27 Mart 2019 Çarşamba

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 2

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 2




Moran aynı zamanda, Tanzimat döneminden baslayıp günümüze 
kadar uzanan süreçte, sosyal gerçekleri temasal anlamda yansıtmayı 
kendine vazife bilmis Türk romanının, 1980’lerde siyasetten arındırılmaya 
çalısılan toplum modeli anlayısıyla, yeni temaların islenmesine öncülük 
ettigini, farklı arayıslara girisen yenilikçi yazarların ise postmodernizm 
akımının da etkisiyle Türk romanında köktenci bir degisiklige zemin 
hazırladıklarını söyler (1994: 53). Bu degisimlerin temelinde Necip Tosun’a 
göre, “ideolojilere olan inancın sarsılması ve beraberinde kimlik bunalımı 
ve arayıslar” gelmektedir (Tosun, 2005: 59). Toplumdaki sosyal ve 
ekonomik degisimler sonucu dar gelirli isçi sorunlarını, köy ve köylüyü, 
gelir dagılımındaki esitsizlikleri vurgulayan romanların yerini, tarihsel kisi 
ve olaylar, özel yasam, erotik/pornografik, suç ve suçluluk, 
homoseksüellik gibi temalar üzerinde yogunlasarak sınıfsal olguları ve 
siyasi konuları dıslayan (Oktay, 2004: 447) romanlar alır. Bu dönemin 
romanlarında öne çıkan diger bir konu da Gürsel Aytaç’ın belirttigi gibi 
eylemcilerin 12 Eylül darbesi sonrası yasayıslarıdır (Aytaç, 1999: 85). Yine 
Necip Tosun’a göre; iskence ve cezaevi, devlet siddeti, feminism, cinsellik, 
özgürlük talepleri, despotism, üniversite ve diger akademik kurumlara 
yapılan baskı, örgüt içinde beliren siddet eylemleri, ideolojik grupların iç 
hesaplasmaları ve içine düstükleri çeliskiler, siyasi ideolojilere olan inancın 
kaybı, popülizm, ekonomik endiselerin, gündelik geçim, haz ve günlük 
yasama dayalı anlayısların yerlesmesi, medya kültürü, ideolojiden ziyade 
bireyin öne çıkarılıp yüceltilmesi, yazının tematik öneminin azalıp yazarın 
ön plana çıkması gibi konu ve anlayıslar, 1980 döneminde roman türünün 
karakteristik yapısını belirlemistir (Tosun, 2005: 59). 
Dönemin darbe sonrasında kaleme alınan ilk edebî ürünlerde, 
“yukarıdan asagıya yayılan ve giderek içsellesen sol karsıtı söylemlerle 
paralellik gösteren bir dil tutturan romanlarda, geçmis dönemde 
yasananlarla bir hesaplasmaya girisildigi gözlenir.” (Türkes, 2004: 432) 
Gürsel Aytaç, 80 sonrasının egilimlerinden birinin de “tarih konularına 
yönelmek, romanın zaman ve mekân ögelerini geçmise yerlestirmek” 
(Aytaç, 1999: 86) oldugunu savunur. Ahmet Oktay ise, 1980’lerin 
romanının biçimlendirilirken “emperyal yazın kanunu” (Oktay, 2002: 270) 
diye niteledigi, kapitalist ülkelerde kaleme alınan romanların ilkesel 
özelliklerinin göz önünde bulunduruldugu düsüncesindedir. (Oktay, 2002: 444) 

1980 Dönemi romanlarında görülen bu yenilikçi ve degisimci 
anlayıs, siyasi ve toplumsal gelismelerin yanısıra okur profilinin degismesi, 
beklentilerine cevap araması ve farklı yazınsal egilimlerin ortaya çıkması 
gibi kültürel kosulların dünyada oldugu gibi Türkiye’de kaleme alınan 
dönemin romanlarında da, farklılıgın tetikleyici unsurları arasındadır 
(Moran, 1994: 52). 1980’le birlikte, romanda ne yazıldıgı sorusundan çok 
nasıl yazıldıgına yönelik kaygılar öne çıkmıstır. Biçim kaygıları ve 
kuramsal tartısmalar ön planda tutulmus, yapısalcılık ve postmodernizm 
gibi yeni teknik ve anlatım türleri belirmistir. 
1960, 1970 ve 1980’li yıllarda Türkiye, kardesin kardese, babanın 
evladına düsman oldugu siyasi çatısmalara ve askeri darbelere tanık 
olmustur. Yukarıda da belirtildigi üzere edebiyat, özellikle de roman sanatı 
sosyal hayatta meydan gelen bu gerçekliklere kayıtsız kalamayarak 
dogrudan etkilenmistir. Romanın sosyal gerçeklere olan bu kayıtsızlıgı, söz 
konusu dönemi nasıl aktardıgı dikkat edilmesi gereken bir husustur. Türk 
siyasi ve sosyal yasamının bu karanlık dönemlerini romancıların bakıs açısı 
ile algıladıgımızda ortaya nasıl bir tablo çıktıgı, bu romanların tarihsel 
kaynaklar olarak bahsi geçen dönemden hangi izleri tasıdıgı, bizlere 
dönemin kültürel hafızasını nasıl betimledigi sorusu önem arz etmektedir. 
Bu çalısmada incelemesi yapılan 12 Eylül dönemine ait toplumsal bir 
gerçeklik olan devlet baskısı ve siddetinin, darbe sonrası yazılan eserlerde 
nasıl ele alındıgına dair soruya en dogru cevabı verebilmek için, romanın 
sosyoloji ve toplumsal gerçeklikle olan iliskisini ortaya koymak gerekir. Bu 
nedenle, çalısmanın bir sonraki bölümünde, roman ile toplumsal gerçeklik 
arasındaki iliskiye deginilecektir. 

‘Devrimciler’ ile ‘Yüz: 1981’ Romanlarında Baskı ve Siddet Sorunsalı 

12 Eylül askeri rejimi, 1961 Anayasası’nın saglamıs oldugu hak ve 
özgürlüklerle devamlı yükseliste olan siyasi ideolojileri özellikle de solu, 
anarsinin ana sebebi olarak görmekteydi (Ertem 2006, 42). 12 Eylül 1980’de 
yapılan müdahele sonrasında, ülkede ilan edilen sıkıyönetim kapsamında 
öncelikli olarak sol gruplar ve tüm ülke üzerinde baskı kurulmus; insanlar 
evlerinden zorla alınıp sorgulanmıs, ardından gözaltılar, iskenceler, 
idamlar ve ölümler insan hakları gözetilmeksizin hukuk dısı bir sekilde 
uygulanmıstsr (Balık, 2010: 10). Bu baglamda, tüm bu uygulamalara 
tanıklık eden dönemin bazı romancıları, eserlerinde kurgu olarak özellikle 
yasakları, baskıcı yönetim anlayısını, tutuklamaları, sorgu odalarında ve 
ceza evlerinde yapılan iskenceleri, programlanmıs fert ve toplum modelini, 
kaleme aldıkları romanlarda, o günleri tekrar yasarcasına geriye dönüs 
(flashback) yöntemi ile ifade etmislerdir. 

Dönemin bir kısım romancılarının da, özellikle 1980’den sonra etkin 
olmaya baslayan postmodernizm akımının etkisiyle de gerçeklerden 
uzaklasan eserler kaleme aldıkları görülmüstür. 12 Eylül dönemi 
kayıtlarında, yaklasık 177 kisinin, maruz kaldıgı iskenceler sonucu öldügü 
yazmaktadır; gözaltında veya cezaevlerinde meydana gelen ıüpheli ölüm 
vakaları da 500 civarındadir (Dinçer, 2011: 4). 12 Mart romanlarının aksine, 
dönemin yazarlarının bu denli trajik bir toplumsal gerçegi yazılarında 
yeterli düzeyde yer vermeyecek kadar gerekli ve ilham verici bulmuyor 
olmaları manidardır. Tabi bunda, 12 Eylül döneminin meydana getirdigi 
farklı kültürel atmosfer, askeri rejimin baskısı ve bunun neticesinde 
toplumda olusan inkâr psikolojisi gibi birtakım sebepler ileri sürülebilir. 


12 Mart romanları ile 12 Eylül romanları bazı elestirmenler 
tarafından farklı sekilde degerlendirilirler. Örnegin Fethi Naci, 12 Mart 
romanlarında sosyal gerçekçiligin izlerinin daha etkin oldugu, buna karsın 
12 Eylül romanlarında yogun askeri vesayetin de etkisiyle tolumsal 
gerçeklerden uzaklasıldıgı bu durumun da yenilikçi roman anlayııının 
öncülügünü yaptıgını belirtir (Gümüs, 1998: 4). Yesim Dinçer ‘12 Eylül 
Romanlarında Dskence’ adlı yazısında, 12 Mart romanlarına hâkim olan 
romantizmin 12 Eylül romanlarında tam olarak görülmedigini çünkü 
kimsenin artık kahraman olmadıgını belirtir. Dinçer yazısında, “68 kusagı 
baskaldırının sesiyse 78 kusagı da yenilginin rengine boyanmıstır. Yenilgi 
duygusu, 12 Eylül romanlarına –ve elbette 12 Eylül sonrası toplumaöylesine 
sinmistir ki iskencede çözülenler kadar direnenler de önemli bir is 
basarmıs saymazlar kendilerini. Oysa 12 Mart romanlarındaki hava 
bambaskadır. Tezgâhtan geçen herkes olaganüstü bir deneyim yasamıs 
olmanın verdigi ayrıcalıga sahiptir.” diye vurgular (Dinçer, 2011: 2). Berna 
Moran ise bu iki dönemin edebiyatını degerlendirirken, 12 Mart ve 12 Eylül 
darbelerinin toplumu topyekün yıkıma ugrattıgını ve bu durumun kültürel 
hayatı da dogal olarak etkisi altına aldıgını belirtip, 12 Eylül müdahelesinin 
sosyal gerçekligi yansıtması yönüyle türk romanına etkisini 12 Mart’ın tam 
tersi yönünde çok yetersiz oldugunu belirtir. Moran aynı zamanda, 12 
Eylül sonrası bir grup romancının uygulanan tüm siyasi baskılara boyun 
egmedigini, ayrıca dönemin yükselen postmodern anlayısına ragmen darbe 
sonrası sosyal gelismeleri, topluma uygulanan baskı ve siddeti realist bir 
yaklasımla eserlerinde konu ettiklerini ifade eder. (Moran, 1994: 56) 
12 Eylül sonrasında yazılan romanlar arasında anlatımı süsleyen 
hapishane, baskı ve iskence olgusunun en güzel örneklerinden biri, 
psikiyatri uzmanı romancı Kaan Arslanoglu’nun 1988’de yayınlanan ilk 
romanı Devrimciler’ dir. Arslanoglu romanında, devrimcilere karsı 
yürütülen sürek avları, aramalar, açılan davalar, hapisler, tehditler, 
cezaevlerinde ve gözaltındaki iskenceler, öldürmeler, korkular, 
hesaplasmalar, baskılar gibi birçok meseleyi somut ve ayrıntılı bir sekilde 
hiç bir siyasal görüsü de yüceltmeden, yadsımadan yansız olarak 
okuyucusuna sundugu görülmektedir. Diger bir ifadeyle, Arslanoglu 
romanında, liselerden, üniversitelerden, isçi kesiminden ve toplumun diger 
kesimlerinden seçtigi kahramanlarının maruz kaldıgı iskenceyi sayfalarca 
okuyucusuna anlatırken, abartısız, sade bir sekilde hem acıya maruz kalan 
kisinin duydugu agrı ve hissiyatı, hem de iskenceyi yapan mazoist ruhunu 
resmedebilmistir. Bunu yaparken deneyimlerinin yanısıra psikiyatri 
mesleginin kendisine giydirdigi donanımdan da yararlanmayı çok iyi 
basarmıstır. 

İskence olgusunu tüm detaylarıyla, romanın en uzun bölümlerinden biri olan 10. bölümde irdeleyen Arslanoglu, örgütün önde gelenlerinden biri olan Bedri adlı kahramanın bir kuyumcu soygununa karısması sonrasında, ögrencisi oldugu üniversiteye giderken polis tarafından yakalanıp gözaltına alınmasıyla baslayan zorlu ve uzun süreç üzerinden ele alır. Yazar, gözaltındaki uygulamalara romanında genis yer ayırmıs, pasif roldeki sorgulanan tutuklu ile aktif roldeki sorgulayan devlet görevli(leri)si arasında geçen iskenceyle karısık diyaloglara genis yer vererek tarafsız bir anlatımla okuyucusuna aktarmaya çalısmıstır. Soygun eylemini planlayan ve silahla birini yaralayan Bedri, kullandıgı silahın 
yerini, görüsme yapacagı kisileri, randevu yeri ve saatlerini itiraf etmesi 
için acımasızca yapılan bir iskenceden geçirilmektedir. Devrime olan 
inancına ihanet etmeme ugruna iskencelere uzun bir süre dayanan Bedri, 
son günlerinde, yüzünün siskinlikler ve morluklardan artık tanınmayacak 
halde oldugunu farkeder. Baktıgı aynadaki yüzünü tanımlarken sorgu ve 
iskence mekânının çirkin fiziki özelliklerinden de bahsederek mekânın, 
maruz kaldıgı kötü muameleye uygunlugunun tasvirini yapar: “Agzının 
yara bere içinde kaldıgı, burnundan iltihap aktıgı ilk günlerde ortamın 
tamamlayıcı bir unsuru olmustu tuhaf tuhaf pis kokular. Ardından duvarın 
o kendine has kokusu egemen olmustu tüm kokulara. Zaten gözleri perdeli 
bu insanlar için yalnızca sesler, kokular ve acılar vardı bu dünyada, hepsi 
de abartılı boyutlara ulasan duyumlarıyla. Yer yer sıvaları çıkmıs, yüzlerce 
binlerce kisinin kafasını, yüzünü, sırtını dayadıgı duvarın kokusu…” (s. 247). 
Arslanoglu romanında iskence olgusunu, 12 Mart romanlarında belirtildigi gibi soyut kavramların hâkim oldugu, gizli saklı Ziverbey kösklerinde uygulanan iskenceden ziyade, gün ortasında seyyar satıcıların, sokakta oynayan çocukların sesine karısan acı dolu çıglıkları nakleden örneklemeleri ile kullanır. Dstanbul’da Gayrettepe emniyeti oldugu anlasılan polis merkezinde yirmi günü askın iskence ve zulme maruz kalan ve geceyi bir kalorifer borusuna baglı geçiren ve bunun için de oturması imkânsız olan Bedri’nin tutuldugu ortamı söyle resmediyor: “…odanın penceresi, öte yanında sıra sıra apartmanlar bulunan dar bir sokaga bakar, binayı sokaktan ayıran alçak duvara birkaç metre mesafededir. O yüzden 
gündüz bile bazen karsı odalardan gelen çıglık seslerine, sokakta oynayan 
çocukların sesleri karısmaktadır. Cellâtlar genellikle aksam saat altıda 
yedide islerini bitirip evlerine giderler. Dısarıdan gelen sesler iste o vakitler 
daha duyulur hale gelir. “Buraak, Buraak.” Bir kadın sokakta oynayan 
çocugunu çagırmaktadır. Ya da kadınlar pencereden pencereye seslenirler: 

“Ferihaa, bu aksam balık var galiba, çok güzel koktu. (…) Duvar iki 
dünyayı birbirinden ayırır. Bir yanda yasamın gündelik tekdüze akısı, öte 
yanda gözleri baglı kurbanların zaman zaman gerçekliginden süpheye 
düstükleri karanlık acılar ve korkular dünyası…” (s. 236). 

Bununla birlikte romanda yazar, bu iskence ve siddeti salt bir vak’a 
aktarımıyla sınırlamamak, bir de olaya tarafsız bir gözle baktıgını 
okuyucuya hissettirmek düsüncesiyle olsa gerek, devrimci gençlerin 
sorgulanma, gözaltında tutulma ve sonrasındaki tutukluluk süreçlerinde 
maruz kaldıkları tüm siddeti, baskıyı, duydukları korkuyu söz konusu 
devrimci gençlerin iç konusmalarına da yansıtmıstır. Örnegin romanın 
kadın karakteri Aylin, romanın 11. bölümünde kendi iç monologlarında, 
Bedri’nin iskencelere daha fazla dayanamadıgını ve acılar içinde öldügü 
bilgisini paylasır. Aylin’in kendisi de gözaltından kısa bir süre önce çıkmıs 
ama iskencenin kendi psikolojisinde meydana getirdigi agır tahribattan 
henüz kurtulamamıstır. Görüstügü, konustugu hiç kimseye devletin 
ajanıdır korkusuyla kesinlikle güvenmemektedir. Her an tekrar gözaltına 
alınıp sorgulanma ve iskenceye maruz kalma korkusu Aylin’i baskı altında 
tutmaktadır. Bedri ve Ayli’nin sahsında yazar, askeri yönetim tarafından 
darbenin hemen akabinde tüm yurt genelinde ilan edilen sıkıyönetim 
geregi, her türlü siyasi olaya karısmıs, ideolojilere bulasmıs üniversite 
gençligine uygulanan baskı ve siddetin derecesini, iskenceler sonrasında 
gençlerde ve toplumun genelinde olusturulmaya çalısılan korku 
imparatorlugunu, bir tutuklama ve gözaltı esnasında oldukça kötü 
muameleye maruz kalan devrimci karakterlerin suur akısı ve iç 
konusmalarıyla okuyucuya sunar. Böylelikle yazar, hem solun öz 
elestirisini yapmak, hem de iskence ve baskının devrimci gençler üzerinde 
olusturdugu derin etkiyi ve neticesinde olusan psikolojik travmayı 
vurgulamak isteyerek baskıcı darbe zihniyetinin bireyler ve tüm toplum 
üzerindeki tahrip edici sonuçlarını yansıtmıstır. 

Romanın birçok yerinde tüm bu olumsuz kosullar, okuyucuya iç 
monologlar aracalıgıyla aktarılır. Yazarın, Aylin karakteriyle kullandıgı iç 
monolog teknigi aslında, toplumun o dönemki korku imparatorlugu 
sonrasında yasadıgı travmayı da göstermektedir. Sokaklarda üç bes kisinin 
bir araya gelip konusması ve birlikte yürümesinin dahi suç kabul edildigi 
bir ortamda, insanların açıktan fikirlerini, duygu ve düsüncelerini beyan 
etmeleri imkânsızdı. Aylin yine bir iç konusmasında, “Her gün insanlar 
yakalanıyor. Dün belki yirmi kisi. Bugün belki kırk kisi. Yarın da insanlar 
yakalanacak ve oraya götürülecekler. Orada neler yapılıyor ben biliyorum. 
Düs degil. O bina var. Su anda insanları ezmeye devam ediyor. Güç 
onlarda. Hak onlarda. Onlar her sey simdi. Biz hiçbir sey… Onların 
gözünde ben adı, sanı, okulu, evi belli bir düsmanım. Gece yarısı bir araba 
dayansa kapımıza tutup alacak” demektedir (s. 268). Arslanoglu, romanın 
bu bölümünde, darbe sonrasında sıkı yönetimle birlikte hayatın her 
kademesine hâkim olan atmosferi, topluma hakim olan, sosyal hayatı etkisi 
altına alan bir endise ve güvensizlik havasını yansıtmaktadır. Ülke geneline 
hâkim olan bu gergin ve korku dolu atmosfere dair ayrıntılar yine yazar 
tarafından, romanın 12. bölümde aktarılır.“Sokaklar asker ve polis 
kaynıyordu. Orduda ve poliste izinlerin kaldırıldıgı söyleniyordu. 

Aksamları dısarıya çıkmak tehlikenin bile bile kucagına atılmaktan baska 
bir sey degildi. Tedirgin halk, korkusundan erken erken evlere kapagı 
atıyor, karanlık sokaklarda polisler, askerler ve niyeti bozuklar dısında 
kimse kalmıyordu” (s. 280).

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder