 
nüfusun kovuşturmadan muaf tutulmaması gerektiğiydi. Onun, açık açık "Müslümanların tamamı genel affın dışında bırakılmalıdır. Türk hükümeti, 
bu Müslümanların kendi insanlarına ihanetini kabul edemez" 28 demesine, Britanya delegesi Sir Horace Rumbold, (İngiliz Hindistanı'nda yaşayan 
Müslümanlardan bahisle) en büyük İslam devletlerinden birinin temsilcisi olarak böyle bir istisnayı kabul edemeyeceğini söyleyip itiraz etti.29 

Ancak, bunun samimi bir itiraz olmadığını biliyoruz. Örneğin, Britanya delegasyonundan Forbes Adam, Türkiye'nin "azınlık" teriminin içine farklı etnik 
kökenden Müslümanların da dahil edilmesine gösterdiği muhalefete değinerek şu görüşü ileri sürdü: Türkler, azınlıkların korunması amacı bakımından, Türkiye'deki tüm Müslümanların Türk sayılması gerektiğini, korunması lazım gelen gerçek azınlıkların sadece dini azınlıklar olduğunu savundular. Bu tutumun çok mantıksız olduğuna şüphe yok, çünkü Avrupa'nın öbür azınlık antlaşmalarının temelinde, bunların her türlü ırksal, dinsel ve dilsel azınlığa uygulanması yatmaktadır. 

Türklerin yaptığı, Arapların, Kürtlerin, Çerkeslerin ve Türklerin hepsini aynı kefeye koymak. Bununla birlikte pratikte, Türk talebinin müttefiklerce kabul görmesinin 
bizim Musul vilayetindeki Kürtlerle ilgili tezlerimiz üzerinde yapabileceği muhtemel dolaylı etki haricinde, müttefik delegasyonları, Türk talebinin ısrarla reddini önemli addetmemişlerdir [vurgu bana ait].30

Bu belgenin de gösterdiği gibi, İngiliz tarafı, Türkiye'deki Müslüman nüfusun selametiyle, bunun ancak özellikle Musul vilayetindeki İngiliz çıkarlarını ilgilendireceği beklentisiyle alakadardı. Sonunda imparatorluğun Müslüman tebaası da dahil bir genel affı, şöyle bir ifadelendirmeyle Türk tarafı da kabul etti: 

Türkiye'de ikamet eden veya ikamet etmiş olan hiçbir kimse ve mütekabilen Yunanistan'da ikamet eden veya ikamet etmiş olan hiçbir kimse, 1 Ağustos 1914 ve 20 Teşrinisani [Kasım] 1922 tarihleri beyninde askeri veya siyasi tarzı hareketinden veyahut bugünkü tarihli Sulh Muahedesine vaz'ı imza eden bir ecnebi Devlete veya tebaasına herhangi bir muavenette bulunmasından dolayı hiçbir vesile ile Türkiye'de ve mütekabilen Yunanistan'da iz'aç veya tazip edilemeyecektir. 31
Kezalik mezkur Sulh Muahedenamesi mucibince Türkiye'den ayrılmış olan arazi ahalisinden hiçbiri gerek 1 Ağustos 1914 tarihinden 20 Teşrinisani 1922 tarihine kadar güzeran olan [geçen] müddet zarfında Türkiye'ye müsait veya muhalif, siyasi veya askeri hal ve hareketinden ve gerek mezkur Muahedename mucibince tabiiyetinin sureti tayininden dolayı iz'aç veya tazip edilemeyecektir. 

Zikrolunan müddet zarfında mütehaddis vekayii siyasiyeye [meydana gelen siyasi vak'alarla] bedihi [apaçık] bir surette murtabıt [bağlantılı] olarak gene aynı müddet esnasında irtikap edilmiş olan bilcümle cinayet ve cünhalar [kabahatten ağır, cinayetten hafif olan suçlar] hakkında Türkiye ve Yunan Hükümetleri tarafından mütekabilen tam ve mutlak bir affı umumi ilan edilecektir 

Fark edildiği gibi, maddede Müslüman etnik azınlıklara ayrı gruplar olarak değinilmiyordu. Esasında onlardan belgenin tamamında "Müslüman nüfus" diye söz ediliyordu. İtilafçı müzakereciler, Müslüman nüfusu genel affa dahil ettirmeyi başarmıştı. 
Ancak, buna karşılık Türkler de anlaşmaya, kendilerine Müslüman kökenli 150 kişiyi genel af kapsamı dışında tutma hakkı tanıyan bir protokol 
koydurtmayı başardılar. 
.....   Şurası mukarrerdir [kararlaştırılmıştır] ki, affı umumiye ait Beyannamenin birinci fıkrası mer'i olmakla beraber, Türkiye Hükümeti fıkrai mezkurede istihdaf edilmiş [amaçlanmış] olan kısmı eşhasa dahil bulunan yüzelli kişinin Türkiye'ye duhul ve orada ikametini men etmek hakkını muhafaza eyler. Binaen ala zalik [Bundan ötürü] Türkiye Hükümeti mevzuu bahs olan eşhastan elyevm [gün 
itibariyle] kendi arazisinde bulunanları oradan ihraç ve memaliki ecnebiyedekilerin avdetlerini menedebilecektir.32 

Türk tarafının bu sırada, Türkiye'ye girmesi yeni rejimin çıkarlarına zararlı addedilen kişilerin listesi üzerinde çalışhğını biliyoruz. 

Türk delegeleri, bu sebeple, 150 kişinin ülkeye girmesini yasaklayan ek protokol konusunda bastırdılar. 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanan protokol. sadece yeni rejime muhalif olanların ülkeye girmesinin yasaklanması bakımından değil, uluslararası bir organın yeni rejime, halihazırda Türkiye'de yaşayanları yurtdışına sürgün etme yetkisini tanımış olması bakımından da önemliydi. Protokol Türkiye'nin sadece gayrimüslim nüfusunu dışarıda bıraktığından, Ankara hükümeti listeye istediği Müslümanı dahil etmekte ve ülkesinden sürmekte serbestti. 
Bu ek protokolün bir diğer önemli ama gözden kaçan tarafı da, herhangi bir mütekabiliyeti olmamasıydı. Öteki ülkelerin hiçbiri böyle bir istisna istememişti. 
Rıza Nur, 11 Ocak 1923 tarihli oturumda, "Türk hükümeti bu şahıslara karşı intikam duygusuyla davranmaz. Ancak, ülkeyi terk eden bu Müslümanların geri dönmelerine izin verilmemesi, Türk hükümetinin ali çıkarınadır," 33  Gerekçesiyle İngiliz delegelerine 150 rakamı hakkında bilgi veriyordu. 

Hiç kuşkusuz, Ankara'daki rejim, bu protokolü, başta İstanbul çevresi olmak üzere içeride iktidar mücadelesine tutuştuğu kesimlere karşı kullanmak niyetindeydi.34 Bu noktada, haklı olarak, bu sayının niye önemli olduğunu sorabiliriz. İstanbul hükümeti taraftarlarının sayısının 150'yi aştığı muhakkaktı. Öyleyse, bu sayı nereden çıktı? Lozan'daki Türk delegelerinden biri olan Rıza Nur, bu konuya biraz 
olsun ışık tutmuştur. 

Anılarında, bu sayının keyfi bir biçimde kararlaştırıldığını ileri sürer: 

Nihayet bir gün Ankara'dan haber aldık. Bize Afv-ı Umumi konusunda yetki veriyorlardı. Ancak istisnalar da yapılmalıydı. Bu istisnaların tam sayısını bilmiyorduk. Onların çoğu zaten ülkeyi terk etmişti. Yalvarsanız geri gelmezlerdi. Kaç kişi olduklarını tam olarak bilmiyorduk. Bizden, muayyen miktarda insanın Afv-ı Umumi'den istifade etmemesini sağlayacak bir protokol talep etmemiz 
isteniyordu, isimleri [daha sonra] belli olacaktı. ... Ama Ankara bu sayıyı 150 olarak belirledi.35 

İşin tuhafı, Rıza Nur bir başka seferinde 150 sayısına karar verilişini başka türlü hatırlar: 

Vatana ihanet edip, işgal zamanında işgal kuvvetlerine hizmet etmiş yüz elli Müslümanı afv-ı umumiden istisna etmeyi, İngilizler ile hususi görüşerek hallettim. İngilizler bu adamları kullanmışlar, bu hale koymuşlar, şimdi onları himaye etmek istediler. Ben burada adedi [150] kararlaştırdım. Şahıslar yoktur.36 

Bu çelişki belki de bir unutkanlıktandı. Bu iddiayı destekleyecek hiçbir kanıt bulunmamaktadır. Esasında, Türk delegasyonuna başkanlık eden İsmet Paşa, bu sayıya, onların daha Lozan'a gelmelerinden önce, Ankara'da karar verildiğini belirtir: 

"Konferansın ikinci perdesine gelirken, bu konuya Ankara' da hazırlanmıştık. Teklifimizde, 150 kişiyi dışarıda bırakan protokolü istedik 
ve aldık."37 

İTİLAFÇILARIN LİSTE KARŞISINDAKİ VAZİYETİ.,

İngilizlerin, Türk tarafının özellikle Britanya ve Yunanistan'la işbirliği yapanları cezalandırma niyetinde olduğundan şüphelendiğini belirtmek gerekir. 
Örneğin, Lozan Konferansında 150'likler konusunda, İsmet Paşa ile Ankara'daki Heyet-i Vekile Riyaseti (Başbakanlık) arasında çeşitli telgraflar gidip gelmişti. Başvekil Rauf (Orbay) tarafından İsmet Paşa'ya gönderilen 8 Ocak 1923 tarihli telgraf, İngiliz basınında çıkan ve Çerkes Ethem (Ankara'nın önce destekçisi olmuş, sonra karşısına geçmişti) ile Adapazarı civarında yaşayan bazı Çerkeslerin genel aftan yararlanması gerektiğini ileri süren haberlere dair malumat istiyordu.38 Lord Curzon, bir gün sonraki oturumda, İsmet Paşa'ya tesadüfen Türkiye'nin Müslüman nüfusu genel affın dışında tutma ısrarının sebebini sordu ve Batı Anadolu (Adapazarı ve Bursa dahil) civarındaki Çerkeslerin İtilaf kuvvetleriyle yakın iletişim kurduğunu ifade ederek, Türklerin tutumunun esas nedeninin Çerkeslerden intikam almak mı olduğunu anlamak istedi.39 Bu hayli uzak görüşlü bir soruydu, çünkü biliyoruz ki sonradan 150'liklerin üçte ikisi Çerkeslerden seçildi. Sedat Bingöl, Curzon'un sorusunun sadece "bölgedeki Çerkeslerin [İtilaf taraftarı] tutumunu gösterdiğine"40 işaret eder. Ancak soru aynı zamanda İngilizlerin, 
Ankara'nın, milisleriyle ileride yeni hükümetin başını ağrıtabilecek bu Çerkeslere karşı harekete geçebileceğinin farkında olduğunu da gösterir. 

İngiliz temsilcilerinin, protokolün herhangi bir İstanbul çevresi mensubuna karşı kullanılma potansiyeli veya niyeti konusunda gerçekten kaygılanıp kaygılanmadık larını bilmiyoruz. İtilaf kuvvetlerinin sabık İstanbul kabinesi mensuplarını koruma teşebbüsünde bulunup bulunmadığını da bilmiyoruz. 

19 Mayıs 1923 tarihli bir diğer telgraf bize, İtilaf devletlerinin, 150 Müslümanı genel af dışında bırakan protokole zaten rıza gösterdiği bilgisini veriyor 41 İtalyan delegesi Giulio Cesare Montagna ve Fransız delegesi Maurice Pelle, henüz isimsiz bu 150 kişi için iki talebin kayıt altına alınmasını sağladılar: (1) bu şahıslara, Türkiye'deki eşyalarını satabilmeleri için on iki aylık bir süre verilmesi ve (2) isim listesi hususunun, genel af ilan edilir edilmez beyan edilmesi.42 

Türk tarafının, daha 1923 Ocak'ı gibi erken bir tarihte bile, 15o'likler konusunda taviz koparacağından emin olduğunu biliyoruz. İsmet Paşa, 12 Ocak 1923 tarihli bir telgrafta, hükümetinden 15o'liklerin adlarını belirlemeye başlamasını istiyordu.4J 15o'likler konusundaki protokol İtilafçıların vaziyetini doğrudan tehdit ehnediğinden, onların müzakerecilerinin de bu konuda esnek davrandığını tekrarlamakta fayda var. 

Hatta İtilafçıların, 

Konferans Şubat 1923'te kesilmeden önce bile konuyla ilgili taviz verdikleri anlaşılıyor. Yukarıda da işaret edildiği ve beklendiği gibi, protokol imzalanıp 
antlaşma eki olarak yerini aldı. 150'likler konusundaki yabancı parmağının çapı buydu. Gayrimüslimlerin tamamını ve Müslüman nüfusun da çoğunu genel af kapsamına aldırmayı başarmışlardı ve bu onlar için yeterliydi. Türk tarafına gelince, onlar 30 Ocak 1923'te, (esasen Rum-Ortodoks olmak üzere) çok büyük bir gayrimüslim azınlık nüfusun mübadelesine hükmeden bir protokol daha imzaladılar.44 Türkiye böylece, Anadolu'da yaşayan Rum Ortodoks nüfusun bir-iki milyon kadarını sınırlarının dışına çıkarıp, dışarıdan da yarım milyon kadar Müslüman Türk'ü ülkesine almaya muvaffak oldu. Geriye bakınca, insan, Türk müzakerecilerin " İstenmeyen" grupları Türkiye'den uzaklaştırmaktaki başarısını görebiliyor. 
İstenmeyen Müslüman nüfus konusuna gelince, şimdi artık Türkiye'nin önündeki mesele, her halükarda, şu isimlerin belirlenmesiydi; bu da hiç kolay bir iş değildi. Bu konuyu masaya yatırırken, listenin hazırlanması konusunda BMM'de cereyan eden tartışmalara bakmamız gerekiyor. 

DİPNOTLAR;

25 Yunan temsilcisi Venizelos, savaşla ilgili olarak adi suçları da içeren bir genel affa taraftardı. Bkz. 
  Seha L. Meray (çev.). Lozan Banş Konferansı Tutanaktan, Belgeler. ı. Takım, kitap 2. (Ankara: Ankara  Üniversitesi Yayınları, 1969-73): 153-54. Bu cilde has, yayınevi ve yayın tarihi bilgisi Paris: Devlet  Basımevi, 1923 olarak verilir. Kastedilen, Fransızca orijinalin yayını olsa gerek. Türkçe sürüm, Yapı  Kredi Yayınlarınca 2oor'de yeniden yayınlanmışhr. Farklı baskıların farklı ciltlerine ulaşabildiğimden, ilgili tutanakların Meray çevirisindeki yayın tarihlerini gösterdim. 
26 Forbes Adam'ın Lord Curzon'a gönderdiği bir nota, bu hususu açıkça gösterir. Bkz. 24 Aralık 1922  tarihli, E 14575/13003/44 numaralı İngiliz telgrafı, Documents on British Foreign Policy 1919-1939. Cilt  XVIII (Londra: Her Majesty's Stationary Office, 1972), 411. 
27 Rıza Nur'un, Azınlıklar Alt Komisyonu'nun Türkiye'deki azınlıkların dinsel, dilsel ve etnik gruplar  olarak kabulü ve onlara özel ayrıcalıklar tanınması için yaptığı baskıya değindiğini biliyoruz. Nur, bunu zekice bir Türkiye'yi bölme planı olarak tanımlar. Bkz. Dr. Rıza Nur'un Lozan Hatıraları, 102-108. 
28 Bkz. Özellikle Seha Meray'daki 23 Aralık 1923 tarihli oturum tutanakları. Lozan Barış Konferansı Tutanaklar, Belgeler, 30-34. 
29 Meray, (1969-73). 34. 
30 Forbes Adam'ın Lord Curzon'a gönderdiği bir nota, bu hususu açıkça gösterir. Bkz. 24 Aralık 1922 tarihli,  E 14575/13003/44 numaralı İngiliz telgrafı, Documents on British Foreign Policy 1919-1939. Cilt XVIII, 406. 
31 Meray, (1969-73), ıo8-ıo9. Ek C, Genel Affa ilişkin Bildiri Tasarısı. 
32 Bu metin Düsturda basılmıştır. III. Tertib cilt V, s. 224-30. Aynca bkz. Bingöl. ek, 4, d. 150 kişiyi  genel affın dışında bırakan, 9 Nisan 1924 tarihli, beş maddelik kanun tasarısı için, Bkz. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 30.10.0.0/31.175.32. 
33 Meray, cilt 2, s. 160, Ayrıca bkz. Özkan, s. 15. 
34 Listede, İstanbul"da ikamet etmeyen, ama İstanbul hükümetine sadakatini hala muhafaza eden insanlar olduğunu da belirtelim. 
35 Rıza Nur, Hayat ve Hatıralarım, cilt 3 (İstanbul: Altındağ, 1968), 1071. Nur'un, 150 kişinin dışarıda bırakılmasıyla genel affa alt komisyonda rıza gösterdiği tarih 11 Ocak 1923 ]'tü. 
36 Rıza Nur, Dr. Rıza Nur'un Lozan Hatıraları (İstanbul: Boğaziçi, 1999), 129. 
37 Rıza Nur, Joseph Grew. Lozan Banş Anlaşmasının Perde Arkası (İstanbul: Örgün, 2003), 425.
38 Bilal Şimşir (yay. haz.). Lozan Telgraftan, cilt 1 (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1990), 349. 
39 Meray, (1969-73), 312, 318-19. 
40 Bingöl, 93, fn. 
41 İngiliz tarafının başlangıçta itirazını kayda geçirdiğini, ama sonradan protokolü kabul ettiğini biliyoruz. Bkz. Meray, (2001) İkinci Takım Set, cilt 1, kitap ı, s. 125; ayrıca Özkan, 36, fn. 
42 Şimşir, cilt 2, 324. 
43 Şimşir, cilt ı, 371-72. Bu telgraf ıı Ocak ı923'te, Rıza Nur'un protokol için ilk talepte bulunduğu gün  kaleme alındı. Ancak 12 Ocak ı923'te gösterildi. ismet Paşa ve Rauf Bey arasında genel af konusunda  teati edilmiş başka telgraflar da vardır. Bkz. Şimşir, cilt ı, telgraf no 221, s. 349 ve telgraf no 315, s. 356. 
Örneğin, ismet Paşa tarafından gönderilmiş, 4 Haziran 1923 tarihli bir telgraf, İtilaf temsilcilerinin, 150 Müslümanın dışarıda tutulmasına nihayet razı olduklarını doğrular. Gerçi onlar, savaşta Türkiye'yi terk etmiş yüz binlerce gayrimüslimin (esasen Ermeniler) geri dönmesini kabul etmeleri için Türk delegelerine yine de baskı yapmayı sürdürüyorlardı. Gayrimüslimlerin aftan kesinlikle yararlanacağını 
onaylayan Türk tarafı, gayrimüslim grupların kitleler halinde geri dönüşüne izin verilmesi önerisini  hararetle reddetti. Şimşir, cilt 2, 396. 
44 Türkiye ile Yunanistan arasında nüfus mübadelesini (İstanbul ve Batı Trakya hariç) düzenleyen bu protokol 30 Ocak 1923'te imzalandı. Bkz. Düstur, III. Tertip, cilt 5 (İstanbul: Neci İstikbal, 1931), s. 13. 


5. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

CUMHURİYETİN KURULUŞUNDA İKTİDAR KAVGASI: 150'LİKLER, MESELESİ., BÖLÜM 3

CUMHURİYETİN KURULUŞUNDA İKTİDAR KAVGASI: 150'LİKLER, MESELESİ., BÖLÜM 3


Mustafa Kemal Atatürk, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, 150 likler, Gayrı Müslimler, İzmir Süikastı,Türkiye Cumhuriyeti tarihi,
Sevr Antlaşması, İstiklal Savaşı, ZUHAL BİLGİN,FEVZİ GÖLOĞLLU,YETKİN BAŞARIR,HAKAN ÖZOGLU,


İKİNCİ BÖLÜM 
ANKARA'YA MUHALEFET: "150'LİKLER OLAYI" 
İÇTEKİ İKTİDAR MÜCADELESİ VE 150'LİKLER 

Türkiye Cumhuriyetinin kurulacağı topraklarda ı. Dünya Savaşındaki mağlubiyetin ve 1922'de sona eren İstiklal Savaşı başarısının ardından, bir iktidar mücadelesi patlak verdi. Bu mücadelede çekişen çeşitli taraflar vardı. Bu çalışmanın amaçlan bakımından, onları kabaca İstanbul ve Ankara çevreleri olarak ayıracağım.1 
Bir bütün olmaktan çok uzak olan bu çevreler, içlerinde birbirine zıt ideolojik unsurlar barındırıyorlardı. 

Ancak bu unsurların her birinin yer aldığı çevreye beslediği sadakat, devletin geleceği ve ondan da önemlisi kendisinin bu gelecekteki yeri konusundaki 
vizyonundan kaynaklanıyordu. 

İstanbul çevresi kimlerden müteşekkildi? Bunun en kestirme cevabı, Ankara hareketinin ileri gittiğini düşünen her Osmanlı vatandaşı şeklinde bir genellemeyle verilebilir. Bekleneceği gibi, İstanbul çevresi Sultan Vahdeddin ve imparatorluk hükümeti etrafında toplanmıştı ve başta Osmanlı hanedanı mensupları -damatlar dahil-olmak üzere dini nizama mensup birçok ulema, ezeli düşman İTC'ye diş bileyen eski, üst düzey Osmanlı bürokrat ve yöneticileri ve nihayet İstanbul yanlısı basından meydana geliyordu. İstanbul çevresindeki birçok bürokrat, İTC'nin siyasi hasmı olan Hürriyet ve İtilafa mensuptu. 

Osmanlı halifesi kağıt üzerinde Sünni/İslam aleminin lideriydi. Bu geleneksel otorite, 1919'da, saltanat ve hilafetin merkezi İstanbul'u işgal etmiş olan İtilaf kuvvetleri için, haliyle bir endişe kaynağıydı. Ama özellikle Hindistan'daki Müslüman nüfusun büyük bir kesimine hükmeden Britanya için, hilafet makamı, kendisinin Hindistan'daki Müslüman tebaası üzerindeki otoritesine potansiyel bir tehdit sayılıyordu. Ancak aynı potansiyel, hükmetme iştahı günden güne büyüyen Ankara çevresini de rahatsız ediyordu. 

   Saltanatın 1922'de kaldırılmasından sonra dahi halifenin birçok Müslüman için hala siyasi bir güç sembolü olarak kalmaya devam etmesi, 
Laik Zihniyetteki bazı milliyetçileri kaygılandırdı. 
Halifenin yanında, hanedan yanlısı ulema da Ankara'yı büyük sıkıntıya sokuyordu. Osmanlı Tarihi araştırmacılarının da tasdik edeceği gibi, ulema Osmanlı sisteminin içine iyice oturmuş ve çıkarları da hanedana ustaca bağlanmış durumdaydı. Ankara çevresini, özellikle, ulemanın kırsal kesimdeki kitleleri harekete geçirebilme potansiyeli de rahatsız ediyordu. Ulemanın sultan/halifeye verdiği desteğin, Ankara'nın iktidar çabasını olumsuz etkileyeceği muhakkaktı, çünkü din görevlileri sayıca çok ve örgütlü oldukları gibi, birçok durumda da dokunulmazlık sahibiydiler. 
Ankara hükümetindekiler, ulemanın kendini tehJit altında hissettiğinde yaratabileceği tehlikenin şiddetle farkındaydı. Ulemanın Ankara idaresine 
dahil edilmesi, idarenin laik duruşunu yerle bir edeceğinden, sorun, bir çatışmanın kaçınılmazlığıydı.2 
İstanbul çevresinin bir diğer kesimi de, eski Osmanlı hükümet mensuplarıyla üst düzey bürokratlardan oluşuyordu. Bu grup her ne kadar Ankara idaresine karşı bir emsal ise de, yönetim beceriksizlikleri ve 1. Dünya Savaşı yenilgisinin ardından uğradığı meşruiyet kaybının getirdiği zafiyet yüzünden, en etkisiz olanıydı. Ankara ile İstanbul'daki yabancı işgalciler arasında hareket edemez bir halde sıkışıp kalmıştı. İmparatorluğun selameti açısından İtilaf kuvvetleriyle iyi geçinmek gerektiği hesabıyla onlardan gelen aşağılayıcı istekleri yerine getirme ihtiyacı hissetmeleri, halk nezdindeki konumlarını tehlikeye attı. Ankara hükümeti tarafından derhal işbirlikçilikle damgalanan bu grup, 1. Dünya Savaşının ardından 
İTC hükümetinin düşüşüyle büyük ölçüde Hürriyet ve İtilaf şemsiyesi altında bir araya gelmişti. 

Osmanlı İmparatorluğu'nun 1. Dünya Savaşı sonrasında ve bir dereceye kadar da erken cumhuriyet dönemindeki halkla ilişkiler cephesinde, İstanbul basını da önemli bir rol oynadı. Söz konusu basın, özellikle Büyük Milet Meclisi'nin (BMM) 23 Nisan 192o'deki açılışının ardından, Ankara'nın siyasi ihtirasları konusunda daha bir şüpheci oldu. Hele ki Ankara'dan yayılan mesajları iletmek üzere yeni gazeteler ortaya çıktıkça, bilhassa İstanbul'daki gazeteler kendilerini iyice tehdit altında hissetmeye başladılar) 3 
    Ancak okura, bu grubun içinde de birbiriyle çekişen birçok ideolojinin bulunduğunu hatırlatmak gerek. Söz gelimi, Ankara karşıtı gazeteler arasında, Eşref Edip'in Sebilürreşad'ı gibi İslamcısı da, Ahmet Emin Yalman'ın Vatan'ı gibi modernisti de, Hüseyin Cahit Yalçın'ın Tanin'i gibi Batılı oryantasyonda olanı da vardı.4 
Birbirine zıt unsurlar barındıran İstanbul çevresini birleştiren şey, İTC'ye ve onun taraftarlarına duyduğu hınçtı.5 Nitekim İstanbul çevresinin başlangıçta Ankara'yı İTC'nin bir yeniden dirilişı olarak gördüğü gayet iyi belgelenmiş durumdadır.6 Onlar, Ankara hükümetine karşı tutumlarını da bu (yanlış) hükmün etkisi altında belirlediler. Sözgelimi, İstanbul çevresinin tanınan mensuplarından biri olan Rıza Tevfik, kendisinin Mustafa Kemal'in Harbiye Nazırlığına atanmasını teklif ettiğini, Osmanlı kabinesinin ise buna şiddetle karşı çıktığını belirterek, kabine toplantısındaki yoğun itirazları, "Diğer kabine üyeleri bana, Mustafa Kemal'in İTC'nin önde gelenlerinden biri olduğunu söylediler," şeklinde nakleder.7 

Bu husumet, birçok yerde şahsi düzeydedir. Hürriyet ve İtilaf üyeleri, kendi çektiklerinin ve evvelki sürgün edilişlerinin intikamını alma arzusundaydılar. 

Bu ihtilafın, cumhuriyet dönemine de sarkması gayet doğaldır. Sabık İTC'nin sıradan pek çok üyesi yeni rejimle kaynaşırken, Hürriyet ve İtilaf mensuplarını 
kendi muarızları olarak bellemeyi tercih etti. İçlerinde birçok Hürriyet ve İtilaf mensubu bulunduğuna göre, bu kan davası 150'1iklerin seçilme sürecini 
de etkilemiş olmalı. 
Şimdi de, Ankara çevresine ve İstanbul'la yüz-be-yüz konumlarına bakalım. 

Her şeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki, her ne kadar Ankara'daki liderlik -hiç değilse siyaseten-İstanbul kadar zıt unsurlar içermiyorsa da, burada da türdeşlikten eser yoktu. Bu grubun belkemiğini, askeriyenin idealist mensupları oluşturuyordu. Ancak, ikinci dereceden din görevlileri, yerli eşraf ve daha önce de değinildiği gibi, daha alt seviyelerden İTC üyeleri de vardı. Esasında bu gruptaki birçok kimse, İstiklal Savaşında imparatorluğu korumak için dövüşmüştü. 1920'de, ilk Büyük Millet Meclisi'ne verdikleri destek de, İstanbul'un otoritesine meydan okumak için değil, İtilaf kuvvetlerinin baskısından uzak bir meclisi yaşatabilmek içindi. 
Fakat 1922 sonu itibariyle Ankara çevresi, İstanbul'daki rejimin, yaklaşan uluslararası barış konferansında kendi siyasi otoritesine ve diplomatik başarısına büyük bir köstek olacağına tamamen kani olmuş bulunuyordu. Ankara çevresi için, İstiklal Savaşının 1922'de başarıya erdirilmesinden sonraki ikinci büyük meydan okuma, İstanbul'un iktidardan uzaklaştırılmasıydı. 

Bu bölümde Erken Cumhuriyet Tarihinin önemli ama pek az çalışılmış bir yönü, yani "yüz ellilikler" ya da bundan sonra 150'likler cephesi ele alınacaktır. 

Bu 150 sürgünün çoğu İstanbul çevresindendi. Aralarında İstiklal Savaşı günlerinde Ankara hükümetine açıkça cephe almış birçok kişi vardı. Bunlardan bazıları, milli hareketin mahiyeti ve niyetleri konusunda büyük şüpheler taşıyor ve bunu açıkça dile getiriyorlardı. 
Ancak Ankara çevresine karşıt olan siyasi konumu dışında, bu eklektik bir gruptu. Bundan sonra, 150'likler fikrinin doğuşunu, 150'liklerin seçimini ve 
susturulmalarını tartışacağız. 

150'likler Fikrinin Ortaya Çıkışı., 

150'likler fikrinin nasıl ortaya çıktığına dair genel anlatının dayandığı tek kaynak artık mevcut değildir. Bütün referanslar, doğrudan ya da 
dolaylı, Ankara İstiklal Mahkemesi Başkanı Topçu İhsan (Eryavuz) Bey'in yayınlanmamış anılarına gönderme yaparlar. Halen elimizdeki, bir Türk tarihçisince yazılmış tek kaynak, bu anıları okuduğu rivayet edilen ve anlan 150'likler Faciası 8 adlı eserinde bolca kullanan Cemal Kutay'dır. 

Kutay, kitabında bize, konunun 3 Şubat 1921'de, İhsan (Eryavuz) Bey'in Ankara, Keçiören'deki evinde ortaya atıldığını anlatır. 
İstanbul hükümetinin Anadolu'daki milli harekete olan husumeti tartışılırken,9 İhsan Bey, "Güzel ama Paşam, biz tarihe hiçbir vesika ve müspet hadise bırakmıyoruz ki... Sizin bu af ve müsamaha hissiniz devam ettikçe, kim vatanperver, kim bugünkü şerait içinde münhasıran şahsını düşünmüş, hatta hıyanet etmiş, tarih bunu tesbit edemeyecek. .. faaliyet ve gayeleri tarihe intikal ettirmek için şimdiden hazırlıklı olmalıdır ... "10 diyerek Mustafa Kemal'i 
uyarmıştır. Bu telkine Dahiliye Vekili Dr. Adnan (Adıvar) Bey de arka çıkmış, ne var ki Adnan Bey sırf somut belgelerden oluşan bir arşivin aciliyetine 
işaret etmiştir. Bir başka deyişle Adnan Bey böyle bir listeyi ancak kati delillerce desteklenmesi şartıyla kabulleniyordu." Bu tür bir listenin, kişisel hesapları görmek için kullanılabileceğinden kuşkulanmış olmalı. 

Bununla birlikte, bu konuşma 1922 sonbaharına kadar hayata geçmez. 1922 Eylül veya Ekim'inde bir gün, İhsan Bey, İsmet Paşa, Fevzi Paşa, Kazım (Özalp) Paşa, Ali Fethi Bey, Yusuf Kemal Bey ve Seyyid Bey'in katıldığı bir toplantıda, konuyu gündeme Mustafa Kemal getirir ve İhsan Bey'e dönerek ona şunu hatırlatır: 
İhsan Bey ... Hatırlar mısınız, bir gün sizinle ve zannediyorum ki Doktor Adnan ve sabık Maliye Vekili Ferit Bey'lerin bulunduğu bir hususi toplantıda, zaferden sonra memlekette kalması, vatanın huzuru itibariyle mucibi endişe olacak kimselerin listesinden bahsetmiştik ve hatırımda kaldığına göre, siz bunların daha o zaman tesbitini istemiştiniz. Şimdi Yusuf Kemal Bey, her beynelmilel muahede nin bir affı derpiş ettiğini söyleyerek, böyle bir ihtimale karşı hazır bulunmamızı istiyor ... Ne dersiniz? 12 

İsmet Paşa, Şuna işaretle bahse katılır: 


  İstiklal mahkemesine intikal eden ve neticelenen mevzuların mümasil cürümlerini irtikab edenlerden bir kısmı, bugün hududu milli dışındadırlar. 
Bir kısmının da hudutlarımız içinde kalmasına dahili emniyetimizin müsaadesi yoktur. Mesela öyleleri vardır ki, bunlar ele geçmiş olsaydı, İstiklal mahkemesinin mümasil cürümlerde verdiği kararlar kıstas olarak kabul edildiği takdirde, derhal 
idam edilmeleri lazım gelirdi. Sonra İstiklal mahkemesi bazılarının da gıyabında karar vermiştir. Bir affın mevzuu bahs olması mutlak olduğuna göre, affa layık olmayanların şimdiden tesbiti zarureti var. 

Bunların kimler olduğunu nasıl tesbit edebileceğiz? 13 

Konu üzerindeki tartışmalar, 'hıyanet cürümleri için hangi zaman diliminin esas alınacağı'; 'Balkan Savaşları yenilgisinden ve imparatorluğun 1. Dünya Savaşına sürüklenmesinden sorumlu olanların da listeye dahil edilip edilmeyeceği'; 'Sevr Antlaşmasını yahut Mondros Mütarekesini imzalayanların da kapsama alınıp alınmaması gerektiği' 14 gibi daha somut sorular etrafında yürüdü. O tarihteki toplantıdan, bir liste hazırlanması gerektiği dışında hiçbir kesin karar çıkmadı. Derken, ortalıkta Dahiliye Vekaletinin, Başvekaletin ve Erkanı Harbiye-i Umumiyenin liste hazırlamakla uğraştığına dair rivayetler dolaşmaya başladı.15 

   İhsan Bey'in, listelerdeki bazı isimleri fark ettiğinde, güya "demek ki hadiselere [ İsimlerin belirlenmesinde] his hakim olmaya başladı"16 demesi kayda değerdir. Bu cümle, adların seçiminde muhtemel bir yanlılığı ima eder. İhsan Bey'in, Müdafaayı Milliye Vekili Kazım (Özalp) Paşa ile konu üzerinde sohbet ederken, "Fakat garip olan şu idi ki ... asıl akla gelenlerden bazıları yoktu,"17 diyerek bu tarafgirliğe işaret ettiğini biliyoruz. 

   Bu tam da, Rauf ve Adnan Beylerin daha önce korktukları şey, yani böyle bir liste hazırlamanın taraflılığı konusu idi. Neyse ki Lozan Antlaşmasına kadar, 
konu bir kenarda kaldı. 

Lozan Antlaşması ve 150'likler 

1922'de sona eren İstiklal Savaşından sonra, Türkiye ve İtilaf kuvvetleri bütün dikkatlerini, savaşı resmen sona erdirecek bir barış antlaşmasının imzasına verdiler. Sırf milyonların hayatına mal olmakla kalmamış, aynı zamanda hazineleri de kurutmuş bu ağır savaştan dolayı her iki taraf da bitap düşmüştü. Ancak taraflar, bir savaşın belki de en nazik merhalesinin, antlaşma aşaması olduğunu biliyordu. 1.Dünya Savaşı, tüm savaşları bitirecek bir savaş olmaktan uzaktı. Evet, askeri ve siyasi hususları çözmek için bir barış antlaşması önemliydi, ancak bu aynı zamanda diğerlerinden daha fazlasını kapmak, savaş alanında alamadıklarını almak için de en büyük fırsattı. Ankara'da, Türkiye'yi temsil ettiği iddiasıyla yeni bir hükümet zaten ilan edilmişti. Uzun süredir felç halindeki İstanbul hükümetinin, barış antlaşması müzakerelerini etkin bir biçimde yürütecek hali yoktu. 
   Bu çifte hükümetin yarattığı zafiyetin farkında olan, sırf Büyük Britanya değildi. 
   Ankara hükümeti de bu durumun farkındaydı ve bu yüzden, İstanbul temsilcileri nin Lozan Konferansına katılmasını önlemeye karar verdi. 

Bu arada okura, hemen, Lozan müzakereleri başladığı sırada, İstanbul çevresinin tam bir keşmekeş içinde olduğunu da hatırlatalım; çünkü Ankara hükümetinin 308 numaralı kararname18 ile saltanatı kaldırmasının ( 1 Kasım 1922) üzerinden henüz sadece 19 gün, son Osmanlı sultanının bir Britanya muhribiyle İstanbul'dan kaçmasının üzerinden de ancak üç gün geçmiş bulunuyordu. Kozun Ankara'da olduğu açıktı. Her ne kadar Büyük Britanya, Ankara ve İstanbul hükümetleri arasındaki farklılıkları sömürme umuduna kapılmışsa da, sultan ülkeyi terk ettiği ve İstanbul'daki idare Ankara tarafından hükümsüz ilan edildiğinden, bunu başaramadı. 19 
   İstanbul hükümetinin, ne konferanstan herhangi bir talepte bulunabilecek hali, ne de Ankara'yla baş edebilecek kabiliyeti vardı. Aslında, İstanbul'da bir hükümet filan da yoktu; sonuncusu 4 Kasım 1922'de, yani Lozan müzakerelerinden yalnızca 16 gün önce çekilmiş ve yerine başkası kurulmamıştı. 

İsmet Paşa başkanlığındaki Ankara delegeleri Lozan'a gittiklerinde, meşruiyet konusunda hiçbir soru işaretiyle karşılaşmadılar, çünkü onlar düşmanlarını yenen silahlı kuvvetleri temsil ediyorlardı.20
 Ne var ki, Ankara'nın İstanbul hükümetinden arta kalanların iplerini tamamen eline geçirdiğini öne sürmek de büyük bir hata olur. Tam aksine, Mustafa 
Kemal, BMM'deki iç muhalefetin (İkinci Grup) farkındaydı.21 

Müzakereler devam ederken, Ankara hükümeti, İstanbul çevresinin rakip kudret simsarlarını hepten saf dışı edemese de tecrit etmenin yollarını arıyordu. 
Evet, saltanat lağvedilmişti, yeni atanan halife Abdülmecit ve hanedan sıkı bir gözetim altındaydı. Ama yukarıda da belirtildiği gibi, ortalıkta Ankara'nın 
otoritesini sarsabilecek pek çok başka potansiyel rakip vardı. 

Lozan'daki müzakereler 20 Kasım 1922'de başlayıp 4 Şubat 1923'te kesildi; kesintinin nedeni, Musul'un geleceği, Boğazlar sorunu, kapitülasyonlar, 
Düyunu Umumiye ve azınlıklar gibi önemli konularda beliren görüş ayrılıkları idi.22  

23 Nisan 1923'te tekrar müzakerelere geçildi. 

Önemli bir değişiklik olarak, Britanya tarafında, Lord George Nathaniel Curzon'un yerine Sir Horace Rumbold geçmişti. Bu, bir bakıma, Türk tarafı için bir zaferdi, çünkü Lord Curzon Türk taleplerini karşılamıyordu. Rumbold, antlaşmayı imzalamanın aciliyetini daha iyi kavramış görünüyordu. Her ne ise, sonunda bütün taraflar müzakerelerden bitap düşerken, 24 Temmuz 1923'te Lozan Antlaşması imzalandı. Sadece Musul sınırına ilişkin karar, daha ileri bir tarihe, 1926'ya bırakıldı. 23 

Şimdi de 150'liklerin Lozan'da nasıl ortaya çıktığına bakalım. Diğer daha elle tutulur ve somut hususlar arasında, genel af hükümlerine eklenecek bir protokol, İtilaf kuvvetlerine önemli gelmedi. Oysa 150 Müslümanı (ı5o'likler) genel affın dışına çıkaran bu protokol, aslında İstanbul ve Ankara çevreleri arasında içeride cereyan eden iktidar ve meşruiyet mücadelesi açısından gayet önemliydi. Bu, Ankara hükümetinin İstanbul üzerinde otoritesini ilan etmesinin bir yolu olduğundan, Lozan' daki Türk temsilcileri antlaşmaya böyle bir ek protokol konmasında ayak dirediler. 

Her büyük savaştan sonra, savaşan tarafların iç barışı ilerletebilmek için kapsamlı bir genel af ilan etmeleri adettendir. 

Bu ilkeyi en iyi Cemil Birsel açıklar. 

Eğer savaş esnasında işlenen cürümler, savaştan sonra kovuşturulup cezalandırılırsa, savaşın yaraları asla iyileşmez ve sürekli 
kanayıp durur. Savaşan ülkeler arasında, tek kalemde unutulması gereken acı ve ıstırap uzayacak olursa, bu savaşın yenilenmesiyle neticelenebilir. ( ... ) Mazideki ıstırapların silinebilmesi için, şahısların geçmişteki tüm fiillerini affetmek gerekir.24 

DİPNOTLAR;

1 Metinde, üslupla ilgili nedenlerle, Ankara çevresinden yeri geldiğinde Kemalistler, Milliyetçiler ve 
Anadolu hareketi olarak da bahsedeceğim. 
2 Bir örnek bir kitle olmadığının akılda tutulması gereken ulema, içinde muhafazakar ve daha liberal unsurlar barındırıyordu. ikinciler Ankara hareketiyle etkileşim halindeydiler ve bunlardan bazıları, zaman zaman Ankara'nın modernist vizyonuna destek sağladı. 
3 Anadolu'da Yeni Gün ve Hakimiyet-i Milliye bunlardandı. Bkz. Yücel Özkaya, Milli Mücadele'de  Basın 1919-1921 (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1989); Hülya Baykal, Türk Basın Tarihi 1831-1923: Tanzimat, Meşrutiyet, Milli Mücadele Dönemleri (İstanbul: Afa, 1990); Bünyamin Ayhan. Milli  Mücadele'de Basın: Olağanüstü Durumlarda Propaganda (Konya: Tablet, 2007); Hakimiyeti Milliye (İstanbul: Zaman, 1949). 
4 Behçet Cemal İstanbul basınını üçe ayırır: İTC taraftarları (Hüseyin Cahit Yalçın), Rauf Bey  taraftarları (Ahmet Emin Yalman) ve Halife yanlısı/İslamcı olanlar (Eşref Edip ve Velid Ebuziya), Bkz.  Şeyh Said ve İsyanı (İstanbul: Sel. 1955), 12. 
5 Birçok ITC mensubunun, meşrutiyetten yana olduğunu biliyoruz, ama pragmatik nedenlerle  İTC'yi lstanbul çevresinin dışında tutuyorum. 
6 Kamil Erdeha, Yüzellilikler Yahut Milli Mücadelenin Muhasebesi (Ankara: Tekin, 1998), 75-76. 
7 Rıza Tevfik, Biraz da Ben Konuşayım (İstanbul: İletişim, 1993), 52-53. 
8 (İstanbul: Sıralar, 1946) özellikle s. 45-50. Sedat Bingöl, yüksek lisans tezinde, bu anılann doğruluğuna dair belli bir tereddüt göstererek, İhsan Bey'in hatıratında yayınladığı gazetelerin yerini  tayin edemediğini belirtir. Söylendiğine göre bu anılar 22 Kasım 1946 ile 27 Kasım 1946 tarihleri arasında, günlük İstanbul gazetesi Yeni Türkiye'de yayınlandı. Gazete 27 Kasım 1946'da kapandığından, 
hatırat eksiktir. Bingöl, gazetenin sahibi Mehmet Ali Gökberk'le mülakat yapmış ve ona, hatıratın  orijinallerinin Cemal Kutay'da olduğunu doğrulatmış tır. Bingöl'ün hatıratları incelemek için Kutay'a  yaptığı başvuru fazla mesafe alamamış, çünkü Kutay'm evi hatıratlara beraber 198o'de yanmıştır.
 Yine de, yalnızca Kutay'ın yapıtlarında sunulan malumatın doğruluğundan şüphelenmek için bir  neden yoktur. Bingöl'ün tartışması için, Bkz. "Yüzellilikler Meselesi" (yüksek lisans tezi, Hacettepe Üniversitesi, 1994), 83-84, dipnot. 
9 Bu Mustafa Kemal ve arkadaşlarının görüşüdür. Oysa İstanbul hükümetinin bazı mensupları,  Kemalistlere düşman olmadıklarını söyleyerek bu iddiaya karşı çıkmışlardır. Onlar, İtilafçı baskısını  hafifleterek aslında milli harekete destek olmuşlardı. Bkz. örneğin, Ahmet İzzet Paşa, Feryadım. Cilt 2  (İstanbul: Nehir, 1993), 205-29; Cemil Topuzlu, Oparatör Cemil Paşa'nın Hatıra/an, (İstanbul: Türkiye  Yayınları, 1945), 132. 
10 Bkz. Kutay, Yüzellikler Faciası (İstanbul:yayıncısı yok, 1955), 47; ve İlhami Soysal. 150'/ikler (İstanbul: Gür, 1985), 13. 
11 Soysal. Adnan Bey'in insanları gıyaplarında listeye dahil etmeye taraftar değildi. Bkz. s. 14. 
12 Kutay, 50-51; Soysal, 15. Bingöl, 86. 
13 Kutay, age. 
14 Rauf Bey'in Mondros Mütarekesinin altında imzası vardı. Mustafa Kemal Paşa'nın, Sevr ve Mondros'u imzalamış isimlerinki bu takdirde aralarında 
Rauf Bey de olacaktı-dahil edilmesi olasılığına hoş baktığım biliyomz. Acaba bu istiklal·Savaşının iki saygın ismi arasındaki rekabetin erkeq  bir işareti miydi? Ancak spekülasyon yapılabilir. 
15 Soysal, 16-17. 
16 "Demekki hadiselere his hakim olmaya başladı." Kutay, 15o'likler ... 50; Soysal, 17. 
17 Kutay, age.; Soysal, age. 
18 Saltanatın lağvının, meclisten geçirilen bir kanun ile degil de bir hükümet kararnamesiyle  gerçekleştigini not etmek önemlidir. Bu ince fakat son derece önemli nokta, Türk tarih yazıcılıgında  genellikle göz ardı edilir. O sırada meclisten böyle bir kanun geçirilebilir miydi, bilmiyoruz. 
19  12 Mart 1921 tarihli daha önceki Londra Kc,nferansına hem İstanbul, hem de Ankara hükümetleri (Bekir Sami Bey) temsilci göndermişti. 
20 Şu da hatırlanmalıdır ki, Türk kuvvetleri Büyük Britanya'ya karşı herhangi bir büyük meydan muharebesi kazanmamış, onun vekili Yunanistan'la çarpışmışlardır. Bu olgu, müzakereler sırasında  iki tarafın da, yani Büyük Britanya'nın da Türkiye'nin de aklından çıkmadı. İngiliz pozisyonu hakkında, Erik Goldstein'ın bir makalesi vardır: "British Official Mind and the Lausanne Conference, 19221923," 
  Power and Stability: British Foreigrı Polic:y, 1865-1965, yayına hazırlayanlar E. Goldstein ve B.J.C.  McKercher, (Londra; Portland, OR: Frank Cass, 2003), 185-206. 
21 ikinci Grup, Mustafa Kemal'in birinci BMM'deki Birinci Grubuna muhalefeti teşkil ediyordu; Bkz.  Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet: İkinci Grnp (İstanbul: İletişim, 1994). 
22 Konferanstaki Amerikan gözlemcisi Joseph C. Grew, müzakerelerde Lord Curzon'un "lsmet'e ofis katibi gibi davrandığını ve onu alaya aldığını" kaydeder. Anlaşmazlık konulannın hepsinin üstünde, Türklerin İngilizlere duyduğu güvensizlikte Curzon'un bu tavrı da rol oynamıştı. Bkz. "The Peace  Conference of Lausanne, 1922-1923,'" Proceedings of the American Philosophical Society, cilt 98-r (1954): 1-10. Bkz. özellikle, s. 3-4. 
23 5 Haziran 1926'da Türkiye ile Büyük Britanya arasında sınır anlaşması imzalandı. Bkz. Quincy Wright, "The Mosul Dispute" The American journal of lnternational Law, 20: 3 (1926): 453-64. 
24 Cemil Bilse!, Lozan, cilt 2 (İstanbul: Ahmet Ihsan Matbaası, 1933). s. 288-89. Ayrıca bkz. Özkan, 6. 

4. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

CUMHURİYETİN KURULUŞUNDA İKTİDAR KAVGASI: 150'LİKLER, MESELESİ., BÖLÜM 2

CUMHURİYETİN KURULUŞUNDA İKTİDAR KAVGASI: 150'LİKLER, MESELESİ.,  BÖLÜM 2


Mustafa Kemal Atatürk, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, 150 likler, Gayrı Müslimler, İzmir Süikastı,Türkiye Cumhuriyeti tarihi,
Sevr Antlaşması, İstiklal Savaşı, ZUHAL BİLGİN,FEVZİ GÖLOĞLU,YETKİN BAŞARIR,HAKAN ÖZOĞLU,


   Hiç kuşku yok ki, Ankara 1920 itibariyle İstanbul'daki hükümetle yollarını ayırmak ve onun yerini almakta kararlıydı; ancak, Ankara'nın saltanattan kurtulmaya ve Milliyetçilerin de yeni bir laik cumhuriyet kurmaya karar verdikleri önermesini de gözü kapalı kabullenmemek gerekir. 

Böyle bir önermeyi kabul etmek, sadece tarihi bugünden geriye doğru okumak demektir. Eğer Padişah, BMM'yi Osmanlı İmparatorluğu'nun meşru hükümeti olarak tanısaydı, Ankara hareketi kendisine sadık kalabilirdi. 
Ankara'nın, padişahla bağını koparmasında ki dönüm noktası, böyle bir tanımanın asla gerçekleşemeyeceği ni idrak etmesiyle oldu. Sonuçta, milliyetçilerin 1 Kasım 1922'de saltanatı lağvetmeleri üzerine, Sultan Vahdeddin, 17 Kasım 1922'de imparatorluğu terke mecbur kaldı. Azledilen sultan İstanbul'dan sadece geçici olarak çıktığını iddia etse de, 8 bu Ankara çevresine imparatorluk hükümetinin otoritesini yerle bir edecek bir süreci başlatma fırsatı verdi. Sultanın İstanbul'dan ayrılması, saltanattan kurtulmak isteyen Ankara'nın bir tezgahı ve tahriki miydi? Bu soruya kesin bir cevap vermek mümkün değildir; lakin yine de, Ankara'nın pragmatik hareket ettiği ve saltanata ve İstanbul hükümetine karşı hamlelerini anlık olarak geliştirdiği ihtimalini göz ardı etmemek gerekir. Saltanatın 1922'de lağvının başlıca nedenlerinden biri, büyük ihtimalle İstanbul hükümetinin 
yerine geçmekti, çünkü sultanın Ankara'ya hiçbir zaman İstanbul üzerinde bir söz hakkı tanımayacağı açıktı. Bu yüzden, saltanat makamının lağvedilmesi 
gerekiyordu ve BMM'deki karar da ezici bir çoğunlukla alındı.9 

Tabii, Ankara'nın başlangıçta ille de sultanın şahsından değil, saltanat "makamından" kurtulmak istediği tezi de inandırıcı bir şekilde 

savunulabilir.10 

Bir başka deyişle, saltanat lağvedilirken ana hedef Sultan Vahdeddin yahut Osmanlı hanedanı değil, İstanbul hükümetiydi. 

Yani, Vahdeddin Memleketten 17 Kasım 1922'deki ayrılışına kadar hala halifeydi. 


    Vahdeddin, yurtdışına gittikten sonra, gerekçesi ille bu olmasa da, Ankara'dan kendisine vatan haini olarak yöneltilen birçok şiddetli saldırının boy hedefi oldu.11 Ankara, Vahdeddin'i, kaçmadan önceki faaliyetleri nedeniyle ama ancak kaçtıktan sonra vatan hainliğiyle suçladı. 
Eğer Ankara'nın saltanatı lağvetme tarihi hamlesinin ana hedefi bizatihi Vahdeddin'in şahsı olsaydı, saltanat lağvedildiğinde kendisi de halifelikten 
azledilirdi. Diğer yandan, eğer ülkeyi terk etmeseydi, halife olarak kalma ve böylece bütün Türkiye ve İslam tarihinin akışının değişme ihtimali vardı. 
Bu incelikli eylem, Ankara'nın hanedan konusunda ne yapacağına henüz tam karar vermediğini ve gelişmelere sadece pragmatik cevaplar verdiğini gösterir. Son Osmanlı sultanının kaçışı, Ankara'ya padişahın meşruiyetini yıkıp yerine kendininkini dikme fırsatını sağladı. Bunun sonucunda da, tek hükümet otoritesinin kendisi olduğunu ilan etme konusundaki güveni giderek arttı. 
Ancak Ankara'daki milliyetçiler, iktidarın hala ehil başka talipleri olduğunu biliyorlardı. Mustafa Kemal, 1923 itibariyle, cumhuriyetin ilanına kadar, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Kazım Karabekir gibi kimi yakın arkadaşlarını ve Ankara çevresinin itibarlı şahsiyetlerini çevresinden uzaklaştırmış bulunuyordu. İstanbul'da ise hala eski rejimin kalıntıları vardı: İstanbul Basını, Osmanlı siyasetçileri, yeni atanan Halife Abdülmecit Efendi (BMM 19 Kasım 1922'de onun atamasını oylamıştı) ve birçoğu Ankara'ya diş bileyen ve hepsi de Ankara'nın hükümet iddiasına bir tehdit teşkil edebilecek olan Osmanlı hanedanı mensupları. Bu grupların sindirilmesi gerekiyordu. Mustafa Kemal, Osmanlı Hanedanı 
Türkiye'de kaldığı müddetçe, Ankara'nın muhaliflerinin bundan cesaret alacağına hükmetti. Milliyetçiler, halifelik makamının, imparatorluk ve dışındaki Müslüman nüfus arasında hala büyük bir itibar sahibi olduğunun kuvvetle farkındaydılar. 
Vahdeddin'in memleketi terk etmesinden sonra, Ankara, başında Abdülmecit'in bulunduğu "uysal" bir hanedana sahip olacağını umuyordu. 

Ancak, yeni rejimin selameti için bu hamlenin dahi çok riskli olduğu kısa sürede belli oldu. Saltanatın lağvından farklı olarak, hilafetin lağvı bütün Osmanlı hanedanını hedef aldı ve hepsinin ülkeyi terk etmesi şart oldu. 

Ankara, 1922'de, muhtemelen bu hamleyi o sırada yapacak kadar kendine güvenmiyordu.12 Hilafet makamının, Ankara'nın meşruiyeti bakımından 
esasen sadece halife değil hanedan tehdidini de ortadan kaldırmak için lağvedildiğini, belli bir güvenle ifade etmek mümkündür. Başka bir deyişle, 
saltanat Osmanlı hanedanını değil, imparatorluk hükümetini ortadan kaldırmak için lağvedilmiştir. Öte yandan hilafetin lağvedilmesindeki asıl hedef de, ille halifenin kendisi değil Osmanlı hanedanıdır. 

Bir ABD arşiv belgesi,'3 hilafetin lağvındaki başlıca nedenlerden birinin, aslında, ille de İslami bir kurum olan hilafet makamını değil, hanedanı bertaraf etmek olduğu iddiasını destekler. Bu belgede ABD kaynakları Washington'a, Kemalistlerin, Ankara hükümetini desteklemesi ve Türkiye dışında ikamet etmesi koşuluyla Seyyid Ahmet Senusi'ye, halifelik iddiasını destekleme sözü verdiği bilgisini geçerler. Seyyid Senusi'nin özel kalemi Osman Fahreldine (Fahrettin) Bey, İstanbul'daki Amerikan sefaretine şu bilgiyi verir: 

....  Geçtiğimiz Mart ayında hilafetin ilgasından ve Abdülmecid'in sürgününden hemen önce, Mustafa Kemal Paşa Şeyh Senusi'yle 
yaptığı bir görüşmede, hilafet makamının Türkiye dışında olması koşuluyla Türkiye'nin onun halifeliğini destekleyeceği önerisinde bulundu. Ancak şeyh bu teklifi reddetti ve tercihinin, Abdülmecid'in ruhani yetkileriyle birlikte İstanbul'da kalmasından yana olduğunu 
açıkladı; ... sonuçta, Ankara onun ödeneğini iptal etti. 14 ......

Eğer doğruysa bu, Ankara'nın, hilafetin ilgasından çok Osmanlı hanedanının kökünü kazımakla ilgilendiğini gösterir.'5 Mustafa Kemal için en iyi senaryo, Türk taleplerine duyarlı ancak -Osmanlı hanedanının aksine-Ankara hükümetinin meşruiyetine karşı çıkmayacak bir halife olurdu. 

Her halükarda, halifelik 3 Mart 1924'te lağvedildi ve halife de aynı gece, alelacele Türkiye'den çıkarıldı. Hanedanın diğer mensuplarına memleketi terk etmeleri için biraz daha süre tanındı. Hanedan ülkeden sürülünce, Ankara'nın otoritesine göz diken grup olma sırası, milliyetçilere husumet besleyen saltanat taraftarlarına geldi. Bu kitaptaki araştırma, hilafetin ilgasını dışarıda bırakmakta, ancak önemli başka olaylar üzerinde durmaktadır. 

BÖLÜMLERİN GENEL BİR TARTIŞMASI 

Elinizdeki araştırma, 1923-1926 yılları arasında geçen ve sonrasında Mustafa Kemal'in tartışmasız tek lider olarak ortaya çıktığı üç özel olayın 
etrafında tanzim ve tertip edilmiştir. Her bir bölümde, Mustafa Kemal ve yol arkadaşlarının muhalefeti saf dışı etmekte başvurdukları siyasi ve adli manevralar, ayrıntılı olarak mercek altına alınacaktır. Yukarıda da belirtildiği gibi, muhalefetin susturulması, bin bir itinayla planlanıp hayata geçirilmiş bir siyasi fiil değildi. Esasında, Ankara'daki Kemalist hükümetlerin icraatlarını gelişen siyasi koşullara göre o anda belirlediklerine daha önce de değinilmişti. Bu pragmatik yaklaşımın, Kemalist rejimin cumhuriyetin ilk yıllarındaki en değerli yeteneği olduğu söylenebilir. 
İktidar mücadelesini ve Kemalistlerin muhalefeti susturmaktaki başarısını gösteren pek çok olay varsa da, ben bunlardan temsili nitelikte üçünü seçtim. Bunları şu şekilde sınıflayabilirim: 

1) Ankara'ya muhalefet, 

2) Ankara'daki muhalefet ve 
3) Geneldeki muhalefet. 


İlk olay, İkinci Bölümün de konusunu teşkil eden Ankara'ya muhalefeti ele alır ve Ankara hükümetinin otoritesine olan siyasi meydan okumanın bertaraf edilişine odaklanır. Bu bölümde, Ankara muhalifi olduğu söylenen 150 kişinin sürgünü incelenecektir. Cumhuriyet tarihinde "150'likler Yakası" diye bilinen bu olay, Ankara hükümetinin, çoğu (hepsi değil) eski rejime sadık 150 kişiyi sürgüne göndererek meşruiyetini tesis etme sürecini temsil eder. Bu olayı, Ankara hükümetinin, otoritesini İstanbul'a kabul ettirme yolunda attığı ilk adımlardan biri olarak görmek mümkündür. 

İkinci Bölüm, özellikle üç ana soruya ışık tutar: 150'likler kimlerdi, ne yaptılar ve nasıl susturuldular? Bu bölümde, 150'liklerin aslında, mensupları arasında 
saltanat yanlılarından, ulemadan, askeriyeden, eski üst düzey Osmanlı devlet adamlarından, gazetecilerden ve Ankara karşıtı isyancılardan kişilerin bulunduğu eklektik bir grup olduğu ortaya konacaktır.
 Ankara Meclisi, Ankara'nın meşruiyetine muhalif olanların gözünü korkutmak için, 150'liklerin seçiminde gayet gevşek ve tutarsız kıstaslar izlemiştir. 

   İkinci Bölümde 150'liklere dair biyografik bilgi de verilecektir, çünkü mevcut araştırmalarda onların arka planına pek yer verilmez. 
Bu yüzden, bölümler arasında en uzunu bu bölümdür. Okur, bu bölümün ilk kısmında konuyla ve konunun analiziyle tanışacak, ikinci kısımda ise 150'likler listesine dahil edilenlere ait biyografik bilgileri bulacaktır. 
Ne yazık ki kişi bazında elde edilebilen bilgiler dengeli değildir. Okurun da göreceği gibi, listedeki kimi şahıslar hakkında gayet önemli biyografik bilgilere ulaşılabilir iken, kimileri hakkında neredeyse hiçbir bilgi edinilememiştir. 

Üçüncü Bölümde, 1925'teki Kürt/İslamcı bir ayaklanma olan Şeyh Said İsyanının ve hükümetin mukabelesinin kimi yönleri analiz edilerek, muhalefeti susturma süreci incelenmeye devam edilecektir. Bu isyan, Kemalist hükümetin Türkiye'deki dini veya diğer (örneğin solcu) her türlü muhalif nizamı susturmasının ana gerekçesi olmuş ve böylece laik inkılabın önünü açmıştır. İsyanın, Ankara'daki muhalefetin bastırılmasına bahane edilmesi de aynı derecede önemlidir. Bu olayın önemini anlayabilmek için, dönemin siyasi koşullarının iyice bilinip kavranması gerekir. Dilerseniz ilk olarak Şeyh Said İsyanı öncesindeki siyasi ortama bir bakalım. 
Ankara rejimi, 1924'ün büyük bölümünü yeni devleti tekrar yapılandırmakla geçirdi. Ankara hükümetini ve yeni Türkiye'nin sınırlarını resmen tanıyan Lozan Antlaşmasının 24 Temmuz r923'te imzalanmasına rağmen, Türk hükümeti halifeye bırakılan azıcık yetkiden hala hoşnut değildi ve Osmanlı hanedanının Ankara'ya bağlılığından şüpheleniyordu. Yukarıda da ele alındığı gibi, Ankara'daki bazı kişiler için bir tedirginlik kaynağı olan hilafet, 3 Mart 1924'te lağvedildi. Kemalistler, aralarında Türkiye'nin doğu bölgelerinde sıkça rastlanan Nakşibendi Kürt tarikatlarının da bulunduğu İslamcı grupların çıkaracağı olası dinci isyanlar için güç topluyorlardı. Mustafa Kemal ve onun Ankara'daki yol arkadaşları, Ankara içi ve dışındaki her türlü muhalefet ve huzursuzluk emaresine karşı zaten had safhada hassastılar. Bu hassasiyetlerinde de tamamen haklıydılar, çünkü hilafeti lağvetmekle yaphkları daha önce eşi görülmemiş hamle, onları İslam alemindeki birçok kişi ve grubun hedefi haline getirebilirdi. 

Şeyh Said İsyanı 13 Şubat 1925'te patlak verdiğinde, iktidarda Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) bulunuyordu. Başlangıçta, Ankara çevresini oluşturan hemen hemen herkesi içine alan bu siyasi parti, 1924 Kasım'ında bölündü. Mustafa Kemal'in bazı eski yakın arkadaşları (Rauf Bey, Kazım Karabekir, Refet ve Ali Fuat Paşalar gibi), çeşitli CHF üyelerini partiyi radikalleştirmekle, Mustafa Kemal'i de otokratik eğilimlere sahip olmakla itham ettiler. Tüm kurumlarıyla işleyen bir demokrasinin siyasi bir muhalefete gerek duyduğunu ileri süren ve Mustafa Kemal'e göre daha zayıf bir karizmaya sahip olan bu eski CHF ileri gelenleri, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) adıyla, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk muhalefet partisini kurdular. 

Partinin Şeyh Said İsyanından sadece üç ay önce kurulduğu bir kenara not edilmelidir. Bu yüzden, isyanın zamanlaması, onun davası ve mahiyeti 
hakkında olduğu kadar, teşvikçileri konusunda da birçok spekülasyona meydan vermiştir. Üçüncü Bölümde tartışıldığı gibi, TCF'nin Türk siyasi hayatına girişi, Mustafa Kemal'i ve onun partisindeki bazılarını (Recep Bey ve İsmet Paşa gibi) son derece öfkelendirdi. Onların, bu siyasi hareketin, hayatlarını tehdit eden bir karşı devrimin başlangıcı olabileceği ihtimalini ciddiyetle düşünmüş olmaları mümkün dür. Bu yüzden, CHF'nin Şeyh Said İsyanına tepkisi anlaşılır bir şekilde ama orantısızca sert oldu. 

Kendi içinde Kürt milliyetçisi eğilimler taşıyan, ama tabiatı itibariyle İslamiliği aşikar olan ayaklanma, Türk Ordusu tarafından nispeten kısa bir sürede bastırıldı. Şeyh Said ve yoldaşlarından 47'si 29 Haziran 1925'te idam edildi. Her ne kadar isyan sona erdiyse de, hemen ardından siyasi bir cadı avı başlamıştı. Bu bölümde, özellikle Türkiye'deki siyasi ve entelektüel muhalefetin susturulması süreci incelenmiş ve şu sorulara cevap aranmıştır: 
Büyük Millet Meclisi'ndeki muhalefeti bertaraf etmek için hangi siyasi ve adli manevralar yapıldı? Ankara rejimini eleştirenler, söz gelimi gazeteciler 
nasıl susturuldu? Şeyh Said İsyanının, muhalefeti saf dışı etmek için CHF tarafından körüklenme olasılığı nedir? Ve isyan, muhalefeti gözden düşürmek ve radikal Kemalist inkılabı üç yıl gibi kısa bir sürede başarmak için, nasıl abartılıp kullanıldı? 

Dördüncü Bölüm, siyasi muhalefeti susturma sürecinin tamamlanmasını incelemesi bakımından, bir önceki bölümün devamıdır. Bu bölümde, 
Mustafa Kemal'e karşı 1926'da girişilen bir suikast tertibinin siyasi sonuçları ele alınacaktır. "İzmir Suikastı" diye bilinen bu olay, tüm TCF mensuplarının meclisten kapı dışarı edilmesiyle sonuçlandı. Bununla da kalmayıp, beklentilerin çok ötesine geçerek, İTC kalıntılarına kök salmış, geneldeki potansiyel muhalefeti söküp attı. Evvelce İTC'li olan tanınmış siyasetçilerin, yaklaşan 1927 genel seçimlerinde CHF'yi zorlayacaklarına pek şüphe yoktu. Türkiye'deki yabancı gözlemcilerin bildirdiğine göre, saflarında eski İTC ileri gelenlerinin bulunduğu yeni bir partinin, CHF'deki daha düşük rütbeli eski İTC'lilerden oluşan koca bir grubu kendine çekmesi ihtimali bile vardı. Eğer böyle bir birleşme gerçekleşirse, bu Mustafa Kemal ve yakın çevresinin korktuğu bir karşı devrim olurdu. 15 Ekim 1923 tarihini taşıyan ve Amerikan Konsolosu ve Birleşik Devletler Yüksek Komiserliği Türkiye Delegesi Maynard B. Barnes tarafından kaleme alınmış olan bir belgede, CHF'nin, popülaritesi büyük ölçüde Mustafa Kemal'e dayanan, 
tamamen hayali bir örgüt olduğu sonucuna varılır. "Sıradan [CHF'li] üyeler hala, Mustafa Kemal'in popülaritesi azalıp da siyasi arenaya güçlü ittihatçı liderler girdiğinde, asıl partilerine dönecek olan ittihatçılardır." 16 Böyle bir arka plan karşısında, 1926 İzmir suikastı davaları, bu tehditle nasıl baş edildiğini gösterme bakımından çok daha anlamlıdır. 

Önce İzmir'de, sonra Ankara'da görülen İzmir suikastı davalarından sonra, BMM'nin içinde ve dışında görünür hiçbir muhalif kalmadı. Kanunlar meclisten ya hiç tartışılmadan veya pek az tartışılarak geçti. Yaklaşan 1927 seçimlerine kadar, hiçbir muhalif oy çıkmadı.
   Mebuslar, belli bir yasa tasarısına ilişkin memnuniyetsizliklerini, oylamaya gelmeyerek belli ettiler. Gazeteler, hükümete eleştiri olarak yorumlanabilecek herhangi bir yorum yapmaktan kaçındılar. Sağlıklı bir muhalefetin eksikliği 1927 genel seçimlerinden sonra bile öyle barizdi ki, bunun cumhuriyet rejimine verebileceği hasarı Mustafa Kemal fark etti. Böyle bir zeminden sonra, okurun, Mustafa Kemal'in uysal bir siyasi muhalefet arzusunu ve buna bağlı olarak Serbest Fırkanın bizatihi Mustafa Kemal'in direktifleriyle kurulduğunu daha iyi anlaması mümkündür.17 
  Elinizdeki çalışma, 1930'daki, sadece üç ay sürebilmiş olan bu siyasi deneyle ilgilenmeyecektir. Ancak bu deney, muhalif bir parti kurmanın, (özellikle İzmir'de ve genelde Ege Bölgesi'nde) hatırı sayılır bir insan grubu arasında yarattığı heyecanın, Mustafa Kemal'in, yakın arkadaşı, eski CHF'li ve Serbest Parti Başkanı Fethi Bey'den partiyi kapatmasını istemesine yol açacak kadar büyük olduğunu göstermiştir. 18 
Muhalefet, Mustafa Kemal'in ölümüne kadar suskun kalmıştır. Ülkenin, Mustafa Kemal'den sonraki yeni Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemin gerekleri yüzünden 1945'te yeni siyasi partilere izin vermeye itildi. Bu nedenle, modern Türkiye'nin siyasi tarihini anlamak için, nice zamandır "kutsal" sayılan ve bundan dolayı tarafsız akademik bir üretime meydan vermeyen bu dönemin, gayet sıkı bir akademik incelemeden geçirilmesi gerekir. Her ne kadar, siyasetçiler burada incelenen döneme giderek daha çok gönderme yapsalar da, onların bu göndermeleri, ellerinin altındaki nesnel çalışmaların kısıtlılığından dolayı pek itibar görmemektedir. 

Aynı sorun, Türkiye dışındaki yeni araştırmacılar kuşağı için özellikle geçerlidir. Dönemin siyaseten aşırı yüklü niteliği, birçok öğrencinin, Türkiye ve Ortadoğu araştırmaları için had safhada önemli bu konudan sakınmalarına sebebiyet vermektedir. 

   SAHANIN VE ARŞİV KAYNAKLARININ DURUMU 

Erken cumhuriyet Türkiye'si tarihi, Türkiye araştırmalarının öteki alt-sahalarına kıyasla, özellikle Türkiye dışındaki araştırmalar bakımından, 
rahatça henüz emekleme döneminde sayılabilir. Erken cumhuriyette sahanın mevcut durumundan söz ederken, araştırmaları da, Türkiye'nin içinde ve dışında üretilen araştırmalar olarak iki sınıfa ayırmamız gerekir. Birinci kategori, gayet anlaşılabilir bir şekilde ikinci kategoriye nazaran çok daha hacimli olmakla birlikte, akademik disiplin ve titizlikten yoksun analizleriyle amatör tarihçilerin akınına uğramış durumdadır. Yine de bu tür kitaplar akademisyenler için son derece değerli kaynaklardır, çünkü bunlar yakınlarda ulaşılabilen birincil kaynaklara ait önemli örnekler, ipuçları içermektedir. 

Örneğin, 

"150'likler Olayı" konusunda elimizde, diğerlerinin yanı sıra, Kamil Erdeha'nın Yüzellilikler Yahut Milli Mücadelenin Muhasebesi, İlhami Soysal'ın 150'likler, 

Cemal Kutay'ın 150'lilikler Faciası adlı eserleri vardır. Bunlar faydalı, ancak araştırmacı titizliğinden yoksun kitaplardır. Akademyada ise bir avuç mastır 
tezi bulunmaktadır: Şerife Özkan'ın "Yüzellilikler ve Süleyman Şefik Kemali: 

   Bir Meşruiyet ve Güvenlik Meselesi," Şaduman Halıcı'nın "Yüzellilikler" ve Sedat Bingöl'ün "Yüzellilikler Meselesi" adlı tezleri. Bunlardan son ikisi özellikle önemlidir, çünkü yazarları, araştırmacıların bugün bile tam olarak ulaşamadığı birtakım birincil kaynaklardan yararlanmışlardır. Bu çalışmalar, sırf 150'liklerin sürgündeki faaliyetlerini rapor etmeleri, buna karşılık fazla biyografik bilgi sağlamamaları bakımından kısıtlıdırlar. Aynca, her ikisi de mastır düzeyinde çalışmalar olup, akademik olgunluğa ve belli bir bilimsel objektifliğe ihtiyaçları vardır. Her ne kadar, vardığım sonuçlar bakımından bu kaynaklardan ayrılıyorsam da, erişemediğim bazı arşiv kaynakları konusunda onlardan yararlandım. Bildiğim kadarıyla, 150'likler konusunda, İngilizce veya başka bir dilde yayınlanmış herhangi bir akademik çalışma bulunmamaktadır. 

Bu nedenle mevcut çalışma, araştırma dili olarak Türkçeyi kullanamayan veya basitçe bu ikincil kaynaklara erişemeyenler için ciddi bir boşluğu doldurmaktadır. 

Üçüncü Bölümde ele alınan konu, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en tartışmalı konularından biri olduğundan, bu konuda hatırı sayılır bir araştırma külliyatı vardır. Bu yüzden, araştırmacı bunları incelerken, onların vardığı mesleki yargıların, siyasi konumlarından etkilenmiş olabileceği beklentisiyle uyanık olmalıdır. 1925'teki Şeyh Said İsyanı hakkında ise aralarında, Metin Toker'in Şeyh Sait ve İsyanı, Uğur Mumcu'nun Kürt İslam Ayaklanması 1919-1925, Behçet Cemal'in Şeyh Sait İsyanı, Nurer Uğurlu'nun Kürtler ve Şeyh Sait İsyanı gibi yapıtları da olmak üzere Türkçe bir miktar kitap vardır; bu kitaplar esasen betimleyici niteliktedir ve Takrir-i Sükun sonrası döneme gönderme yaparlar. Robert Olson'un The Emergence of Kurdish Nationalism: 1880-1925 ve Martin van Bruinessen'in Agha Shaikh and State adlı yapıtları, Şeyh Said İsyanına ilişkin faydalı bilgiler içeren İngilizce yapıtlardır. Hepsi aynı tonda olmasa da, ikincil kaynakların tamamı, Şeyh Said İsyanının Türkiye' de bir siyasi suskunluk 
dönemi başlattığında söz birliği ederler. Ancak hiçbiri, bunun tam olarak nasıl yapıldığını göstermeye ve belgelemeye girişmez. Üçüncü Bölüm, bu siyasi yıldırma sürecini inceleyip belgelemesi bakımından tektir. 

Yukarıda betimlenen sürecin belli yönlerini ele alan yetkin Türk araştırmacı sayısının giderek arttığını belirtmeliyim. Örneğin, Ahmet Yeşil'in Türkiye Cumhuriyeti'nde İlk Teşkilatlı Muhalefet Hareketi: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası alana büyük bir katkıdır ve Erik Jan Zürcher'in, ilk muhalif parti ve kaderi konusunda bir klasik sayılan Political Opposition in the Early Turkish Republic: The Progressive Republican Party 1924-1925 adlı yapıtını günceller. Türkiye'deki ilk örgütlü siyasi muhalefet olan TCF'nin feshini incelerken, bu kaynaklardan çok yararlandım. Hepimiz benzer sonuçlara varmış olsak da, elinizdeki çalışma, başka birçok birincil kaynağı tartışmaya açarak daha sağlam tezler ortaya koyar. 

Bu bölümde ayrıca muhalif basının ve entelektüellerin nasıl darmadağın edildiği de incelenir. Son yıllarda, hatıratların sayısı giderek artmaktaysa da, Takrir-i Sükunun muhalif basın üzerindeki etkilerini ve bunların seslerinin nasıl kesildiğini konu edinen hiçbir bilimsel çalışma yoktur. 

Dördüncü Bölüm, sabık İTC mensuplarına yönelik temizlik harekatı gibi önemli bir konuyu ele alır. Erik Jan Zürcher, The Unionist Factor: 

The Role of the Committee of Union and Progress in the Turkish National Movement, 1905-1926 adlı yapıtında bu konuyu yetkinlikle incelemiştir. 
Ancak kitabın 1984'te yayınlanışından bu yana, başka birçok birincil kaynağa ulaşılmıştır. Bu bölüm, Erik Jan Zürcher'in çalışmasını, eldeki birincil 
kaynaklarla güncellemeyi amaçlar. Dolayısıyla, benim temizlik harekatının pragmatik tarafını Zürcher'e nazaran daha kuvvetle vurgulamam gibi bir 
istisna dışında, vardığımız sonuçlar benzerdir. 

Türk ve İngiliz arşiv kaynaklarına ilaveten, kitabın her aşamasında ABD konsolosluk raporlarından çokça yararlandım. Bunun temel nedeni, Türkiye Cumhuriyeti tarihi araştırmacılarına tam anlamıyla incelenmeyen bu kaynakları tanıtmaktır. Ağırlıkla bu kaynaklara bağlı sonuca vardığım gibi bir ithamla karşılaşmamak için, sonuç çıkarırken birden fazla birincil kaynak koleksiyonuna dayandığımı belirtmeliyim. Metinde belirgin bir şekilde ABD kaynaklarına yer verilmesinin nedeni, bu kaynakların erken Türkiye Cumhuriyeti tarihine gerçekten ışık tutabilecek zenginlik ve ayrıntıda olduğunu gösterebilme ümididir. Diğer her kaynak gibi, güvenilirliğine her zaman kefil olunamayan ve Türk arşivlerinde bulunamayan bazı bilgiler, bu kaynaklardan sağlanmıştır. 

Son olarak, hala kısıtlı olan Türk arşivlerine ulaşma konusunda da birkaç söz söylemek istiyorum. Bu çalışma için, Ankara'daki Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri ile Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü (TİTE) arşivlerine başvurdum. 150'liklerle ilgili Emniyet Genel Müdürlüğü Arşivleri (EGMA), Başbakanlık Cumhuriyet Arşivlerine devredilmişti. EGMA tarafından bana bu koleksiyonun taşınmakta olduğu bilgisi verildi. Ancak Cumhuriyet Arşivleri, tarafıma koleksiyonun kataloglanma işlemlerinin 2010 itibarıyla bile hala devam ettiği ve araştırmacılara henüz açık olmadığını bildirdi. 

Elimde, konuyla ilgili bazı EGMA belgelerinin fotokopileri vardı, kalanı için ise yukarıda değinilen çalışmalara dayandım. Araştırmacıların, Başbakanlık 
Cumhuriyet Arşivlerindeki yeniden kataloglama işi bittiği anda, bu belgelerin büyük bir ihtimalle farklı referans numaralarına sahip olacakları konusunda 
uyarılması gerekiyor. Meclis tutanakları basılı ve TBMM kütüphanesinde ve başka mekanlarda araştırmacıların kullanımına sunuludur. 

   Bilgiye ulaşmada beklenen sorunlar ve muhtemel geri dönüş kısırlığı nedeniyle genelkurmayın Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı (ATASE) arşivlerinde çalışma teşebbüsünde bulunmadım. 

Cumhurbaşkanlığı Arşivleri (Çankaya Arşivi) ile TBMM arşivlerinin basılı malzemelerinden yararlandım; fırsat buldukça, TCF'ye ilişkin bazı önemli 
belgelerin kopyalarını ve yeniden basımlarını içeren ikincil kaynaklardan bilgi derledim. 
Daha iyi bir kataloglama sisteminin yürürlüğe konması ve bu arşivlerin bazılarına daha kolay erişimin sağlanmasıyla, müstakbel araştırmacıların döneme ilişkin anlayışımızı genişletmeleri mümkün olabilecektir. 

Başvurulan öteki birincil kaynaklar, kaynakçada listelenmiştir. 

DİPNOTLAR;

1 İstanbul ilk olarak Mondros Mütarekesinin 12 Kasım 1918'de imzalanmasından 13 gün sonra,Fransız kuwetleri tarafından işgal edildi. 16 Mart 1920'de dejure hale gelen işgal, 23 Eylül 1923'te sona erdi ve Türk kuwetleri 6 Ekim 1923'te şehre girdi.
2 Dışişleri Bakanlığından W. J. Childs tarafından hazırlanan 28 Aralık 1928 tarihli bir İngiliz belgesi [L 273/273/405], İzmir'in işgalinin Türklerin kafasındaki her şeyi değiştirdiğini öne sürer. Mayıs 1919'daki bu olaya kadar, "Türk halkı yenilgiyi bir kader olarak kabul etmişti. İzmir'e asker çıktıktan sonra ise bu tamamen değişti." British Documents on Foreigrı Affairs: Reports arıd Papers from the Foreigrı
Office Corıfiderıtial Prirıt. Kısım Il, From the First to the Second World War, Series B. Turkey, Iran and the Middle East, 1918-1939. Cilt 31 (University Publications of America, 1997), 235.
3 İstanbul ve Ankara çevrelerinin daha derinlemesine bir analizi için, bkz. sonraki bölüm.
4 İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC), Hürriyet ve İtilafın siyasi hasmıydı. Osmanlının 1. Dünya Savaşı'na girmesinden ve felaketli sonuçtan İTC hükümeti sorumluydu. Bkz. Feroz Ahmad, The Young Turks: The Committee of Union and Progress in Turkish Politics, 1908-1914 {New York: Columbia University Press, 2009) ayrıca Erik Jan Zürcher, The Unionist Factor: The Role of the Committee of Union
and Progress in the Turkish National Movement 1905-1926 (Leiden: E. J. Brill, 1984).
5 O, son Osmanlı Sultanı Sultan VI. Mehmed ya da Vahdeddin'in saltanat döneminde, birincisi 4 Mart 1919 - 2 Ekim 1919 tarihleri arasında ve ikincisi de 5 Nisan 1920 - 21 Ekim 1920 tarihleri arasında olmak üzere iki kez sadrazamlık yapmış bir devlet adamıydı. 1918'de İTC başkanlığından ayrıldıktan sonra, kendisinden beş kez hükümeti kurması istendi.
6 Bu siyasi parti, aslında, çatısı altında ulema, gayrimüslim ve gayri-Türk unsurlar barındıran bir şemsiye örgüttü. 19ıı'en sonra TC'nin siyasi rakibi oldu. Bkz. Rıza Nur, Hürriyet ve İtilaf Fırkası Nasıl Doğdu, Nasıl öldü. (İstanbul: Kitapevi. 1996). Hürriyet ve İtilafın ilk dönemi için, Bkz. Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası: II. Meşrutiyet Devrinde İttihat ve Terakki'ye Karşı Çıkanlar (İstanbul: Dergah, 1990).
7 Bkz. Örneğin, ABD arşivlerindeki bir rapor, 867.00/1737. Maynard Bames'dan Dışişleri Bakanlığına, "Political Situation in Turkey," 15 Ekim 1923.
8 Hakan Özoğlu, "Sultan Vahdeddin'in ABD Başkanı Coolidge'e Gönderdiği Bir Mektup," Toplumsal Tarih. 142 (Ekim, 2005): 100-106. n Ocak 1920 tarihli bir lngiliz raporu, sultanın ve Osmanlı hükümetinin lstanbul'dan kovulması olasılığını, Vahdeddin'in ayrılışından yıllar önce düşünmeye başlaması bakımından ilginçtir; CAB 23/35, Records ofthe Cabinet Office, 25 Ekim 1920.
9 1 Kasım 1922 tarihli ve 308 numaralı kararnameyle, saltanat ve hilafet makamları birbirinden ayrıldı. Aleyhteki tek oy, daha sonra 1926 İzmir suikastındaki rolü yüzünden asılan, Lazistan mebusu Ziya Hurşit'ten geldi.
10 Saltanat lağvedilmeden (muhtemelen 20 Ekim 1922'de) önce, İstanbul'daki Ankara temsilicisi Refet (Bele) Paşa'nın, o sıradaki Tevfik Paşa Kabinesinin Harbiye Nazırı Ahmet izzet Paşa'ya bir teklif götürdü. Altı maddelik bu teklifte, sultanın Ankara hükümetinin otoritesini tanıması karşılığında, hükümet atama ya da azletme yetkisi olmadan kalması kabul ediliyordu. Bu aydınlatıcı belge için,
   Bkz. Ahmet izzet Paşa, Feryadım, 2. cilt. (İstanbul: Nehir, 1992 ve 1993), 190; ayrıca Murat Bardakçı, Şahbaba (Ankara: lnkilap, 2006), 227-28.
11 Bu, BMM'de bu gidişten önce Vahdeddin karşıtı hiçbir beyanat verilmedi demek değildir.
12 Amiral Bristol'den Dışişleri Bakanlığına giden bir ABD raporu (867.00/1786) Refet Paşa'nın hilafetin ilgası konusundaki göıüşünü belirtir. Refet Paşa, Ankara çevresindeydi ve Mustafa Kemal'e yakın çalışıyordu. Her ne kadar daha sonra onun siyasi hamlelerine karşı çıktıysa da. Ankara çevresinin önemli bir üyesi olarak kalmaya devam etti. Refet, hilafetin ilgasının saltanatın lağvıyla beraber gitmesi gerektiği göıi.işündedir. Hilafet 3 Mart 1924'te lağvedildiğinde ve "yeni halife  [Abdülmecit Efendi] seçilmiş bulunduğu ve uslu durduğu için, memleketteki hava, halifenin ve hanedanın lehindedir."
13 867.00/1801. Amiral Mark Bristol'den Dışişleri Bakanlığına, 19 Ağustos 1924, aynca bkz. 867.00/1812.
14 867.00/1801.
15 Bazı Türk kaynaklarında Mustafa Kemal'in Senusi'ye teklifi, halifelik değil de şeyhülislamlık  (teknik olarak lstanbul Müftülüğü) içinmiş gibi geçmektedir. Bkz. Timuçin Mert, Atatürk'ün Yanındaki Mehdi (lstanbul: Karakutu, 2006), 145.
16  867.00/1737. Maynard Barnes'dan Dışişleri Bakanlığına, "Political Sihıation in Turkey" 15 Ekim1923-
17 ABD'nin Ankara Sefiri Joseph Grew, hatıratında, Mustafa Kemal ve Fethi Bey arasında, ilk olarak bir muhalefet partisi kurma teklifinin Fethi Bey'in kendisinden geldiğini gösteren bir mektuplaşma olduğuna işaret eder; Turbulent Era: A Diplomatic Record of Forty Years, cilt 2 (Londra: Hammond and
Co. Ltd, 1953), 860. O sırada Türkiye'nin Fransa Sefiri olan Fethi Bey, Mustafa Kemal'e yazdığı 11 Ağustos 1930 tarihli mektubunda, ondan bir muhalefet partisi kurmak için izin ister ve Mustafa Kemal de buna olumlu cevap verir. Bkz. 867.00/2034. Mektubun metni bu koleksiyonda İngilizceye tercüme edilmiştir. Bu yazışma, bir muhalefet partisi fikriyle ortaya çıkanın Mustafa Kemal olduğu şeklindeki yaygın anlayışı ters yüz etmesi bakımından önemlidir.
18 Bu partinin başkanını ve üyelerini, Mustafa Kemal kendi elleriyle tek tek seçmiştir.

***