6 Şubat 2020 Perşembe

12 EYLÜL’DEN 12 HAZİRAN’A SİYASİ PARTİLER. BÖLÜM 3

12 EYLÜL’DEN 12 HAZİRAN’A SİYASİ PARTİLER. BÖLÜM 3



III. AK PARTİ’NİN İÇ POLİTİKADAKİ TEMEL SORUNLARA YAKLAŞIMI,


AK Parti’nin Türk siyasal hayatı açısından uzun kabul edilen 8,5 yıllık iktidarında icraatların ve dönüşümün sonunda kimi kronik siyasal, kültürel sorunlara değmesi kaçınılmazdı. 
Bu noktaya nasıl gelindiği üzerine buraya kadar yazılanlar bir perspektif sunmaktadır. 
AK Parti’nin daha kuruluşundan itibaren Kürt meselesi gibi temel bir etnik 
probleme, başörtüsü gibi inanç temelli bir meseleye, Alevilik gibi mezhep açısından problemler yaşanmasına sebep olan bir konuya el atmayı düşündüğü; bunların birer sorun olarak değil aksine farklılık ve zenginlik olarak algılanması gerektiğini savunduğu biliniyor. Başörtüsü meselesindeki Anayasa değişikliğinin büyük bir dirençle karşılaşması ve ardından doğrudan iktidara ve demokrasiye karşı bir saldırı niteliğine bürünen olaylar zincirini tetiklemesi bu konudaki adımları erteledi. Bu erteleme, yukarıda anlatılan tarihsel sürecin sonunda yeniden demokratik temel meseleleri ele alma zamanı geldiğinde bitmişti ve AK Parti bu alanda önemli ve hatta riskli ataklara başladı.

Kürt Meselesi,

30 yıldan fazladır büyük kayıplara neden olan, siyasal sistemi, ekonomiyi, güvenliği, özgüveni olumsuz yönde etkileyen Kürt meselesinin bugün itibariyle oynadığı rol eskisinden daha kritik bir öneme sahiptir. Meseleyi, daha da kritik hale getiren Türkiye’nin yakaladığı ekonomik ve siyasal istikrar ve dış politikadaki atılımlar oldu. 

AK Parti, eskisi gibi kendi içine kapanık, komşularıyla sorunlu, bölgesel güç olma hedefi bulunmayan, büyük sarsıntılarda (2. Dünya Savaşı, Soğuk Savaş, Soğuk savaşın sona ermesi, 11 Eylül sonrası ve benzeri olaylardaki refleksler, vb) güvenli liman arayışı dışında alternatif bir politika üretmeyen, üretse bile uygulamaya geçiremeyen bir Türkiye hedeflemiyordu. Aksine, komşularıyla sıfır sorun politikası güden, uzak bölgelerden tarihsel akraba olduğu topraklara kadar ulaşmaya çalışan, bütün dünyayla ekonomik ve siyasal ilişkilerini had safhada artırmaya çalışan, dış politikada, dış ticarette ve muhtemel sorunlu alanlarda çözümler konusunda seçeneklerini alabildiğine artırmaya çalışan yeni bir Türkiye arzuluyordu. Bunun için de hem tarihin önüne getirdiği bir fırsatı daha kaçırmak istemiyordu, hem gerekli adımları atmak için iç sorunların azaldığı bir dönemin yakalandığını düşünüyordu.

Bütün bu büyük hedeflerin önünde bir iç sorunun bulunması çok önemli bir problemdi. Bu sorunun adı Kürt Sorunuydu. AK Parti her açıdan bir sorun olan ve büyümeye çalışan Türkiye için en önemli engel olarak önünde kalan bu problemi çözmek için yapılabilecekleri yapmanın, yasal düzenlemeleri gerçekleştirmenin, tarihsel ve kronik hataların önüne geçmenin, psikolojik, sosyal, kültürel, yasal, ekonomik faktörlerle bu derde derman olmanın yollarını aradı.

Sorunun çözümünde bugüne kadar yapılanlar ve bunların sonuçları ile gelinen kritik eşik, 2011 seçimlerinden sonra AK Parti’nin bu konudaki politikasının yeniden şekillenmesine neden olacak gibi görünmektedir. Demokratik açıdan çözümlerde ısrar kadar, bütün alanlardaki icraatlara rağmen Kürt siyasal hareketinin önemli aktörlerinin hiçbir şey yapılmamış gibi eski politikayı sürdürmesinin bir istismar olarak algılanması ve bu tutumun Kürt kökenli insanlarla bu politikayı savunanları ayıran yeni bir tavrı gündeme getirmesi muhtemel görünmektedir.

< AK Parti’nin Türk siyasal hayatı açısından uzun kabul edilen 8,5 yıllık iktidarında icraatların ve dönüşümün sonunda kimi kronik siyasal, kültürel sorunlara değmesi kaçınılmazdı. >

AK Parti’nin, daha az sorunlu, daha az yakıcı ama yine de sorun olarak görülen Alevilik, Romanlar, azınlık hakları gibi konularda da demokratik çerçeveyi genişleterek, hak ve özgürlükleri mümkün olan en geniş hale getirerek bir çözüm arayışında bulunduğu görülmektedir. Yasal düzenlemelerden daha önemli olan psikolojik duvarların yıkılmasıydı. AK Parti hükümeti, devletin halk içindeki her görüş, etnisite ve mezhepten grupla bir araya gelmesini, sorunları dinlemesini ve onların da katkılarıyla bir çözüm paketi hazırlanmasını savundu ve bu düşüncelerini son yıllarda geri adım atmadan, ertelemeden uygulamaya geçirdi. Seçimlerin ardından bu ortaklaşa çözümlerin hayata geçirilmesinin hızlanacağını ve bu arada gündeme gelebilecek pratik bazı adımların da atılacağını öngörmek mümkün.

Asker-Siyaset İlişkileri,

AK Parti hükümetlerinin kuruluşundan itibaren iç ve dış bütün analizlerde uzun yıllar birinci madde ise asker-sivil, asker-siyaset ilişkileri oldu. 27 Mayıs darbesinin armağanı olan ve diğer darbelerle desteklenip pekiştirilen Türkiye ’deki iktidar çatısının dağılımında önemli bir payın askeri bürokrasiye verildiği bilinmektedir. Bu ortaklığın, sadece algı, yarım asırlık yazılı olmayan bir meşruiyet üzerinden değil, MGK, İç Hizmet Kanunu’nun kimi maddeleri ve işbirliği yapılan yüksek yargı sayesinde yasal zeminlerle de güvenceye alındığı ortadadır.

Bu algı, kabaca 2003-2004’te ordu içinde kimi cuntacı generallerin işi darbeye kadar götürmek istemesi, 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden hem bu seçime hem iktidara müdahale edilmek istenilmesi, seçimlerle halkın desteğini alan sivil iktidara en sonunda kapatma davası açılarak doğrudan müdahale etmesi ile doruğuna vardı. 
27 Nisan muhtırasının arzu edilen etkiyi uyandırmamasının yanında siyasetin üstünlüğünü teyit etmesiyle sonuçlanması, kapatma davasının iktidarı sınırlayamayan bir kararla sonuçlanması ve son olarak da, 12 Eylül referandumunda yargı ve askerin siyaset üzerindeki etkilerinin zayıflatılması, siyaset kurumunun ve Parlamento’nun üstünlüğünü tahkim etmiş durumdadır. 

Başbakan Erdoğan’ın, Nisan 2011’de Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’ndeki konuşmasının ardından Türk gazetecilerle yaptığı basın toplantısında askerlerle ilişkiler konusunda sorulan soruya verdiği cevaptaki, “Silahlı kuvvetlerin çok ciddi mesafe aldığını görüyorum. Silahlı kuvvetlerimiz sivil iradenin yönetimi altındadır. Sivil irade ne yönde adım atıyorsa onlarda uymuşlardır. Anayasanın çerçevesinde hareket etmişlerdir, etmeye devam ediyorlar...” cümleleri bugün gelinen noktayı en iyi özetleyen cümleler olarak tarihe geçmelidir.

< AK Parti hükümeti, devletin halk içindeki her görüş, etnisite ve mezhepten grupla bir araya gelmesini, sorunları dinlemesini ve onların da katkılarıyla bir çözüm paketi hazırlanmasını savundu >

Yargı-Siyaset İlişkileri,

AK Parti’nin ve gücü sınırlandırılmak istenen her sivil iktidarın mücadele etmek zorunda kaldığı görünürdeki en önemli güçlerden biri yargı olmuştur. Nitekim AK Parti’ye karşı Danıştay, Yargıtay, Bölge İdare Mahkemeleri ve Anayasa Mahkemesi’nin büyük bir muhalefet yürüttüğü kolaylıkla görülebilir. Öyle ki, bu karşı tutum, Başbakan veya bakanların açtıkları tazminat davalarının sonuçlarına kadar sirayet etti çoğu zaman. 
Bir yere kadar her siyasi iktidarın katlanabileceği ancak itiraz edenlerin küçümsemek için “google” iddianamesi olarak da tanımladığı kapatma davasının açılmasından itibaren yargıyla girişilen mücadelenin bir sonunun olmadığı ortaya çıktı.

HSYK atamaları krizinde günlük; yürütmeyi durdurma ya da anayasa değişikliklerini iptal gibi konularda geleceğe yönelik kararlar da vermeye başlayan yargının mercek altına alınmasıyla ortaya çıkan gerçek açıktı: HSYK (birbirlerini seçmiş 5 üyenin kararıyla) veya Anayasa Mahkemesi (sadece 7 üyenin oyuyla) ülkenin kaderini istediği gibi etkileyebiliyordu. 

Sonunda, sıra yargı kurumlarının da demokratik ülkelerdeki benzerleri gibi yeni bir düzenlemeye tabi tutulmasına geldi. Üstelik AK Parti hükümeti, 12 Eylül referandumunda yargı kurumlarının oluşması ve üye seçimleriyle ilgili düzenlemeleri, biraz da oto-sansür uygulayarak Batı ülkelerindeki örneklere göre daha esnek tuttu. Batı ülkelerinde Meclis ve Devlet Başkanları’na çok daha geniş yetkiler verilmesine karşın, hükümet, muhalefet bloğunun suiistimal riskine karşı, bu haklardan mümkün olduğunca feragat etti. 12 Eylül 2010’da halkın oyuyla bu Anayasa değişiklikleri gerçekleştiğinde, yargı nihayet iktidar ortaklığından uzaklaştırılabildi.

IV. AK PARTİ’NİN DIŞ POLİTİKADAKİ TEMEL BAŞLIKLARA YAKLAŞIMI 

AK Parti hükümetlerinin dış politikadaki yaklaşımını belirleyen ve farklılaştıran 2 temel sebep bulunmaktadır. Bunlardan birincisi AK Parti’nin kuruluş felsefesine ve beyannamesine de işlenen komşularla sorunsuz, dünyayla barışık, klasik refleksler yerine çıkarlara uygun yeni bir bakış ve çözüm arayışıdır. İkinci önemli faktör ise, AK Parti’nin içine doğduğu dış şartlardır. İktidara geldiği ilk aylarda, Irak’ı işgale hazırlanan ve bu konuda ciddi yardım isteyen önemli bir müttefik, ABD vardı. Bu yardım talebinin 1 Mart tezkeresinin Meclis’te azımsanmayacak sayıda AK Partili vekilin de katıldığı “hayır” oylarıyla kıl payıyla reddedilmesi, iki ülke ilişkilerinde orta vadede ciddi bir krize neden oldu. 

< AK Parti’nin ve gücü sınırlandırılmak istenen her sivil iktidarın mücadele etmek zorunda kaldığı görünürdeki en önemli güçlerden biri yargı olmuştur. >

Hemen hemen aynı süreçte Avrupa Birliği ile ilişkilerde de yine “tamam mı devam mı” anlamına gelen kritik görüşmeler yapılıyordu. AK Parti AB ile ilişkileri ülke çıkarlarını feda etmeden sürdürme eğilimini gösterdi. Başta AB ile ilişkilerde olmak üzere dünya karşısında genellikle zor durumda kalınan Kıbrıs sorununun çözümü için de adada her iki toplumun ortak çözümünü destekledi. Annan Planı’nın Türk tarafınca AK Parti’nin de desteklemesiyle kabulüne rağmen Rum tarafının reddetmesi ve buna rağmen AB’nin sözünü tutmayarak Rum tarafını AB’ye üye yapması uzun vadede ciddi krizler yaşanmasına neden olacaktı. 

Bu krizler yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.

Hükümetin her iki alandaki krizleri, ilişkileri koparmadan yürütmeyi becermesi, zaman içinde Türkiye’nin elinin güçlendiği fırsatlarla birleşince, bugün ilişkiler, Türkiye’nin her istenilene “evet” demediği, zaman zaman da karşı tarafa “evet” dedirttiği eskisine göre “çok daha eşit” bir statü kazandı.

1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden sonra Arap dünyasıyla ilişkileri ve imajı birden bire aşırı pozitif hale dönüşen Türkiye, bir yanıyla Filistin meselesinde İsrail’le ters düşmeyi göze aldı. Öte yandan tezkere sonucuna bakarak tehditler savuran ABD yönetiminin gün gelip Irak’tan çekilirken ya da Mısır’da olaylar patladığında, Suriye yeni yeni karışırken veya Afganistan’da saldırılar yoğunlaştığında yardım ve öneri almak istediği bir Türkiye ile muhatap olmasını sağladı.

Bütün bu gelişmelerde Washington’da neo-conların yerine Obama’nın iktidara gelmesi kadar zamanın Türkiye’nin tezlerini haklı çıkarmasının, Türkiye’nin Ortadoğu, Kafkaslar, Kuzey Afrika ve Balkanlar’daki tarihsel bağları, tecrübesi ve artan ağırlığının da büyük etkisi oldu. Türkiye, Sırplarla Boşnaklar arasında; Gürcistan’la Rusya arasında; Suriye ile İsrail arasında; Lübnan’da Cumhur başkanlığı krizinde olduğu gibi daha nice ülkede aktif, güvenilir bir müttefik ve ara bulucu haline geldi.

Davos’ta “one minute” çıkışı veya BM’de İran hakkındaki yaptırımlara “hayır” oyu kullanmanın felaket olacağını iddia edenler, tıpkı AK Parti iktidarında ülkenin satılacağını, Kıbrıs’ın terk edildiğini, ekonominin çökmek üzere olduğunu savundukları gibi yanıldılar. 

Hiç kuşkusuz, dış politika, adı üstünde, muhataplarınızın pozisyonlarının da sizin 
hamlelerinizi, düşüncelerinizi sınırladığı bir alandır. Bu açıdan bakıldığında Türk dış politikasının bütün eğilim ve girişimlerinin 2 önemli sınırı bulunuyor. Bir tanesi her bir ülkenin sizin görüş, söz ve eylemlerinize vereceği cevap. Bunlar içinden 3 tanesi Türk tezini sınırlamaya devam ediyor; Rum Kesimi, Ermenistan ve İsrail. Her üçü de uzatılan eli ve önerilen çözümü kabul etmedi. Ancak, Türkiye, kendi teklifi kabul edilene kadar hiçbir teklifi kabul etmek niyetinde değil. Bu tutumu sürdükçe de her 3 ülkenin de kaybı Türkiye’den büyük olacak.

Ermenistan kendi dar sınırları içine hapsolmak; çözümsüz bir tartışmalı toprağa bağımlı kalmak; Rusya’nın kontrolünde yaşamak seçenekleri dışındaki tüm seçenekleri dışlamış oluyor Türkiye’yle anlaşmayarak. Ermenistan’la anlaşmamak Türkiye için hayati bir sorun değil; Türkiye bekleyebilir. Ancak Ermenistan için çok daha önemli olan bu konular ne kadar bekleyebilir, bunu zaman gösterecek.

<  Hükümetin ABD ve AB ile ilişkileri, Türkiye’nin her istenilene “evet” demediği, zaman zaman da karşı tarafa “evet” dedirttiği eskisine göre “çok daha eşit” bir statü kazandı. >

İsrail’in Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara gemisindeki sivillere saldırıp 9 Türk vatandaşını öldürmesi, Türkiye ile ilişkilerini geri dönüşü zor bir sürece soktu. Ancak, İsrail, bugüne kadar en büyük yardımı aldığı ABD’den bundan sonra da aynı şekilde destek ve kollanma görebilecek mi, orası çok tartışmalı. Süreç, bir Filistin devletinin kurulması konusunda hemen bütün dünyada bir ittifakın oluştuğunu gösteriyor ve İsrail’in kendi iç dengeleri de göz önüne alındığında buna ne kadar direnebileceği belli değil. Ayrıca, Türkiye ile ilişkilerdeki bu düzeyde bir kopuş, İsrail açısından yarım asırlık önemli bir ilişkiyi kaybetmek anlamına geliyor. Bulunduğu coğrafyaya bakıldığında Türkiye ile ilişkilerdeki bu kayıp öncelikle İsrail’in kaybı.

Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB ilişkilerinde Türkiye’ye koyduğu baraj ise uzun zamandır Türkiye için ciddi bir sorun. Ancak, buna karşılık Türkiye’nin elini güçlendiren yeni imkânlar doğuyor. Bu yeni imkânları sağlayan en önemli gelişme, bölgede değişen dengeler. Tunus’ta başlayıp Mısır’la devam eden, Libya ve Suriye’de kan dökülmesiyle yol alan ve muhtemelen bölgedeki bütün ülkelerde yaşanacak yeni bir dönem başladı. Bu, kendi silahlı kuvvetlerini oluşturmak yerine müdahale etmesi gereken noktaları NATO bünyesinde çözmeye çalışan AB için önemli bir sorun. Bu konu son dönemde daha fazla gündeme gelmeye başladı ve işte tam bu noktada Rum Kesimi’nin AB üyesi 
olarak NATO toplantılarına katılmasını da Türkiye engelliyor. Önümüzdeki süreç, ister Rum Kesimi ister diğer ülkelerden gelsin, Türkiye’nin kendisine konulan kimi barajlara karşı ambargolar koyabileceği bir süreci barındırıyor

Bölgede yeni bir düzenin kurulacağını işaret eden bu gelişmeler, Türk dış politikasının kimi temel çizgilerinin büyük avantaja dönüşeceğine kimilerinin de köklü değişikliklere uğrayacağına işaret ediyor. Sonuç olarak, bölgedeki dünyayı sarsan dönüşüm daha büyük ve bölgesel güç olma iddiasındaki Türkiye’nin hem içeride Kürt meselesi hem dışarıda ABD, AB, Ermenistan, Kıbrıs ve İsrail’le ilişkilerinde yeni imkânlar sağladığı gibi, yeni sınırlamalar da getirmektedir. 

V. HAZİRAN 2011 SEÇİMLERİNDEKİ MUHTEMEL TABLO

AK Parti’nin 2011 seçimleri kampanyasını üç sacayak üzerine kurduğu söylenebilir. AK Parti’nin 8,5 yıllık iktidarında ekonomik ve demokratik alanda yapılanların dökümü, seçim meydanlarında Başbakan Erdoğan ve adaylarının temel argümanı olacaktır. Her ne kadar başka seçim sloganları kullanılıyor olsa da AK Parti’nin vatandaşın karşısına “seninle başardık/yine seninle başaracağız” diyerek çıktığı söylenebilir. AK Parti’nin ekonomik istikrar ve sürdürülebilirlik konusundaki titizliği, küresel mali krizin özellikle ihracat bölgesi AB’yi vurması ve kendi krizinin bütün dünyayı etkileme potansiyeli nedeniyle ABD’nin 2011 ve 2012 yıllarındaki performanslarını hassas bir şekilde takip etmeyi öngörüyor. 

Bu da, özellikle içinde bulunduğumuz süreçte ekonomik hedefler ve planlardan milim sapmayı bile kabul etmeyen bir bakış açısını gerektiriyor. 
Bu çerçevede, AK Parti, CHP’nin yoksulluk üzerinden yürütmeyi tasarladığı belli olan seçim stratejisinin de etkisiyle, varoşlardaki etkinliğini sürdürmek ve tahkim etmek üzere yeni icraat, proje ve öneriler geliştirmektedir. Makro ekonomik politikalardan taviz vermeden kaynakların kullanımında bu yönde kimi yenilikler ve gelir dağılımının dengesi üzerine diğer faktörlerden daha fazla çalışmak AK Parti’nin yeni stratejisinde etkili olabilir.

AK Parti’nin seçim stratejisinin ikinci ayağı ise demokratikleşme bağlamında yeni anayasa’dır. Birbirlerinden farklı gündemlerle de olsa, mevcut bütün siyasi partilerin Cumhuriyet’in 89. yılında sivil bir Anayasa hedefine sahip olması önemlidir. AK Parti, iktidara geldiğinden beri, demokrasi talebine öncülük etmesi, ağır bedeller ödemekle karşı karşıya kalsa bile demokratikleşme adımlarını atmaktan geri durmaması ve 12 Eylül 2010 referandumuyla toplumun sivil Anayasa taleplerine karşılık vermesi dolayısıyla, yeni Anayasa söyleminin siyasi imkânlarından yararlanacaktır. Meydanlarda yeni anayasa kadar, bugüne kadar yapılan demokratik gelişmeler, hak ve özgürlükler konusunda atılan somut adımlar da AK Parti’ye yadsınamaz bir desteği kanalize edecektir. 

< Bölgede yeni bir düzenin kurulacağını işaret eden bu gelişmeler, Türk dış politikasının kimi temel çizgilerinin büyük avantaja dönüşeceğine kimilerinin de köklü değişikliklere uğrayacağına işaret ediyor. >

Seçim beyannamesinden anlaşıldığı üzere, AK Parti kampanyasının üçüncü ayağını yerel ölçekteki kimi projeler oluşturmaktadır. Uzun süre merakla beklenen ve sonunda açıklanan çılgın proje ‘Kanal İstanbul’a ek olarak, İstanbul’da iki yeni şehrin kurulması, konut projelerinin devamı, yeni üniversitelerin kurulması, 81 olan il sayısının artırılması, sağlık ve eğitim alanında yapılan icraatların hem anlatılması hem de yenilerinin sözlerinin verilmesi, gibi konular da miting kürsülerinde yer bulacaktır.

Meydanlarda, partinin seçim beyannamesinin özünü oluşturan bu temel stratejiler dışında doğal olarak günlük politikanın yansımaları da etkili olacaktır. YGS sonrasında yaşananlar veya Yüksek Seçim Kurulu’nun bağımsız adayları önce veto eden sonra kararı geri alan tuhaf icraatları gibi her hafta meydana gelebilecek yeni bir olay partiler arasında tartışmalara, bu tartışmaların miting meydanlarına taşınmasına neden olacaktır. 

<  Seçim sathına girilmişken, Türkiye’de muhalefetin genel ve kronik sorunu olan projesizlik, AK Parti’nin icraatlarından sonraki en önemli kozu olarak görünüyor.  >

Seçim sathına girilmişken, Türkiye’de muhalefetin genel ve kronik sorunu olan projesizlik, AK Parti’nin icraatlarından sonraki en önemli kozu olarak görünüyor. Türkiye’nin en temel sorunları olarak bir çırpıda herkesin üzerinde ittifak edeceği bir liste çıkarılsa belli ki işsizlik, gelir dağılımı, Kürt sorunu, demokratikleşme, AB gibi başlıklar önde çıkacaktır. Bu ve akla gelebilecek diğer konularda CHP ve MHP’nin ne düşündüğü konusunda halkın neredeyse hiçbir fikrinin olmaması, bu iki parti yetkililerinin açıklamalarındaki önerilerin de halk tarafından akla yatkın bulunmaması onlar için dezavantaj, AK Parti içinse avantaj sağlamaktadır. Siyasal istikrarsızlıktan uzun yıllar muzdarip olmuş halkın Türkiye’nin sorun alanlarında ne yapacağını somut olarak ortaya koyamayan iki partiye de fazla pirim vermemesi kararsızların oylarının da büyük oranda AK Parti’ye gitmesine yol açacaktır

SONUÇ

12 Haziran 2011 seçimlerine gidilirken Türkiye’deki ortamı, siyasal partilerin durumunu ve AK Parti açısından muhtemel senaryoları, son 10 yılın önemli iç ve dış gelişmelerini/kırılmalarını izleyerek analiz etmeye çalışan bu metnin, sonuçta geleceğe yönelik ihtimalleri maddeler halinde sıralayark bitirmek isteriz:. 

• Yapılan araştırmalara bakıldığında 12 Haziran 2011 seçimlerinin galibinin AK Parti olacağı bellidir. AK Parti büyük olasılıkla tek başına iktidar olacaktır.
• AK Parti’nin kaç milletvekiliyle iktidar olacağı önemlidir. AK Parti’nin aldığı oy 
oranı ve çıkardığı milletvekili sayısı, partinin üçüncü iktidar dönemindeki siyasal 
öncelikleri üzerinde etkili olacaktır. Kürt meselesi başta olmak üzere, AK 
Parti’nin demokratikleşmeye yönelik tutumu, yeni Anayasa’nın zamanlaması ve 
içeriği, yeni Türkiye’nin hangi parametreler üzerinde ve ne sürede inşa edileceği 
gibi unsurlar, büyük oranda AK Parti’nin aldığı seçim sonucu tarafından tayin 
edilecektir. 
• AK Parti, aldığı seçim sonucuyla diğer siyasi partilerin akıbeti üzerinde de etkili olacaktır. 

CHP’nin seçim sonucu, parti içindeki değişim süreci ve iktidar mücadelesi  üzerinde doğrudan etkili olacaktır. MHP’nin baraj altında kalması veya barajı kıl payı geçmesi, hem MHP’deki iç dengeleri, hem de MHP’nin Türkiye siyasal yaşamındaki yeri ve kalıcılığı ile ilgili bir tartışmayı gündeme taşıyacaktır. 
BDP’nin alacağı sonuç ise Kürt meselesinin çözüm süreci, yöntemi ve vadesi 
üzerinde doğrudan etkili olacaktır. Sonuç olarak, AK Parti, 12 Haziran seçimlerinde alacağı sonuçla, sadece kendisinin siyasal denklemdeki yeri ve kalıcılığı üzerinde bir etkide değil, kendisi dışındaki bütün siyasi partilerin kaderi üzerinde de etkili olacaktır.
• AK Parti’nin Türkiye siyasal hayatında uzun süredir görülmeyen bir seçim başarısına imza atarak üçüncü iktidar dönemine başlayacak olması, üzerindeki 
sorumluluğu arttırdığı gibi maruz kalacağı muhtemel riskleri de arttırmaktadır. 
AK Parti’nin ilk iki iktidar döneminde gerçekleştirdiği reformlar, Cumhuriyetin 
yüzyıllık sorunlarını gündemin ilk sıralarına taşımış durumdadır. Kimlik sorunlarından gelir dağılımına, idari sistemden siyasal rejimdeki iktidar denklemine birçok konu ertelenemeyecek bir sürece girmiş durumdadır. AK Parti, üçüncü iktidar döneminde, özellikle yeni anayasa bağlamında bu sorumluluklarla sınanacaktır. 
• AK Parti, üçüncü iktidar döneminde, yerel seçimlere girecektir. AK Parti iktidarının tarihsel ilerleyişinin büyükşehirlerdeki yerel seçim başarılarıyla başladığı göz önüne alındığında, düşüşünün de yine bir yerel seçimle olacağı tahmin edilebilir. Bunun anlamı, önümüzdeki yerel seçimlerin son 10 yılın en sert yerel seçimi olacağıdır. 1960 yılında kurulan gayrı yasal ama meşrulaşmış “iktidar çatısı”nın çökmesinin ardından muhalefet partilerinin seçim yaralarını sardıktan sonra legal siyaset alanında daha aktif ve daha radikal olmaları kaçınılmazdır. Bunun işaretleri bugünden görülmeye başlanmıştır. Genel seçimlerden sonra girilecek yerel seçimlere muhalefet ilk defa “gerçek birer siyasal parti” gibi projeleriyle, alan çalışmalarıyla, teşkilatlarını tam seferber ederek ve seçim sonrasındaki iç savaşların ardından çatlaklarını kapatmış yapılar olarak girecektir. AK Parti ise, yerel seçimlere, çözülmeyi bekleyen yüzyıllık sorunlar karşısındaki performansı, 12 yıllık iktidar yorgunluğu, halkın eskiyle bugünü kıyaslama yeteneğinin azalması gibi olumsuzluklarla girecektir. Daha diri ve toparlanmış gerçek siyasal partilerle yapılacak bu yarışta AK Parti’nin şüphesiz en büyük gücü ekonomik ve siyasi istikrar konularındaki yaratıcılığı olacaktır. 


<  AK Parti’nin aldığı oy oranı ve çıkardığı milletvekili sayısı, partinin üçüncü iktidar dönemindeki siyasal öncelikleri üzerinde etkili olacaktır.  >


Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) 2002 yılında kurulup Türk siyasal hayatının önemli aktörlerinden birisi haline geldiğinde hem içinden çıktığı Milli Görüş çizgisi, hem de Türkiye derin bir kriz içindeydi. Milli Görüş geleneğinin yaşadığı kriz AK Parti’nin doğuş sebebi olurken, ülkenin yaşadığı kriz, bu partinin tek başına iktidar olmasının yolunu açtı. 2001 ekonomik krizi toplumun önceki krizlerde yaptığını yapmasına neden oldu ve sorumlu gördüklerini tasfiye etti.

AK Parti’nin ikisi genel, ikisi yerel toplam 4 seçimden üstünlükle çıkmasının ve arada iki de referandumu kazanmasının en önemli unsurlarından birisi ekonomide sağladığı başarıdır. Seçmen eğilimleri üzerinde etkili olan birincil faktör, ekonomi ise, hiç kuşkusuz ikinci faktör de demokrasi, özgürlükler, temel haklarla ilgili politikalardır. AK Parti, bu iki faktörün birbirini etkilediği bilinciyle hareket ederek, bir yandan ekonomik istikrarı sağlamaya yönelik politikalar geliştirirken, aynı zamanda siyasi istikrar sağlayacak, toplumun hak ve özgürlük taleplerini karşılayacak politikalar geliştirdi.

12 Haziran 2011 seçimlerinde AK Parti’nin kaç milletvekiliyle iktidar olacağı önemlidir. 

AK Parti’nin aldığı oy oranı ve çıkardığı milletvekili sayısı, partinin üçüncü iktidar dönemindeki siyasal öncelikleri üzerinde etkili olacaktır. Kürt meselesi başta olmak üzere, AK Parti’nin demokratikleşmeye yönelik tutumu, yeni Anayasa’nın hazırlanması, yeni Türkiye’nin hangi parametreler üzerinde ve ne sürede inşa edileceği gibi unsurlar, büyük oranda AK Parti’nin aldığı seçim sonucu üzerinden tartışılacaktır. 

AK Parti, bu seçimlerde aldığı sonuçlarla diğer siyasi partilerin akıbeti üzerinde de etkili olacaktır. CHP’nin seçim sonucu, parti içindeki değişim süreci ve iktidar mücadelesinin rotasını belirleyecektir. MHP’nin baraj altında kalması veya barajı kıl payı geçmesi, hem MHP’deki iç dengeleri, hem de MHP’nin Türkiye siyasal yaşamındaki yeri ve kalıcılığı ile ilgili bir tartışmayı gündeme taşıyacaktır. BDP’nin alacağı sonuç ise Kürt meselesinin çözüm süreci, yöntemi ve vadesi üzerinde doğrudan etkili olacaktır. 

Sonuç olarak, AK Parti, 12 Haziran seçimlerinde alacağı sonuçla, sadece kendisinin siyasal denklemdeki yeri ve kalıcılığı üzerinde bir etkide değil, kendisi dışındaki bütün siyasi partilerin kaderi üzerinde de belirleyici bir rol oynayacak tır.

Yaşar Taşkın KOÇ

1965 yılında Ankara’da doğan Yaşar Taşkın Koç, Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Radyo Televizyon Bölümü mezunu. 1984 yılında Ulus Gazetesi’nde başladığı gazetecilik hayatında, Yurt Haber Ajansı Ankara Temsilciliği, Kanal 7 İstihbarat Şefliği ve TV 5 Televizyonu Ankara Temsilciliği görevlerinde bulundu. 2006’dan bu yana çalıştığı Kanal 24’te son 4 yıldır Ankara Temsilciliği görevini sürdürüyor.

Eski iş adamlarından Nuri Demirağ’ın hayat hikâyesiyle belgeselciliğe başlayan Koç, İstiklal Madalyası, Keşke Olmasaydı, Köşk’ün Öyküsü, Abdullah Gül’ün Yaşam Öyküsü, Endülüs, Erdem Beyazıt, TBMM, SEKA gibi çok sayıda belgesele imza attı. Son çalışması Ulucanlar Cezaevi’nin tarihçesi üzerine olan Koç, 2010 yılında da merhum Başbakan Adnan Menderes’in hayat hikâyesinin anlatıldığı 10 bölümlük Ali Adnan/Başvekil’i yazdı ve yönetti. Birçok kurum ve dernekten en başarılı belgeselci ödülünü aldı.

SETA | SİYASET, EKONOMİ VE TOPLUM ARAŞTIRMALARI VAKFI
Reşit Galip Cd. Hereke Sokak No: 10 
GOP Çankaya 06700 Ankara TÜRKİYE
Tel:+90 312.405 61 51 | Faks :+90 312.405 69 03 
www.setav.org | info@setav.org
SETA | Washington D.C. Office
1025 Connecticut Avenue, N.W., Suite 1106
Washington, D.C., 20036
Tel: 202-223-9885 | Faks: 202-223-6099
www.setadc.org | info@setadc.org


***


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder