GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYENİN ORTADOGU POLİTİKASI VE BATI ETKİSİ.., BÖLÜM 2
EKONOMİ TEMELLİ DIŞ POLİTİKA VE GÜVENLİK KAYGILARI ARASINDA TÜRKİYE VE ORTADOĞU (1980-1999)
1980’li yıllarda ortaya çıkan iki önemli gelişme Türkiye’nin Ortadoğu politikasını iki farklı yönde etkilemiştir. Bu dönemde Türkiye’nin güneydoğusunda ortaya çıkan ayrılıkçı “PKK” terörü ile mücadele Türk siyasetinin en önemli meselelerinden birisi olmuştur. Buna karşılık Suriye ve Irak’ın PKK’ya destek vermeleri Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkilerindeki sorunlara bir yenisini eklemiştir. Diğer taraftan Türkiye’nin ekonomik olarak dışa açılmaya başlaması ve ihracat ağırlıklı ekonomik büyüme stratejisi benimsemesi Türkiye’yi bölge ülkeleri ile iyi ilişkiler kurmaya itmiştir. Dönemin Başbakanı Turgut Özal, bölge içinde ekonomik ilişkilerin geliştirilmesinin bölge içi sorunların çözülmesinde ve barışın sağlanmasında etkili olacağına inanmış ve bu dönemle ekonomi temelli dış politika izlemiştir (Gözen, 2002). Bu çerçevede bölge ülkeleri ile iyi ilişkiler kurmak ve bu ülkelerin PKK’ya verdikleri desteği engellemek amacıyla Türkiye, öncelikle güney komşuları Suriye ve Irak ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır.
Bu bağlamda Türkiye ile Irak arasında sınırın ötesine geçen teröristlerin
etkisizleştirilmesi için sıcak takip anlaşması, Suriye ile de su paylaşımı anlaşması yapılmıştır.
Buna rağmen taraflar arasındaki sorunların tam olarak çözümlenememesi
ve PKK’nın faaliyetlerinin sürmesi nedeniyle Türkiye’nin bölge politikasında güvenlik merkezli bir bakış hâkim olmuştur. Ayrıca Türkiye’nin güneyinde İran ile Irak arasında uzun bir müddet devam eden savaş ve bu savaş sırasında Irak Kürtlerinin merkezi yönetime karşı hareketleri de Türkiye’nin güvenlik merkezli bakışının şekillenmesinde etkili olmuştur.
Türkiye’nin dış politikasında genel olarak 1980’li yılların başından itibaren etkili
olmaya başlayan ekonomik temelli dış politika Ortadoğu politikasında da etkili olmuştur.
Nitekim bu dönemde Irak ve İran Türkiye’nin önemli ticaret ortakları haline
gelmiştir. Bölge içinde ticaretin ve ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi amacıyla Türkiye, İran ve Pakistan arasında Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO) canlandırılmıştır. Türkiye ayrıca İKÖ üyeleri arasında ekonomik ilişkilerin geliştirilmesini öngören bir dizi işbirliği anlaşmasının imzalanmasına öncülük etmiştir. Ayrıca dışa açılmaya başlayan Türk özel teşebbüsü Kuzey Afrika ve Körfez ülkelerinde önemli yatırımlar yapmaya başlamıştır (Bölükbaşı, 1992).
Türkiye’nin ekonomik bir dış politika izleyerek bölge ülkeleri ile ilişkilerini geliştirme girişimleri Türk dış politikasında “Batıcılığın” yerini değiştirmemiştir. Bu bağlamda Türkiye Avrupa Topluluğu (AT) ile ilişkilerini geliştirmiş ve 1987 yılında AET’ye tam üyelik başvurusunda bulunmuştur. Yine bu dönemde Türk-Amerikan ilişkilerinde önceki onyılda yaşanan sorunlar aşılmış ve Türkiye Batı ittifakı içindeki yerini korumuştur. Bununla birlikte 1990 yılında Soğuk Savaşın sona ermesi ve hemen ardından Sovyetler Birliği’nin dağılması Türk karar vericilerinde Batı için Türkiye’nin stratejik değerinin azalacağı, dolayısıyla Batı ile stratejik ilişkinin sarsılacağı endişelerine yol açmıştır. Dönemin hükümeti hem bu endişeleri gidererek Batı ile özellikle ABD ile stratejik işbirliğini sürdürmek hem de Türkiye için yeni etki alanları yaratmak amacıyla Orta Asya, Ortadoğu ve Balkanlarda Batı yanlısı aktif bir dış politika izlemiştir (Makovsky, 1999; Kut, 2000;45-64).
Türk dış politikasının işte bu Batıcı yönü nedeniyle Türkiye, 1990-91 Körfez Krizi sırasında ABD ve müttefikleri ile birlikte hareket etmiştir.
Keza I.Körfez Savaşı sırasında da ABD’ye aktif destek vermiştir.
Şu husus belirtilmelidir ki bu savaş sırasında Arap ve İslam ülkelerinin çoğunun ABD’ye destek vermiş olması da Türkiye’nin Batı eksenli politika izlemesini kolaylaştırmıştır (Gözen, 1998;179-216).
Ancak Türkiye Körfez Savaşı’na destek vererek izlediği aktif politikadan beklediği sonuçları alamamıştır. Savaşın ve ambargoların Türkiye’ye yüksek maliyetinin yanı sıra yeni güvenlik sorunları ortaya çıkmıştır. I.Körfez Savaşı’ndan sonra Irak’ın kuzeyinde Kürtlerin “özerk” bir siyasal yapı kurmaları ve PKK’nın terör faaliyetlerinin tırmanması nedeniyle güvenlik merkezli bakış Türkiye’nin Ortadoğu politikasını yönlendirmeye devam etmiştir. Türkiye bir taraftan bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını engellemeye çalışmış, diğer taraftan PKK’ya karşı askeri mücadele yürütmüştür. Bu bağlamda bir süre İran ve Suriye ile güvenlik işbirliği arayışı olmuşsa da Suriye, Irak ve İran’ın
PKK’ya verdiği desteğin devam ettiğine dair iddialar nedeniyle Türkiye bu ülkelerle karşı karşıya gelmiştir. Ayrıca Türkiye’nin bu dönemde maruz kaldığı bir diğer önemli tehdidin, radikal İslamcı terörün de İran’dan beslendiğine inanılıyordu. Artık Sovyetlerin olmadığı bir ortamda Türk karar vericiler için Türkiye’nin güvenliğine en büyük tehdit güneyinden, yani Ortadoğu’dan geliyordu. Bu algılama uzun bir süre Türkiye’nin Ortadoğu politikasını etkisi altına almıştır.
Ortadoğu’nun bir tehdit kaynağı ve güvenlik meselesi olarak görülmeye başlamasıyla birlikte Türk ordusu Ortadoğu siyasetinin belirlenmesinde aktif bir rol oynamaya başlamıştır (Altunışık, 2000: 329-51).
Türkiye bu dönemde Ortadoğu’dan kaynaklanan tehdidi yine Ortadoğu’da aktif bir politika izleyerek dengelemek üzere bir strateji kurmuştur. Bu strateji bir taraftan tehdit kaynağı olduğu düşünülen ülkelere karşı politikanın sertleştirilmesini öngörmüştür.
Bu bağlamda Suriye ve İran ile ilişkiler gerilirken PKK’ya karşı yürütülen askeri
mücadele kapsamında Irak’ın kuzeyine sık sık askeri müdahalede bulunulmuştur. Bu stratejinin diğer yanı ise İsrail ile ilişkilerin geliştirilmesini öngörüyordu. Böylece, 1991 yılında başlayan Ortadoğu Barış Sürecine paralel olarak onarılan Türkiye-İsrail ilişkileri kısa zaman içerisinde çok hızlı bir şekilde ilerlemiş ve nihayet iki ülke arasında stratejik işbirliğine dönüşmüştür (Altunışık, 1999: 181-215; Bölükbaşı, 2001; 262-66).
İki ülke arasındaki ilişkilerin bu denli gelişmesi, Türkiye’nin Araplar ve İsrail ile ilişkilerinde gözettiği denge politikasının sona erdiğini göstermiştir. 1990’ların ortalarında barış görüşmelerinin kesilmesine rağmen Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini geliştirmesi, Arap dünyasının ve İran’ın tepkisini çekmiştir. Böylece Türkiye-İsrail ilişkileri bir kez daha Türkiye’nin Ortadoğu politikasında etkili bir unsur, ancak Türkiye’nin bölge ülkeleri ile ilişkilerini geliştirmesinin önünde keskin bir engel olmuştur.
Nitekim Aralık 1997’de Tahran’da yapılan İKÖ Zirvesi’nde Türkiye, İsrail ile ilişkileri nedeniyle sert bir şekilde eleştirilmiştir (Milliyet, 9 Aralık 1997).
Burada dikkat çeken bir husus Türkiye’nin Batı ile ittifakının yeni tehditlere karşı güvenliğinin sağlanmasında pek etkili olmamış olmasıdır. Bilakis Batı, Ortadoğu’da yaptığı hamlelerle, özellikle Batı’nın Irak politikası (Irak’ın kuzeyinde “uçuşa yasak bölge” uygulaması ve ticaret ambargosu) sonuçları itibariyle Türkiye’nin güvenliği için yeni tehditlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Üstelik Avrupa ülkeleri ve ABD’nin bir nevi örtülü silah ambargosu uygulayarak PKK ile mücadeleye ket vurması, Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin bazı çevrelerde yeniden sorgulanmasına yol açmıştır. Sovyet tehdidinin kalktığı ve Batı ittifakının Türkiye’nin güvenliğine artık önemli derecede katkıda bulunmadı ğı bir ortamda bu sorgulama meşru bir hale gelmiştir. Ayrıca Türkiye’nin
AB üyelik sürecinin ağır aksak ilerlemesi ve zaman zaman kesintiye uğraması da Batı bağlantısının yeniden değerlendirilmesini gerektirmiştir. 1990’lı yıllarda ortaya çıkan İslam ile Batı arasında çatışma tezleri ve “İslami fundamentalizmin” Batıda yükselen tehdit olarak görülmesi, Türkiye içindeki dönüşümün bir yansıması olarak kimlik tartışmalarının başlaması Türk dış politikasındaki Batılı kimliğin ve “Batıcı” politikaların sorgulanmasına yol açmıştır. Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte Türkiye’nin etrafında ortaya çıkan güç boşluğu, yeni krizler ve fırsatlar, Türkiye’nin dış politikada diğer kimliklerini (Balkan, Kafkas, Asya, Akdeniz, Ortadoğu, İslam vs.) yeniden keşfetmesine ve onları öne çıkarmasına neden olmuştur. Türkiye’nin tehdit algılamasında ve kimlik tanımlamalarındaki bu değişiklikler ile Batıya karşı şüpheciliğin 1990’larda
yavaş yavaş yükselmesi Türk dış politikasında 1990’lı yılların sonlarında yeniden çok boyutluluk arayışlarına yol açmıştır (Bağcı, 1998:1-14; Yavuz, 2001: 35-64).
TÜRKİYE’NİN ORTADOĞU’ YA “DÖNÜŞÜ” VE BATI ETKİSİ (1999-2007)
Yukarıda değinildiği gibi 1990’lı yıllar boyunca Türkiye’nin Ortadoğu politikası, toprak bütünlüğünü tehdit eden terör nedeniyle güvenlik kaygıları tarafından şekillendirilmiştir.
Ortadoğulu komşuların PKK’ya destek vermesi, hatta PKK lideri Abdullah
Öcalan’ın uzun yıllar boyunca Suriye’de barınması dolayısıyla bu ülkeyle ilişkiler oldukça gergin olmuştu. Ancak Türkiye’nin Suriye üzerindeki artan baskısı 1998 yılında sonuç vermiş; Suriye, Öcalan’ı topraklarından kovmuştur. Bunun ardından Türkiye ile Suriye arasında Ekim 1998’de imzalanan Adana Mutabakatı sonrasında Türkiye’nin hem Suriye ile ilişkileri hem de Ortadoğu politikası güvenlik eksenli ve gerilimli olmaktan çıkıp işbirliğine dönük bir hal almıştır (Tür, 2006: 141-66). Öcalan’ın Şubat 1999’da yakalanmasının ardından PKK’nın faaliyetleri büyük ölçüde ortadan kalkmıştır.
Böylece Türkiye’nin bölge ile ilişkilerinde belirleyici olan güvenlik kaygıları bir ölçüde azalmıştır. Güvenlik kaygılarının azalması ile birlikte Türkiye “bölge merkezli dış politika” izlemeye ve bölge ülkeleri ile siyasi ve ekonomik ilişkilerini normalleştirmeye ve geliştirmeye başlamıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in önderlik ettiği bu politikaya göre Türkiye Osmanlı geçmişiyle barışmalı ve tarihsel, kültürel ve ekonomik tüm imkanları kullanarak komşuları ve yakın coğrafyası ile iyi ilişkiler kurmalıdır. Türkiye, bölge dışı güçlerin desteğiyle değil, ancak bölge ülkeleri ile iyi ilişkiler kurarak kendi bölgesel çıkarlarını koruyabilecek, böylece önemli bir küresel aktör haline gelecektir (Altunışık, 2000: 346; Cem, 2001: Cem, 2002; 1-6).
Bölge merkezli dış politika kapsamında Türkiye önce komşu ülkelerle, Irak, İran
ve Suriye ile siyasi ilişkilerini düzeltmiştir. Bu düzelmeyi söz konusu ülkeler ile Türkiye arasında giderek artan ticaret ve ekonomik ilişkiler izlemiştir. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Haziran 2000’de Suriye lideri Hafız Esad’ın cenazesi vesilesiyle Şam’a yaptığı ziyaret ile Haziran 2002’de İran’a yaptığı çalışma ziyareti Türkiye’nin Ortadoğu politikasında değişimi açık bir şekilde ortaya koymuştur. İslamcı Milli Görüş hareketinden ayrılan bir grup siyasetçinin önderlik ettiği AK Parti’nin Kasım 2002’de iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleri ile ilişkileri daha fazla yoğunlaşmıştır. (Şahin, 2010: 15-19; Larrabee, 2007;103-14).
Artık Sovyet tehdidinin kalmadığı bu dönemde Batı bloku yeknesak niteliğini büyük ölçüde kaybetmiştir. Giderek kurumsallaşan Avrupa Birliği (AB) ile ABD’nin politikaları, dolayısıyla Ortadoğu politikaları iyice ayrışmıştır. Özellikle 11 Eylül 2001’den sonra Trans-Atlantik ayrışma daha net bir şekilde ortaya çıkmıştır. AB’nin yapıcı diyalog ve tedrici olarak Ortadoğu’nun dönüştürülmesi yaklaşımına karşılık ABD daha müdahaleci ve aktif bir tutum almıştır. Türkiye’nin AB ile ilişkileri bu dönemde oldukça iyi seyretmiştir. 1999 tarihindeki Helsinki Zirvesi ile AB’ye üyelik perspektifi kazanan Türkiye, 2005 yılından itibaren tam üyelik müzakerelerine başlamıştır. AB’ye üyelik perspektifinin güçlenmesi ile birlikte hem komşuların Türkiye’ye bakışı olumlu yönde değişmeye başlamış hem de Türkiye’nin dış politika pratiği değişmeye başlamıştır.
Dış politikada güvenlik ve gerilim ekseninden ayrılarak değerleri ve ekonomik
ilişkileri temel alan, işbirliğine dönük bir yaklaşım Türk siyasetini belirlemeye başlamıştır.
Türkiye’nin bu politikası birçok çevrede AB’nin komşuluk politikası ve Ortadoğu
yaklaşımına uyumlu olarak görülmüştür (Özcan, 2008).
Ancak Türkiye’nin, AB’nin aksine Ortadoğu’da daha aktif siyaset izleyen ABD ile
ilişkileri inişli-çıkışlı bir seyir izlemiştir. ABD’nin Ortadoğu politikasına kuşku ile bakan Bülent Ecevit liderliğindeki koalisyon hükümetinden sonra iktidara gelen AK Parti hükümeti ABD ile stratejik işbirliğini sürdürmek niyetindeydi. Buna mukabil ABD de etkili bir bölgesel güç olarak gördüğü Türkiye’yi Ortadoğu politikasında önemli bir unsur olarak görüyordu. Bu bağlamda ABD’nin Irak’ta rejimi devirmek için askeri müdahalesine Türk hükümeti tarafından destek verilmiştir. Ancak, ABD askerlerinin Türkiye üzerinden Irak’a girmelerine izin veren hükümet tezkeresinin 1 Mart 2003’te TBMM’de reddedilmesi büyük bir şaşkınlığa ve Amerikan yönetiminin tepkisine yol açmıştır. Kısa bir süre sonra Irak’taki Türk Özel Kuvvetleri ile Amerikan askerlerinin karşı karşıya gelmesi, Türk-Amerikan ilişkilerindeki krizi derinleştirmiştir. Ayrıca, Irak’ın işgal edilmesinden sonra dağılmış Irak ordusunun cephanelerinin bir kısmını
ele geçiren ve Kuzey Irak topraklarını serbestçe kullanan PKK’nın terör faaliyetleri yeniden artmıştır. Amerikan yönetimi uzunca bir süre Türkiye’nin bölgeye müdahalesine izin vermediği gibi kendisi de PKK’ya karşı harekete geçmemiştir. Son olarak, bazı Amerikalı yetkililer, Türk-Amerikan ilişkilerinin onarılması için Türkiye’nin Suriye ve İran’a karşı ABD ile işbirliği yapmasının şart olduğunu ileri sürmüştür. Bütün bu gelişmelerin ardından Türk kamuoyunda Amerikan karşıtlığı tarihte hiç görülmediği kadar yükselmiştir (Kardaş, 2006: 306-29; Şahin, 2006: 191-218).
Irak’ın parçalanmasının önlenmesi ve istikrarın sağlanması amacıyla Amerikan
yönetimi ile Irak’ta işbirliğini sürdüren AK Parti hükümeti, ABD’nin Suriye ve İran ile ilgili isteklerine boyun eğmeyerek bu iki ülke ile ilişkilerini geliştirmiştir. Bununla birlikte, hem ABD ile ilişkilerini onarmak hem de bölgede daha aktif bir dış politika izlemek adına ABD’nin öncülük ettiği Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) aktif bir şe-kilde destek vermiştir (Bağcı ve Sinkaya, 2006: 21-37). Ne var ki BOP pek uzun ömürlü olmamıştır. Bölgede yapılan demokratik seçimlerin sonucunda Filistin ve Lübnan’da ABD’nin “terörist” olarak nitelediği Hamas ve Hizbullah’ın büyük bir başarı elde etmesi, Amerikan yönetiminin BOP’u rafa kaldırmasına neden olmuştur. Nihayet İsrail’in 2006 yılında Lübnan’a yaptığı askeri saldırı ve bu saldırı karşısında ABD’nin sessizliğini koruması, BOP’un sonunu getirmiştir.
Türkiye’nin BOP’taki aktif tutumu bir yana, gerek 1 Mart tezkeresi olayı, gerek
ABD’nin baskısına rağmen Türkiye’nin hem İran hem de Suriye ile ilişkilerini geliştirmesi nedeniyle bölge ülkelerinin Türkiye’ye bakışı değişmeye başlamıştır. O zamana kadar Türkiye’yi bölgede Batı’nın ileri karakolu olarak gören bu ülkeler artık Türkiye’nin ABD’den bağımsız ve bölge yanlısı bir politika izlediği kanaatine varmıştır.
Böylece, yıllardır Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerini olumsuz etkileyen Batı bağlantısının söz konusu olumsuz etkisi giderek ortadan kalkmıştır. Ayrıca, AK Parti’nin İslamcı kimliğinin yanı sıra iktidarda reformcu bir profil sergilemesi ve AB üyelik perspektifi Ortadoğu ülkeleri arasında Türkiye’ye duyulan ilgiyi artırmıştır. Diğer bir tabirle AB ile ilişkilerin bu dönemdeki iyi seyri Türkiye’nin Ortadoğu ile ilişkilerinde de olumlu bir pay sahibi olmuştur (Dağı, 2006: 167-88).
3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder