16 Şubat 2020 Pazar

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SON 10 YILI ULİSA ANALİZ MERKEZİ., BÖLÜM 1



TÜRK DIŞ POLİTİKASININ SON 10 YILI ULİSA ANALİZ MERKEZİ., BÖLÜM 1


ULİSA ANALİZ 
ULİSA-Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü 

 Türk Dış Politikasının Son 10 Yılı Seminer Serisi - 1 

Türkiye İran İlişkilerinin son 10 yılı 

Ulisa Analiz Bülteni Editörleri: 
Prof. Dr. Mustafa Sıtkı BİLGİN 
Araş. Gör. İsmail Erkam SULA 
Araş. Gör. Eda BEKCİ ARI 
Araş. Gör. Nur H. CAFOĞLU 
Araş. Gör. Muhammed Ekrem KAYA 
Enstitü Sekreteri M.Aykut KOÇAK 

İÇİNDEKİLER 

I. Takdim ..................................... 3 
II. ULİSA Hakkında ........................ 4 
III. Giriş ....................................... 6 
IV. Batı-İran Yakınlaşması ve Türkiye| Doç Dr. Mehmet ŞAHİN ... 6 
V. Gerilimden Stratejik İşbirliğine? Son On Yılda Türkiye-İran İlişkilerinin Dönüşümü|Yrd.Doç.Dr. Bayram SİNKAYA .. 13 
VI. İran Perspektifinden Türkiye İran İlişkilerinin Anlamı -
Dr. Arzu Celalifer EKİNCİ ...... 17 
VII. Sonuç ................................... 23 

I. TAKDİM 

Saygıdeğer Katılımcılar, 

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (ULİSA) yeni faaliyete geçen bir kurumdur. Faaliyet alanlarından birisi olarak akademik ve stratejik çalışmalar yapmayı planlamaktadır. Bu kapsamda panel, seminer ve sempozyum gibi bilimsel etkinlikleri hazırlamakta ve birçok bilimsel faaliyetler yapmayı hedeflemektedir. Düzenli olarak tekrarlamayı ve geleneksel hale getirmeyi planladığımız “Türk Dış Politikasının Son 10 yılı” 
seminer serisinin birincisinde sizlerle birlikte olmaktan tüm ULİSA personeli olarak büyük sevinç duymaktayız. 

İlerleyen yıllarda daha büyük ve geniş katılımlı toplantılarda bir araya gelmek en büyük isteğimiz. 
Yeni bir heyecanla bölgesinde yükselen Türkiye gibi Türk akademisinin de yeni bir heyecana ihtiyacı olduğu hepimizin malumudur. İşte bu heyecanı hep birlikte hissedebilmek hedefini daima temel çalışma ilkemiz ve motivasyon kaynağımız olarak tutmayı ve bu amaca doğru atılan bütün adımları da desteklemeyi büyük bir sorumluluk olarak kabul etmekteyiz. 

Bu mütevazı etkinlik de alanında uzman hocaların bir araya getirilmesi düşüncesiyle oluşturulmuştur. Konumuz Türkiye – İran ilişkileri. Türkiye ve İran Ortadoğu’daki kadim devletler ve kadim medeniyetler arasında yer alan iki ülke. Tarihten alacağımız büyük dersler var. 

Çıkaracağımız önemli derslerden birisi 19.yy başlarında Türkiye ve İran arasında süregelen 20 yıllık mücadeleler. Bu mücadeleler sonucunda yıpranmış olan Osmanlı ve İran’ın bıraktıı güç boşluğunun Rusya tarafından doldurulmuş olmasıdır. Rusya, her iki yıpranmış devlet arasında önce 1813 Gülistan, 1828 Türkmençay anlaşmasıyla İran’ı diskalifiye etmiş, ardından 1829 Edirne 
anlaşmasıyla da Osmanlıya büyük zarar vermiştir. Bu tarihten çıkarabileceğimiz önemli bir derstir. Halbuki bu iki ülke birleşerek bir güç oluştursaydı? O dönemde Şah’ın düşüncesi de buydu. Elbette o zaman bölge için çok daha farklı bir tarih yazılmış olacaktı. 

Ben sözü fazla uzatmadan; hedef olarak etrafına daha duyarlı bir ülkenin vatandaşları olmayı düşleyen, sahip olduğu topraklardan sadece arpa buğday değil ama o topraklara ait bir ruh bir fikir bir ekol çıkarabileceğine inanmış fikir insanlarının bir araya gelebileceği bir meclis oluşturabilmek amacıyla bu proje, bu stratejik hedef belirlenmiştir. Bu çerçevede de bundan sonra düzenlemeye 
devam edeceğimiz bu tür bilimsel etkinliklerde de beraber olmayı diliyoruz. 

Bu etkinliği şereflendirdiğiniz için hepinize teşekkür ediyorum saygılar sunuyorum. Çalışmalarımızla ilgilenen tüm akademisyen ve uzmanlara teşekkür eder saygılar sunarım. 

Prof.Dr. Mustafa Sıtkı BİLGİN 
Enstitü Müdürü 

II. ULİSA HAKKINDA 

Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Ve Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (Ulisa) 

D:\ULİSA\ulisa fotoğraf\IMG_1201.JPG 

2014 ULİSA Personeli: Enstitü Müdürü, Araştırma görevlileri ve Enstitütü Sekreteri 
ULİSA’nın misyonu; Özel olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu coğrafyadaki bölgelerde ve genel olarak ta dünya sathında cereyan eden uluslararası ilişkilerin dün, bugün ve geleceğinin anlaşılmasına, açıklanmasına ve geliştirilmesine dönük araştırmalar yapmak ve bu araştırmaların sonuçlarını akademik, siyasi ve toplumsal aktörlerle paylaşmaktır. Uluslararası ilişkilerin, özellikle içinde bulunduğumuz dönemdeki küresel, siyasal, kültürel, stratejik, ekonomik ve sosyal gelişmelerin çok boyutlu, aktörlü ve katmanlı bir süreç olması nedeniyle ULİSA’nın araştırmaları disiplinler arası bir özelliğe sahiptir. ULİSA, güncel ve popüler konularla ilgilenmekten çok, bilimsel referans ve bilgi kaynağı niteliğine sahip temel eserler, teoriler ve fikirler geliştirmeye çalışmaktadır. 

  Bu tür çalışmalar ve araştırmalar aracılığıyla bölgemizde ve dünyada barış, adalet, vicdan, ahlak, işbirliği, kalkınma, güvenlik, refah, huzurun gelişmesine ve bu değerlere dayalı bir dünya düzeninin kurulmasına katkı sağlamayı amaçlamaktadır. 

ULİSA’nın vizyonu; misyonuna uygun bir şekilde çok disiplinli araştırmalar yaparak ve bu araştırmalara dayalı stratejiler geliştirerek Türkiye’nin bölgesel ve global ölçekteki dinamik konumunun daha da gelişmesine katkı sağlamaktır. Bu çerçevede, Türkiye’nin tarihi, kültürel, sosyal, siyasal, ekonomik, stratejik ilişkileri ve diğer tüm bağlantıları, Türkiye’yi ve Türk dış politikasını ilgilendiren komşu ülkeler, akraba toplumlar, bölgeler, örgütler, konular ve sorunlar ile 
ilgilenmektedir. Ayrıca, Arap Baharı’ndan Avrupa Birliği’ne, İslam dünyasından Batı dünyasına, Atlantik’ten Pasifik’e kadar tüm uluslararası, küresel ve yerel gelişmeler, dönüşümler ve süreçler, uluslararası siyaset, medeniyet, bölgesel entegrasyonlar, kriz, çatışma, savaş, barış, işbirliği vb. uluslararası ilişkiler ve stratejiyi ilgilendiren konular ULİSA’nın inceleme kapsamı alanına girmektedir. 

Bu konular, uluslararası ilişkilerin değişen ile değişmeyen, kadim ile güncel, klasik ile modern, modern ile post-modern gibi zamansal dinamikler yanında, yerel ile küresel, ulusal ile ulusal-ötesi, bölgesel ile kıtasal gibi mekânsal düzlemlerdeki etkileşimler çerçevesinde değerlendirilmektedir. 

Enstitü Personeli 

Prof. Dr. Mustafa Sıtkı Bilgin.,  Enstitü Müdürü, University of Birmingham 
Araş. Gör. İsmail Erkam SULA., Doktora Öğr., Bilkent Üniversitesi 
Araş. Gör. Eda Bekci ARI.,  Doktora Öğr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 
Araş. Gör. Nur H. CAFOĞLU.,  Doktora Öğr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 
Araş. Gör. Muhammed Ekrem KAYA.,  Y.Lisans Öğr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 
Araş. Gör. Canan TÜNE.,  Y.Lisans Öğr., TOBB ETÜ 
M.Aykut KOÇAK., Enstitü Sekreteri 

Enstitümüzde Düzenlenen Faaliyetler 

. ULİSA “Türk Dış Politikasının son 10 yılı Seminerleri 
. ULİSA Tematik/Kavramsal Tartışma Toplantıları 
. ULİSA “Sosyal Bilim Felsefesi, Yöntem ve Kuram” Seminerleri 
. ULİSA “Kolokyum: Araştırma Tartışma Serisi” 
. ULİSA “Çay Sohbetleri” 
. ULİSA “Anadolu’dan Ortaklar” Programı 
. ULİSA ”Sorunlar/Cözümler Çalıştayı-Raporu” 
. Akademi-Think Tank – Bürokrasi Buluşmaları 

III. GİRİŞ 

“Türk Dış Politikası’nın Son 10 Yılı” Seminerleri geniş bir konu yelpazesine sahip olup Türk dış politikası derinlemesine analiz edildiği dış politika panellerinden oluşmaktadır. Takip eden yıllarda ULİSA çatısı altında Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası, uluslararası ilişkileri ve stratejik konumu hakkında alanında uzman kişilerin yapacağı sunumlardan oluşan etkinlikler bu başlık altında adlandırılacak tır. 

Video ya da ses kaydı altına alınan, deşifre edilen panel sunumları, hazırlanan raporlarla ilgililere sunulacaktır. 
Bu etkinliğin her ay tekrarlanarak gelenekselleştirilmesi planlanmakta bu yöntemle ULİSA’ nın geniş kapsamlı bir Türk dış politikası çalışmaları arşivi oluşturmasını sağlanmaktadır. Kayıt altına alınan bu seminerler Enstitümüzün web sitesinde de genel erişime açılacaktır. Bu bağlamda, uzun vadede ULİSA’nın Türk dış politikası konusunda referans kaynağı haline gelmesi hedeflenmektedir. 

Türkiye’nin komşu ülkeler ve bölgeler ile ilişkisinin derinlemesine analiz edildiği bu toplantılarda, her bir panel özel olarak Türkiye’nin bir ülke ya da bir bölge ile ilişkisini derinlemesine analiz edebilecek bölge uzmanlarının sunumlarını ve ardından soru cevabı kapsayacak şekilde planlanmıştır. ULİSA bu çalışmalarında daha çok komşu ülkeleri ele almaktadır. Bu kapsamda, TC Dış İşleri Bakanı Sn. Ahmet Davutoğlu’ nun farklı çalışmaları ve konuşmalarında dile getirdiği yakın kara, yakın deniz ve yakın kıta havzalarını incelemekte, seminerlerini aşağıdaki gibi geniş bir coğrafyayı içerecek şekilde yapmayı planlamaktadır: 

1. Yakın Kara Havzası : Ortadoğu -Balkanlar - Kafkaslar 
2. Yakın Deniz Havzası : Karadeniz – Adriyatik - Doğu Akdeniz – Kızıldeniz – Körfez - Hazar Denizi 
3. Yakın Kıta Havzası : Avrupa - Kuzey Afrika - Güney Asya - Orta ve Doğu Asya 


Bu rapor 3 Mart 2014 tarihinde Yıldırım Beyazıt Üniversitesinin Cinnah Yerleşkesi seminer salonunda gerçekleştirilen “Türkiye-İran İlişkileri: Son 10 Yıl” başlıklı panel sırasında yapılan sunumların deşifrelerinin yazılı metin haline getirilmesi 
sonucunda oluşmuştur. Söz konusu panel ULİSA tarafından tekrarlanarak düzenlenmesi planlanan “Türkiye’nin Dış Politikasının Son 10 Yılı” başlıklı seminer serisinin birincisidir. Her seminer sonunda ULİSA ANALİZ raporları yayınlanacaktır. 

ULİSA enstitü personeli olarak yapmış olduğumuz çalışmalar ile ilgilenen herkese teşekkür eder, ilerleyen raporlarımızı da incelemenizi rica ederiz… 

Türkiye-İran İlişkilerinin Son 10 yılı Panelistleri 
Doç.Dr. Bayram SİNKAYA 
Doç.Dr. Mehmet ŞAHİN 
Dr. Arzu Celalifer EKİNCİ 

IV. BATI-İRAN YAKINLAŞMASI VE TÜRKİYE| 

DOÇ DR. MEHMET ŞAHİN 

Teşekkür ediyorum nazik davetiniz için. Hem ULİSA’ya, hem başkanına, hem de dinleyicilere değer verip geldikleri için teşekkür ediyorum. Bu sıralar İran konusunda bir toplantını yapılması manidar. Zamanlama manidar derler ya biliyorsunuz. Bende manidar bulanlardanım açıkçası. Benim konuşma başlığım İran batı yakınlaşması ve Türkiye. 

Niye İran batı yakınlaşmak istedi? Bunlar durup dururken herhâlde yakınlaşmak 
istemediler. Bu yakınlaşma konusunda İran’ı motive eden bazı nedenler var. Bir de batının tabiî ki burada İran’la yakınlaşmak istemesinin veya bunu şu şekilde kullanabiliriz yakınlaşmak zorunda olmasının da nedenleri var. Aslında iki ülkenin veya iki grubun yani İran ve Batı grubunun zorunlu sebeplerden dolayı bu yakınlaşmanın olduğunu düşünenlerdenim açıkçası. 

Tek tek inceleyelim o zaman. Yani niye İran bu yakınlaşmaya evet dedi veya bu 
yakınlaşmayı istiyor? Çünkü İran’ın 79’dan bugüne kadar kullanmış olduğu batı retoriğine baktığımız zaman aslında bu beklenmeyen bir şey. Hatta bu beklentiyi dini lider Ali Hamaney’in açıklamalarında ben zaman zaman görüyorum. Mesela 79’dan sonraki süreçte yani son 5-6 ayı saymaz isek batı ile yakınlaşmaya çalışıldığı zaman bir anlamda ihanet gibi yorumlanabiliyordu. 

Ama şimdi bakıyorum ruhaninin batıyla yakınlaşma noktasında atmış olduğu adımları çok güzel bir cümleyle tanımlıyor. “Kahramanca esnemek” diyor. Yani batıyla işbirliği içine girmeyi kahramanca bir esneme olarak yorumluyor. Aslında bu cümlenin anlamı şu: İran’da ikiye ayırıyorlar muhafazakâr ve reformcular diye. Muhafazakâr grup tarafından gelecek eleştiriye karşı bu süreci yürüten Ruhani de hükümetine bir zırh oluşturuyor. Aslında onları koruyor. Çünkü 
Ruhaninin bu konuda mesafe almasını istiyor. Bu kahramanca esnemek tabirini kullanmasının sebebinin bu olduğunu düşünüyorum. Demek ki yöneticiler gerektiği zaman bazı kavramlar icat ederek yol almasını becerebiliyorlar. Peki, İran niye böyle bir sürece girdi? Ben bunun bir zorunluluktan kaynaklandığını düşünüyorum. 

Buradaki en önemli sebep ekonomidir bence. Yani İran’ın içine girmiş olduğu ekonomik sıkıntının ki bu aynı zamanda rejiminde ciddi bir sıkıntı içine itiyor buradan bir çıkış noktası arıyor. Doğal olarak bir çıkış noktası arıyor. 2002 yılında benim takip ettiğim kadarıyla 3te 2 oranında bir devalüasyon yaşandı İran’da. Tabiî ki ekonomi iyi gitmediği zaman bu defa siz rejimi de koruyamıyor sunuz. Hatta devleti de koruyamamakla karşı karşıya kalabilirsiniz. Bu açıdan 
bakıyorum. Bir düşüncenin değişmesinden veya İran’daki mevcut ideolojik rejimin değişmesinden kaynaklanan değil de ekonomik ve siyasi zorunluluktan kaynaklanan bir batıya yaklaşma olarak yorumlamanın daha doğru olduğunu düşünenlerdenim açıkçası. Çünkü mevcut ekonomik sıkıntı devam ederse eğer İran bu mevcut rejimini taşıyamayacağını biliyor. Çünkü sürekli artık bu 
sıkıntıyla birlikte rejimden uzaklaşan bir kitleyle karşı karşıya. Yani şunu demek istiyorum bugüne kadar 79dan bu yana küresel sistemle sorunlu gözüken bir rejim bölgesel sistemle de sorunlu gözüküyor. Yani burada daha çok Orta doğu’yu kastediyorum. Ortadoğu’daki ülkeleri Arap dünyasını kastediyorum. Şimdi bir de bu ekonomik sıkıntıdan dolayı içsel sorunlar çıkabilir. Bu üç 
sorunu ne kadar taşıyabilir İran’daki rejim. O açıdan bunu çok iyi gördüğü için ki dışarıdan biz görüyorsak bunu devleti yöneten İran’dakiler bizden çok daha iyi görüyorlar, bir çıkış arıyorlar. Hatta bunu da şey güzel tarif etmiş, bugün ruhaninin başdanışmanı Mahmut Seyyül Galem. Onun güzel bir cümlesi vardı benim de çok hoşuma gitti. Diyor ki İran devrimci vizyondan küresel 
vizyona geçmek istiyor. Bence bu çok önemli bir cümledir. Artık devrimci vizyonla gidilemeyeceğini fark ettikleri için artık küresel sistemin bir parçası olmak isteyen bir İran var. 

Peki, bu noktaya nasıl gelindi? 79 dan bu yana ambargolarla karşı karşıya ama 2006-7-8-9 bunu Arzu hoca çok daha iyi bilir işlediği konu doktora tezinden dolayı nerdeyse her yıl biliyorsunuz 2006dan sonra yaptırım kararları var BMGK nin yaptırım kararları. Ancak 2010 yılında alınan yaptırım kararı bence çok çok daha etki yaptı İran üzerinde, doğrudan İran’ın kalbine yönelik bir yaptırım kararıydı. Çünkü petrol satışı ve bankacılık sistemine yönelik bir yaptırım 
kararı. Bu yaptırım kararı İran’ı ciddi bir şekilde çıkmaza soktu hem petrol satışındaki rakamlara bakarsak ne kadar azaldığını veya önümüzdeki süreçte ne kadar azalacağını ve şimdi bir de İran’ın tabi ki gelirini ihracatının yüzde 80 85inin petrol doğalgaza bağlı olduğunu yani enerjiye bağlı olduğunu göz önünde bulundurursak bu yaptırım kararlarının ne kadar önemli olduğunu veya İran 
üzerinde nasıl etki yaptığını daha iyi anlayabiliriz. Eğer bir açılım süreci olmasaydı bu biraz daha ileri taşınacaktı çünkü batıdan gelen sese baktığımızda artık doğalgaz satışına yönelik de yaptırım kararlarının geleceği gündeme getiriliyordu. O açıdan mevcut yaptırımlardan zaten bir sıkıntı yaşayan İran’ın yeni yaptırımları engellemek ve mevcut yaptırımlardan kurtulmak için bir çıkış 
araması gerekiyor. Bu çıkış araması içinde bence çıkış için İran’daki cumhur başkanlığı seçimlerinin bir fırsat olarak değerlendirdi rejim. Akıllı bir yaklaşımdı Cumhurbaşkanlığı için 686 başvuru yapan oldu. Bunlardan sadece 8 tanesine anayasa kurucuları konseyi tarafından izin verildi. Bunun 2 tanesi seçim sürecinde biliyorsunuz çekildi ve geriye 6 tane kaldı. 

Burada öne çıkan aday Ruhani’ydi. Yani Ruhani’nin söyle bir özelliği var hem rejim güvenecek hem de rejime karşı tepkili olan kesimi sandığa çekecek bir aday olması gerekiyor. Yani ne şiş yanacak ne kebap. 
Böyle bir süreç devam ettirmek istediler. Ruhani öyle bir adam ki hem kum mezunu hem batı eğitimli. Yani hem batı diplomasisini bilen -geçmişte biliyorsunuz nükleer müzakerelerde de yer almış birisi - Hem de rejiminin de çok güvendiği birisi. Belki Hatemi ile arasındaki fark da budur. 

Çünkü Hatemi de reformcu olarak da adlandırılıyordu ama yeteri kadar dini lider ve liderlik tarafından destek bulmamıştı. Ama benim gördüğüm kadarıyla nükleer müzakereleri sürdürmesi için bu dosya Ruhani’ye verildi. Ruhani’nin şöyle bir artısı vardı 2009 seçimlerini göz önünde bulundurarak aslında Ruhani’yi ileri sürdüler gibi geliyor bana. Tabi buna katılırsınız katılmazsınız o tamamen sizin isteğinize kalmış bir şey. Fakat rejim bence burada iyi bir çıkış yakaladı. Hem kendisini güvende hissederek hem de seçim sürecinde ümidini kesmiş İran‘daki toplumu da sandığa taşıyabildi. Gerçi İran‘da herkes rejimle yatıp kalkmıyor. Gündelik olarak acaba benim hayatım nasıl düzelir beklentisi içinde genel kitle. Bu durum hemen hemen her rejimde böyledir. O açıdan bir değişim bir ışık yakalayabilir miyiz diye önce reformcu kesimi de sandığa taşıyabildiler Ruhani’yle birlikte. 

Rejimin güvendiği biri ama reformcuların da “Acaba bir çıkış yakalayabilir miyiz?” beklentisi ile bir ümit bağladığı biri olarak görüyoruz Hasan Ruhaniyi. 

O açıdan rejim bence seçimlerde sahaya çok yi bir aday sürdü gibi geliyor. Bu sadece iç baskıyı azaltmakla kalmadı İran üzerinde bi anlamda rejime kredi bitiyordu, halk içinde özellikle reformcu kanat diye adlandıracağımız kesim ve genç kesim arasında rejim Ruhani’yle birlikte aslında kredi süresini uzatmış oldu. 

Bir anlamda üzerindeki iç baskıyı ötelemiş oldu. Ruhaninin iç baskı anlamında rejime böyle bir katkısı oldu, şimdi birde dışarıya karşı kullandığı söyleme bakmak gerekiyor. Küresel sisteme daha yumuşak bir söylem. O devrimci vizyonu bir tarafa bırakmış bölgede komşularına karşı daha yumuşak bir söylem bir anlamda bakıyorsunuz aslında bu Ruhani’nin danışmanının Mahmut 
Seyyul Galem’in söyleminde de görüyorsunuz. Bir anlamda Türkiye’nin 2002 yıllarında Ak Parti dönemiyle birlikte biliyorsunuz o sıfır-sorun politikasına benzer bir politikanın ruhaniyle birlikte uygulanmaya çalışıldığını görüyoruz. İşte komşularına yönelik daha sert devrimci bir söylem rejim ihracı gündeme getiren söylem değil de daha işbirliği içinde olmak istediğini dile getiren bir cumhur başkanıyla karşı karşıya kaldık. Bunun aslında bölgesel istikrar açısından da önemli odluğunu düşünüyorum. Aynı zamanda küresel sisteme yönelik de olumlu mesajlar verdi. İran Ruhani’yle birlikte iç ve dış baskıdan kurtulmaya çalıştı aslında. 

Peki bunu başarabilir mi? 

Bunu süreç gösterecek ama Haziran 14’te seçimler oldu. Hazirandan bu yana yaşanan sürece baktığımızda aslında İran’ın bu yaklaşımının bu siyasetinin bu tavrının başarısız olduğu da söylenemez. Yani başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. O açıdan iç ve dış baskı daha çok ekonomik anlamdaki baskıdan bir çıkış arama süreci İran’ı batıyla yakınlaşmaya itti. 

Burada batıyla yakınlaşmaya itti derken batıyı iki perspektifte değerlendirmek lazım. Bir tanesi ABD İran yakınlaşması bir diğeri de 5+1 ile İran arasında devam eden süreç. ABD de buna olumlu cevap verdi biliyorsunuz BM Genel Kurul toplantısında işte son gün Ruhani ile Obama’nın görüşmesinde 
taraflar birbirlerine sıcak mesajlar. Bunların süreci daha da hızlandırdığını görüyoruz. 

İran şunun farkındaydı: bu çıkışı yakalaması için çıkış yapabilmesi için mutlaka 
yaptırımlardan kurtulması gerekiyor. Bu yaptırımlardan kurtulmadığı sürece ve yeni yaptırımları engellemediği sürece İran ideolojik, devrimci vizyondan küresel vizyona geçemeyeceğini bu sıkıntılardan kurtulamayacağını biliyordu. O açıdan benim takip ettiğim kadarıyla zor da olsa İran batıyla ABD İran veya 5+1 arasındaki süreci zor da olsa ileri noktaya taşınacağını düşünenlerdenim. Çünkü İran’daki rejim bu konuda kararlı gözüküyor. İşte bu sıkışmışlık İran’ı masaya getirdi. Peki, İran madem sıkıştı batı karşılık vermeseydi diyenler var. Yani madem süreçten sonuç alınıyor. Hayır o kadar da kolay sonuç alınamıyor batı da ciddi bir çıkmazla karşı karşıya. Çünkü batının amacı şu; İran’ı nükleer program dan vazgeçirmek. 79’dan sonraki sürece bakarsak rejimi cezalandırma düşünceleri vardı. Ama daha sonraki süreçte nükleer programın gündeme gelmesiyle birlikte bunu engelleme çabalarının olduğunu dile getirdiler. Peki yaptırım kararıyla bunu engelleyebildiler mi? Engelleyemediler. Hatta bırakın İran daha denetimsiz şekilde nükleer programını mümkün olduğu kadar daha ileri noktaya taşıma yolunda ileri adımlar attı. O açıdan, madem yaptırımlarla engelleyemiyorlar peki askeri bir müdahaleyle engelleyebilecekler mi? Bunun da çok zor olduğu görünüyor. Niye zor olduğu görünüyor çünkü ABD’nin dış 
politikasında özellikle Ortadoğu’ya yönelik politikasında ciddi değişimin olduğu görünüyor. 

Nedir bu değişim? 

İşte 2000lerin başında oğul Bush döneminde ABD inanılmaz güç dağıttı. Yani 
kontrolsüz güç kullanımıyla birlikte aslında ABD kendi askeri ekonomik ve siyasi sınırlarını ortaya koydu. Dünya bunu gördü. Hem ABD’nin müttefikleri bunu gördü hem de ABD’nin rakipleri bunu gördü. Yani burada kastettiğim Çin veya sorun yaşamış olduğu diğer ülkeler Rusya ve İran. ABD’nin sınırlılığını ve sınırının ne olduğunu gördüler. Şimdi Obama döneminde Bush döneminde dağılan gücü tekrar toparlamaya çalışıyorlar. 2011 yılının aralık ayının sonu itibariyle Iraktan çekilen bir ABD var. Burada muhalif güçlerini çekiyor tabi bağlılığı devam ediyor siyasi ve ekonomik bağlılığı. 2014 yılında Afganistan’dan askerlerini çekmeyi düşünüyor. Suriye konusunda da dikkat edelim ABD güç kullanamayacağını gösterdi. Yani bunun bölgesel ve küresel sonuçları oluyor. İşte İran bunu gördüğü için baktı ki Suriye’de kimyasal silah kullanıldığında bile 
müdahale etmekten geri duran bir ABD tutup İran’a mı bir askeri müdahalede bulanacak. 

 Öyle İran’a bir askeri müdahalede bulunmak her baba yiğidin harcı değil onu bir defa söylemekte fayda vardır diye düşünüyorum. Çünkü 75 milyonluk bir ülke bölgesel etkisini de göz önünde bulundurduğunuz zaman bölgeyi cehenneme çevirir. Bu ABD’nin tek taraflı yürütebileceği bir süreç değil. AB’nin yani ABD’nin müttefiklerinin mevcut durumunu göz önünde bulundurduğumuzda aslında bunun imkânsız olduğu göründü. O açıdan masaya oturmaktan, diplomasiden başka yol kalmadı. 

    İran’ın ekonomik anlamda başarısızlığı veya birileri tarafından başarısız kılınması ve batının da bu çıkmazları aslında iki tarafı masaya getirdi. Ama iki tarafı masaya getirmesi farkındaysanız buraya gelene kadar sorun yaşayabilir ama ben masaya getirdikten sonra İran’ın başarılı olduğunu düşünüyorum. Düşünsenize masanın bir tarafında İran diğer tarafında dünyanın 6 önemli ülkesi. Yani BM güvenlik konseyinin daimi 5 üyesi ve Almanya. Yani diplomatik açıdan, İran açısından bunun başarı olduğunu düşünenlerdenim. Peki, neyi değiştirir bu? Çok şey değiştirir. 

Eğer İran batı yakınlaşması sonuç verirse sert bir şekilde söyleyeceğim bunu ben bölgesel deprem olacağını düşünenlerdenim. Bölgede siyasi deprem olur. Yani Arap Baharı sürecini hesaplayalım bu bile bir depreme sebep oldu. Ben bunun da ciddi bir depreme sebep olacağını düşünenlerdenim. Bu yargıya varmamın sebebi şu; 79’dan sonra bölgedeki devletlerin dış politikaları İran karşıtlığı 
üzerinden inşa edildi. Maalesef sağlıksız bir inşa süreciydi bu. Hatırlayalım, 79’da İran devrimi 80’de Saddam’ın İran’a saldırması ve 81’de Körfez İşbirliği Örgütü’nün kurulması. Bunlar İran’ın rejim ihracı politikasına karşı kurulan; yani hem bölgenin tüm siyasi yapısı hem de bölgedeki devletlerin dış politikaları devrimci yani dini İran karşıtlığı üzerine inşa edildi. Hakeza 79’da devrim 80’de askeri darbe Türkiye’deki. Yani bu darbeyi sadece iç saiklerle açıklayamıyorum ben. Çünkü 80 darbesinden sonra Türkiye’de eğitim sistemi bazlı olaylar, solcu aydınların öldürülmesi… Bu sürece baktığınız zaman aslında İran’daki rejim üzerinden Türkiye’yi batı ekseninde tutmaya yönelik bir sürü şeylerin yapıldığını görüyorsunuz. Bırakın dış politikalarını bazı ülkelerin iç politikalarını da İran karşıtlığı üzerine inşa ettiler. Peki, o zaman şimdi batı İran’a yakınlaştığı zaman burada siyasi bir çözülme olacak. Bu kaçınılmaz olarak siyasi çözülme olacak. 
Yani Körfez İşbirliği Konseyi kendini tekrar gözden geçirmek zorunda kalacak. Türkiye kendi mevcut iç ve dış politikasında bazı değişiklikler yapmak zorunda kalacak. Bu açıdan batıyla ilişkilerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalacak. Nitekim bunlar gündeme gelmeye başladı. 

Bunun en çarpıcı örneği birkaç ay önceydi galiba 3 ay kadar oldu İsrail’de Hares Gazetesi’nde bir haber yayınlanmıştı. 29 tane Arap lideri dış işleri bakanlarının tamamının olduğu söylendi. Suudi Arabistan’ın kralının oğlunun olduğu söylendi. Abu Dabi’de bir salonda toplanıyorlar. İsrail cumhurbaşkanı Simon Peres yüzlerine bakmadan bir-buçuk, iki saat konferans veriyor. Yani bu neyin sonucudur. Bu İran batı yakınlaşmasının sonucudur çok bariz bir şekilde. Düşünebiliyor musunuz yani İsrail cumhurbaşkanının kalkıp Araplara 1,5, 2 saat konferans vermesini nasıl yorumlayabilirsiniz. Ben açık söylemek gerekirse bunun İran batı yakınlaşmasının bir sonucu olduğunu düşünüyorum. 

2. olarak Türkiye yansımasıyla ilgili birkaç cümle söyleyeyim. İran-batı yakınlaşmasının ben Türkiye’nin faydasına olacağını düşünenlerdenim. Bir kısım, bunun Türkiye’nin aleyhine olacağına düşünüyor. Benim de anlayamadığım şu; İran ile batı kötüyse Türkiye’nin aleyhine oluyor diyenler, İran’la batı yakınlaş ması da Türkiye’nin aleyhine oluyor diyorlar. Ben de diyorum ki siz ne diyorsunuz artık bir karar verin. Hem diyorsunuz ki İran’la batı kötü olduğu zaman Türkiye’nin aleyhine hem de diyorsunuz ki İran’la batı yakınlaşsa bu da Türkiye’nin aleyhine. Yani Türkiye’nin lehine olan hiçbir şey yok mu? O açıdan benim gördüğüm kadarıyla İran’la batı kötü iken Türkiye’nin açmazı şu idi; komşuyla durmuş olduğu yer arasında sorun oluyordu. Yani batı müttefikisiniz bu ekonomik anlamda batıyla birliktesiniz OECD den bahsetmek istiyorum. Askeri alanda NATO üyesisiniz. Siyasi anlamda batı ittifakındasınız. İran da batıyla sorunlu. 

Bu Türkiye İran’la bazı anlaşmalar gündeme geldiğinde biliyorsunuz 2010 da çok gündeme gelmişti: “eksen mi kayıyor?” tartışmaları gündeme geldi. Artı enerji açığı olan bir ülke İran’la enerji anlaşmaları imzalamak zorunda kaldığında ciddi açmazla karşı karşıya kalıyor. Hatta bunun bazı ekonomik süreci götürmek için farklı süreçlerin de takip edildiğini 17 Aralık sürecinde bunu daha iyi gördük 
biliyorsunuz. Halk Bankası ve bazı insanların gündeme gelmesini de bu perspektifte değerlendirebiliriz diye düşünüyorum. Ben İran’la batının yakınlaşmasının Türkiye’nin lehine olduğunu düşünüyorum. Çünkü İran, Türkiye’nin şöyle bir artısı var bunu Türkiye propagandası yapmak için söylemiyorum bölgedeki bütün ülkelerin sattıkları İran’ın sattıklarıyla aynı. Yani 
bütün bölge körfez ülkeleri hepsine bakın bütün komşularımız enerji ihraç eden ülkeler. Türkiye de enerjiye ihtiyacı olan bir ülke. Yani Türkiye’nin yerini Ortadoğu’da - ticari çeşitlilik olarak söylüyorum- dolduracak bir ülke yok. Yani siz İran’dan almadığınızı Iraktan alabilirsiniz veya körfez ülkelerinden alabilirsiniz. Yani körfez ülkeleri ne satıyorsa büyük oranda İran da onu satıyor. Körfez ülkelerinin Arap ülkelerinin neye ihtiyacı varsa İran’ın da ona ihtiyacı var. Ama Türkiye bunun tam tersi. Türkiye’nin enerjiye ihtiyacı var ve üretmiş olduğu malları satmak istediği pazara ihtiyacı var. O açıdan Türkiye’nin burada sui-generis bir durumu var aslında Ortadoğu’da. O açıdan bu yakınlaşma bence Türkiye’nin ekonomik anlamda ve enerji açığını kapatma anlamında inşallah sonuç verir bu İran batı yakınlaşması. Hem de Türkiye’nin üretimdeki 
çeşitliliğinde bir pazara ihtiyaç doğacak yani benim kastettiğim şu; Balkanlar’ dan bakın yakın çevresinde üretim çeşitliliği anlamında Türkiye’nin yerini dolduracak bir ülke göremiyorum. O açıdan şöyle bir şey olabilir. Türkiye’ye, diyorlar ki İran belki çok güçlü bir şekilde ortaya çıkan bu siyasi rakip olur”. Siyasi rekabet Türkiye ile İran arasında her zaman olur. Bu Selçuklular 
döneminde de vardı Osmanlılar döneminde de vardı ilerde de olacak. Ama Türkiye ile İran rakip olmalarına rağmen birbirleriyle barış içinde bu ilişkiyi sürdürebilme tarihsel deneyimine sahipler. 

   O açıdan ben bunun ilerde de devam edeceğini düşünenlerdenim. Sadece bölgesel Kürt yönetiminin bile Türk ekonomisi için son 10 yılda açmış olduğu alanı göz önünde bulundurun. 

Çünkü orada 5 milyonluk bir nüfus bile son yıllarda ekonomik anlamda inanılmaz bir kapı açtı. 

Peki, 75 milyonluk bir İran’ın Türk ekonomisinde açacağı bir kapıyı göz önünde bulundurmak gerekiyor. Enerji kısmını bir tarafa bırakıyorum. O açıdan ben bu İran batı yakınlaşmasının Türkiye açısından faydalı olacağını düşünüyorum. Bir şey daha var dünyayla ve küresel/bölgesel sistemle kavgalı bir İran bölgede sorun çıkartır. Demek istediğim şu var; İran’ı iyi okursanız görürsünüz 
ben düzen kurmuyorsam düzen kurdurmam kardeşimdir yani bu tavrı vardır. 

O açıdan bölgesel ve küresel sistemle barışık ve devrimci vizyondan küresel vizyona geçmek isteyen İran daha sorumlu bir üye olarak davranacağını ben düşünüyorum açıkçası. 
Benim yaklaşımım bu teşekkür ediyorum sabrınız için. 

V. GERİLİMDEN STRATEJİK İŞBİRLİĞİNE? SON ON YILDA TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİNİN DÖNÜŞÜMÜ

YRD. DOÇ.DR. BAYRAM SİNKAYA 

İlk olarak; Türkiye İran ilişkilerinde gerilim mi vardı ki diye sorulabilir ya da Türkiye İran ilişkileri ne zaman stratejik işbirliğine evirildi diye de sorulabilir. Aslında Türkiye İran ilişkilerinin bugün geldiği noktayı tam olarak stratejik işbirliği şeklinde ifade edemeyiz ama bu yönde önemli adımlar atıldığını da belirtmek gerekiyor. Türkiye İran ilişkilerinin bugüne nasıl geldiğine bakmak için 
başlangıç noktası olarak 1998’i alabiliriz. 1998’de Türkiye ile İran arasındaki ekonomik işlemlerin, ticari işlemlerin toplam hacmi 600 milyon dolar. Bugün Türkiye İran ticari ilişkileri 15 milyar doları aşmış durumda. Yani artık kaç kat büyüdüğünü siz hesap edin. Keza 1998’de İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın bir İran gezisinde; klasöründe İranlıların destek verdiği teröristlerin listeleri bu teröristlerin İran’daki kamplarının listeleri, tedavi oldukları hastanelerin listeleri, 
İran’daki bağlantıların listeleri vardı. 1 ay önce Başbakan Erdoğan İran’a gittiğinde ise onun dosyası çok daha farklıydı. Onun dosyasında ticari ilişkiler nasıl geliştirebilir serbest ticaret anlaşmasının imzalanması yüksek düzeyli işbirliği anlaşmasının imzalanması vs. gibi bilgiler mevcuttu Yani; gündem tamamen değişmiş durumda. 

Keza yine 1998’de Ankara ve Tahran’da Türkiye ve İran’ın büyükelçileri yoktu. Neden yoktu? Önceki aylarda Türkiye’de 28 Şubat krizinin de etkisine bağlı olarak 2 ülkenin elçileri karşılıklı olarak çekilmek zorunda kalmışlardı. 

İstenmeyen adam ilan edilmedi ama elçiler çekilmek durumunda kaldı. Bugün ya da bir ay önce Başbakan Erdoğan Tahran’a gittiği zaman yüksek düzeyli işbirliği anlaşmasını İran’la yüksek düzeyli işbirliği konseyinin kurulması doğrultusunda bir bildiri hazırladılar. Böyle bir niyet ortaya koydular. Yani bu 3 başlıkta baktığımız zaman hem güvenlik perspektifinden hem ekonomik perspektiften hem de siyasi perspektiften aslında gerçekten gerilimden daha yoğun bir işbirliğine, bu stratejik işbirliği olmasa bile daha yoğun bir işbirliğine geçildiğini net olarak görüyoruz. O zaman söyle bir soru karşımıza çıkıyor: 
Türkiye İran ilişkilerindeki bu ilerlemeyi nasıl açıklayacağız? Belirgin bir dönüşüm var. 
Bu dönüşümü nasıl açıklayacağız? Bu dönüşümü açıklamak için literatürde kullanılan farklı yaklaşımlar var. Bugünlerde daha revaçta olan bir yaklaşım; birincisi bazı Acem ajanlarının Türkiye’deki hükümet çevrelerine sızdığı ve onların da dolayısıyla İran’ın suyuna gittiği için Türkiye İran ilişkilerinin ilerlediği yönünde ki ben bunu tartışmaya gerek bile görmüyorum. Ama daha ciddiye alınabilecek yaklaşımlar ve literatürde öne çıkan yaklaşımlar var hocalarımız da tarihe sık sık referans verdiler. Türkiye ve İran tarihsel olarak işbirliği ve gerilim arasında, işbirliği ve çatışma arasında gidip geliyor. Türkiye ile İran arasındaki iyi ilişkileri ele aldığımız zaman ya da siyasetçiler iyi ilişkilerden konuşacakları zaman hemen 1639 Kasrı Şirin’e kadar giderler. O zamandan bu zamana Türkiye İran sınırları hiç değişmemiş her şey güllük gülistanlık çok güzel ilişkiler var. Ama Türkiye İran ilişkileri bozulduğu zaman ise Safeviler’e kadar gideriz. Zaten 
Osmanlı ile Safevi’nin arasında Türkiye’yle İran’ın arasında yapısal fark var, ideolojik fark var, dinsel ve mezhepsel olarak fark var. Bunlar sürekli rekabet halindeler. Dolayısıyla bu rekabet tekrar su yüzüne çıkıyor. Ama tarihsel olarak görülen bu yaklaşımların aslında ikisinin de tarihsiz olduğunu ve basit anlatılar olduğunu görüyoruz. Çünkü onlar belirli ölçülerde gerçeğin bir kısmını 
yansıtabiliyor ama ilişkilerdeki değişimi bize açıklayamıyor. Yani eğer mezhep meselesi ya da ideoloji farkı meselesi Türkiye İran ilişkilerinde bir gerilim sorunuysa bir çatışma sorunuysa neden arada işbirliği yapabiliyorlar. Ya da Türkiye ile İran tarihsel olarak zaten hep işbirliği yapmaya eğilimli ise arada bu gerilimler neden ortaya çıkıyor. Bu değişimleri açıklayabilmek için daha farklı 
bir yaklaşım kullanmamız gerekiyor. Keza son zamanlarda coğrafya kullanılıyor, Türkiye ve İran’ın jeopolitik konumu ve jeo-stratejik kaynakları kullanılıyor. Türkiye gelişmekte olan bir ülke, enerjiye ihtiyacı var İran’da enerji zengini bir ülke, petrol ve doğalgaz ihraç ediyor. Dolasıyla bunların ikisinin işbirliği yapmasından daha doğal bir şey yok. Ama İran’da doğalgaz kaynakları 
yeni keşfedilmedi. İran’da petrol daha öncede vardı, 1990’larda da vardı. O zaman bu yaklaşımda bize son 10 yılda Türkiye İran ilişkilerinde ki ilerlemeyi anlamamıza yardımcı olmuyor. Türkiye İran ilişkilerindeki ilerlemeyi anlamak için belki ilişkileri bağlamına oturtmak bağlamsallaştırmak ya da dönemselleştirmek gerekiyor. Kendi dönemi içerisinde her alt dönemin kendi siyasi konjonktürü sosyal ekonomik koşulları bölgesel ve uluslararası siyasetin genel durumunun ayrıca incelenmesi gerekiyor ve daha detaylı analiz edilmesi gerekiyor. Dolasıyla 1990’larda sadece Türkiye İran ilişkileri kötü değildi uluslararası siyaset ve uluslararası siyasetin bölgedeki etkileri Türkiye ile İran arasındaki ilişkileri olumsuz etkiliyordu. Keza iki ülkenin en önemli sorunları güvenlik sorunlarıydı. Bu da ister istemez iki ülke ilişkilerini olumsuz etkiliyordu. Güvenlik 
sorunları öne çıkınca bu küreselleşme öncesi dönem biraz Soğuk Savaş’ın kalıntıları ve güvenlik bürokrasisi etkili oluyor. Karşı taraf da artık daha realist bir bakış açısıyla gelen tehditleri önleme arayışı çerçevesinde çeşitli hamleler yapıyor ya da dış politika biraz da Türkiye’nin güvenliğinin korunmasına indirgenmişti ve İran’da da benzer bir yaklaşım vardı. Ama 1990’ların ortalarından 2000’lere doğru geçtiğimiz zaman bu şartlarda bazı değişiklikler görüyoruz. Her şeyden önce iki ülkedeki siyasal liderlik büyük ölçüde değişti ama Türkiye İran ilişkilerinin değişimi AK Parti’yle başlamadı. İsmail Cem’in Dış İşleri Bakanlığı sırasında başladı. Yani aslında Türkiye İran ilişkilerinin dönüm noktası 2000’dir. Ahmet Necdet Sezer’in Tahran gezisiyle başlamış ve ilk defa büyük bir iş adamı heyeti Cumhurbaşkanı’nın ziyaretine eşlik etmiştir. O ziyaret sırasında İran’da Tahran Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı bölümü açıldı ve ilişkiler yavaş yavaş çeşitlenmeye başladı. Bu konuyla ilgili Mustafa Aydınlar’ın çok güzel bir makalesi vardı; Ortadoğu’da özellikle Türkiye’nin dış politikasında siyaset mi ekonomi mi daha belirleyici şeklinde. 2004-2005 tarihli bu makalede siyasetin Türkiye’nin ekonomik ilişkilerinin de ekonomik dış ilişkilerinin de belirleyici olduğu yazılır. Genel argüman budur. Gerçekten de Türkiye İran ilişkilerine baktığımız zaman siyasi ilişkiler kötüyken ekonomik ilişkiler de dibe vurmuştur. 1998 örneğinde olduğu gibi. Ama siyasi ilişkiler ilerlemeye başlayınca ona paralel olarak ekonomik ilişkiler de ilerliyor. Yalnız son zamanlardaki gelişmeler bu konuda da yavaş yavaş bir değişim yaşadığımızı gösteriyor. Buna tekrar sonuç kısmında gelmek istiyorum. 

Türkiye İran ilişkilerinin dönüşümünü tartışırken her iki ülkede de zihniyet dönüştü. Dış ilişkilere bakış zihniyeti dönüştü. Belki biraz küreselleşmenin etkisiyle belki biraz iki ülke arasındaki güncel güvenlik sorunlarının çözümlen mesi sayesinde bu stratejik zihniyetin dış politikaya bakışının değiştiğini görüyoruz. Dış politikaya bakışın değişimi 2001 tarihli bir MGK zirvesinde çok net olarak görülüyordu. Orda artık bütün komşularla iyi ekonomik ilişkilerin tesis 
edilmesi bu suretle Türkiye’nin güvenliğine katkıda bulunulması yönünde bir yaklaşım ortaya çıkmıştı. Bu yaklaşım daha sonraki Ak Parti dönemlerinde de daha liberal bir ekonomik dış politika ya da Kemal Kirişçi’nin tabiriyle Türkiye’de ticaret devletinin yükselmesine bağlı olarak Türkiye’nin dış politika öncelikleri değişmeye başladı. Önceden üst düzey ziyaretler yapıldığı zaman savunma bakanı ya da diğer güvenlik bürokrasisinin önde gelen isimleri ve birkaç asker bu ziyaretlerin vazgeçilmez üyeleriydi. Şimdi ziyaretlerde ekonomi bakanını görüyoruz, enerji bakanını görüyoruz ve iş adamlarını görüyoruz. Yani ekip tamamen değişti stratejik düşüncenin stratejik zihniyetin iki ülkenin uluslararası ilişkilere bakışının değişmesine paralel olarak dış politika yapıcılarda da bazı değişiklikler olduğunu görüyoruz. Nitekim bu çerçevede de önemli adımlar atıldı ama bu haydi biz ilişkilerimizi değiştirelim geliştirelim demekle olmuyor bazı 
sorunların çözülmesi gerekiyor. Gerçekten iki ülkede de 2001 yılında bu yönde olumlu bir ilerleme vardı. İran’da Hatemi hükümeti işbaşındaydı. Türkiye’de Ecevit yönetimi daha sonra AK Parti iktidara geldi. Üst üste güvenlik sorunlarının aşılması yönünde; mesela 1990’larda İran Türkiye ilişkilerinde en önemli sorunu Hizbullah’tı. Ya da Türkiye’deki İslamcı gruplara İran’ın destek verdiği iddiasıydı. Bu 2000’li yıllarda yavaş yavaş gündemden düştü. Keza PKK meselesi; İran’ın 
2001 yılına kadar PKK’yı aktif olarak desteklediği Türk resmi makamlarınca sürekli iddia edildi. Ama bu sırada da PKK da sürekli transformasyon geçirdi. Hatırlayacaksınız; isimler değiştirdi. Bu sefer PKK’nın terörist örgüt olarak tanınması gündeme gelmişti. İran’ın tanımaması uzun süre tartışıldı ama nihayet İran bu yönde adım attı ve Türkiye’nin PKK ile mücadelesinde Türkiye’ye destek vermeye başladı. Bu ikili ilişkilerin önündeki en önemli sorunlar güvenlik sorunları ortadan kalkınca stratejik zihniyetinde değişimine bağlı olarak ideolojik ayrılıkları bir kenara bırakarak işbirliği yapabilecekleri ticareti geliştirebilecekleri ya da her iki ülkenin de çıkarlarını gözeteceği noktalara yoğunlaşmaya başladılar ve bu çerçevede yavaş yavaş ekonomik ilişkiler gelişmeye başladı. Ben bu süreci Türkiye İran ilişkilerinin rasyonelleşmesi olarak adlandırıyorum. 

Bu rasyonelleşmeye bağlı olarak Türkiye İran ilişkilerinde yapısal bir değişiklik oldu. Türkiye İran ilişkileri çeşitlendi. 1990’larda hatta 1980’lerde Türkiye’nin dış politikasından bahsederken yine güvenlik öne çıkıyordu ve siyasi ilişkiler öne çıkıyordu. Ama artık Türkiye’nin dış politikasından bahsederken siyasi ilişkilerinin yanında ekonomik ilişkiler daha ön plana çıkmaya başladı ve kültürel ilişkiler öne çıkmaya başladı. Türkiye’nin dış politikasının dönüşümüne paralel olarak AK Parti’nin de dış politika da dönüştürücü etkisiyle birlikte ilişkilerin çeşitlendiğini görüyoruz. Nasıl çeşitlendi? Kültürel ilişkiler öne çıktı, iktisadi ilişkiler öne çıktı, 
ticari ilişkiler öne çıktı ve ilişkiler çok boyutlu bir hal aldı. Bu çerçevede bölgesel ilişkilere özellikle dikkat etmek gerekiyor. Önceden bölgesel meselelerle ulusal meseleler ya da ikili meseleler çok iç içe geçiyordu ve bölgede rakipsek düşmansak bu ikili ilişkiler doğrudan olumsuz etkileniyordu. Ama rasyonelleş meye, çeşitlenmeye ya da kompartmanlaşmaya paralel olarak iki ülke bölgesel gerilimleri bir kenara bırakıp işbirliği yapabilecekleri alanlara odaklanmaya başladılar. Mesela kültürel konuda kriz çıksa da ya da siyasi konuda kriz çıksa da ekonomik ilişkiler ilerlemeye devam etti. 

Son olarak bunu Arap Baharı - Suriye meselesinde çok net gördük. Türkiye ve İran Suriye üzerinden çok net şekilde karşı karşıya geldi Türkiye İran ilişkilerinin bu rasyonelleşmesi ve çeşitlenmesi ya da kompartmanlaşması süreci, Suriye üzerinden adeta test edildi. Ama baktığımız zaman Türkiye İran ilişkileri Suriye üzerinde en çok gerildiği dönem 2011-2012 yılları arası. 

Bu dönemde Türkiye İran ekonomik ilişkilerinin 22 milyar dolara yaklaştığını görüyoruz ve artmaya devam ediyor. Bu durum artık Mustafa Aydınlar’ın hipotezinin değişmeye başladığını gösteriyor. İlişkilerde çeşitlenmeye paralel olarak ekonomik ilişkiler siyasal ilişkilerden yavaş yavaş ayrılmaya başladı. Belki bu tespit için erken ama bu yönde bir eğilim olduğunu görüyoruz. İsrail ile de aynı şekilde Irak ile de aynı şekilde. Türkiye Irak siyasi ilişkileri adeta dibe vurdu ama ekonomik ilişkiler gelişmeye devam ediyor. Bu değişim çerçevesinde; Türkiye İran ilişkilerinin ilerlemesi ve geleceği açısından yüksek düzeyli anlaşmanın imzalanmasını çok önemli görüyorum. Ben sözü burada bakıyorum. 

Teşekkür ederim. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder