12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 2
Moran aynı zamanda, Tanzimat döneminden baslayıp günümüze
kadar uzanan süreçte, sosyal gerçekleri temasal anlamda yansıtmayı
kendine vazife bilmis Türk romanının, 1980’lerde siyasetten arındırılmaya
çalısılan toplum modeli anlayısıyla, yeni temaların islenmesine öncülük
ettigini, farklı arayıslara girisen yenilikçi yazarların ise postmodernizm
akımının da etkisiyle Türk romanında köktenci bir degisiklige zemin
hazırladıklarını söyler (1994: 53). Bu degisimlerin temelinde Necip Tosun’a
göre, “ideolojilere olan inancın sarsılması ve beraberinde kimlik bunalımı
ve arayıslar” gelmektedir (Tosun, 2005: 59). Toplumdaki sosyal ve
ekonomik degisimler sonucu dar gelirli isçi sorunlarını, köy ve köylüyü,
gelir dagılımındaki esitsizlikleri vurgulayan romanların yerini, tarihsel kisi
ve olaylar, özel yasam, erotik/pornografik, suç ve suçluluk,
homoseksüellik gibi temalar üzerinde yogunlasarak sınıfsal olguları ve
siyasi konuları dıslayan (Oktay, 2004: 447) romanlar alır. Bu dönemin
romanlarında öne çıkan diger bir konu da Gürsel Aytaç’ın belirttigi gibi
eylemcilerin 12 Eylül darbesi sonrası yasayıslarıdır (Aytaç, 1999: 85). Yine
Necip Tosun’a göre; iskence ve cezaevi, devlet siddeti, feminism, cinsellik,
özgürlük talepleri, despotism, üniversite ve diger akademik kurumlara
yapılan baskı, örgüt içinde beliren siddet eylemleri, ideolojik grupların iç
hesaplasmaları ve içine düstükleri çeliskiler, siyasi ideolojilere olan inancın
kaybı, popülizm, ekonomik endiselerin, gündelik geçim, haz ve günlük
yasama dayalı anlayısların yerlesmesi, medya kültürü, ideolojiden ziyade
bireyin öne çıkarılıp yüceltilmesi, yazının tematik öneminin azalıp yazarın
ön plana çıkması gibi konu ve anlayıslar, 1980 döneminde roman türünün
karakteristik yapısını belirlemistir (Tosun, 2005: 59).
Dönemin darbe sonrasında kaleme alınan ilk edebî ürünlerde,
“yukarıdan asagıya yayılan ve giderek içsellesen sol karsıtı söylemlerle
paralellik gösteren bir dil tutturan romanlarda, geçmis dönemde
yasananlarla bir hesaplasmaya girisildigi gözlenir.” (Türkes, 2004: 432)
Gürsel Aytaç, 80 sonrasının egilimlerinden birinin de “tarih konularına
yönelmek, romanın zaman ve mekân ögelerini geçmise yerlestirmek”
(Aytaç, 1999: 86) oldugunu savunur. Ahmet Oktay ise, 1980’lerin
romanının biçimlendirilirken “emperyal yazın kanunu” (Oktay, 2002: 270)
diye niteledigi, kapitalist ülkelerde kaleme alınan romanların ilkesel
özelliklerinin göz önünde bulunduruldugu düsüncesindedir. (Oktay, 2002: 444)
1980 Dönemi romanlarında görülen bu yenilikçi ve degisimci
anlayıs, siyasi ve toplumsal gelismelerin yanısıra okur profilinin degismesi,
beklentilerine cevap araması ve farklı yazınsal egilimlerin ortaya çıkması
gibi kültürel kosulların dünyada oldugu gibi Türkiye’de kaleme alınan
dönemin romanlarında da, farklılıgın tetikleyici unsurları arasındadır
(Moran, 1994: 52). 1980’le birlikte, romanda ne yazıldıgı sorusundan çok
nasıl yazıldıgına yönelik kaygılar öne çıkmıstır. Biçim kaygıları ve
kuramsal tartısmalar ön planda tutulmus, yapısalcılık ve postmodernizm
gibi yeni teknik ve anlatım türleri belirmistir.
1960, 1970 ve 1980’li yıllarda Türkiye, kardesin kardese, babanın
evladına düsman oldugu siyasi çatısmalara ve askeri darbelere tanık
olmustur. Yukarıda da belirtildigi üzere edebiyat, özellikle de roman sanatı
sosyal hayatta meydan gelen bu gerçekliklere kayıtsız kalamayarak
dogrudan etkilenmistir. Romanın sosyal gerçeklere olan bu kayıtsızlıgı, söz
konusu dönemi nasıl aktardıgı dikkat edilmesi gereken bir husustur. Türk
siyasi ve sosyal yasamının bu karanlık dönemlerini romancıların bakıs açısı
ile algıladıgımızda ortaya nasıl bir tablo çıktıgı, bu romanların tarihsel
kaynaklar olarak bahsi geçen dönemden hangi izleri tasıdıgı, bizlere
dönemin kültürel hafızasını nasıl betimledigi sorusu önem arz etmektedir.
Bu çalısmada incelemesi yapılan 12 Eylül dönemine ait toplumsal bir
gerçeklik olan devlet baskısı ve siddetinin, darbe sonrası yazılan eserlerde
nasıl ele alındıgına dair soruya en dogru cevabı verebilmek için, romanın
sosyoloji ve toplumsal gerçeklikle olan iliskisini ortaya koymak gerekir. Bu
nedenle, çalısmanın bir sonraki bölümünde, roman ile toplumsal gerçeklik
arasındaki iliskiye deginilecektir.
‘Devrimciler’ ile ‘Yüz: 1981’ Romanlarında Baskı ve Siddet Sorunsalı
12 Eylül askeri rejimi, 1961 Anayasası’nın saglamıs oldugu hak ve
özgürlüklerle devamlı yükseliste olan siyasi ideolojileri özellikle de solu,
anarsinin ana sebebi olarak görmekteydi (Ertem 2006, 42). 12 Eylül 1980’de
yapılan müdahele sonrasında, ülkede ilan edilen sıkıyönetim kapsamında
öncelikli olarak sol gruplar ve tüm ülke üzerinde baskı kurulmus; insanlar
evlerinden zorla alınıp sorgulanmıs, ardından gözaltılar, iskenceler,
idamlar ve ölümler insan hakları gözetilmeksizin hukuk dısı bir sekilde
uygulanmıstsr (Balık, 2010: 10). Bu baglamda, tüm bu uygulamalara
tanıklık eden dönemin bazı romancıları, eserlerinde kurgu olarak özellikle
yasakları, baskıcı yönetim anlayısını, tutuklamaları, sorgu odalarında ve
ceza evlerinde yapılan iskenceleri, programlanmıs fert ve toplum modelini,
kaleme aldıkları romanlarda, o günleri tekrar yasarcasına geriye dönüs
(flashback) yöntemi ile ifade etmislerdir.
Dönemin bir kısım romancılarının da, özellikle 1980’den sonra etkin
olmaya baslayan postmodernizm akımının etkisiyle de gerçeklerden
uzaklasan eserler kaleme aldıkları görülmüstür. 12 Eylül dönemi
kayıtlarında, yaklasık 177 kisinin, maruz kaldıgı iskenceler sonucu öldügü
yazmaktadır; gözaltında veya cezaevlerinde meydana gelen ıüpheli ölüm
vakaları da 500 civarındadir (Dinçer, 2011: 4). 12 Mart romanlarının aksine,
dönemin yazarlarının bu denli trajik bir toplumsal gerçegi yazılarında
yeterli düzeyde yer vermeyecek kadar gerekli ve ilham verici bulmuyor
olmaları manidardır. Tabi bunda, 12 Eylül döneminin meydana getirdigi
farklı kültürel atmosfer, askeri rejimin baskısı ve bunun neticesinde
toplumda olusan inkâr psikolojisi gibi birtakım sebepler ileri sürülebilir.
12 Mart romanları ile 12 Eylül romanları bazı elestirmenler
tarafından farklı sekilde degerlendirilirler. Örnegin Fethi Naci, 12 Mart
romanlarında sosyal gerçekçiligin izlerinin daha etkin oldugu, buna karsın
12 Eylül romanlarında yogun askeri vesayetin de etkisiyle tolumsal
gerçeklerden uzaklasıldıgı bu durumun da yenilikçi roman anlayııının
öncülügünü yaptıgını belirtir (Gümüs, 1998: 4). Yesim Dinçer ‘12 Eylül
Romanlarında Dskence’ adlı yazısında, 12 Mart romanlarına hâkim olan
romantizmin 12 Eylül romanlarında tam olarak görülmedigini çünkü
kimsenin artık kahraman olmadıgını belirtir. Dinçer yazısında, “68 kusagı
baskaldırının sesiyse 78 kusagı da yenilginin rengine boyanmıstır. Yenilgi
duygusu, 12 Eylül romanlarına –ve elbette 12 Eylül sonrası toplumaöylesine
sinmistir ki iskencede çözülenler kadar direnenler de önemli bir is
basarmıs saymazlar kendilerini. Oysa 12 Mart romanlarındaki hava
bambaskadır. Tezgâhtan geçen herkes olaganüstü bir deneyim yasamıs
olmanın verdigi ayrıcalıga sahiptir.” diye vurgular (Dinçer, 2011: 2). Berna
Moran ise bu iki dönemin edebiyatını degerlendirirken, 12 Mart ve 12 Eylül
darbelerinin toplumu topyekün yıkıma ugrattıgını ve bu durumun kültürel
hayatı da dogal olarak etkisi altına aldıgını belirtip, 12 Eylül müdahelesinin
sosyal gerçekligi yansıtması yönüyle türk romanına etkisini 12 Mart’ın tam
tersi yönünde çok yetersiz oldugunu belirtir. Moran aynı zamanda, 12
Eylül sonrası bir grup romancının uygulanan tüm siyasi baskılara boyun
egmedigini, ayrıca dönemin yükselen postmodern anlayısına ragmen darbe
sonrası sosyal gelismeleri, topluma uygulanan baskı ve siddeti realist bir
yaklasımla eserlerinde konu ettiklerini ifade eder. (Moran, 1994: 56)
12 Eylül sonrasında yazılan romanlar arasında anlatımı süsleyen
hapishane, baskı ve iskence olgusunun en güzel örneklerinden biri,
psikiyatri uzmanı romancı Kaan Arslanoglu’nun 1988’de yayınlanan ilk
romanı Devrimciler’ dir. Arslanoglu romanında, devrimcilere karsı
yürütülen sürek avları, aramalar, açılan davalar, hapisler, tehditler,
cezaevlerinde ve gözaltındaki iskenceler, öldürmeler, korkular,
hesaplasmalar, baskılar gibi birçok meseleyi somut ve ayrıntılı bir sekilde
hiç bir siyasal görüsü de yüceltmeden, yadsımadan yansız olarak
okuyucusuna sundugu görülmektedir. Diger bir ifadeyle, Arslanoglu
romanında, liselerden, üniversitelerden, isçi kesiminden ve toplumun diger
kesimlerinden seçtigi kahramanlarının maruz kaldıgı iskenceyi sayfalarca
okuyucusuna anlatırken, abartısız, sade bir sekilde hem acıya maruz kalan
kisinin duydugu agrı ve hissiyatı, hem de iskenceyi yapan mazoist ruhunu
resmedebilmistir. Bunu yaparken deneyimlerinin yanısıra psikiyatri
mesleginin kendisine giydirdigi donanımdan da yararlanmayı çok iyi
basarmıstır.
İskence olgusunu tüm detaylarıyla, romanın en uzun bölümlerinden biri olan 10. bölümde irdeleyen Arslanoglu, örgütün önde gelenlerinden biri olan Bedri adlı kahramanın bir kuyumcu soygununa karısması sonrasında, ögrencisi oldugu üniversiteye giderken polis tarafından yakalanıp gözaltına alınmasıyla baslayan zorlu ve uzun süreç üzerinden ele alır. Yazar, gözaltındaki uygulamalara romanında genis yer ayırmıs, pasif roldeki sorgulanan tutuklu ile aktif roldeki sorgulayan devlet görevli(leri)si arasında geçen iskenceyle karısık diyaloglara genis yer vererek tarafsız bir anlatımla okuyucusuna aktarmaya çalısmıstır. Soygun eylemini planlayan ve silahla birini yaralayan Bedri, kullandıgı silahın
yerini, görüsme yapacagı kisileri, randevu yeri ve saatlerini itiraf etmesi
için acımasızca yapılan bir iskenceden geçirilmektedir. Devrime olan
inancına ihanet etmeme ugruna iskencelere uzun bir süre dayanan Bedri,
son günlerinde, yüzünün siskinlikler ve morluklardan artık tanınmayacak
halde oldugunu farkeder. Baktıgı aynadaki yüzünü tanımlarken sorgu ve
iskence mekânının çirkin fiziki özelliklerinden de bahsederek mekânın,
maruz kaldıgı kötü muameleye uygunlugunun tasvirini yapar: “Agzının
yara bere içinde kaldıgı, burnundan iltihap aktıgı ilk günlerde ortamın
tamamlayıcı bir unsuru olmustu tuhaf tuhaf pis kokular. Ardından duvarın
o kendine has kokusu egemen olmustu tüm kokulara. Zaten gözleri perdeli
bu insanlar için yalnızca sesler, kokular ve acılar vardı bu dünyada, hepsi
de abartılı boyutlara ulasan duyumlarıyla. Yer yer sıvaları çıkmıs, yüzlerce
binlerce kisinin kafasını, yüzünü, sırtını dayadıgı duvarın kokusu…” (s. 247).
Arslanoglu romanında iskence olgusunu, 12 Mart romanlarında belirtildigi gibi soyut kavramların hâkim oldugu, gizli saklı Ziverbey kösklerinde uygulanan iskenceden ziyade, gün ortasında seyyar satıcıların, sokakta oynayan çocukların sesine karısan acı dolu çıglıkları nakleden örneklemeleri ile kullanır. Dstanbul’da Gayrettepe emniyeti oldugu anlasılan polis merkezinde yirmi günü askın iskence ve zulme maruz kalan ve geceyi bir kalorifer borusuna baglı geçiren ve bunun için de oturması imkânsız olan Bedri’nin tutuldugu ortamı söyle resmediyor: “…odanın penceresi, öte yanında sıra sıra apartmanlar bulunan dar bir sokaga bakar, binayı sokaktan ayıran alçak duvara birkaç metre mesafededir. O yüzden
gündüz bile bazen karsı odalardan gelen çıglık seslerine, sokakta oynayan
çocukların sesleri karısmaktadır. Cellâtlar genellikle aksam saat altıda
yedide islerini bitirip evlerine giderler. Dısarıdan gelen sesler iste o vakitler
daha duyulur hale gelir. “Buraak, Buraak.” Bir kadın sokakta oynayan
çocugunu çagırmaktadır. Ya da kadınlar pencereden pencereye seslenirler:
“Ferihaa, bu aksam balık var galiba, çok güzel koktu. (…) Duvar iki
dünyayı birbirinden ayırır. Bir yanda yasamın gündelik tekdüze akısı, öte
yanda gözleri baglı kurbanların zaman zaman gerçekliginden süpheye
düstükleri karanlık acılar ve korkular dünyası…” (s. 236).
Bununla birlikte romanda yazar, bu iskence ve siddeti salt bir vak’a
aktarımıyla sınırlamamak, bir de olaya tarafsız bir gözle baktıgını
okuyucuya hissettirmek düsüncesiyle olsa gerek, devrimci gençlerin
sorgulanma, gözaltında tutulma ve sonrasındaki tutukluluk süreçlerinde
maruz kaldıkları tüm siddeti, baskıyı, duydukları korkuyu söz konusu
devrimci gençlerin iç konusmalarına da yansıtmıstır. Örnegin romanın
kadın karakteri Aylin, romanın 11. bölümünde kendi iç monologlarında,
Bedri’nin iskencelere daha fazla dayanamadıgını ve acılar içinde öldügü
bilgisini paylasır. Aylin’in kendisi de gözaltından kısa bir süre önce çıkmıs
ama iskencenin kendi psikolojisinde meydana getirdigi agır tahribattan
henüz kurtulamamıstır. Görüstügü, konustugu hiç kimseye devletin
ajanıdır korkusuyla kesinlikle güvenmemektedir. Her an tekrar gözaltına
alınıp sorgulanma ve iskenceye maruz kalma korkusu Aylin’i baskı altında
tutmaktadır. Bedri ve Ayli’nin sahsında yazar, askeri yönetim tarafından
darbenin hemen akabinde tüm yurt genelinde ilan edilen sıkıyönetim
geregi, her türlü siyasi olaya karısmıs, ideolojilere bulasmıs üniversite
gençligine uygulanan baskı ve siddetin derecesini, iskenceler sonrasında
gençlerde ve toplumun genelinde olusturulmaya çalısılan korku
imparatorlugunu, bir tutuklama ve gözaltı esnasında oldukça kötü
muameleye maruz kalan devrimci karakterlerin suur akısı ve iç
konusmalarıyla okuyucuya sunar. Böylelikle yazar, hem solun öz
elestirisini yapmak, hem de iskence ve baskının devrimci gençler üzerinde
olusturdugu derin etkiyi ve neticesinde olusan psikolojik travmayı
vurgulamak isteyerek baskıcı darbe zihniyetinin bireyler ve tüm toplum
üzerindeki tahrip edici sonuçlarını yansıtmıstır.
Romanın birçok yerinde tüm bu olumsuz kosullar, okuyucuya iç
monologlar aracalıgıyla aktarılır. Yazarın, Aylin karakteriyle kullandıgı iç
monolog teknigi aslında, toplumun o dönemki korku imparatorlugu
sonrasında yasadıgı travmayı da göstermektedir. Sokaklarda üç bes kisinin
bir araya gelip konusması ve birlikte yürümesinin dahi suç kabul edildigi
bir ortamda, insanların açıktan fikirlerini, duygu ve düsüncelerini beyan
etmeleri imkânsızdı. Aylin yine bir iç konusmasında, “Her gün insanlar
yakalanıyor. Dün belki yirmi kisi. Bugün belki kırk kisi. Yarın da insanlar
yakalanacak ve oraya götürülecekler. Orada neler yapılıyor ben biliyorum.
Düs degil. O bina var. Su anda insanları ezmeye devam ediyor. Güç
onlarda. Hak onlarda. Onlar her sey simdi. Biz hiçbir sey… Onların
gözünde ben adı, sanı, okulu, evi belli bir düsmanım. Gece yarısı bir araba
dayansa kapımıza tutup alacak” demektedir (s. 268). Arslanoglu, romanın
bu bölümünde, darbe sonrasında sıkı yönetimle birlikte hayatın her
kademesine hâkim olan atmosferi, topluma hakim olan, sosyal hayatı etkisi
altına alan bir endise ve güvensizlik havasını yansıtmaktadır. Ülke geneline
hâkim olan bu gergin ve korku dolu atmosfere dair ayrıntılar yine yazar
tarafından, romanın 12. bölümde aktarılır.“Sokaklar asker ve polis
kaynıyordu. Orduda ve poliste izinlerin kaldırıldıgı söyleniyordu.
Aksamları dısarıya çıkmak tehlikenin bile bile kucagına atılmaktan baska
bir sey degildi. Tedirgin halk, korkusundan erken erken evlere kapagı
atıyor, karanlık sokaklarda polisler, askerler ve niyeti bozuklar dısında
kimse kalmıyordu” (s. 280).
3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder