16 Şubat 2020 Pazar

ULUSLARARASI GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU VİZYONU VE STRATEJİSİ., BÖLÜM 4

ULUSLARARASI GELİŞMELER IŞIĞINDA TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU VİZYONU VE STRATEJİSİ., BÖLÜM 4



3. Orta Doğu’daki Gelişmeler 

İnsani müdahale söylemleriyle Afganistan ve Irak Savaşları; Arap Baharı kapsamında halk ayaklanmaları, iç savaşlar ve müdahaleler Orta Doğu’yu 
adeta bir bataklığa dönüştürmüştür. Ülkelerin içlerindeki iktidar mücadeleleri, bölgesel güçlerin rekabetleri ve küresel güçlerin hegemonya savaşları farklı 
amaçlarla farklı ittifakların oluşmasına neden olmaktadır. 

< Rusya ve Çin’in öncülük ettiği; Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın da üye olduğu Şangay İşbirliği Örgütü; 2016 yılında Pakistan ve Hindistan’ın katılımıyla daha da güçlenmektedir. >

Orta Doğu’daki gelişmeleri, nedenleri ve ittifakları anlayabilmek için devletlerin hedeflerini bilmek faydalı olacaktır. Orta Doğu’da siyasi ve/veya ekonomik 
nüfuz mücadelesinin tarafları ABD, İngiltere, Rusya, Fransa ve Almanya; bölgesel nüfuz alanlarını ve etkilerini genişletmeye çalışan bölgesel güçler 
Türkiye, İran, Mısır, Suudi Arabistan ve İsrail’dir. 

< ABD ve Batı karşısında adeta yeni bir kutup oluşmaktadır. >

ABD’nin Orta Doğu politikasının hedefleri; enerji kaynakları ve ulaşım yollarını kontrol etmek, Batı yanlısı yönetimlerin ve değerlerin bölgeye yerleşmesini 
sağlamak, bölge dışı veya bölgeden bir devletin hâkim bir güç olarak bölgede nüfuzunu geliştirmesine engel olmak, Araplar arasında birliğe mani 
olmak ve İsrail’in güvenliğini sağlamaktır.49 

Rusya’nın tarihsel hedefi sıcak denizlere inmektir. Rusya Çarlık döneminden bu yana yayılmacı bir siyaset izlemektedir. Gürcistan ve Ukrayna krizleri ile 
Karadeniz’de etki alanını geliştiren Rusya, 2015 yılında Suriye’deki askeri varlığını artırmış ve Doğu Akdeniz’e yerleşmiştir. Ayrıca İran ile işbirliğini 
geliştirerek Irak ve Lübnan üzerinde nüfuz sahibi olmuştur. Bu gelişme Şangay İşbirliği Örgütü ile birlikte düşünüldüğünde, Rusya’nın Pasifik’ten Doğu 
Akdeniz’e kadar uzanan bir bölgede ABD ve Batı karşıtı bir blok oluşturmaya çalıştığı görülmektedir.50 

Fransa tarihsel nüfuz alanı olan Suriye ve Lübnan’da etkinliğini devam ettirmeyi istemektedir. Almanya ise geçmişteki hayalleri doğrultusunda bölgede 
nüfuz kurabilecek yapılar oluşturmaya çalışmaktadır. 

İsrail Arap dünyasının birlik oluşturmasını engellemek ve parçalanmış bir durumda kalmasını sağlamak, bölgede kendisini hedef alan devletler ve terör 
örgütlerinin gelişmesini, nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlar elde etmesini önlemek istemektedir. 

İran, Şii Hilali olarak adlandırılan Şii nüfusun yoğun olarak yaşadığı bölgede nüfuzunu artırmaya çalışmaktadır. Tahran ayrıca Batı ve İsrail karşıtı politikalar 
uygulamaktadır. Suudi Arabistan ise petrol gelirlerinden istifade ederek Vehhabilik hareketi vasıtasıyla bölgedeki nüfuzunu geliştirmektedir. Riyad 
özellikle İran’ın, Basra Körfez’i bölgesindeki etkinliğini zayıflatmak için çaba göstermektedir. 

Türkiye ise 2000’li yılların başlarından itibaren bölgeye özgü entegrasyon girişimlerinde bulunmuş, ancak Arap Baharı ile birlikte bu girişimler sonuçsuz 
kalmıştır. Arap Baharıyla birlikte bu politikalar revize edilerek Orta Doğu’daki gelişmelere paralel ve ağırlıklı olarak mezhep çatışmalarının etkisinde, 
Müslüman Kardeşler ve HAMAS gibi örgütlere sempati ile yaklaşan bir politika izlenmiştir. Bu uygulamalar Orta Doğu’daki cepheleşmelerin dolaylı 
olarak içine girilmesi sonucunu doğurmuştur. Bu çerçevede Suriye ve Irak’taki gelişmeler başta olmak üzere; İran’la örtülü, Mısır’la askeri müdahale nedeniyle 
açık, İsrail ile Gazze ve Mavi Marmara olayı nedeniyle bariz, Suriye ile sınırımıza bitişik etnik ve mezhepsel iç savaş nedeniyle hasmane bir tutum 
içine girilmiştir. 

4. 2000’li Yıllar 

2000’li yılların başından itibaren Türkiye, Orta Doğu’nun değişen siyasi konjonktürü çerçevesinde “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesinin başka bir ifadesi 
olarak değerlendirilebilecek komşularla sıfır sorun, yüksek düzeyli işbirliği konseyleri ve diplomaside ılımlı bir üslupla bölgedeki etkinliğini artırmıştır. 
Bunlara ilaveten; özgürlük, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa gibi Batı dünyasınca önemsenen ve benimsenen temel prensiplere uygun politikalarla, Batı dünyası ve müttefikleri nezdinde de prestij kazanmıştır. 

Türkiye, AB ve ABD ile ilişkilerini geliştirmiş ve aynı zamanda Rusya ile de yakınlaşmıştır. Asya, Afrika ve Latin Amerika açılımları ile dünyaya açılmış; 
Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Orta Doğu bölgelerinde komşularla ilişkilerini derinleştirmiştir. Stratejik işbirlikleri tesis ederek Orta Doğu’ya özgü 
entegrasyon çalışmaları yapan Türkiye, bölgesel sorunların çözümünde etkin rol almaya başlamıştır. 

<  Türkiye ise 2000’li yılların başlarından itibaren bölgeye özgü entegrasyon girişimlerinde bulunmuştur, >

Köklü sorunların bulunduğu bölgede önemli görüş farklılıklarına sahip birçok ülkenin nadir ortak paydalarından birisi, Türkiye’ye duydukları güven 
olmuştur. Türkiye’nin ekonomik kalkınma ve demokrasi alanında kaydettiği ilerleme, dış ilişkilerindeki hareket sahasını ve etki gücünü artırmıştır. Vizyoner 
yaklaşım ile Dışişleri Bakanlığı bürokrasisinin tecrübesi olumlu bir sinerji yaratmış, çıkarlar ve değerler gerçekçi değerlendirmeler ile pragmatik uygulamalara dönüştürülmüştür. Vizyon ve reel politika optimali, Türkiye’nin yakın çevresinde sorunları tamamen çözemese de barış ve istikrar kuşağı oluşturulmasına katkı sağlamıştır. 

Yunanistan’la 1999’da başlatılan diyalog süreci, Ege sorunlarına ilişkin istikşafi görüşmeler, güven artırıcı önlemler, Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi ve 
üst düzey temaslar aracılığıyla işbirliğine dönüştürülmüştür. Bulgaristan ve Romanya’yla ilişkiler ileri bir seviyeye taşınmış, sorunlar çözülmüş ve eko
nomik ilişkiler geliştirilmiş, bu ülkelerin NATO üyeliğine destek verilmiştir. Ukrayna ile ilişkilerde bir sıçrama yaşanmış ve ticaret hacmi son 10 yılda beş 
kat artmıştır. İki ülke arasında vizeler kaldırılmış ve Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi kurulmuştur. Rusya Federasyonu’yla ilişkiler 1990’lı yılların 
başından itibaren ivme kazanmış, işbirliğinde “çok boyutlu güçlendirilmiş ortaklık” seviyesine ulaşılmıştır. Rusya ile 2010 yılında Üst Düzeyli İşbirliği 
Konseyi oluşturulmuş, vizelerin karşılıklı olarak kaldırılması ikili ilişkilerin gelişmesi için önemli bir fırsat ve potansiyel yaratmıştır.51 

< 2000’li yılların başından itibaren Türkiye, Orta Doğu’nun değişen siyasi konjonktürü çerçevesinde “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesinin başka bir ifadesi olarak değerlendirilebilecek komşularla sıfır sorun, yüksek düzeyli işbirliği konseyleri ve diplomaside ılımlı bir üslupla bölgedeki etkinliğini artırmıştır. >

Kafkasya ülkelerinin toprak bütünlüklerinin korunması, bölgedeki sorunların barışçıl yollardan çözüme kavuşturulması ve bölgesel işbirliğinin geliştirilmesi 
için politikalar uygulanmıştır. Bu kapsamda Türkiye, Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Platformu girişiminde bulunmuş, bölgede bir diyalog ve güven ortamı oluştur maya çalışmıştır. Tarihi ve kültürel yakınlık bulunan Azerbaycan’la ilişkiler kuvvetlendirilmiştir. Gürcistan’ın toprak bütünlüğünün korunması yönünde 
söylemler sürdürülürken, Abhazya ile Güney Osetya ihtilaflarına çözüm bulunmasına yönelik politikalar geliştirilmiştir. Güney Kafkasya’da sürdürülebilir 
bir barış ortamının sağlanması amacıyla, 2009 yılında Ermenistan’la zorlu görüşmelerden sonra iki önemli Protokol imzalanmıştır.52 
Protokollerin onay sürecinde ilerleme sağlanamasa da geleceğe yönelik umutlar artmıştır. 

Orta Doğu politikasını bağımsızlık, Batı karşıtlığı ve bölgesel liderlik hedef ve prensipleri doğrultusunda geliştiren İran ile siyasi, ekonomik ve ticari 
ilişkiler karşılıklı fayda sağlayacak şekilde hızla geliştirilmiştir. İki ülke arasındaki ticaret hacmi 2000 yılında 1 milyar dolarken 2005 yılında 4 milyar dolara, 2011 yılında ise 14,9 milyar dolara yükselmiştir.53 İran’ın uluslararası toplumda endişe yaratan nükleer programı yakından izlenmiş ve meselenin diplomatik ve barışçıl yollardan çözümüne yönelik girişimler aralıksız sürdürülmüştür. 

Bu dönemde en önemli bölgesel gelişme 2003 yılında Irak’ta yaşanmıştır. ABD, Orta Doğu’da yeni bir düzen oluşturmak maksadıyla, BM’nin uyguladığı silah denetimine uymadığı ve gizli bir şekilde kitle imha silahları ürettiği gerekçesiyle, askeri bir harekâtla Irak’ta Saddam Hüseyin rejimini devirmeyi hedeflemiştir. Türkiye bu harekâtın olumsuz etkilerini en aza indirmek için gönülsüz de olsa ABD ile işbirliği yapmak zorunda kalmıştır. Türkiye’de savaşa destek verilmesi konusunda kararsızlık yaşanması nedeniyle ABD’nin 

< Vizyoner yaklaşım ile Dışişleri Bakanlığı bürokrasisinin tecrübesi olumlu bir sinerji yaratmış, çıkarlar ve değerler gerçekçi değerlendirmeler ile pragmatik uygulamalara dönüştürülmüştür. >

Türkiye üzerinden kuzey cephesi açmasını ve Türk askerinin de Irak’a girmesini öngören tezkere TBMM’de kabul edilmemiştir. 

Türkiye, ABD tarafından belirlenen senaryonun oyuncusu olmak istememiş, bunun sonucu olarak ABD ile ilişkilerde kriz yaşanmaya başlanmıştır. Krizin 
derinleşmesini önlemek için Türk hava sahasının ABD uçaklarına açılmasını ve Türk askerinin Irak’a gönderilmesini öngören ikinci tezkere TBMM’de kabul 
edilmiştir. Fakat ABD askeri harekâtı sadece güneyden gerçekleştirmiş ve Türk askerleri Irak’a girmemiştir. Müttefiklerle birlikte hareket edilmemesinin 
maliyeti ise daha sonra ortaya çıkmıştır. ABD yetkilileri Irak’ta karşılaşılan uzun süreli direnişi Türkiye üzerinden cephe açılmamasına bağlamış ve Türkiye’yi suçlamış, ABD-Türkiye gerilimi Süleymaniye’de 10 Türk askerinin başına çuval geçirilmesi ve gözaltına alınması boyutuna kadar ulaşmıştır. 

Irak’ın kuzeyindeki otorite boşluğunu değerlendiren PKK terör örgütü bu dönemde yeniden silahlı eylemlere başlamış ve Kürdistan Topluluklar Birliği’ni 
(KCK) teşkil ederek bölgede devletleşmeye yönelik örgütlenmiştir. 

Türkiye, Irak’ın işgali sürecinde gücünü olduğundan büyük değerlendirmiş, düzen kurucu ülke olarak gelişmeleri kendisinin yönlendirebileceğine 
inanmış, ancak tam tersi bir sonuçla karşı karşıya kalmıştır. Müttefiklerle beraber hareket edilmediği takdirde düzen kurmak bir yana Türkiye’nin bölgedeki gelişmeleri dahi yönlendiremediği gözlemlenmiştir. Ankara bu nedenle ABD ile ilişkilerini düzeltmeye çalışmıştır. ABD’nin terörizmin ideolojik kaynağını 
kurutmak, Orta Doğu’da ekonomik, sosyal, siyasal, güvenlik, hukuk vb. alanlarda reformlar yaparak sorunları çözmek ve demokrasinin gelişmesini sağlamak maksadıyla uygulamaya koyduğunu belirttiği Büyük Orta Doğu Projesi, Türkiye’nin bu girişimi için uygun ortamı sağlamıştır. Türkiye bu projede eş 
başkan olarak önemli sorumluluklar almıştır. Türkiye ayrıca Batı ile İslam dünyası arasındaki gerilimleri azaltmak ve farklı medeniyetlerin benimsediği 
ortak değerlere dikkat çekmek maksadıyla İspanya ile birlikte Medeniyetler İttifakı Projesi’ne eş başkanlık yapmıştır. Bu dönemde AB ile müzakere süreci 
başlatılarak reformlara ağırlık verilmiş, Türk siyasal ve hukuk sisteminin Batılı normlara uygun hale getirilmesine yönelik adımlar atılmıştır. Neticede bu projeler ve adımlarla Türkiye’nin ABD ve Batı ile ilişkileri düzelmeye ve Orta Doğu’daki etkinliği artmaya başlamıştır. 

< Vizyon ve reel politika optimali, Türkiye’nin yakın çevresinde sorunları tamamen çözemese de barış ve istikrar kuşağı oluş turulmasında önemli katkılar sağladı. >

Bu dönemde Irak’taki tüm siyasi gruplarla iyi ilişkiler kurulmuştur. Türkiye, Irak’ın, siyasi birliği ve toprak bütünlüğü konusunda yoğun çaba harcamış, 
etnik ve mezhepsel gerilimlerin çatışmaya dönüşmemesi için taraflar arasında uzlaştırıcı bir rol oynamıştır. Irak’ın kuzeyindeki özerk bölge yönetimiyle 
zaman zaman sorunlar yaşansa da sonunda uzlaşma sağlanmış ve kültürel, ekonomik ve ticari ilişkiler geliştirilmiştir. Türkiye’nin girişimiyle başlatılmış 
olan “Irak’a Komşu Ülkeler Süreci” ile ilk etapta Irak’ın komşularının, ardından ilgili ülke ve uluslararası kuruluşların Irak’a yönelik çabalarının eşgüdümü 
sağlanmış, Irak’ta istikrarın tesisine katkı yapılmıştır. Irak merkezi yönetimiyle 2008 yılında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi oluşturulmuş 
ve ilişkiler çok boyutlu olarak geliştirilmiştir.54 

< Türkiye’nin ananevi dış politika prensiplerinden tutarlılık ve güvenirlilik prensibine uyulmadığı için müttefiklerle birlikte hareket edilmemesinin maliyeti ise daha sonra ortaya çıkmıştır. >

Adana Anlaşması ile 1998’de düzelmeye başlayan Türkiye-Suriye ilişkilerinde, 2000’li yıllarda uygulamaya konan dış politika sayesinde yakınlaşma 
başlamıştır. ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında kendini tehdit altında hisseden Suriye ile Türkiye arasında sorunlar hızla çözülmüş ve siyasi ilişkiler geliştirilmiştir. 

Siyasi ilişkilerde yakınlaşma ekonomik ilişkilerin de gelişmesine katkı yapmıştır. İki ülke arasında hızla gelişen ekonomik ilişkiler, kültürel münasebetlerin 
de gelişmesini kolaylaştırmış ve adeta iki ülke arasında sınırların önemi ortadan kalkmıştır.55 Yaratılan güven ortamı askeri işbirliğinin başlatılması konusunda dahi adımlar atılmasını sağlamıştır. Türkiye, Suriye’nin dünyaya açılan kapısı konumuna gelmiştir. Türkiye, İsrail-Suriye arasında arabuluculuk yapmış, Lübnan devlet başkanlığı krizinin çözümünde ve Suriye’nin koruması altında bulunan HAMAS odaklı İsrail-Filistin sorununun çözümünde önemli rol oynamıştır. 

< Müttefiklerle beraber hareket edilmediği takdirde düzen kurmak bir yana Türkiye’nin bölgedeki gelişmeleri dahi yönlendiremediği gözlemlenmiştir. Ankara bu nedenle ABD ile ilişkilerini düzeltmeye çalışmıştır. >

Diğer tarafta Türkiye, milli bir dava olarak addettiği Kıbrıs konusunda sorunun çözümü yönünde de esnek ve yapıcı bir tutum benimsemiştir. Türkiye, 
Kıbrıs sorununun, yerleşmiş BM parametrelerine dayanan, adil, kalıcı ve kapsamlı bir çözüme kavuşturulması yönündeki tüm diyalog ve görüşmeleri 
desteklemiştir. BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde gerçekleştirdiği girişimlerin başarıya ulaştırılması için gayret sarf etmiştir. 
Uzun süren müzakerelerden sonra hazırlanan Annan Planı, içerdiği çeşitli olumsuzluklara rağmen geç de olsa Kıbrıs Türk tarafından kabul edilmiştir. 
Ancak plan Rum tarafının kabul etmemesi nedeniyle hayata geçirilememiştir. 

Bu durum çözüm yolunda zorluk çıkaran tarafın Türk değil Rum tarafı olduğunu 
tüm dünyaya göstermiştir.56 

Bu yıllarda Türkiye bölgede “sürdürülebilir barış ve istikrarın sağlanması” için gayret etmiştir. Bu kapsamda; İran’ın nükleer silahlanma faaliyetlerini 
durdurmasının yanı sıra İsrail’in de elindeki mevcut nükleer silahları imha etmesi gerektiği ifade edilmiştir. HAMAS liderlerinden Şeyh Ahmet Yasin ve Abdülaziz Rantisi’nin 2004’te öldürülmesi üzerine İsrail’in bölgede devlet terörü uyguladığı şeklindeki açıklama, Tel Aviv’de rahatsızlık ve tedirginlik meydana getirmiştir. Ancak PKK’nın Kuzey Irak’ta faaliyetlerine yeniden başlaması, ABD ile 1 Mart Tezkeresi’nden dolayı bozulan ilişkilerin düzeltilmesi ve Ermeni iddialarıyla ilgili yasa tasarıları karşısında uluslararası destek ihtiyacı İsrail’le ilişkilerde yumuşamaya neden olmuştur.57 

İzlenen çok yönlü ve çok boyutlu dış politika, Türkiye’nin Orta Doğu Barış Süreci’nde aktif ve yapıcı bir rol alabileceğine yönelik beklentileri artırmıştır. 

Bu çerçevede Türkiye’nin İsrail ile Suriye arasında sürdürülecek müzakerelerde arabulucu ülke olması iki ülke tarafından da kabul görmüştür. 

Ancak İsrail’in izlediği politikalar Türkiye’nin tarafsız bir şekilde politika üretmesini imkânsız hale getirmiştir. Bu anlamda ilk büyük kriz 2006’da 
İsrail’in Güney Lübnan’ı işgal etmesiyle ortaya çıkmıştır. İkincisi 2008’de Gazze’ye “Dökme Kurşun” operasyonu ile yaşanmıştır.58 Saldırı süresinin 
uzaması, şiddet yoğunluğunun artması üzerine İsrail, Türkiye tarafından “devlet terörü işlemek” le itham edilmiştir. İki devlet arasındaki kriz Davos 
diplomatik kriziyle daha da derinleşmiş ancak buna rağmen İsrail ile ilişkiler koparılmamıştır. 

5. 2010 Sonrası Vizyon 

2010 yılından itibaren Orta Doğu’da Arap Baharı olarak adlandırılan köklü bir değişim süreci başlamıştır. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bu süreçte 
Orta Doğu bölgesinde yaşanan gelişmeleri ve Türkiye’nin uyguladığı politikaları, “Türk Dış Politikasının İlkeleri ve Bölgesel Siyasal Yapılanma” başlığı altında şu şekilde özetlemektedir: Türkiye, bu değişim sürecini kendi ulusal çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalışmıştır. Bu kapsamda değişime ilişkin doğru bir anlayış geliştirmeye ve değişimlere uygun stratejiler oluşturmaya gayret etmiştir. Ortaya çıkan risklerle mücadele edebilmek için Türkiye’nin bazı jeopolitik üstünlüklere sahip olduğu değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeler ışığında Türkiye politika oluşturma ilkelerine düzen kurucu aktör ilkesini dâhil etmiş ve bu ilkeyi öncelemiştir. Ayrıca farklı paradigmalar, açıklanan ilkelerin uygulamaya dönüşmesini önemli ölçüde etkilemiştir. 

Bunlardan Birincisi; ulusal çıkarlarla birlikte değer odaklı bir dış politika takip edilmesidir. Bu çerçevede Türkiye’nin küresel bir aktör ve akil bir ülke olduğu 
vurgulanmıştır. Akil ülkelerin ekonomik kriz ve siyasal dönüşüm sürecinde; çatışmaların önlenmesi, arabuluculuk, çatışma çözümü ve kalkınma yardımı 
konularında katkı yapması gerektiği belirtilmiştir. Küresel hedeflere ulaşmak için evrensel değerlerin kararlı bir savunucusu olurken, aynı zamanda yerel 
değerlerle birleştirilmesi amaçlanmıştır. Adalet ve eşitlik ilkeleri gereği bölge halklarının; özellikle insan hakları, demokrasi, iyi yönetişim, şeffaflık ve hukukun üstünlüğü gibi normlara sahip olması arzu edilmiştir. Bölgede demokratikleşme deneyimi yaşanırken, demokratik değerleri destekleme ve ulusal çıkarları savunma arasındaki denge korunmaya çalışılmıştır.59 

< Ortaya çıkan risklerle mücadele edebilmek için Türkiye’nin bazı jeopolitik üstünlüklere sahip olduğu değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeler ışığında Türkiye politika oluşturma ilkelerine düzen kurucu aktör ilkesini dâhil etmiş ve bu ilkeyi öncelemiştir. >

İkincisi; küresel aktör ve akil bir devlet olarak dönüşüm sürecinde zorlukların üstesinden gelmek için özgüvenle hareket edilmelidir. Sorumlulukların 
karşılanması için gerekli araçlar ve dışişleri bakanlığının yetenekleri geliştirilmiştir. 
Üçüncüsü; dış politikanın özerk bir şekilde belirlenmesi ve yürütülmesi dir. 
Bu politikalar çıkarlar ve değerler perspektifinde Batılı ülkelerle koordine edilebilir, ancak önemli olan dış güçlerin belirlediği politikalarda roller alınması değil, Türkiye’nin kendi belirlediği politikaları uygulamasıdır. 

Dördüncüsü ise vizyon temelli politikaların takip edilmesidir. Akil ülke rolü ve kriz yönetimi ile vizyon yönetimi arasında sağlıklı denge kurulmalıdır. 60 

Davutoğlu, bu esaslar doğrultusunda Türkiye’nin küresel düzeyde vizyonunu; 
“ Uluslararası toplumun genelini kapsayan katılımcı bir uluslararası düzenin kurulması” olarak belirtmiştir. Küresel düzenin üç boyutu bulunmaktadır: diyalog ve çok taraflılığa dayalı bir siyasal düzen, adalet ve eşitliğe dayalı bir ekonomik düzen, kapsayıcılık ve uzlaşmaya dayalı bir kültürel düzen.61 

Bölgesel düzeyde vizyonu ise; bölge devletlerinin demokrasi ve gerçek anlamda ekonomik karşılıklı bağımlılık kapsamında birbirleriyle tamamen bütünleştiği; 
halkların meşru taleplerini yansıtan, temsili siyasal sistemler üzerine inşa edilmiş bölgesel bir düzendir.62 

Davutoğlu’nun belirlediği bu vizyon Türkiye’nin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki halk hareketlerine yönelik politikalarını şekillendirmiştir. Türkiye’nin değer odaklı yaklaşımı, demokrasi ve genel meşruiyete olan vurgusu Orta Doğu’daki ayaklanmalara ilişkin politikalarına yön vermiştir. Tunus’taki devrimle birlikte uygulanması gereken politikaların temel ilkeleri belirlenmiştir. İlk olarak ifade özgürlüğü ve diğer siyasal reformlar talep eden halkların desteklenmesine karar verilmiştir. Geçici güç dengesi hesapları dikkate alınarak halklarla derin ve değerli dostluğu sürdürme amacından vazgeçilmeyeceğine karar verilmiştir. İkincisi, istikrarlı ve meşru demokratik siyasal yapılara geçişin; güvenlik ve özgürlük arasında oluşturulacak bir dengeyle sağlanabileceği vurgulanmıştır. Üçüncüsü, demokratik taleplere atfedilen önem ile komşularla sıfır sorun ilkesi arasında bir çelişki yoktur. Bu nedenle baskıcı rejimlere karşı durulmalıdır. Dördüncüsü, bölgenin geleceğini bölge halkları belirlemeli, bu nedenle de dış müdahaleye karşı durulmalıdır. Beşincisi, bölgedeki tüm halklar ebedi kardeş olarak kabul edilmiş ve mezhepsel gerilimleri azaltmanın bir görev olduğu vurgulanmıştır.63 

< Bölgesel düzeyde vizyonu ise; bölge devletlerinin demokrasi ve gerçek anlamda ekonomik karşılıklı bağımlılık kapsamında birbirleriyle tamamen bütünleştiği; halkların meşru taleplerini yansıtan, temsili siyasal sistemler üzerine inşa edilmiş bölgesel bir düzendir. >

Davutoğlu’na göre Orta Doğu’daki halk ayaklanmalarında talep edilen değerler, Türk halkının sahip olduğu değerlerle aynıydı. Halkların bunları talep etmeye 
hakları vardı. Halkların demokrasi mücadelesinde tarihin doğru tarafında yer alınmalıydı. Ülkeyi kendi şahsi mülkü gibi gören, evrensel değerler ve temel insan haklarını, bilhassa hayat hakkını, tamamıyla hiçe sayan rejimlere müsamaha gösterilemezdi. Nitekim Türkiye de Arap halklarının taleplerine 
“nerede olurlarsa olsunlar ve taleplerinin içeriği ne olursa olsun” koşulsuz destek vermeye karar vermiştir.64 Ancak tarihsel deneyimlerden elde edilen, 
Arap ülkelerinin kendi aralarındaki ve içlerindeki anlaşmazlıklara karışılmaması ve taraf tutulmaması ilkesi göz ardı edilmiştir. Devletlerin değil sokaklarda 
gösteri yapan halkların yanında yer alınması riskli bir karar olmuş, bu yaklaşım uygulamada devletlerin iç işlerine karışılması yolunu açmıştır. Otoriter  yönetimler ile halklar arasındaki çatışmaların derinleşmesi Türkiye’nin Orta Doğu’daki sorunlara daha fazla müdahil olması sonucunu doğurmuştur. 
Böylece, dış politika, mevcut koşulların ötesine geçerek fazla ideolojik bir özellik kazanmıştır. 

Davutoğlu’nun belirlediği esaslar doğrultusunda Orta Doğu’daki rejimlere halklarının demokrasi arayışını göz ardı etmemeleri tavsiye edilmiş, bu rejimlerden özgürlük ve güvenlik arasındaki dengeyi kurmaları istenmiştir. Güvenliğin özgürlük için feda edilmesi durumunda kargaşa, özgürlüğün güvenlik 
için feda edilmesi durumunda diktatörlük rejimlerinin ortaya çıktığı vurgulanmıştır. Güvenliği riske atmadan azami derecede özgürlük ve özgürlükleri sınırlamadan azami derecede güvenlik sağlanması konusunda liderler teşvik edilmiştir.65 Ancak halkların desteklenmesi ve devletlerin tamamen ihmal edilmesi durumunda, Suriye’de olduğu gibi demokratik olmayan diğer küresel ve bölgesel güçlerin rejimi ayakta tutabilmek için müdahale edecekleri ve bunun sonucunda iç savaş çıkacağı ve özgürlüklerin tamamen ortadan kalkacağı değerlendirilememiştir. Uzun vadeli vizyoner politikanın gerekli koşulu olan esneklik gösterilemediği için de çoğu zaman başarılı sonuçlar alınamamıştır. 

< Halkların desteklenmesi ve devletlerin tamamen ihmal edilmesi durumunda, Suriye’de olduğu gibi demokratik olmayan diğer küresel ve bölgesel güçlerin rejimi ayakta tutabilmek için müdahale edecekleri ve bunun sonucunda iç savaş çıkacağı ve özgürlüklerin tamamen ortadan kalkacağı değerlendirilememiştir. >

Arap Baharı sürecinde rejimler ve halklar arasında arabuluculuk yapmak için diplomasinin tüm araçları kullanılmıştır. Türkiye, rejimler vatandaşlarına 
karşı kaba kuvvet kullandıklarında, kan dökülmemesi ve katliamların sona erdirilmesi için diplomatik çözümler aramıştır. Yıkıcı etkileri nedeniyle askeri 
dış müdahaleler engellenmeye çalışılmıştır. Aynı zamanda liderlerin zulümlerine karşı sessiz kalınmamış ve zulmü sona erdirmek için uluslararası toplumla birlikte hareket edilmiştir.66 

Ancak uluslararası toplum Mısır’daki darbede olduğu gibi esneklik göstererek farklı uygulamalara gidince Türk dış politikasında benzer bir esneklik sağlanamamış, idealist politikalar sahadaki gerçeklerden uzaklaşmaya başlamıştır. 

Bölgede sınırsız işbirliği ve ekonomik entegrasyon arzulandığı için geçiş sürecinin yeni bölünmelere mahal vermemesine dikkat edilmiştir. Özellikle, mezhepler arası bölünmeleri – mesela Şii siyasal rejimlere karşı Sünni siyasal rejimler, eski rejimlere karşı yeni demokratik rejimlerin savunucuları – önlemek için gerekli girişimlerde bulunulması hedeflenmiştir.67 Ancak Türkiye Arap halklarının demokrasi arayışını, Sünni İslam anlayışı ve Ankara merkezli olarak değerlen dirmek durumunda kalmıştır. Özellikle İran’ın Suriye’de Esed rejimini ayakta tutma konusundaki kararlılığı, Irak’ta merkezi hükümeti desteklemesi ve Yemen’de Husileri kullanma yönündeki tutumu farklı mezheplerin etkili olduğu devletler arasındaki ayrışmayı derinleştirmiştir. Bu nedenle Suriye’de ve bölgede mezhepsel gerilim tırmanmış, rejimler arasındaki çatışmalar artmıştır. 

Dış politikada açıklanan vizyon, belirlenen hedef ve prensipler doğrultusunda hareket edilmesi öngörülmesine rağmen başarılı sonuçlar alınamamıştır. 
AB ile müzakerelerin yavaşlaması ve ilişkilerin bozulması, Rusya ile ilişkilerin gelişmesi ve Şangay İşbirliği Örgütü’ne üye olunması yönündeki söylemler 
bu olumsuzlukları derinleştirmiş, dış politikada Batıyla ters düşüldüğü yönündeki algılar güçlenmiştir. Batıdan uzaklaştıkça insan hakları, demokrasi, 
kuvvetler ayrılığı, hukukun üstünlüğü gibi kavramlardan da uzaklaşıldığı yönündeki eleştiriler de artmıştır. 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder