18 Şubat 2020 Salı

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI VE BATI ETKİSİ.., BÖLÜM 1



GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE NİN ORTA DOĞU POLİTİKASI VE BATI ETKİSİ.., BÖLÜM 1




Geçmişten Günümüze Türkiye nin Orta doğu Politikası ve Batı Etkisi 


ADAM AKADEMİ, 2011/1: 79-100 
BAYRAM SİNKAYA 
Orta Doğu Teknik Üniversitesi 

ÖZET 

Türkiye’nin Batı bağlantısı uzun bir süre boyunca Ortadoğu ile ilişkilerinin şekillenmesinde değişik açılardan olumlu ya da olumsuz bir biçimde etkili olmuştur. Ancak bu süreç son birkaç yılda tersine dönmeye başlamıştır. Bu yeni dönemde Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkileri öyle bir değişim göstermiştir ki bazı durumlarda Batı ile ilişkilerini olumsuz etkilemeye başlamıştır. Bu durum dikkate alınarak bu makalede Türkiye’nin Ortadoğu politikası ve bu politikada Batının 
etkisi ele alınmıştır. Batı, Türkiye ve Ortadoğu arasındaki bu karşılıklı etkileşimin anlaşılabilmesi için Türkiye’nin Ortadoğu politikası tarihi, bu üçlü ilişkilerdeki hâkim olan tarza göre belirli dönemlere ayrılmıştır. Makalede Türkiye’nin Batılı ve laik kimliği ile Batı ittifakına sıkı sıkıya bağlı olması nedeniyle bölgede hakim olan dinamiklerle çatışma içine girdiği, dolayısıyla Türkiye’nin uzunca bir süre bölgeden uzaklaştığı sonucuna varılmıştır. Ancak, 1990’lı yıllardan sonra hem 
Türkiye hem de bölge köklü dönüşüm geçirmiştir. Bu dönüşüm Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile daha iyi ilişkiler kurmasını mümkün kılmıştır. Zamanla bölgenin jeopolitik yapısındaki değişiklikler nedeniyle de Türkiye’nin Ortadoğu politikasında Batı’nın etkisi giderek azalmıştır. 

Türkiye’nin Ortadoğu politikasında etkili olan birçok unsur vardır. Tarih, coğrafya ve sosyal faktörlerin yanı sıra siyasal elitlerin dış politika tercihleri ve bölgenin jeopolitik yapısı Türkiye’nin bölge politikasının üzerinde etkili olan başlıca faktörlerdir. Bütün bu faktörlere ilave edilecek ve bir ölçüde bu faktörlerle yakından ilişkili bir başka faktör de Türkiye’nin Batı bağlantısıdır. Türkiye’nin Batı bağlantısı, uzun bir süre boyunca Ortadoğu ile ilişkilerinin şekillenmesinde değişik açılardan olumlu ya da olumsuz bir biçimde etkili olmuştur. Ancak bu süreç son birkaç yılda tersine dönmeye başlamıştır. 

Bu yeni dönemde Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerindeki değişiklikler ve 
gelişmeler bazı durumlarda Batı bağlantısını olumsuz etkilemeye başlamıştır. Bu durumda cevap aranması gereken iki soru karşımıza çıkmaktadır. Birincisi, Türkiye’nin Batı bağlantısı Ortadoğu ile ilişkilerini neden ve nasıl etkilemiştir? Cevap aranması gereken ikinci soru ise Türkiye’nin Ortadoğu politikasındaki değişim Batı bağlantısını neden bazı durumlarda olumsuz etkilemeye başlamıştır? Bu sorulara cevap bulabilmek amacıyla bu makalede Türkiye’nin Ortadoğu politikası dönemlere ayrılmış ve her bir dönem ana hatlarıyla tartışılmıştır. Ayrıca belirtilen dönemlerde Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin Ortadoğu politikasına etkileri ele alınmıştır. Makalenin son kısmında 
Türkiye’nin mevcut Ortadoğu politikası ve Batının etkisi daha detaylı bir şekilde incelenmiş tir. 

TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’DAN UZAKLAŞMASI (1923-1950) 

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından Türkiye’nin Ortadoğu’dan büyük ölçüde uzaklaştığı tezi ilgili çevrelerde yaygın kabul görmektedir (Bozdağlıoğlu, 2003: 115-43; Taşpınar, 2008; Albayrak, 2005) . Literatürde yaygın olan bir yaklaşıma göre Türkiye’nin Arap dünyasının genelinden farklı ulusal kimliği ve Cumhuriyetle birlikte ortaya çıkan yeni siyasal kimliği, Ortadoğu’dan uzaklaşmasına yol açan en önemli etkendir.1 Bununla birlikte, Türkiye’nin bölgeden “uzaklaşması” tek bir nedene, sadece ulusal ve siyasal kimliğin yeniden tanımlanmasına indirgenemez. 

Türkiye’nin bölgeden uzaklaşmasına yol açan birinci faktör Cumhuriyetle birlikte 
Türkiye’nin yeni bir ulusal kimlik inşa etme sürecine girmesidir. 1923 yılında Cumhuriyetin kurulması ile birlikte Türkiye içeride yeniden yapılanmaya öncelik vermiş, M. Kemal Atatürk’ün önderliğinde modern ve laik bir ulus devlet inşa edilmiştir. Bu kapsamda Türkiye’nin laikleşmesinin ve Batılılaşmasının onu Ortadoğu’dan uzaklaştıran önemli etkenler olduğu ileri sürülmektedir. Gerçekten de 1920’li ve 1930’lu yıllarda 

1 Mesela bu konuda Oral Sander şöyle yazmıştır: “ ... Türkiye birleştirici unsurlar olarak hizmet edebilecek baskın bağlardan [Arap kimliği ve siyasal bir kimlik olarak İslam] hiç birini paylaşmamaktadır. Çeşitli niteliklerinden ve “temel birleştirici unsurların” yokluğundan kaynaklanan belirsizlik, Türkiye’nin 
dönem dönem Orta doğu’dan “soğumasının” temel nedenidir…” (Sander, 1998: 213). 

Cumhuriyetin kurucu elitleri Türkiye’de hâkim siyasal ve toplumsal kültürün Batılılaşma istikametinde dönüştürülmesi için büyük bir seferberlik içine girmiştir. Zira Cumhuriyet dönemi boyunca siyasal elitlerin Kemalist ideoloji etrafında izledikleri resmi dış politikada daha çok Batı bağlantısı doğrultusunda bir eğilim görülmüştür (Sander, 1998: 214-16; Gözen, 2002:233-68). Bu durum, bir taraftan Türk elitlerinin kültürel olarak bölgeden uzaklaşmalarına, diğer taraftan Ortadoğu ülkelerindeki muhafazakâr kesimlerin Türkiye’ye karşı daha mesafeli durmalarına neden olmuştur. Bununla birlikte Türkiye o dönemde Ortadoğu ülkelerindeki reformcu ve milliyetçi entelektüeller için başarılı bir kurtuluş ve modernleşme “modeli” olmuştur. Özellikle Afganistan ve İran, Türkiye örneğini izleyerek modernleşme hamlelerinde bulunmuştur. 

Cumhuriyetle birlikte başlayan yeni dönemde Türkiye’nin içeride Batılılaşma yönünde adımlar atmasına rağmen Türk dış politikasında “Batılılaşma”dan söz edilemez. 

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üye olarak “Avrupa devletler sistemi”nde yer alma yönünde tercihini ortaya koymasına rağmen Batı etkisinin Türk dış politikasında öncelikli bir yeri olmamıştır. Bu dönemde Batılı ülkelerin kendi aralarındaki rekabet ve farklı ittifak ilişkilerine girmeleri Türkiye’ye “göreceli özerklik” sağlamış, Türkiye bu sayede bağımsız, statükocu ve gerçekçi bir dış politika izlemiştir (Oran, 2001:239-385). 

Bununla birlikte Türkiye bu dönemde devrin büyük ve Batılı güçleriyle komşu haline gelmiştir. Türkiye’nin bu güçlerle ilişkileri, ikili düzeyde ve ilgili devletlerin Türkiye’ye karşı izledikleri politikalara göre şekillenmiştir (Gönlübol ve Sar, 1996; 59-126). 

Yeni Türkiye dış politikada öncelikle kendi bekasını garanti altına almaya çalışmıştır. Dolayısıyla Türkiye, Osmanlı coğrafyasındaki bütün hak iddialarından feragat etmiş ve statükocu bir dış politika yaklaşımı benimsemiştir. Yani Türkiye “ulusal çıkar” tanımını kendi toprakları ile sınırlı tutmuş ve Arap dünyasının sorunlarına karşı kayıtsız kalmıştır. Bu dönemde Türk dış politikasının en önemli unsuru sınır sorunlarının (sınırların belirlenmesi ve sınır güvenliği) çözümüne yönelik faaliyetler olmuştur. Türkiye’nin yeni Ortadoğulu komşularıyla sınır sorunlarının varlığı bu ülkelerle yakın ilişki içine girmesine engel olmuştur. Irak ile sınır sorunu ancak 1926 yılında imzalanan Ankara Anlaşması ile çözülmüştür. Suriye sınırı üzerindeki anlaşmazlık ise hala tam olarak çözümlenememiştir. Hatay Sancağı 1939 yılında Türkiye’ye katılmış, ancak Suriye hükümeti bu durumu tanımamıştır. 

Türkiye’nin Ortadoğu’ya kayıtsız kalmasının bir başka nedeni ise I. Dünya 
Savaşı’nın ardından Ortadoğu’da kurulan yeni devletlerin uzun bir süre bağımsızlığını kazanamamış olmasıdır. Bugünkü Suriye ve Lübnan Fransız mandası altına girerken, Irak ve Ürdün’de İngiliz mandası kurulmuştur. Keza Körfez ülkeleri ve Kuzey Afrika ülkeleri de bu dönemde henüz bağımsızlıklarını kazanamamıştı. Dolayısıyla Türkiye bölge ile ilişkilerini Batılı ülkeler üzerinden yürütmek zorunda kalmıştır (Şahin, 2010: 11). 

   Ulusal bağımsızlık hareketlerine genel olarak sempati duymakla birlikte 
Türkiye’nin kurucu elitleri arasında aktif Batı karşıtlığı olmaması ve Batılı ülkeler ile çatışmadan kaçınması nedeniyle Türkiye, Ortadoğu meselelerine müdahil olmaktan uzak durmuş, kendi inşa sürecini tamamlamaya ve güvenliğini garanti altına almaya öncelik vermiştir. 

Bununla birlikte Türkiye’nin Ortadoğu’dan tamamen uzak durduğunu söylemek 
mümkün değildir. Nitekim bu dönemde tek bağımsız Ortadoğu ülkesi olan İran ile yakın ilişkiler geliştirilmiştir. Keza, Irak ile sınır sorunlarının çözülmesinin ve bu ülke üzerinde İngiliz mandasının sona ermesinin ardından iki ülke, İran ve Afganistan ile birlikte bölgenin güvenliğinin sağlanması amacıyla 1937 yılında Sadabad Paktı’nı imzalamıştır. Ancak anlaşmanın mahiyetinde görüldüğü gibi bu pakt aktif bir dış politika hamlesi olmaktan ziyade Türkiye’nin bu dönemdeki güvenlik merkezli ve savunmacı bakışının bir sonucu olmuştur. 

“BATICI” POLİTİKALAR VE ÇATIŞMA (1950-1960) 

II. Dünya Savaşının ardından hem uluslararası sistem hem de Ortadoğu bölgesinin jeopolitik yapısı yeniden şekillenmiştir. Bu dönemde bölge ülkeleri bağımsızlıklarını kazanmıştır ancak Soğuk Savaş kısa bir süre içerisinde bölgeyi de tamamen etkisi altına almaya başlamıştır. Sovyetler Birliği’nin Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden bir güç olarak ortaya çıkması nedeniyle Türkiye, Batı ile siyasal ittifak ilişkisi içine girmiştir. Nihayet 1952 yılında Türkiye’nin NATO’ya katılması ile Türkiye-Batı ilişkileri askeri ittifaka dönüşmüştür. Ayrıca ekonomik olarak toparlanabilmesi için Batının teknik ve mali yardımlarına olan ihtiyacı Türkiye’yi Batı ile ekonomik ittifak ilişkisi kurmaya yöneltmiştir. Böylece Türkiye, Batı ile ittifakını güçlendirmek ve Batının güç ve imkânlarından yararlanabilmek amacıyla, kendi güvenliği ve bölgesel çıkarları ile Batı’nın bölgedeki çıkarlarını özdeşleştirmeye çalışmıştır. Türkiye’nin Batı ile örtüşen güvenlik çıkarları, ekonomik ilişkiler ve ideolojik tercihlerle de desteklenmiştir. Böylece Türkiye, bu dönemde Ortadoğu’da Batıya paralel politikalar izlemiştir (Kürkçüoğlu, 2010; Bağcı, 2001). 

    Batı’nın Ortadoğu politikasında temel olarak üç faktör etkiliydi. Bunlardan Birincisi bölgede Sovyet nüfuzunun yayılmasının önlenmesi ve sınırlanmasıydı. İkincisi Batılıların Ortadoğu’daki petrol rezervlerine ulaşımının garanti altına alınması idi. Üçüncüsü ise 1948 yılında kurulan İsrail’in güvenliğinin sağlanması idi. 

Buna bağlı olarak Batı bölgede statükonun ve Batı ile iyi ilişkileri olan rejimlerin korunması siyaseti izledi (Halliday, 2005; 97-129). Hatta Batı’nın çıkarlarının tehlikeye girdiği İran’da milliyetçi Musaddık hükümetinin 1953 yılında darbe yoluyla devrilmesinde ABD ve İngiltere etkin bir rol oynadı (Kinzer, 2004). Buna paralel olarak Türkiye bölgedeki Batı yanlısı rejimlerle iyi ilişkiler içerisine girmiştir. Özellikle Türkiye ile Kral II. Faysal idaresindeki Irak’ın ilişkileri bunun en iyi örneğini oluşturmaktadır. Şubat 1955’te Türkiye ile Irak arasında imzalanan işbirliği anlaşması Bağdat Paktı’nın temelini oluşturmuştur. 

Keza Türkiye, Musaddık hükümetinin devrilmesinin ardından Sovyetler 
Birliği’ne karşı Amerikan güvenlik garantileri arayışında olan ve Batılılaşma siyaseti izleyen İran ile de yakın ilişki geliştirmiştir. Bu sayede İran da Bağdat Paktı’na dâhil olmuştur (Soysal, 2000; 501). 

Batı ile ittifakının bir uzantısı olarak Türkiye, bölgede Batı yanlısı bölgesel bir ittifakın kurulması çabalarında aktif bir rol oynamıştır. Türkiye önceleri NATO’ya katılmak yerine Ortadoğu’da kurulacak bölgesel bir savunma örgütünün üyesi olması önerisini reddetmiştir. Ancak NATO üyeliğine kabul edildikten sonra bölgesel bir savunma paktında rol almayı kabul eden Türk liderler bölge ülkelerini ziyaret ederek onları Sovyetlere ve “komünizm tehdidi”ne karşı Batı yanlısı ittifaka dâhil olmaya çağırmıştır. Netice itibariyle Türkiye, 1955 yılında Bağdat Paktı’nın kurulmasında etkin bir rol oynamıştır. Bu rol, ABD ve İngiltere tarafından, yani Türkiye’nin Batılı müttefikleri tarafından istenilmiş ve desteklenmiştir. 

Türkiye’nin Batı yanlısı siyaseti bölgede yeni kurulan İsrail ile iyi ilişkilerin geliştirilmesini de kapsamıştır. Türkiye İsrail’i bölgede tanıyan ilk ülke olmuştur. Bu tanıma, “İsrail’i Arap dünyasının bağrına saplanmış bir hançer” gibi gören Arap milliyetçilerinin ciddi tepkisiyle karşılaşmıştır (Albayrak, 2005: 1-63). Dolayısıyla Türkiye’nin Batı bağlantısına paralel olarak İsrail ile geliştirdiği ilişkileri de Ortadoğu ülkeleri ile ilişkilerinin seyrini uzun bir süre boyunca olumsuz şekilde etkilemiştir. 

Türkiye’nin Batıcı tutumu 1955 yılında Bandung’da toplanan “Bağlantısız Ülkeler 
Zirvesi”nde net bir şekilde bir kez daha ortaya çıkmıştır. Zirveye katılan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu tarafsızlık siyasetinin yanlış olduğunu, komünizm tehlikesine karşı Batı ile işbirliğine gidilmesi gerektiğini savunmuştur. Türkiye bu dönemde bölgede meydana gelen çatışmaların ve krizlerin neredeyse tamamında Batı ile birlikte hareket etmiş ve Batılı devletleri desteklemiştir. Mısır’da Nasır yönetiminin Süveyş Kanalı’nı 1956 yılında millileştirmesi üzerine Türkiye, “kanalın tarafsız ve uluslararası bir duruma getirilmesini” öngören Amerikan tezini desteklemiştir. Bununla birlikte Türkiye, İngiltere’nin Fransa ve İsrail ile birlikte Mısır’a saldırısını kınamış ve İsrail’deki büyükelçisini geri çekerek ikili ilişkilerinin seviyesini düşürmüştür. Ancak Türkiye’nin Batı eksenli politikaları değişmemiştir. Türkiye, 1957 yılında ortaya atılan ve bölgede komünizmin yayılmasının engellemek amacıyla Amerika’dan yardım istenildiği takdirde gerekirse askeri güç kullanımını öngören Eisenhower doktrinini  memnuniyetle karşılamıştır. Doktrinin kabul edilmesinden kısa bir süre sonra Suriye ile Ürdün arasında ortaya çıkan gerginlik ABD-Sovyet gerginliğine dönüşmüştü. 

    Bu kriz sırasında Türkiye, Suriye sınırına askeri yığınak yaparak Amerikan yanlısı tutumunu göstermiştir. Aynı şekilde Türkiye, Cezayir ve Lübnan krizlerinde Batılı müttefikleri ile hareket ermiştir. Hatta Temmuz 1958’de Irak’taki Batı yanlısı rejimin Arap milliyetçileri tarafından askeri darbe ile yıkılması üzerine Türkiye, İngiltere ve ABD’yi Irak’a askeri müdahalede bulunması için teşvik etmiş, bizatihi kendisi de askeri müdahale için hazırlıklara başlamıştır. Ancak ABD ve İngiltere’nin Irak’taki yeni yönetimi tanımalarının ardından Türkiye de yeni yönetimi resmen tanıdığını ilan etmiştir (Albayrak, 
2005). 

    Bu dönemde Arap dünyasında yükselen Arap milliyetçiliği, Osmanlı mirası ve 
Batıcı politikaları nedeniyle Türkiye’nin Ortadoğu’dan dışlanmasına neden olmuştur. 
Zira Arap milliyetçileri arasında Araplara vaat ettiği bağımsızlık sözlerini uzunca bir süre yerine getirmeyen Batılı ülkelere karşı büyük bir öfke vardı. Ayrıca Batılıların himayesinde Filistin toprakları üzerinde İsrail devletinin kurulması Arap dünyasındaki Batı karşıtı duyguları körüklemişti. Suriye’nin Hatay üzerindeki iddialarını sürdürmesi ve Türkiye’nin hem İsrail hem de Batılı ülkelerle iyi ilişkiler geliştirmesi milliyetçi Arap dünyasında Türkiye karşıtı tepkinin yükselmesine yol açmıştır. Nitekim Bağdat Paktı’na Irak dışında hiçbir Arap ülkesi dâhil olmamıştır. Özellikle Arap milliyetçilerinin önce Mısır’da, daha sonra Suriye’de yönetimi ele geçirmeleri ve Sovyetlerle yakın ilişkiler geliştirmeleri, Batı yanlısı Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkilerinin gerginleşmesine yol açmıştır. Nihayet Irak’ta Batı yanlısı rejimin Arap milliyetçileri tarafından 1958 yılında devrilmesinden sonra Türkiye Ortadoğu’da etkin bir dış politika izleme 
imkânından yoksun kalmıştır. Ayrıca, bu dönemdeki aktif ancak Batı eksenli dış politika nedeniyle karşılaşılan sorunlar yüzünden Türk dış politikasında Ortadoğu sorunlarına taraf olmaktan kaçınma eğilimi ortaya çıkmıştır. Böylece Türkiye yeniden Ortadoğu’dan uzaklaşmaya başlamıştır. 

ÇOK BOYUTLU DIŞ POLİTİKA VE İLİŞKİLERİN  NORMALLEŞMESİ (1965-1980) 

1960’lı yıllarda Türkiye’nin dış politika çıkarları zaman zaman Batı’nın politikaları ile farklılaşmaya başlamıştır. Özellikle Kıbrıs meselesinde Batılı müttefikleri Türkiye’nin tezlerine destek vermemiştir. Bilakis ABD Başkanı Johnson, 5 Haziran 1964’te Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye gönderdiği mektupta ABD’nin Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesine karşı olduğunu belirtmiş ve bu yüzden Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında bir çatışma çıkarsa Türkiye’nin yardımına gelmeyeceğini ifade etmiştir. 

    Bu nedenle Türkiye, dış politikasını çeşitlendirip daha önce ihmal ettiği devletlerle ilişkilerini geliştirerek kendisine dış politikada yeni ortaklar, dolayısıyla destek arayışına girmiştir. Bu arayış Türkiye’nin Ortadoğu politikalarının da zaman zaman Batı ile farklılaşmasına yol açmıştır. Böylece Türk dış politikasında Üçüncü Dünya ve Arap devletleri ile ilişkilerin geliştirilmesini önceleyen çok boyutluluk politikası başlamıştır. Aynı dönemde Batı ve Doğu blokları arasındaki Soğuk Savaşın şiddetinin azalması, Türkiye’yi de rahatlatmış ve Türkiye’nin dış politikada çok boyutluluk arayışlarını kolaylaştırmıştır. 
Ayrıca, “Türkiye’de çok-partili parlamenter sisteme geçilmesinden” sonra dini 
duygular, dolayısıyla İslami bağlantı daha etkili olmaya başlamıştır (Sander, 1998: 225-26; Kürkçüoğlu, 2010; Koçer, 2006). 

Böylece Ortadoğu ve İslam dünyası Türk dış politikasının yöneldiği önemli bir bölge haline gelmiştir. Bununla birlikte Türk dış politikasının Batıcı ve statükocu niteliği değişmemiştir. Yani bu dönemde Türkiye dış ve güvenlik politikasında Batı ittifakına dayanırken Batı ile olan ilişkilerini Ortadoğu’da farklılaşan politikalarıyla uyumlulaştırmaya çalışmıştır. 

Türkiye’nin çok boyutlu dış politikasının Ortadoğu’ya ilk yansıması, Türkiye’nin 
Arap Ortadoğusu ile ilişkilerini olumsuz etkileyen Türkiye-İsrail ilişkilerinde görülmüştür. 

Araplarla İsrail arasında 1967 Savaşı patlak verdiğinde Türkiye, ABD’nin 
İsrail’e yardımını engellemek için ülkesindeki üslerin Araplara karşı kullanılamayacağını ilan etti. Ayrıca, Arap ülkelerine yiyecek ve giyecek yardımında bulundu. Uluslararası platformlarda Arap tezlerini desteklemeye ve BM bünyesinde Arapların lehine oy kullanmaya başladı. BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı Türkiye’nin İsrail-Filistin politikasının temelini oluşturdu. Bu çerçevede Türkiye İsrail’in varlığını meşru kabul etmekle birlikte 1967 savaşı öncesi sınırlarına geri dönmesini istemiştir. Bununla birlikte Filistinlilerin meşru haklarını ve bağımsız bir devlet kurma hakkını kabul etmiştir (Bölükbaşı, 2001; 250-53). 

1973 Petrol Krizi’nin ardından Türkiye Ortadoğu ülkelerine biraz daha yaklaşmıştır. 
Zira döviz kıtlığı çeken Türkiye artan petrol fiyatlarını karşılayamaz duruma gelmiş; petrol ihtiyacını karşılamak için petrol üreticisi Arap ülkelerinden kredili petrol almaya çalışmıştır (Sander, 1998:227-29). Ayrıca, “petrol şoku” nedeniyle Avrupa ekonomilerinde ortaya çıkan durgunluk, Türkiye’yi petrol faturasını finanse etmek üzere yeni ihracat pazarları bulmaya zorlamıştır. Mevcut şartlar atında Ortadoğu ülkeleri Türkiye tarafından yeni bir pazar olarak görülmüştür. Dolayısıyla bu dönemde ortaya çıkan siyasal ve ekonomik ihtiyaçlar Türkiye’yi bölge ülkelerine karşı biraz daha yakınlaştırmıştır. 

Batılı müttefikleri ile ilişkilerindeki 1970’li yıllarda ortaya çıkan yeni krizler 
Türkiye’nin dış politikasındaki çok boyutluluk arayışlarının, dolayısıyla Ortadoğu 
açılımının güçlenerek sürmesine neden olmuştur. Özellikle, Türkiye’nin 1974 yılında Kıbrıs’a yaptığı askeri müdahale Batının büyük tepkisini çekmiştir. Bu nedenle Türkiye-ABD ilişkileri o denli gerilmiştir ki ABD, Kıbrıs müdahalesi nedeniyle Türkiye’ye 1975-1978 tarihleri arasında silah ambargosu uygulamıştır. Ayrıca iki ülke arasındaki Savunma İşbirliği Anlaşması askıya alınmıştır (Uslu, 2000). 

Bu gelişmelerden yine en çok Türkiye-İsrail ilişkileri etkilenmiştir. Türkiye, Filistin meselesinde Araplar lehine bir tavır almaya başlamış, İsrail ile ilişkilerinin düzeyini ikinci kâtip düzeyine kadar düşürmüş ve birçok ülke tarafından Filistin’in temsilcisi olarak kabul edilen Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) 1979 yılında Ankara’da temsilcilik açmasına izin vermiştir. Türkiye, aynı şekilde, 1980 yılında İsrail’in Kudüs’ü “ebedi ve değişmez başkent” yapma kararını kabul etmemiştir. 

Türkiye’nin çok boyutlu dış politikası sadece Arap ülkeleri ile değil, genel olarak 
İslam dünyası ile de iyi ilişkilerin tesis edilmesini öngörmüştür. Bu bağlamda 1969 yılında Mescid-i Aksa’nın yakılması girişimi üzerine Rabat’ta toplanan ilk İslam Zirve Konferansı’na Türkiye dışişleri bakanı düzeyinde katılmıştır. Ancak Türkiye’nin Batılı ve laik kimliği üzerinde iç kamuoyundaki tartışmalar nedeniyle Türkiye İslam Konferansları’na uzun bir süre yüksek düzeyde katılmamış, sadece Dışişleri Bakanı düzeyinde katılmıştır. İlk defa 1981 zirvesine Başbakan düzeyinde katılım olmuştur (Koçer, 2006). 

Bu dönemdeki çok boyutlu dış politika arayışlarına rağmen Batı bağlantısı Türk 
dış politikasındaki merkezi yerini korumuştur. Türkiye’nin Batı ile ittifakının dış ve güvenlik politikalarındaki merkezi yerini koruması ve Arap dünyasında da milliyetçiliğin etkisini sürdürmesi nedeniyle Türkiye’nin bu dönemdeki Ortadoğu “açılımı” oldukça sınırlı kalmıştır. Türkiye’nin NATO üyeliğini ve İsrail ile diplomatik ilişkilerini düşük düzeyli de olsa devam ettirmesi, Sovyetlerle yakın ilişki içinde olan Arap ülkelerinin tepkisini çekmeye devam etmiştir. Ayrıca bu dönemde Türkiye’nin güney komşularıyla ilişkilerindeki sorunlara bir yenisi eklenmiştir. Türkiye topraklarından doğup Irak ve Suriye üzerinden Basra Körfezi’ne dökülen Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde su paylaşımı yeni bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin bu nehirler üzerinde yeni barajlar inşa etme projeleri, Suriye ve Irak’a giden su miktarında azalmaya neden olacağı endişesiyle bu ülkelerin tepkisini çekmiştir (Erdoğan, 1997). 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder