18 Mart 2019 Pazartesi

Türk Siyasi Hayatında Parti kapatma davaları., BÖLÜM 12

Türk Siyasi Hayatında Parti kapatma davaları., BÖLÜM 12


Bu bağlamda iddianamede yer verilen şu ifadeler de ilginçtir:

“Gösterilen deliller, Anayasanın 10. ve 42 nci maddelerinin laiklik ilkesinin özüne dokunmak amacıyla değiştirildiğini kanıtlamaktadır. Çünkü artık köktendinciler isteklerini türbanın kamusal alanda da serbest kalmasının ötesine taşımışlar, televizyonlardaki açık oturumlarda ‘türbanın yasaklanmasını savunanların Mussolini gibi yargılanacaklarını ve cezalandırılacaklarını’ çekinmeden söylemeye başlamışlardır. Sadece bu durum bile laik devlet ilkesini ve Türkiye’de laikliği savunanları nasıl bir tehlikenin beklediğini göstermeye yeterli olup, şeriatın içerdiği şiddet unsurunu da sergilemektedir” (s.117) .

Böyle bir televizyon konuşması, hangi partilimiz tarafından nerede, ne zaman ve hangi televizyonda yapılmıştır? Eğer böyle bir konuşma var ise, parti ile ilgisi bulunmayan -yönlendirilmiş- bir kişiye mi aittir? Yoksa parti yasaklamada sadece şiddeti ölçü alan Venedik kriterlerinin gerçekleştiği izlenimini uyandırmak için herkesi güldürecek uydurma delil mi yaratılıyor? İddianamede dayanılan diğer konuşmalar eklerde yer almasına rağmen, bu faili meçhul ve içeriği hiçbir şekilde kabul edilemeyecek konuşma neden ekler arasında bulunmamaktadır?

Görüldüğü gibi iddianame, olgulardan tamamen uzak bir şekilde ideolojik kaygılara dayalı bir iddiaya delil üretme çabası içindedir. İddianamedeki partimizin şiddetle ilişkisini kurmaya yönelik tüm ifadeler, tamamen hayal dünyasında üretilen spekülasyon ve vehimlerden ibarettir.

Ayrıca, partimiz dışında bazı basın ve yayın organlarında farklı kişilerin din özgürlüğü ve laiklik bağlamında ortaya koydukları kişisel görüş ve değerlendirmelerle partimizin doğrudan ya da dolaylı olarak hiçbir ilgisi olmadığı halde, böyle bir irtibat varmış gibi gösterilmeye çalışılması hukuk devletinin gerektirdiği asgari iyi niyet anlayışıyla bağdaşmamaktadır.

Diğer yandan, iddianameye göre “davalı partinin sahip olduğu iktidar olma çerçevesinde amaçladığı yasa dışı siyasi modele yönelik eylemleri karşısında, iktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle de söz konusudur. Bu durum bile davalı partinin hedefine ulaşmasını kolaylaştırmaktadır” (s.158). Bu ifade ile ilgili olarak öncelikle şu soru akla gelmektedir: “İktidar gücünden çekinen ve sessiz kalan büyük bir kitle”nin varlığı nasıl tespit edilebilmiştir? Başsavcının bu tespite hangi teknolojik ölçüm aletlerini kullanarak ulaştığı büyük bir merak konusudur. Acaba Başsavcıya bu konuda “sessiz kitleler”den ulaşan milyonlarca şikayet mi vardır? Varsa her türlü gazete haberini iddianameye “delil” olarak ekleyen bir makam, bu şikayetleri neden eklememiştir?

Kaldı ki, iddianamede ileri sürüldüğü gibi AK Parti’ye karşı olan ve pek de sessiz oldukları söylenemeyecek hatırı sayılır miktarda sesli bir muhalefet de vardır. Nitekim “Cumhuriyet mitingleri” olarak adlandırılan protesto girişimlerinde partimizin politikalarına yönelik olarak oldukça sesli ve hiç de “çekingen” sayılamayacak bir muhalefet yürütülmüştür. Bu tür muhalefet girişimlerinin ardından yapılan 22 Temmuz 2007 seçimlerinde partimiz, büyük bir çoğunluğu “sessiz kitleler”den olmak üzere, kullanılan oyların yaklaşık yarısını alarak ikinci kez tek başına iktidara gelmiştir. Bu sonuç bile, tek başına toplumun iktidarımızdan tedirgin olmak bir yana, memnuniyetinin artarak devam ettiğinin “demokratik ölçüm aletleri”yle kesin olarak teyit edilmiş bir delilidir. 

3. Partimizi “hoşgörüsüzlük”le itham etmek gülünçtür

Hayali bir “şiddet” argümanını destekleyen inandırıcı delillerin olmadığını anlayan Başsavcılık, esas hakkındaki görüşünde “hoşgörüsüzlük” ithamını öne çıkarmak istemektedir. Esas hakkındaki görüşte “hoşgörüsüzlük” ve “ayrımcılık”la partimizin ilişkilendirilmesi hususunda şu gerekçeye yer verilmektedir: “Bu bağlamda, davalı partinin şiddet çağrısı yapmadığı veya açıkça şiddete başvurmadığı, bu nedenle iç hukuk ve uluslar arası anlaşmalar ile Venedik İlkeleri ve Avrupa Komisyonu Parlamenterler Meclisi kararı gözetildiğinde kapatma kararı verilemeyeceği savunması yersizdir. Çünkü davalı siyasi partinin, hoşgörünün olmadığı ve ayrımcılığın ön planda tutulduğu bir siyasi sistemi hedeflediği beyan ve eylemleriyle açıktır.” (s.44).

Partimize yönelik olarak özellikle esas hakkındaki görüşte Başsavcılık tarafından daha yoğun biçimde kullanılan hoşgörüsüzlük ve ayrımcılık isnadı da asılsız ve ağır bir ithamdır ve asla gerçeği yansıtmamaktadır. Partimiz 6 yıllık iktidarında, farklı din ve inanç mensuplarına saygı esasına dayalı politikaları hayata geçirmiştir.

Ayrımcılık yasağı ve hoşgörü aynı zamanda laiklik ilkesinin de bir gereğidir. AK Parti, özgürlükçü bir laiklik anlayışını savunduğu için kapatma davası ile karşı karşıya kalmıştır. Batılı anlamdaki laikliği savunan ve bu bağlamda farklı din ve inançları sosyolojik gerçeklik olarak kabul edip onların bir arada barışçıl biçimde birlikteliğini sağlamayı hedefleyen bir partiyi hoşgörüsüzlük ve ayrımcılıkla itham etmenin ne derece asılsız olduğu açıktır.

Partimiz hakkındaki “hoşgörüsüzlük” iddiasının örnekleri olarak gösterilen söylemlerin hoşgörüsüzlükle ilgisi bulunmamaktadır. Başsavcı, partimiz mensuplarının Danıştay’ın bir kararına yönelik eleştirilerini bile hoşgörüsüzlük örneği olarak göstermektedir. Burada eleştiri ile hoşgörüsüzlük birbirine karıştırılmaktadır. Halbuki, eleştiri tam da hoşgörünün bir gereğidir. Mahkeme kararlarının eleştirilmesine bile tahammül edemeyen ve bu eleştirilerle mahkeme üyelerine yönelik saldırı arasında ilişki kurmaya çalışan iddia makamının, partimizi hoşgörüsüzlükle itham etmesi paradoksal bir durumdur.

Diğer yandan, Başsavcılığa göre “TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın “..Onlar bu kıyafetiyle giremezken, çok sevgili arkadaşları hangi kıyafetle okula giriyorlar, hepiniz biliyorsunuz..." sözünün türban takmayanlar için beslenen bir hoşgörüsüzlüğü barındırdığı, anayasal düzeni ve demokrasiyi tehlikeye soktuğu görülmektedir” ( Esas hakkındaki görüş, s. 14). Bu sözün bir hoşgörüsüzlük örneği olarak gösterilmesi anlaşılır gibi değildir. Bu söz, üniversite öğrencilerinin her türlü kıyafetle öğrenimlerine deva edebildiklerini, bu anlamda başörtüsünün de serbest olması gerektiğini ifade etmektedir. Dolayısıyla üniversitelerde uygulanan “başörtüsü yasağı”nı eleştirmeye yönelik bir beyan, başörtüsü takmayanlara karşı bir hoşgörüsüzlüğe delil olarak sunulamaz. Daha da önemlisi, bu sözün “anayasal düzeni ve demokrasiyi tehlikeye soktuğu” iddiası, ancak bir siyasi paranoya örneği olabilir.

Aynı şekilde, Bülent Arınç’ın parlamentonun gerekirse Anayasa Mahkemesini bile kaldırabileceğine, demokratik ülkelerde bizdeki mahkemeye benzer bir kurumun bulunmadığına dair sözleri de “hoşgörüsüzlük” örneği olarak gösterilmektedir. Başsavcı diğer örneklerde olduğu gibi, burada da bu sözün hangi bağlamda ve neden söylendiğini dikkatten kaçırmaktadır. Bu söz, Anayasa Mahkemesi eski başkanlarından Mustafa Bumin’in başörtüsü konusunda artık parlamentonun düzenleme yapamayacağını söylemesi üzerine verilen bir cevaptır. TBMM’yi temsil eden bir kişinin temsil ettiği kurumun anayasal yetkilerini hatırlatmasından ve anayasa yargısı hakkında değerlendirme yapmasından daha doğal ne olabilir. Dolayısıyla, en fazla “siyasi eleştiri” olarak görülebilecek bu sözlerin hoşgörüsüzlük olarak nitelenmesi, bizatihi eleştiriye tahammülsüzlük ve hoşgörüsüzlük örneğidir. 

Kurulduğu andan itibaren AK Parti, gerginliklere yol açılmaması, toplumsal barış ve huzurun bozulmaması için özel bir ihtimam göstermiştir. Hatta bu bağlamda partimiz bazen en demokratik haklarını bile kullanmaktan imtina etmiştir. Nitekim, 22 Temmuz 2007 genel seçimlerinden önce düzenlenen ve doğrudan AK Parti hükümetini hedef alan mitinglere rağmen, milyonlarca üyesi bulunan partimiz sükunetini muhafaza ederek karşı mitingler düzenlemekten bile kaçınmıştır.

Başsavcılığın iddianamede olduğu gibi esas hakkındaki görüşünde de çok yoğun biçimde olaylar, kavramlar hukuki düzenlemeler ile mantıksal ve hukuksal bağlantılar tamamen AK Parti aleyhine sonuç elde etmek amacıyla kötüye kullanılmıştır. Böylesine art niyetli bir değerlendirmenin bir hukuk makamı olan Başsavcılık tarafından yapılması son derece endişe vericidir. Şiddet ve hoşgörüsüzlük örneklerinde yapılmaya çalışılan zorlama yorum ve bağlantılarda olduğu gibi “hukuk”un belli bir ideolojik bakışın hizmetine sokulmaya çalışıldığı bir yerde aslında hukukun bir güvence unsuru olmasından bahsetmek de mümkün değildir.

4. Başsavcının kendi uzmanlık alanı dışındaki konularda hüküm vermesi doğru değildir

İddianamede Başsavcı, hukuk dışındaki değişik alanlarda ve uzmanlık gerektiren konularda da kendi yorumunu rahatlıkla yapmakta ve bu biçimde oluşturduğu delilleri partimiz aleyhine kullanmaktadır. Bilim ve teknoloji alanında yaşanan gelişmelere paralel olarak çok değişik alanlara ilişkin uzmanlaşmanın gittikçe arttığı çağımızda böylesine bir yöntemle delil oluşturma girişimi “aklın ve bilimin” yol göstericiliği ile bağdaşmamaktadır.

Esas hakkındaki görüşte Osmanlı Devletinin niteliğine ilişkin değerlendirmeler, Başsavcının tarihçilerin alanına giren bir konuda keskin, şabloncu ve indirgemeci bir tavır içine girdiğini göstermektedir. Bırakınız akademik tarih kitaplarını, çok satan popüler tarih kitapları bile okunmuş olsaydı bu tür genellemelerden kaçınılması gerekirdi.

Başsavcı esas hakkındaki görüşünde hasta hakları ile ilgili olarak hastanelerde dini vecibelerin yerine getirilmesi amacıyla mekan ayrılmasının laikliğe aykırılık yanında tıbbi açıdan da sakıncalı olduğunu  belirtmektedir. Esas hakkındaki görüşte, hastaların dini vecibelerini yerine getirebilmesi için mekan ayrılmasının laikliğe aykırılığı konusunu destekleyen tıp alanı ile ilgili bir argüman olarak “farklı hastalık ve mikrop taşıyıcısı hastaların birbirleriyle temaslarının tıbbi açıdan sakıncaları ve ibadet mekanlarını hasta haklarına dayanarak sağlık ocaklarına kadar yaygınlaştırıp, bu temas ve bulaşmaya olanak sağlamanın mevzuat düzenlenmesi amacına da uygun olmadığı” (s.39) görüşüne yer vermektedir. Burada herhangi bir kaynağa gönderme yapmadığına göre Başsavcılık uzmanlık gerektiren tıp alanındaki bir konuda kişisel değerlendirmesini ortaya koymaktadır.

“Hastaların dini vecibelerini yerine getirebilmesi ve dini hizmetlerden faydalanması hakkı”na ilişkin düzenlemenin, tıp otoritelerinin uluslararası düzeyde gerçekleştirdiği çalışmalar sonucunda kaleme alındığı ve bu sözleşmelerin gereği olarak ulusal hukuk düzenimize dahil edilmeye çalışıldığı dikkate alındığında, Başsavcının tıp alanı ile ilgili yaptığı ve hiçbir dayanak göstermediği bu tespitinin kendi argümanını desteklemek için kullandığı bir değerlendirme olmaktan başka bir değeri bulunmadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Başsavcının hasta hakları konusunda hukuk alanı yanında ilahiyat ve tıp alanlarıyla da ilgili değerlendirmeler yapması sadece partimiz aleyhine delil oluşturma gayreti ile açıklanabilir.

Bunun gibi iddianamede dini konularda kesin hüküm içeren değerlendirmeler yer almakta, din kültürü ve ahlâk bilgisi kitaplarında “bir din kültüründen çok, İslam’ın dinsel öğretisine ve hurafelere yer verilmiş” olduğu iddiası somut bir örnek verilmeksizin mesnetsiz bir şekilde ortaya atılmaktadır (s.138). İslâm’ın dini öğretisi ile hurafelerin yan yana zikredilmesi, iki hususun da aynı kategoride değerlendirildiği yönünde bir izlenim oluşturmaktadır. Oysa ilâhiyat alanındaki akademisyenlerin bilimsel yöntemlerle kaleme aldığı söz konusu kitaplarda, ilahiyat biliminin verileri ışığında nelerin dinsel gerekler, nelerin de hurafe olduğu hususu dikkate alınmıştır. Seküler hukuk ilkelerine göre hazırlanan İddianamede bir hukukçu tarafından dini inançların gerçekliği ve geçerliliği ile ilgili değerlendirmelerin yapılması anlaşılır gibi değildir.

Ayrıca esasa ilişkin görüşte, Büyük Ortadoğu Projesinin “Türkiye'ye ve bölgeye dayatılan, ideolojik altyapısı ılımlı İslam olan bir proje” olduğu ileri sürülmektedir 
(s.25). Bir dış politika konusu olan ve uluslararası ilişkiler uzmanlarının hakkında çok sayıda makale ve kitap yazdıkları BOP’un hukuki bir metin olması gereken 
iddianamede ve esas hakkındaki görüşte yer alması da bu davanın hukuk dışı mülahazalarla hazırlandığının bir diğer göstergesidir. Bildiğimiz kadarıyla dış 
politika konusunda uzman olmayan ve olması da gerekmeyen Başsavcının hangi bilimsel verilerle BOP’un ideolojik altyapısının “ılımlı İslam” olduğunu iddia 
ettiğini merak ediyoruz.

5. Partimiz hiçbir partinin devamı değildir

İddia makamı, hukuki geçerliliği olan delil bulmada yaşadığı sıkıntıyı aşmak için partimizi daha önce kapatılan partilerin devamı olarak göstermek yoluyla siyaseten mahkum etme arayışını esas hakkındaki görüşünde de devam ettirmektedir. Başsavcıya göre, “Davalı Parti laikliğe aykırı faaliyetleri nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nce kapatılan Fazilet Partisinde liderlik mücadelesi veren, kaybedince de ayrılan bir ekip tarafından kurulmuştur. Bu ekip mirasçısı olduğu laik rejim karşıtı partilerin geçmiş siyasi deneyimlerinden ders çıkarmış, siyasi amaçlarına, açık bir eylem ve söylem yerine, birkaç aşamada ve örtülü bir programla ulaşmayı hedeflemiştir.” (s.5)

Anayasa Mahkemesi üyelerini etkilemeye yönelik psikolojik bir manevra olduğu açıkça anlaşılan bu değerlendirme, mantık hatalarını ve olgusal yanlışlıkları içinde barındırmaktadır. Bir kere, daha önce de belirtildiği üzere AK Parti hiçbir siyasi partinin devamı değildir. Kurucuları arasında daha önce farklı siyasi partilere mensup olanlar bulunduğu gibi, ilk kez siyasete giren kişiler de bulunmaktadır.

İkincisi, partimizin daha önceki bir partide “liderlik mücadelesi veren, kaybedince de ayrılan bir ekip tarafından” kurulduğu iddiasıyla, bu tür “laik rejim karşıtı partiler”in “mirasçısı” olduğu iddiası birbiriyle çelişmektedir. Bir siyasi partiden şu ya da bu nedenle ayrılmak, o partinin “mirası”nı da reddetmek anlamına gelmektedir.

Üçüncüsü, bir siyasi partinin kurucuları arasında, daha önce başka bir siyasi partide bulunan kişilerin olması bu iki parti arasında organik bir ilişkinin veya devamlılığın olduğu anlamına gelmemektedir. Bunun aksini ileri sürmek, kurucularını Cumhuriyet Halk Partisinden ayrılan politikacıların oluşturduğu Demokrat Parti’nin CHP’nin devamı ve “mirasçısı” olduğunu ileri sürmek gibidir.

Dördüncüsü, partimizin “siyasi amaçlarına, açık bir eylem ve söylem yerine, birkaç aşamada ve örtülü bir programla ulaşmayı hedeflemiş” olduğu iddiası, hiçbir delile dayanmayan, tamamen hayal ve vehim ürünü bir iddiadır. Bu iddia, Ortodoks Marksizmin “komünist topluma” giden yolda benimsediği “birkaç aşama” yönteminden bahseden kitapların fazlasıyla etkisinde kalındığı izlenimini vermektedir. Partimizin ne bu tür bir ideolojisi ne de onu “birkaç aşamada” gerçekleştirmeyi öngören “örtülü programı” vardır. AK Partinin programı ve en önemlisi yaptıkları ortadadır. İlan ve icra ettiklerinin dışında, gizli veya örtülü hiçbir programı da yoktur.

Partimizin “Örtülü programını gerçekleştirirken, olası tepkileri bertaraf etmek için demokrasi, insan hakları, din ve vicdan, örgütlenme ve ifade özgürlüğü gibi evrensel değerleri kullanmaya başlamış” (s.5) olduğu iddiası da en hafif tabirle gülünçtür.  Bu iddia esasen içerik olarak da boştur. Demokratik ve özgürlükçü her partiye yönelik olarak bu tür ithamlarda bulunabilirsiniz. İddia makamının mantığıyla, laikliğin demokratik ve özgürlükçü yorumunu benimseyen siyasi partiler “şeriat”ı, emeğe saygıyı ve eşitliği öne çıkaran partiler “komünizm”i ve milliyetçiliğe vurgu yapan partiler de “faşizm”i hedefleyen örtülü programa sahip partiler olarak yaftalanabilir. Bunun hukuk mantığıyla, hatta düz mantıkla bile ilgisi yoktur. Bu mantık, farklı olan her şeyi “tehlike” olarak görüp tasfiye etmeye çalışan, bireyi ve onun oluşturduğu toplumu da önceden belirlenmiş soyut kalıplar çerçevesinde dönüştürülmesi gereken nesneler olarak gören katı pozitivist ve ideolojik yaklaşımın ürünüdür. Bu mantığın hukuk alanına taşınması, çatışmacı siyaset anlayışına hukukun alet edilmesi gibi son derece vahim bir durumu doğuracaktır. Böylesi bir hukuk ve siyaset anlayışının çoğulcu demokrasinin gerekleriyle bağdaşmadığı açıktır.

İddianamede geçmişte Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış olan siyasi partilerde siyaset yapan kişilerin AK Partide yer alması adeta laikliğe aykırılık noktasında destekleyici bir argüman olarak gösterilmektedir. Aralarında geçmişte kapatılanlar da dahil olmak üzere farklı siyasi partilerden katılanların da AK Parti mensupları arasında yer alması partimizin yeni kurulan bir siyasi parti olması nedeniyle normaldir. 2001 yılında kurulan bir siyasi partiye o zamana kadar değişik siyasi partilerde bulunmuş kişilerin dahil olması ancak yeni parti olgusu ile açıklanabilir.

Hukukla bağdaştırılması mümkün olmayan iddianamedeki bu yaklaşımın kabulü durumunda sadece kapatmaya sebebiyet veren üyelere değil, kapatılan siyasi partinin bütün mensuplarına da siyasi faaliyet yasağı getirilmesi gerekmektedir. Böylesine yasaklayıcı bir bakış açısının Anayasada öngörülen siyasi parti yasaklama rejiminin ötesinde yeni bir yasak getirmesi mümkündür. Nitekim Anayasa Mahkemesi de böylesine bir yaklaşımı açıkça reddetmektedir. Anayasa Mahkemesine göre, kapatma kararından sonra siyasî haklarını kullanmalarına sınır getirilmeyen parti mensuplarının faaliyetlerini bağımsız olarak veya başka bir siyasî parti içinde sürdürmelerine yasal bir engel bulunmamaktadır (E. 1999/2 (Siyasî Parti Kapatma), K. 2001/2, K.T. 22.6.2001).

Ayrıca, iddianamede AK Partide siyaset yapan üye ve yöneticiler hakkında ileri sürülen “Milletvekilleri, örgütler, yerel yönetimler ve üyeler bağlamında ise, Adalet ve Kalkınma Partisi’nde halen siyaset yapanlardan, geçmişte başka bir siyasi parti ile bağlantısı olanlar esas alındığında; geçmişte siyaset yapılan partiler sıralamasında Refah Partisi - Fazilet Partisi ilk sırada yer almaktadır” iddiası gerçek dışıdır (s.26). AK Parti, bugün için yüzbinlerce üyesi ve yöneticisi olan bir partidir. Bu nedenle, Başsavcılığın bu insanları “doğuştan suçlu” insanlar mantığıyla karalamaya çalışan ve partimizi geçmişteki bazı partilerin devamı olarak gören mesnetsiz iddiası gerçek dışıdır. Aksini iddia edenler, tüm üye kayıtlarını ve geçmişte bu kişilerin görev yaptığı siyasi partilere ait belgeleri yasal olarak ortaya koyup bunu ispatlamakla yükümlüdür. Müddei iddiasını ispat etmekle yükümlüdür.

AK Partinin başka partilerin devamı olduğu iddiası, Genel Başkanın şu sözleri ile temelden çürütülmektedir: “Biz, dine dayalı bir parti değiliz, başka partilerin devamı da değiliz.” “Biz, herhangi bir partinin devamı değiliz. Din eksenli siyasi bir parti de değiliz. Biz insan eksenliyiz.”

VI. AK Parti Hükümetlerine Yönelik Suçlamalar Mesnetsizdir.,

1. Yasama faaliyetlerinden dolayı partimiz sorumlu tutulamaz

İddia makamı, iddianamede olduğu gibi esas hakkındaki görüşünde de Anayasanın 10 ve 42 nci maddelerindeki değişiklikler ile Yükseköğretim Kanununun Ek 17 nci maddesine ilişkin değişiklik önerisini, “Avrupa kamu düzeniyle bağdaşmayan şeriatı yerleştirme amacıyla çoğulcu demokrasinin araçlarından yararlanarak işlenen eylemler” kapsamında kabul etmektedir (s.17).  Bu iddianın hukuki hiçbir dayanağı yoktur. Birincisi söz konusu Anayasa değişiklikleri ve kanun teklifi birer yasama işlemi olup partimiz tüzelkişiliğine isnat edilemez. Nitekim bu Anayasa değişiklikleri partimiz milletvekilleri yanında diğer partilere mensup milletvekillerinin de oyları ile TBMM üye tamsayısının dörtte üçlük çoğunluğunun oyuna ulaşarak kabul edilmiştir.

İkinci olarak, bir an için bu yasama işleminden dolayı iktidar partisinin hukuken sorumlu tutulabileceği kabul edilse bile, söz konusu Anayasa değişikliklerinin laikliğe aykırı olduğu ve “şeriatı yerleştirme amacıyla” çıkarıldığı söylenemez. Bu değişikliklerin amacı yükseköğretim düzeyinde fırsat eşitliğini hayata geçirmek ve özgürlüklerin alanını genişletmektir. Türkiye’de de kanuni dayanaktan yoksun bulunan ve Avrupa’nın hiçbir ülkesinde rastlanmayan üniversitelerdeki kılık kıyafet yasağını kaldırmaya yönelik bir yasama tasarrufunu  “Avrupa kamu düzeniyle bağdaşmayan” bir siyasi projenin parçası olarak sunmak akıl, mantık ve gerçekliğe aykırıdır.

Üçüncüsü, bu gerçekliklere rağmen, Anayasa Mahkemesi 5 Haziran 2008 tarihli kararıyla söz konusu Anayasa değişikliklerini iptal etmiştir. Mahkemenin denetim yetkisinin sınırı ve bu kararın içeriği hakkında itirazlarımız saklı kalmak üzere, iddianameye cevabımızda da vurguladığımız gibi iktidar partisinin tüm işlemleri yargısal denetime tabidir. Her ne kadar İddianamede ve esas hakkındaki görüşte demokrasiye yönelik en büyük risk olarak bu anayasa değişiklikleri gösterilmiştir. Esasen bu açıdan bakıldığında Başsavcının partimiz hakkında açılan kapatma davasında en önemli delil olarak sunduğu ve bir gazeteciyle yaptığı mülakatta davanın açılmasının temel sebebi olarak gösterdiği bu Anayasa değişiklerinin iptal edilmiş olması, bu davanın en önemli dayanağını da ortadan kaldırmış bulunmaktadır. Dolayısıyla, yasama faaliyetlerinden dolayı bir partinin sorumlu tutulamayacağı görüşümüzün aksini ileri süren Başsavcılığın mantığıyla düşündüğümüzde,  Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra partimizin laikliğe aykırı eylemlerin odağı olduğu iddiası çökmüştür.

2. AK Parti hükümetlerinin dış politikası ile laiklik arasında bir ilişki kurulması yanlıştır

İlk cevabımızdaki açıklamalarımıza rağmen, iddia makamı AK Parti hükümetlerinin dış politikası ile laiklik ilkesi arasında sanal bir ilişki kurma ısrarını esas hakkındaki görüşünde de sürdürmektedir. Başsavcılığa göre partimiz, “'bir büyük yayılmacı proje” olarak takdim edilen Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) bir parçasıdır (s.24). Her şeyden önce, BOP olarak nitelenen proje uluslararası hukukun konusu olan herhangi bir anlaşma ya da sürece dayanmamaktadır. BOP, esasen bir siyasal söylemden ibarettir.

Bu çerçevede BOP adı verilen projeyle ile ilgili ek iddialar, bir takım senaryoları ve muhayyel planları esas almaktadır. Amerika’da çıkan bir dergide yayımlanan bir yazı ve haritadan hareketle Hükümetin bölge ülkelerinin sınırlarını değiştirmek, Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına destek olmak ve Türkiye’nin üniter yapısını ve ulus-devlet kimliğini zayıflatmak yahut iptal etmek gibi bir planın ve çabanın içinde olduğunu iddia etmek, temelsiz ve ideolojik bir suçlamadan ibarettir.  Ortadoğunun karmaşık siyasi yapısı, iç dengeleri ve sorunları hakkında yapılan resmi ve gayr-ı resmi değerlendirmeleri, yorumları ve gelecek senaryolarını, muhayyel bir planın parçası olarak görmek ve Hükümeti de bu planın destekçisi olmakla suçlamak, en temel uluslar arası siyaset ve ilişkiler kavramlarından ve tartışmalarından haberdar olmamak anlamına gelmektedir.

Benzer bir bilgi ve yorum hatası, Türkiye’nin Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin himayesinde İspanya ile eş başkanlığını yaptığı “Medeniyetler İttifakı” girişimi için de yapılmaktadır. Bütün resmi beyan ve belgelerde de açıkça ifade edildiği gibi bu girişimin amacı, dünya barışına katkı sağlamak, medeniyetlerin çatışması gerektiğini savunan görüşleri boşa çıkartmak ve Türkiye’nin de içinde olduğu bölgesel ve küresel barış ortamına katkı sağlamaktır. Geçmişinde farklı din, dil ve kültürlerle bir arada yaşamış ve bu konuda engin bir tecrübeye sahip olmuş Türk devletinin ve Anadolu insanının günümüzün sorunlarına ilgisiz kalması düşünülemez. Bir arada yaşama tecrübesini uluslararası bir proje haline getiren bu girişimin temel hareket noktası ve referansları, kendi tarihimizde bulunmaktadır.

Medeniyetler İttifakı girişimi çerçevesinde doğudan ve batıdan dünyanın önde gelen ilim ve fikir adamlarından müteşekkil bir akil adamlar grubu oluşturulmuş ve bu grubun hazırladığı rapor, 12 Kasım 2006’da dönemin BM Genel Sekreteri Kofi Annan’ın başkanlığında İstanbul’da yapılan bir toplantıda kamuoyuna açıklanmıştır. Bu toplantıda Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayip Erdoğan, İspanya Başbakanı Jose Luis Zapatero, İslam Konferansı Teşkilatı Genel Sekreteri Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğu ve pek çok üst düzey yetkili hazır bulunmuştur. Akil adamlar grubunun raporunda bölgesel ve küresel barışın önündeki engeller dile getirilmiş; siyasal temsil, gençlik, göç ve medya alanlarında atılması gereken somut adımlar tartışılmıştır. Raporda da dile getirildiği üzere, bölgesel ve küresel çatışmalar farklı toplum ve kültürler arasındaki farklılıkları derinleştirmekte ve çatışmaya yol açmaktadır. Medeniyetler İttifakı girişimi çatışmanın değil, barış ve uzlaşmanın hakim olması için atılmış önemli bir adımdır. Bu adımı “bir başka siyasi hegemonya projesi” olarak nitelendirmek, ancak bu konudaki bilgisizliğin ve ideolojik ön yargının ürünü olabilir.

İlk cevabımızda da belirttiğimiz gibi Türkiye’nin bölgesel ve küresel platformlarda etkin olması, ulusal birlik ve beraberliğini, üniter yapısını güçlendiren bir etkiye sahiptir. Küreselleşmenin bütün dengeleri altüst ettiği bir dünyada milli güvenlik, ulusal sınırların ötesinde başlamaktadır. Türkiye’nin sınır güvenliğinden dış tehditlere, insan ve uyuşturucu kaçakçılığından terörizme kadar pek çok kronik soruna çözüm bulması bir “ileri cephe siyaseti” izlemesiyle mümkündür. Nitekim Türkiye’nin bu alanlarda attığı adımlar, geliştirdiği yaklaşımlar ve politikalar, sadece Türkiye’nin bölgedeki ve dünyadaki itibarını arttırmamış, aynı zamanda Türkiye’nin ulusal güvenliğini güçlendirmiş ve terörizmle mücadelesindeki haklı konumunu bütün dünya kamuoyuna anlatmasını sağlamıştır.

13 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder