15 Şubat 2020 Cumartesi

2000’Lİ YILLARDA TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİNİ BELİRLEYEN DİNAMİKLER BÖLÜM 1

2000’Lİ YILLARDA TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİNİ BELİRLEYEN DİNAMİKLER BÖLÜM 1



ÖĞRETİM ÜYESİ
Doç. Dr. Ferhat PİRİNÇÇİ*
T.C   ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ YÜKSEK LİSANS


Muhammet Kağan Güney,**
BURSA  MAYIS 2015
T.C   ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ ULUSLARARASI İLİŞKİLER BÖLÜMÜ YÜKSEK LİSANS

İÇİNDEKİLER

ÖZET 1
Giriş 1

BİRİNCİ BÖLÜM 3

İSRAİL TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE İŞBİRLİĞİ 3

1.İşbirliği Sebepleri 3
1.1.Irak’ta Artan İran Etkisi 4
1.2. Hamas Faktörü 5
1.3 Bölgesel Dinamiklerin Değişimi ve Yalnızlaşma Etkisi 6
1.4.Doğu Akdeniz’deki Gelişmeler 7
1.5 ABD Faktörü 7
1.6 Ticaret ve Turizm 8
1.7 Ermeni İddialarının Etkisi 9

İKİNCİ BÖLÜM 10

TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİNDE ÇATIŞMA SEBEPLERİ 10

2. Türkiye’nin İsrail ile İlişkilerinde Çatışmaların Dinamikleri 10
2.1 Aşırı Sağ Partilerin Başa gelmesi 10
2.2  2000’lerin Başında Sert Söylemler 12
2.3 İsrail’in Kuzey Irak Politkası 14
2.4. El Aksa İntifadası 14
2.5. İsrail’in Lübnan Müdehalesi 15
2.6 İsrail-Suriye Arasındaki Arabulucuğun Bitmesi 16
2.7 Davos Krizi 17
2.8 Medya Etkisi ve Alçak Koltuk Krizi 18
2.9. Mavi Marmara Saldırısı ve Palmer Raporu 18

SONUÇ 20

KAYNAKÇA………………………………………………………………………………………………………………………………………………….23


Özet;

1990’lı yılların Türkiye-İsrail ilişkilerinde işbirliği ve ortaklık zeminde geliştiğini ve bunun temel sebebinin iki ülkenin dış politika algılarının güvenlik tehditi üzerine olduğunu görürüz. Türkiye’nin İran, Suriye ve Irak’tan algıladığı tehditlerin, İsrail’in Arap devletleri ve İran arasında Ortadoğu’da yalnız olduğu algısı, bu iki devleti 2000’li yıllar öncesinde işbirliği yapan stratejik ortak temelinde bir araya getirmiştir. İlişkileri çatışmaya götüren faktörlere bakıldığında ise Türkiye’nin kimlik politikasını bir Ortadoğu ülkesi veya halkı müslüman olan ülke olarak oluşturduğunda uyguladığı İran ve Arap devletleri ile işbirliğine dayalı bölgesel politikalar ve Filistin sorununda sert söylemleriyle uluslar arası boyutta da dikkat  çeken İsrail karşıtı siyasetin etkili olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Bu bağlamda ilişkiler ele alındığında, 1990’yılları daha çok işbirliği temelinde ele alınabilecekken, 2000’li yıllarda ise ilişkilerin normalleşme zemininde ilerlediğini görürüz. Mavi Marmara saldırısı sonucu çatışma adına tarihinin en kötü sürecini yaşayan Türkiye-İsrail ilişkilerinin, Ortadoğuda’ki başta Arap Baharının sonuçları ve İran’ın sahadaki yoğunlaştırdığı Şii temelli mezhepsel politikalarıyla artan etkinliği gibi gelişmeler dolayısıyla yeniden normalleşme sürecine girmesi öngörülmektedir.  

Giriş

2000 yılından başlayarak gerginlik ve işbriliği hususlarında ele alınacak olan Türkiye İsrail ilişkilerinin bu yıllardaki niteliğinin daha iyi anlaşılması ve gelecek için öngörülerde bulunabilmesi için 1990’lı yıllardaki ilişkilerin boyutunu da göz önünde bulundurmamız gerekir. Hatta İsrail’in kuruluşundan bu yana yaşanan gelişmeleri bilmek bize günümüzdeki ilişkileri, ilişkilerin dinamiklerini, sebeplerini ve sonuçlarını anlamamızda faydalı olacaktır. Her ne kadar bu iki devlet de dış politikalarını rasyonel ve pragmatik çizgide üretiyor ve uyguluyor olsa da tarihsel süreçte gelişen olaylar bu iki devletin ve halklarının zihninde oluşturduğu algılar, bu ülkelerin birbiri ile olan ilişkilerine etki etmektedir.
Tarihsel arka plana baktığımız takdirde, bilindiği üzere Türkiye, Filistin sorununda yalnızca ulusal konjüktürde değil uluslar arası camiada da hassasiyetini samimiyetle dile getirmiş, ve bununla kalmayıp hemen her gelişmede İsrail’in karşısında Filistinlileri desteklemiştir. Bu noktada Türkiye’nin Ortadoğu’da hareket sahasını daraltan gelişme ise İsrail devletinin batılı ülkelerce insiyatif alınarak kurulması olmuştur. Ardından bilindiği üzere Türkiye 1949’da İsrail’i tanıyan halkının çoğunluğu müslüman olan ilk ülke olarak, Arap devletleri arasında edindiği kötü izlenimle, ilerleyen yıllarda Ortadoğu’da uygulaması çok da kolay olmayan bir denge poltikası izlemek zorunda kalacaktır. Bunu Türkiye’nin içinde bulunduğu uluslararası birlikteliğin getirdiği zoraki bir sonuç olarak ele almak yanlış olmayacaktır. Tam da bu noktada Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Kurulu’nda Filistin’in bölünmesini uygun gören politikaya karşı çıkması her ne kadar Türkiye’nin Filistin konusundaki hassasiyetini uluslararası camiada göstermiş olsa da Türkiye-İsrail ilişkileri, özellikle Arap dünyası ile olan ilişkilerden dolaylı inişli çıkışlı bir seyir gerçekleştirecektir.
İsrail ile yaşanan ilk kriz 1956 yılında Süveyş Kanalının işgali ile yaşanmış olup iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler ilk defa maslahatgüzarlık seviyesine inmiştir ve bu durum 1980 yılına kadar devam etmiştir. Daha sonrasında İsrail’in işgal ettiği topraklardan çıkması her ne kadar ilişkileri yumuşatsa da 1967 yılında başlayan ikinci Arap-İsrail Savaşları ile ilişkiler yeni bir gerginlik dönemine girmiştir. Bu gelişmede Türkiye İncirlik Üssü’nü Amerikan uçaklarına kapatarak ve Arap devletlerine silah yardımı yapılması noktasında yardımcı olmayarak tarafsız kalmaya çalışmıştır. Türkiye, Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) 1975 yılında FKÖ Siyasi Büro Şefi Faruk Kaddumi’nin Ankara’yı ziyaret etmesi sırasında tanımışır. Mayıs 1976’da İstanbul’da yapılan İslam Konferansı Örgütü toplantısı esnasında FKÖ’nün Ankara’da temsilcilik açmasına izin vermiş olup ve ilişkilerin ivme kazanmasını sağlamıştır. FKÖ lideri Yaser Arafat’ın Ankara’yı ziyaret ederek Ecevit ile görüştüğü 1979 yılında Filistinli gerillaların görevli iki Türk polisini öldürmesi ve sonrasında Ankara’daki Mısır Büyükelçiliği’ni işgal etmesi büyük tepki toplasa da, Türkiye’deki FKÖ temsilciliği faaliyetlerine fiilen devam etmiştir.  1973 yılında patlak veren üçünü Arap-İsrail Savaşında ise Türkiye İncirlik Üssünü yine ABD’ye açmamış olup bu sefer Rusya’ya hava sahasını kullanmasında karşı çıkmayrak Arap ülkelerine yapılan yardıma izin vermesi ikinci Arap-İsrail Savaşında nfarklı bir tutum sergileyerek taraflılığını gösteren bir ibare olmuştur.  1980 yılına ilişkiler, İsrail’in Doğu Kudüs’ü ilhak etmesi ve burayı batısı ve doğusu ile “bölünmez  ve ebedi başkent”  ilan etmesi ile gergin girmiştir. Bunun üzerine de Türkiye Doğu Kudüs’teki Başkonsolosluğunu geçici olarak kapatmıştır. Bununla birlikte 1980’li yıllarda Türkiye, Birleşmiş Milletler’de Filistinlilerin haklarını koruyan tasarılara da olumlu yönde adım atmakla kalmayıp, FKÖ’nün 1988’de ilan ettiği Filistin Devletini Arap ülkelerinden daha önce tanımıştır. Bu gelişmelerin yanısıra, İsrail’in 1982 yılında Lübnan’ı işgali sırasında ve bu bölgedeki FKÖ içinden destek alan ASALA ve PKK ile ilgili Türkiye ile istihbarat paylaşımı içine girmesi, iki devlet arasındaki ilişkileri işbirliği üzerine temellendirmeye başlamıştır. Bu işbirliği daha sonra 1990’lı yıllarda özellike 1991 Körfez Savaşı sonrasında iki ülkenin de başta “güvenlikçi” yaklaşımları sebebiyle ortak çıkarlar bağlamında daha da gelişmiştir. 1990 lı yıllarda ilişkilerde görülen “yumuşamanın” bir diğer sebebi de Madrid görüşmeleri ve onu takiben başlatılan Oslo görüşmelerinin bölgede yarattığı barış rüzgarıdır. 
1990’lı yılların ortasından günümüze kadar ki Türkiye-İsrail ilişkilerini “çatışma ve işbirliği” kapsamında incelediğimiz takdirde, ilişkilerin Türkiye ve İsrail’in başta komşularından olmak üzere Ortadoğu’daki tehdit algılamaları ve Filistin Sorunu çevresinde şekillendiğini görürüz. Her ne vakit, Türkiye komşuları ve Arap devletleri ile ilişkilerini işbirliği zeminde geliştirmeye ve Filistin sorununda yüksek perdeden söylemlerini dile getirmeye başlasa Türkiye-İsrail ilişkilerinin işbriliğinden çatışmaya doğru evrildiğini tespit edebiliriz. Bu noktada üzerinde durmadan geçemeyeceğimiz bir diğer husus ise, Türkiye-İsrail ilişkilerini belirleyen başat aktörün Türkiye olduğu gerçeğidir. Türkiye uygun gördüğü zaman İsrail ile ilişkilerini geliştirmiş, aksi durumlarda ise ilişkileri sıfır düzeyine kadar indirmiştir. İsrail’in bu edilgen rolünü, Türkiye’nin dış politika uygulama alanının geniş olmasının yanısıra alternatiflerinin de bol olması, Türkiye’ye  üzerinde daha kolay manevra yapabileceği bir hareket sahası tanıdığı gerçeği ile açıklayabiliriz.
  


BİRİNCİ BÖLÜM
İSRAİL TÜRKİYE İLİŞKİLERİNDE İŞBİRLİĞİ,

1.İşbirliği Sebepleri

Türkiye-İsrail ilişkilerinin milenyumdan önce özellikle 1990’ların ortasından itibaren nitelikli ve nicelikli olarak çeşitlendiğini görürüz. İşbirliği yapılan alanların sayısı artmakla birlikte, iki ülkenin ortadoğuda birbirlerine ihtiyaç duydukları bir dönemden bahsetmekteyiz. Ortadoğu’daki gelişmelere etki edebilecek iki önemli bölgesel aktör olan Türkiye ve İsrail, aynı zamanda ABD’nin bölgedeki en önemli müttefikleri olarak bilinmektedir. Bu iki ülkenin ilişkileri, Arap-İsrail Savaşları ve Filistin Meselesi nedeniyle, Soğuk Savaş döneminde dalgalı bir seyir izlemesine karşın, 1990’lı yılların ikinci yarısında askeri ve siyasal anlamda “stratejik işbirliği” düzeyine ulaşmıştır. İki ülkenin Ortadoğu’ya bakış açılarından ve özellikle “ortak tehdit” anlayışından beslenen bu işbirliği, ABD’nin de desteğiyle, Ortadoğu’ya ilişkin en önemli bölgesel gerçekliklerden biri olarak görülmüştür.  Bu yıllarda her iki ülkenin de “güvenlikçi” dış politika anlayışını benimsemiş olması, bu ülkeleri birbirne yakınlaştırmış adeta “karşılıklı bağımlılık” oluşturmuştur diyebiliriz. Karşılıklı bağımlılık ilkesinin daha çok neoliberal bir yaklaşımının ekonomik işbirliğinin getirdiği bir ürünü olduğu halde, İsrail ve Türkiye’nin karşılıklı bağımlılığının ekonomik çıkarlardan ziyade güvenlikçi yaklaşımlarından ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. 

Başta İran’dan 1990 lı yıllarda rejim ihracı yapacağına dair tehdit algısı, daha sonraki yıllarda ise İran’ın bölgede hızla güçlenen bir devlet olarak yükselmesi, Suriye, Lübnan, Irak ve Filistin üzerinde Hizbullah aracılığıyla artan etkisi, Türkiye ve İsrail’i rahatsız etmiştir. İran’ın özellikle Esad’ı başa geldiğinden beridir kayıtsız şartsız desteklemesi  ve Esad rejiminin varlığını devam ettirmesi, Türkiye ile İsrail’i doğal olarak İran karşısında aynı saflara itmiştir. Hizbullah’ın bölgesel etkinliği de İsrail’in İran çekincelerinden biridir çünkü yaklaşık 4 milyon nüfuslu Lübnan’ın 1.4 milyon kadar vatandaşının Şii olması, İran’ın sahada aktif siyaset yapma anlayşıına dayalı dış politikası ile birlikte İran’ın oyun alanlarından biri haline gelmiştir.  İran’ın Hizbullah aracılığıyla Lübnan’ın içişlerine sürekli olarak etki etme şansına sahip olması ve böylece Lübnan’ın İsrail’e karşı düzenlenecek  saldırılar için lojistik bir ikmal merkezi olma özelliğini koruması İsrail’in İran’ı kendisine bir tehdit olarak görmesine neden olan faktörlerden bir diğeridir. Türkiye ise Ortadoğu’daki bölgesel gücünü ispatlayabilmek için Lübnan’a etki etmesi gerektiğinin farkındadır. Ne var ki, İran’ın, Hizbullah aracılığıyla Türkiye’nin bu ülkedeki girişimlerini boşa çıkarabilecek bir fırsata sahip  olması, Türkiye’yi İsrail’e yakınlaştıran bir başka faktör olmaktadır. Zira gerek Türkiye, gerekse de İsrail, İran’ın siyasal kontrolüne girmiş bir Lübnan görmeyi arzulamamaktadır.   

1.1.Irak’ta Artan İran Etkisi

Irak’ta artan İran etkisi de İsrail ve Türkiye’yi işbirliğine iten sebepler arasındadır. Mevcut Irak hükümetinin Şii yönetimi altında olması, ayrıca Irak nüfusunun çoğunluğunun da Şii olması, İran’ın bu ülkeye yapabileceği etki açısından burayı adeta biçilmiş bir kaftan konumuna getirmiştir. Bunun yanısıra IŞID’in ortaya çıkması ile birlikte, Türkiye ve İsrail yeniden tehdit algıları içine girmiştir. IŞID’in varlığı ve artan etkis, Türkiye’nin sınır güvenliğinin ve Irak’taki Türkmenlerin hayatlarının tehdit altında olması , İsrail içinse aşırı dinci bir unsur olan El-kaide’nin yayılması ve kendisini çevrelemesi gibi tehditler oluşturması sonucu ile bu iki devletin dış politikalarında ön plana çıkmıştır .  Bunun yanısıra İran’ın Tikrit’te IŞID ile giriştiği savaşla birlikte, Batı nezdinde özellikle de ABD ile olan ilişkilerinde İran’a daha geniş bir hareket etme alanı açmaktadır. Bunun yanısıra, Kasım Süleymani’nin komutanı olduğu Kudüs Gücü’nün sadece İran’da değil, Ortadoğu’nun tamamında herhangi bir muadili yoktur. Ortadoğu’da neredeyse bütün Şii grupları kendi etrafında toplamış olan Kudüs Gücü ve onun başındaki Kasım Süleymani, merkezi hükümetin Sünni ve Kürt bölgelerinde denetimi tamamen kaybettiği Irak’ta, bugünlerde yine İran çıkarlarının peşinde koşmaktadır. Musul’un 10 Haziran’da IŞİD’in denetimine girmesinden iki gün sonra birçok Arap haber sitesine Süleymani’nin Irak’ta İran için en uygun hükümeti seçtirmek için Bağdat’ta pazarlıklara oturduğu haberleri düşmüştür.   Açık olarak görülmektedir ki, İran bölgedeki nüfuzunu arttırmak için elindeki tüm kartları oynamaktadır ve aktif olarak sahada da etkinlik alanını genişletmektedir. Süleymani, bir konuşmasında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki toplumsal hareketlerin “devrime en büyük imkânları sunduğu”nu söylüyor, öğrencilere sorumluluklarının farkında olmalarını öğütlüyordu. Bununla, aslında İran’ın Suriye’ye müdahalesini ve daha da özelde başında bulunduğu Kudüs Gücü’nün Arap Baharı’nı Tahran’ın lehine kullanma niyetini ortaya koyuyordu: “Bugün, İran’ın zafer ya da yenilgisi artık Mihran veya Hürremşehr’de belirlenmiyor. Sınırlarımız genişledi. Mısır, Irak, Lübnan ve Suriye’de zafere şahitlik etmek zorundayız. Bütün bu gelişmeler İslam Devrimi’nin meyveleridir.”  Sonuç olarak İran’ın bölgede yürüttüğü politikalar Türkiye ve İsrail’i İran Devrimi’nden bu yana rahatsız etmektedir ve bu tehdit algısı şekline bürünen rahatsızlık bu iki devleti “ortak tehdit” temelinde birbirine daha da yaklaştırmaktadır. Bunun yanısıra İran’ın tüm bu faaliyetlerinin Hasan Ruhani’nin yönetimi Ahmedinecad’tan devralmasıyla birlikte, P5+1 müzakerelerinin İran açısından ABD ve Batı ile ilişkileri geliştirdiğini de hesaba kattığımızda, İran’ın Ortadoğu’da bölgede güç merkezi olma noktasında Türkiye’ye rakip olabilecek ölçüde yeni bir avantaj ve ivme kazandığını bu durumun Türkiye’nin aleyhine olduğunu söyleyebiliriz.

1.2.Hamas Faktörü

Türkiye’nin Filistin Sorununda aktif bir şekilde Filistinlilerden yana tavır alması, Türkiye-İsrail ilişkilerini zaman zaman kopma noktasına getirse de, bu durum aynı zamanda ilişkileri zorunlu kılan bir faktör olarak tarih sahnesinde varlığını devam ettirmektedir. Bunun başlıca sebebi ise Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin diğer bölge ülkelerine kıyasla çok daha ileri ve köklü olmasıdır. Bir diğer deyişle, Türkiye’nin dış poltiikada aldığı bir tavır veya dile getirdiği söylem Batı dünyasında yer edebilmektedir. BM nezdinde Türkiye’in Filistin yanlısı tutumu, İsrail’in asla istemeyceği bir koşul olarak İsrail dış politikasında ele alınan konulardan biridir. İsrail’in El Fetih’i tanıyıp Hamas’ı terör örgütü olarak gördüğü bu sorunda, Türkiye’nin Hamas’la iyi ilişkilerde bulunması, hatta mayıs 2013’te Ankara’da dönemin başbakanı Erdoğan ile görüşmesi de  göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’yi İsrail tarafında masaya oturulması, anlaşılması gereken bir aktör olarak göz önünde bulundurmaktadır. Türkiye’nin hem El Fetih hem de Hamas ile iyi ilişkilerinin bulundurmasının yanısıra, Filistin halkı içinde empati ile karşılanması, Türkiye’ye İsrail ile olan ilişkilerinde bir nevi yumuşak güç kabiliyeti kazandırmıştır. 

1.3 Bölgesel Dinamiklerin Değişimi ve Yalnızlaşma Etkisi

Arap Baharı sonrasında tüm Ortadoğuda oluşan halk ayaklanmaları sonrasında mevcut yönetimlerin değişmesi veya konumlarının sallantılı hale gelmesi özellikle Mavi Marmara olayından sonra bozulan Türkiye ile İsrail İlişkileri  için yeni bir sayfa açabilme olanağını da beraberinde getirmiştir. Mısır’da darbe ile Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler yönetiminin devrilmesi, Irak’taki Kürt yönetimi ve merkezi yönetim arasındaki anlaşmazlıklara ilaveten IŞİD’in ortaya çıkması ile artan belirsizlik, Suriye’de Esad yönetiminin özgüvenini arttırarak varlığını devam ettirmesi, Türkiye’nin Körfez ülkeleri ile özellikle Mısır’da yaşananlardan dolayı tutum ayrılıklarına düşmesi ve son olarak İran’ın bölgede artan etkisi düşünüldüğünde İsrail, Türkiye için Ortadoğu’da daha istikrarlı bir işbirliğine girebileceği nadir ülkelerden biri olarak yeniden göze çarpmaktadır.  Her ne kadar Türkiye ve İsrail’in Suriye noktasında ortak bir görüşleri olmasa da , Irak ve İran politikalarındaki yakınlıkları bu iki ülkeyi mevcut şartlarda biraraya getirebilecek en önemli iki faktör olarak ele alınabilir. 

1.4.Doğu Akdeniz’deki Gelişmeler

İsrail’in Doğu Akdeniz’deki doğal gaz arama ve bunu Avrupaya pazarlama projelerinde Yunaistan ve Kuzey Kıbrıs Rum Yönetimi ile yaptığı işbirliği, Avrupa’nın Rus gazına olan bağımlılığını azaltacağı gözüyle baktığı  bu projeye Türkiye’nin kayıtsız kalamayacağı bir gerçeği ortaya çıkarmıştır. Türkiye, Doğu Akdeniz’de özellikle Yunanistan’ın kendisne karşı edineceği bu avantajlı durumu tersine çevirebilmek için İsrail ile ilişkilerini en azından ekonomi temelli olacak şekilde düzeltebileceği bir durum ile yüz yüze kalmıştır. Türkiye’nin henüz dahil olmadığı İsrail, Yunanistan ve Kuzey Kıbrıs Rum Yönetimi’nin enerji bakanlarının imza attığı mutabakat anlaşması, üç ülkenin "enerji tedariği güvenliğini, sürdürülebilir kalkınmayı ve bölgesel işbirliğini" güçlendirmesini öngörüyor.  Fakat, bilindiği üzere Yunanistan ekonomisinin sarsınıtılı olması ve Kuzey Kıbrıs Rum Yönetiminin de bu böylesine bu projeye destek verebilecek yeterli imkanlarının olmaması, Türkiye’yi daha arzulu ve yeterli enerji firmalarıyla İsrail için ortaklık kurabileceği daha rasyonel bir aktör olarak ön plana çıkarmaktadır. Sonuç olarak Doğu Akdeniz’de oluşan bu yeni projenin Türkiye İsrail ilişkilerine en azında ekonomik anlamda bir işbirliği getireceği bunun da sonrasında oluşturacağı bir nevi karşılıklı bağımlılık ile siyasal alanlara yansıyabileceğini öngörmek yanlış olmayacaktır. 

1.5 ABD Faktörü

Uluslar arası çapta tüm küresel güçlerin gözünü diktiği bir bölge olan Ortadoğu, önemli jeopolitik konumu nedeni ile tarihte kontrolü üstünde bulunduran aktörlere kritik avantajlar sağlamış olmakla birlikte, bu bölgenin değeri zengin petrol kaynaklarının bulunması ile Ortadoğuyu 20. yüzyılda adeta satranç tahtası haline gelmiştir.  ABD’nin ulusal çıkarları da düşünüldüğünde, Ortadoğu’daki konumunu her zaman güçlendirmeye çalıştığını ve bu bölgede olışacak otorite boşluğuna kesinlikle engel olmaya çalıştığını görürüz.  ABD’nin Ortadoğuda oluşturduğu dengede, İsrail’i kuruluşundan itibaren desteklemesi ve  ilişkilerini daima iyi seviyede tutmasını da düşündüğümüzde Türkiye-İsrail ilişkilerini ABD’den bağımsız düşünemeyecğimiz gibi bir realite ortaya çıkmaktadır. Nitekim İsrail devleti, İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ABD ve İngiltere gibi batılı güçlerin desteği ile resmen 1948 yılında kuruldu. Türkiye ise, halkı Müslüman olan ülkeler arasında İsrail’i resmen tanıyan (1949) ilk devlet oldu. Bu durumun ortaya çıkmasında Türkiye’nin Batı kampına katılması ve ABD’nin Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi yönündeki aktif çabası etkili olmuştur.  Ayrıca Türkiye-İsrail ilişkileri DP döneminde de artarak devam etti. Bu durumun ortaya çıkmasında öncelikli olarak ABD’nin Ortadoğu’ya hızlı bir giriş yaparak İsrail’le kurduğu yakın ilişkinin Türkiye üzerinde oluşturduğu etki ifade edilmelidir.  Bunun yanısıra Türkiye’nin Filistin sorununda aktif rol üstlenmesinin ABD tarafından dışlanmamış bir politika olarak görülmesi, İsrail’i Türkiye ile masa başına oturmaya zorlayan, ilişkileri düzeltmesine çevreyi koşullayan bir diğer faktör olmuştur. Türkiye’nin ciddi bir bölgesel güç olması ile ABD’nin İran’ı dengeleme politikasında alternatif oluşturan ve dönüştürücü dış politika misyonu Obama yönetiminin açıkladığı dış politika ilkeleriyle uyum gösteren Türkiye’nin Filistin sorunsalına eklemlenmesi ABD yönetimi tarafından dışlanmamıştır.  ABD tarafında, bölgedeki Arap ülkelerine kıyasla demokratik ve liberal sistemleriyle bir adım öne çıkan İsrail ve Türkiye işbirliği yapılması vazgeçilmez aktörler olarak görülmektedir. Bunun yanısıra bu iki ülke arasında olıuşan bir gerilimin Ortadoğu’daki dengeleri de değiştireceğini düşünen ABD, Türkiye’nin İran ve Arap ülkelerinden çok İsrail ile ilişkilerinin iyi olmasını desteklemiştir. Nitekim; Mavi Marmara olayından sonra tarihi ilişkilerin en alt seviyesine indiği dönemde 2013’te ABD Başkanı Obama’nın İsrail Başbakanı ile görüşmesi ve Türkiye ile ilişkileri düzeltmesi nokasında baskıda bulunması ve devamında Netanyahu’nun başbakan Erdoğan’ı arayarak özür dilemesi ayrıca Obama’nın olayın ardından  iki ülke arasındaki işbirliği için iki liderin bağlantıda olması ile ne kadar umutlu olduğunu söylemlerinde belirtmesi  ABD’nin Türkiye-İsrail ilişkilerine verdiği önemi gözler önüne sermiştir. 

1.6 Ticaret ve Turizm 

İki ülke arasıdanki ilişkileri geliştiren bir diğer faktör de her zaman ekonomi olmuştur.  Mavi Marmara olayı sonrasında İsrail ve Türkiye arasındaki siyasi ilişkiler bitme noktasına gelmiş olsa da ekonomik faaliyetler devam etmiştir. Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın İsrail karşıtı sert tutumuna rağmen yeni veriler, son yıllarda Türkiye ile İsrail arasındaki ticari ilişkilerin arttığını gösteriyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre, Türkiye-İsrail ikili ticaret hacmi 2014 yılında 5 milyar 600 milyon doları geçti ve bu rakam, 2009 yılına kıyasla yaklaşık yüzde 50 arttı. Ankara ile Tel Aviv arasındaki ticaret hacmi 2009 yılında 2 milyar 600 milyon dolar tutarındaydı. TÜİK’in açıklamasına göre Türkiye’nin İsrail’e yaptığı ihracatın tutarı 2014 yılında yaklaşık 2 milyar 900 milyon dolardı. Ankara’nın 2014 yılında İsrail’den yaptığı ithalat ise 2 milyar 700 milyon doları buldu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail’i, Gazzeli Filistinlilere karşı acımasız ve baskıcı girişimleri nedeniyle sert bir şekilde eleştirirken ikili ticaret hacmi ise arttı. 

İki ülke arasındaki turizm ilişkilerine baktığımızda ise, bu bağlamda tek taraflı kazancı olan bir ilişkinin varlğından söz etmek yanlış olmayacaktır. 2013 yılında İsrail’i ziyaret eden Türk sayısı 24,385 kişdir, 2008’de is bu sayı 17.253 olmuştur. İsrail’den Türkiye’ye gelen turist sayısına baktığımızda ise çok farklı bir tablo ile karşılaşmaktayız. İlişkiler zarar görmeden önce 2008 yılında yarım milyondan fazla İsrailli turistin Türkiye’ye geldiğini ancak bu sayının 2010’da ilişkilerdeki krizin tavan yaptığı dönemde 105 binin altına düştüğünü görürüz.   Bu sayının 2012’de 83.740, 2013 yılında ise yaklaşık 165 bin  olduğunu belirtecek olursak iki ülke arasındaki turizm ilişkilerinin yeniden canlanmaya başladığı, Türkiye’nin İsrail vatandaşları için bir çekim merkezi olduğu , bunun için Türkiye’nin zaman zaman yatırımlarda bulunduğu ve bu potansiyel işbirliği durumunun İsrail-Türkiye ilişkilerine olumlu yansıyacağını söyleyebiliriz.  

1.7 Ermeni İddialarının Etkisi

Türkiye’nin Batı ile olan ilişkilerinde zaman zaman gündeme gelen ve Türkiye’yi zor durumda bırakan Ermeni İddiaları, Türkiye ile İsrail’i birbirine yaklaştıran bir unsur olarak siyasi ilişkilerde yerini almıştır. Nitekim zaman zaman ilişkilerin kötüye gitmesini ortaya çıkaracak söylemlerin yapılmasını Türkiye tarafında engellemiştir. Buna örnek olarak ise, 2001 yılında İsrail’in Filistinli sivilleri öldürmesi üzerine Filistin hassasiyeti ile bilinen dönemin başbakanı Ecevit’in önce bur olayı soykırım olarak dillendirmesi ve daha sonrasında ABD’deki Ermeni lobisi karşısında şimdiye kadar işbirliği içinde olunan yahudi lobisini kaybetme mek için söylemini yumuşatmasını vermek yerinde olacaktır. Ermeni lobisinin iddia edilen olayların yüzüncü yılı olan 2015’te faaliyetlerini daha da arttırması Türkiye ile İsrail’in ilişkilerini daha sıcak bir zemine oturtacağı gibi bir tartışma nın sonucunun her ne kadar, iki ülke arasındaki buzların erimesi için yeterli bir neden olmadığı görülmüş olsa dahi, ermeni lobisinin faaliyetlerini Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılında tekrar arttıracağına dair öngörüler, yahudi lobisi ile kurulucak olan işbirliğinin önümüzdeki yılarda Türkiye İsrail ilişkilerine olumlu bir katkısının olacağını söylemek yanlış olmayacaktır. 



İKİNCİ BÖLÜM
TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİNDE ÇATIŞMA SEBEPLERİ

2. Türkiye’nin İsrail ile İlişkilerinde Çatışmaların Dinamikleri

Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinide durağanlaşan dönemin 1990’lı yılların sonu olduğunu söyleyebiliriz. Her ne kadar bu dönemde Türkiye İsrail ilişkileri askeri ve ticari anlamda gelişiyor olsa da, siyasi arenada yaşananın bazı gelişmeler İsrail tarafında olaylara kayıgıyla bakılmasını beraberinde getirmiştir. 

Öncelikle Türkiye’nin güvenlikçi politikalarına son vermeye başlaması, bölgedeki tehdit dengesi yaklaşımı yerine AKP hükümeti ile birlikte Davutoğlu’nun stratejik derinlik referanslı bölge politikaları, İsrail ile olan ilişkilere verilen ağırlığın zaman içinde azalmasına ve başta komşu devletler olmak üzere Ortadoğu’daki Arap ülkeler ve halklarıyla olan, geçmişten gelen tarihi ve kültürel bağlar parametre lerinde yapılan söylem ve mutabakatlarla birlikte olumlu ilişkileri ön plana çıkarmıştır. Davutoğlu’nun 2003’ ten beri uygulamaya koyduğu Türkiye’nin şimdiye kadarki üzerine çökmüş olan “komşularından yabancılaşma” yı  aşmayı planlayan dış politikasının ajendasının, Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül tarafından desteklenip içselleştirilmesi, Türk dış politikasında istikrarlı ve yeni bir dönemi beraberinde getirdi. Bu Arap Baharı öncesi dönemde Türkiye’nin komşuları İran ve Suriye ile ilişkilerini işbirliği boyutunda geliştirmesi, İsrail’in yaşanan gelişmelere endişe ile bakmasını da beraberinde getirmiştir. 2000’li yılların başında, kendi dış politika algısını güvenlik ve tehdit merkezli kuran, bu algılar çerçevesinde dış politkasını uygulayan İsrail’in Türkiye ile olan ilişkilerinin 1990’lı yıllardaki işbirliğinden normalleşmeye doğru bir geçiş yaşadığını görürüz.

2.1 Aşırı Sağ Partilerin Başa gelmesi

Türkiye İsrail ilişkilerinin, özellikle 2000’lerden sonra daha da gergin olacağını tahmin etmek aslında çok da zor olmayacaktı. Nitekim, her iki ülkede de yönetime sağ partilerin gelmesi elle tutulur bu tahminin yapılması için elimizdeki en somut veri olacaktı. 2002 Kasım’ında Adalet ve Kalkınma Partisi oyların yüzde 35’ini aldı; ancak Türkiye’nin yüzde 10’luk yüksek seçim barajını sadece iki parti (AKP ve Cumhuriyet Halk Partisi) aşabildiği için, meclisteki koltukların çoğu AKP’nin oldu. Temmuz 2007 ve Haziran 2011seçimlerinde, AKP seçmen sayısını ciddi oranda artırdı ve tek parti hükümetini pekiştirdi.  Son seçimde AKP’nin oy oranı yüzde 50’ye yükseldi. Demokrasi tarihindeki bu görülmemiş başarı nasıl mümkün oldu? Bunda, siyasi,  ekonomik ve çeşitli faktörler rol oynadı. Örneğin Kasım 2002’de, siyasi istikrarsızlıkla gelen üç ekonomik krizin yaşandığı 1990’lardaki kargaşadan sorumlu tutulan merkez sağın tamamen devreden çıkmış olması ve AKP’nin askeri vesayete karşı mücadelesini destekleyen liberaller, bu başarıda şüphesiz rol oynadı.  Tüm bu verilerden yola çıkarak Türkiye’nin gerek iç gerekse dış politikada özellikle 1990’lı  yıllara görece daha farklı bir politika izleyeceği öngörülüyordu. Çünkü daha öncesinde, Türkiye’nin iç ve dış politika yapıcılarının tehdit algılarından biri de “siyasal islam” olagelmiştir, bunun en somut sonuçları da Fazilet ve Refah Partilerinin üzerindeki baskılar ve nitekim bu partilerin kapatılmaları olmuştur. Kurucuları bu siyasal islam çizgisinden gelen AKP kurmaylarının da uzun yıllar içlerinde bulundukları ve mücadele verdikleri bu siyasi gelenekten, hükümet kurar kurmaz kopmaları mümkün değildi. Bu durum İsrail tarafında kuşku ile karşılanmış ve Türkiye ile, özellikle 1990’ların ortalarında kurdukları, sıkı ilişkilerin bozulacağına dair rahatsızlık oluşturmuştur. Nitekim AKP hükümetinin, Davutoğlu’nun vizyonu ile yol aldıkları yeni Türk dış politikası algısında Türkiye’nin İsrail ile paylaştığı “ortak tehdit” algısı yerine komşularla “sıfır sorun” hatta “model işbirliği” ne varan derecede hevesle yeni algılar oluşturması İsrail’in çekincelerini yerli kılmıştır. AKP kurucularının ve partinin geçmişten gelen İslam temelli anlayışının İsrail’e karşı olan sert tutumu, bu yeni dönemde, Filistin’de meydana gelen olaylarda çok net bir şekilde görülmüş ve İsrail’in Filistinlilere yaptıkları her defasında sert bir ifadeyle kınanmıştır. 

İsrail tarafında da 2000’ler sonrası hükümet kuran partilerin Arap dünyasına bakışlarına baktığımızda 1973’te kurulan hem sağ hem de sol kanadın içinde bulunduğu daha kapsayıcı bir parti olan Liqud’un Yitzhak Shamir’in liderliğini yaptığı yine bu dönemde Madrid Barış Konferansı ve Oslo Barışı sürecine de olumlu yaklaştığı 1986-1992 yıllarından sonra aşırı sağcı Netanyahu’nun partide başa gelmesi  ile birlikte Filisitin sorununa ve Arap dünyasına aşırı güvenlik tehditi söylemleri ve düşmanca yaklaşımları iki ülke arasındaki çatışma için uygun aktörleri oluşturmuştur. 1999-2001 yılları arasında iktidar olan Ehud Barak lideliğindeki Liqud’a kıyasla daha ılımlı olan İşçi partisinin ardından Netanyahu’dan pek de farklı olmayan aşırı sağ ver sert tutumu ile Ariel Sharon‘un Ehud Barak ve Barak’ın İşçi partisindeki en büyük rakibi Simon Perez’in Sharon’un Filistin meselesinde sert  ve acımasız duruşuna karşı çaersiz kalışlarının da etkisiyle Liqud ile yeniden iktidara gelmesi sonucu olarak, milenyum sonrası Türkiye-İsrail ilişkilerinin alacağı yolun, eskisi gibi ortaklık boyutunda gitmeyeceğinin yeni yüzyılın ilk yıllarında habercisi olmuştur.

2.2  2000’lerin Başında Sert Söylemler

İsrail’in kuruluşundan bu yana Filistinlilerle sıcak temaslarını hiç aksatmayan Türkiye’nin 2000’li yıllarda da aynı tutumu devam ettirdiğini görürüz. Siyasi hayatında Filistin konusundaki hassasiyeti bilinen Bülent Ecevit, nitekim 2002 yılında İsraili’in Gazze ablukası sırasında Cenin kampına yapılan saldırılarda sivilleri öldürmesi üzerine yapılanları, samimi bir refleks olarak söylemlerinde “soykırım” olarak değerlendirmiş ve İsrail’i ağır bir dille eleştirmiştir. Yine bu döenmde Dışişleri Bakanı olarak görev yapan İsmail Cem, bu operasyonları yaptığı yazılı açıklamada, Ortadoğu’daki sıcak gelişmelerin yakından izlendiğini belirtmiştir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin tarafları anlamlı bir ateşkese ve israil birliklerini, Ramallah dahil Filistin kentlerinden çekilmeye çağıran son kararının derhal uygulanması gerektiğini belirten Cem, “Filistin halkının topluca tabi tutulduğu muameleyi, çağdışı bir davranış ve insan haklarının ihlali olarak nitelemekteyiz” demiştir. Türkiye’nin terörü şiddetle kınadığını acılarını paylaştığını ve Filistin’in terör olaylarını önlemek için her şeyi yapmak zorunda olduğunun altını çizen Cem, açıklamasına şöyle devam etmiştir: 

“Yaser Arafat, Türkiye’nin resmen tanıdığı bir devlet başkanıdır. Kendisine karşı İsrail hükümetinin yaptığı muameleyi kabul etmiyor ve şiddetle kınıyoruz. Bir devlet başkanına onun temsil ettiği millete karşı böyle bir saygısızlığın yapılmasına kimsenin hakkı yoktur. 

Bu ve benzeri hareketler, büyük çoğunluğu barışa inanan Filistin halkının, aşırı uçların etkisine girmesine zemin hazırlamaktadır. Aşağılanmış, işgale uğramış, yönetim mekanizmaları ve polisi dağıtılmış, lideri tecrit edilmiş bir yönetimden terör unsurlarına hakim olmasını beklemek gerçekçi değildir.” 

Görüldüğü üzere AKP öncesinde de Filisitin konusunda hassasiyetleri olan Türkiye’nim AKP hükümeti ile birlikte, Türk dış politikasına meşru zeminde Hamas’ı da eklemesi Türkiye’nin Filistin sorununda daha aktif bir poltiika uygulayacağının ipuçlarını vermiştir. Nitekim dönemin başbakanı Erdoğan 13 Nisan 2004’te Tokyo’da Ulusal Basın Kulübünde kendisine sorulan soruları cevaplarken, Hamas Lideri Şeyh Ahmed Yasin’in 22 Mart 2004’te İsrail füze saldırıları ile öldürülmesi ile ilgili “Şeyh Ahmed Yasin, vücudunun üçte ikisi tutmayan, İsrail hapishanelerinde mahkum olan bir insandı. Sağlık sorunları nedeniyle serbest bırakıldı. Sonra böyle bir insan roket atışlarıyla öldürüldü. Niye serbest bıraktın? Niye roketle öldürdün ve hükümet olarak bir suikastin ve cinayetin kararını alıyorsunuz? Bir devlet kin tutmaz ve hukuku askıya almaz. Böyle olursa bu terördür. Bu durum, Ortadoğu’daki barışın üzerine bomba olarak düşmüş ve barış için yol haritasını ortadan kaldırmıştır”  diyerek sözlerinde yapılan saldırıyı “terör” olarak dile getirmesi İsrail ile Türkiye arasındaki ilişkilerde gerilim sebeplerinden biri olarak tarihe geçmiştir. Şubat 2006’da ise Türkiye’ Hamas lideri Halid Meşal’i Ankara’da misafir etmiştir.  Dış basında daha çok Türkiye’nin Hamas’a şiddet eylemlerini bitirmesi yönünde baskı yaptığı veya Türkiye’nin İsrail ve Hamas arasında arabulucu rolünü yerine getirmeye çalıştığı gibi haberler yer bulurken, İsrail gazetelerinden Jerusalem Post ve Yedioth Ahronot bu ziyeretin gerçekleşmesinden ötürü Türkiye’yi Hamas’ı tanıdığı ve evsahipliği yaptığı için sert bir şekilde eleştirdi.  Çünkü Hamas’ın, uyguladığı politikalar batı tarafından meşru zemin bulan NATO üyesi Türkiye tarafından tanınması, İsrail’e, Filistin’e yaptığı saldırılarda meşruiyet sorunu çıkarmaktadır. Şeyh Ahmed Yasin’in öldürülmesinin yaklaşık 2 ay sonra, 19 Mayıs 2004’te İsrailli helikopter ve tankların Gazze’deki Refah Mülteci kampındaki göstericilerin üzerine ateş açıp saldırması üzerinde çok sayıda sivilin hayatının kaybolması, Başbakan Erdoğan tarafından yine sert bir dille eleştirilmiştir: Gelişmeleri "insanlık dışı ve feci" diye nitelendiren Erdoğan, hem BM'ye, hem diğer ülkelere çağrı yaparak, "Devlet terörü noktasına tırmandırılan bu adımlara karşı ben bütün sorumluluk noktasında olan başbakanları, devlet başkanlarını ortak dayanışmaya ve bu konuda tavır almaya davet ediyorum" dedi. İslam Konferansı Örgütü heyetiyle Moskova’da bulunan dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül de Türkiye’nin tavrını açık bir şekilde dile getirdi: "Bu, çok tehlikeli ve tedirgin edici bir gelişme. Barış böyle sağlanmaz!" Ayrıca gül sözlerini daha da sertleştirerek İsrail’in “ölçüyü kaçırdığını” konuşması içinde vurgulamaktan çekinmedi. 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

**

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder