12 EYLÜL'E DOĞRU ORDU VE DEMOKRASİ, BÖLÜM 3
Demokratik siyasetin doğasında olan siyasal manevraları, zaman kaybı,
disiplinsizlik, başıbozukluk olarak algılamaları muhtemel olan askerlerin, siyasi
tansiyonu halihazırda olduğundan daha yüksek olarak algıladıklarından şüphe
edilmemesi gerekir. Bununla birlikte, 1970'lerin ortalarından itibaren giderek
yükselmeye başlayan siyasi tansiyonun hiç de normal düzeylerde seyretmediği
de inkar edilmesi güç bir gerçektir. 12 Eylül 1980 öncesi Türkiyesi, siyasi
partilerin yıllardır her gün birbirlerini terörün hami si olmakla suçladığı,
bırakınız terörün nedenleri ve buna karşı ne türlü önlemler alınacağı noktasında
anlaşmaya varmak, Cumhurbaşkanını dahi seçemediklcri, muhalefet
partilerinin iktidarın başarısız olması için çalıştıkları bir ortamdır.19 Oysa
terörün yenilebilmesi demokrasiyi savunma iddiasını taşıyan siyasal güçlerin
teröre karşı demokratik rejimi savunma noktasında tereddüt göstermemelerini,
bu uğurda ellerinde gelen her şeyi yapıp, konuyu kısır çekişmeler uğrunda
kullanmamalarını gerekli kılar. Aksi halde hem emniyet kuvvetlerinin şevkinin
kırılması, hem de yurttaşlar arasında siyasi gerilimin yükselmesi ve bunun
terörü beslemesi muhtemeldir.
Sonuçta askerlerin, 12 Eylül öncesinde terörle mücadelede neden başarılı
olunamadığını açıklamak için ileri sürdükleri bütün bu faktörlerin yabana
atılamayacak kadar önemli olduklarını düşünmek abartılı sayılmamalıdır. Terör
sadece askerlerin çabasıyla yenilebilecek bir şeyolmayıp; siyasiler, sivil
bürokrasi ve özelikle polis ve yargının etkin, partizanlıktan uzak ve koordineli
çalışmalarını gerektirir. 12 Eylül'den önce sağlanamayan tam da budur.
ıv. 12 Eylül 1980 Sonrasında Terörle Mücadele
12 Eylül'den sonra askerler eleştirdikleri durumların giderilmesi için neler
yapmışlardır da terörle mücadelede mesafe katedilebilmiş tir? Hatırlanacağı gibi
Demirel, 12 Eylül'den sonra yapılanların sadece bir kaç küçük değişiklikten
ibaret olduğunu ve aslında askerlerin bu yetkilere ihtiyaçları olmadığının açıkça
ortaya çıktığını ifade etmişti. Bu soruya verilecek yanıtlar askerlerin 12 Eylül
öncesinde gerçekten de ihtiyaç duymadıkları yetkileri isteyip istemedikleri
konusunda bilgi verebilecektir.
Öncelikle hemen belirtilmelidir ki, terör nedeniyle hayatını kaybedenlerin
sayısında bıçakla kesilir gibi bir düşüş olmamıştır. Müdahaleden hemen sonra
kurulan Milli Güvenlik Konseyi' nin (MGK) yaptığı ilk işlerden birisi 12 Eylül
öncesinde sadece 22 ilde uygulanmakta olan sıkıyönetimi tüm ülkeye yaymak
olmuştur. Böylece, teröristlerin sıkıyönetim bölgelerinden, sıkıyönetim ilan
edilmeyen bölgelere hareketleri ve bunun terörle mücadelede yarattığı olumsuz
etki giderilmiştir. Sıkıyönetimle birlikte uygulanan sokağa çıkma yasağı ve terör
örgütlerinin müdahaleye karşı nasıl tavır alınacağına ilişkin değerlendirmelerle
meşgul olmaları, ilk bir kaç günün huzurlu geçmesini sağlamıştır (BÖLÜGIRAY,
1989: 644-8). Ancak terör olaylan, bundan sonra şiddetini azaltarak ta olsa
devam etmiştir. Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayınlanan bir çalışmada
12 Eylül 1980 ile 11 Eylül 1981 tarihleri arasındaki 12 aylık devrede, 282 kişinin
öldüğü belirtilmiştir (T.C .GENELKURMAY BAŞKANLlĞI, 1983:199). Ayda
ortalama 24 kişinin terör nedeniyle hayatını kaybetmesi, bir önceki yılın (12
Eylül 1979-11 Eylül 1980) aylık ortalaması olan 234 rakamına (T.C
GENELKURMAY BAŞKANLlĞI, 1983:199) göre çok önemli bir azalmayı işaret
etse de, terörün bıçakla kesilir gibi durduğu iddiasını desteklememektedir.20
21 Eylül 1980 tarih ve 17112 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan kanunla
askerler sıkıyönetim komutanlarına 12 Eylül öncesinde istenilen yetkileri
tanımışlar ve ihtiyaç hasıl oldukça yeni değişikliklere gitmekten kaçınmamışlardır.
21 Sıkıyönetim Kanununda yapılan ilk değişiklikler, gözalh süresini önce 30
daha sonra 90 güne çıkaran; sıkıyönetim komutanlarının kamu düzeni açısından
çalışmaları zararlı görülen kamu görevlilerini işten çıkarabilmelerini mümkün
kılan ve teslim ol emrine itaat edilmemesi halinde silah kullanma yetkilerini
artırmaya malik değişikliklikler di. Daha sonra yapılan değişikliklerle de hem
Türk Ceza Kanunu hem de Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda, 12 Eylül
öncesinde yapılması istenilen değişiklikler yapılmıştır.
Burada bire bir karşılaştırma yapılırsa askerlerin isteklerinin bir kısmının
askeri yönetimin sonlarında, bir kısmının da ancak kısmen gerçekleştirilebildiği
görülecektir, Örneğin devlet güvenlik mahkemelerinin kuruluşu ve Olağanüstü
Hal Kanununun çıkarılması ancak 1982'den sonra mümkün olabilmiştir. Bu da,
askerlerin 12 Eylül öncesinde istedikleri bazı düzenlemeleri 12 Eylül'den sonra
da yerine getirmedikleri düşüncesini akla getirmektedir. Sanki askerler, acilolan
ve olmayan ayrımı yapmadan, her toplantıda anarşi ve terörle çoğu zaman
dolaylı olarak ilgili bir yığın talep ile sivillerin karşısına çıkmaktadırlar.
Bu tutumu, askerlerin işi yokuşa sürnle isteğinden çok, Türk bürokrasisinde hakim olan kültürün bir tezahürü olarak görmek daha doğrudur. Türk bürokrasisi içinde talep eden kuruluşlar, isteklerinin ancak bir kısmının karşılanabileceğini varsayarak taleplerini abartma eğilimi içinde olmaktadırlar.
Aynca, 12 Eylül'den sonra da yerine getirilmeyen bu istekler ya terörle mücadelenin başansıru esastan etkilemeyen alanlarda kalmış, ya da
demokratik rejim içinde gerçekçi olmakla birlikte, müdahaleyle birlikte anlamsız
hale gelmişlerdir. çünkü müdahale sonrası askeri rejim, bir kurucu iktidar
hüviyetindedir. Evren, müşavirlerine "öyle bir kanun çıkaralım ki; hem anayasa
bulunsun ve hem de bize icra serbestliği sağlasın: Yani elimiz kolumuz
bağlanmasın" (EVREN,1991:126)diyerek bir düzenleme yapılmasını istemiş ve
sonuçta 28 Ekim 1980 tarih ve 1714 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan ve 12
Eylül 1980 tarihinden itibaren geçerli olduğu belirtilen, "Anayasa Düzeni
Hakkındaki Kanun" ortaya çıkmıştır. Bu kanunun 6. maddesi şöyle bir hüküm
içermektedir;
Milli Güvenlik Konseyinin Bildiri ve Kararlarında yer alan ve alacak olan
hükümlerle Konseyce kabul edilerek yayımlanan ve yayımlanacak olan
kanunların 9 Temmuz 1961 tarihli ve 334 sayılı Anayasa hükümlerine
uymayanları Anayasa değişikliği olarak ve yürürlükteki kanunlara uymayanları
kanun değişikliği olarak yayımlandıkları tarihte veya metinlerinde gösterilen
tarihlerde yürürlüğe girer.
Bu madde askeri rejimin asli kurucu iktidar olma iddiasını tüm açıklığıyla
göstermektedir (SABUNCU, 2001:4). MGK, yasama yetkisine sahip kılınmış;
yürütme organını tamamen kontrolü altına almış, aynca MGK'nin özellikle
askeri yargı üzerinde de önemli etkilerinin olduğundan söz edilmiştir Böylece
demokratik rejimlerde yavaş cereyan eden, 12 Eylül öncesinde ise cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle kilitlenmiş olan, yasama süreci hızlandırılmış, askerlerin gerekli gördüğü kanunlar, anında hazırlanıp kabul edilmiş, şartlar değiştiğinde de yine aynı hızlarla değiştirilmiştir.24
ışte bu noktada Süleyman Demirel tarafından dile getirilen iddianın belki
de en zayıf tarafı karşımıza çıkar. Demirel ve onun fikrini benimseyenler,
sıkıyönetim ile, askeri müdahale sonrası askeri idare arasındaki aynmı gözden
kaçırmışlardır. Sıkıyönetim demokratik rejimi sona erdirmeden belli hak ve
özgürlüklerin, önceden belirlenmiş nedenler ortaya çıkbğında bir süre için
değişen derecelerde olmak kaydıyla askıya alındığı olağanüstü bir rejimi ifade
eder. Olağanüstü hal rejimIerinin konusu veya içeriği, ülkelere ve olağanüstü
hal rejiminin niteliğine göre değişmekle birlikte, bunların ortak özellikleri
idarenin yetkilerinin genişlemesi ve kişi temel hak ve hürriyetlerinin normal
zamanlara göre daha fazla sınırlandırılabilmesi dir (ÖZBUDUN, 2000: 343).
Demokratik rejimlerde sıkıyönetim ilan edildiğinde güvenlik kuvvetlerine
verilen yetkiler artırılmakla birlikte bu, devlet gücü üzerindeki sınırlamaların
tamamen ortadan kalktığı bir keyfilik veya kuralsızlık rejimi değildir.
Sıkıyönetimin ilan edilmesi, süresi ve ne zaman kaldırılacağı yasama organına
bırakılmıştır. Aynca, sınırlandırılmış da olsa, sıkıyönetimin bütün eylem ve
işlemleri yargı denetimine tabidir. Oysa askeri idare rejimleri meşrutiyet lerini
herhangi bir yasal normdan sağlamak durumunda değillerdir. Bu rejimlerin
iktidar iddialan fiilen iktidarı ele geçirmiş olmalarından kaynaklanmaktadır.
Böyle bir iktidarı sınırlandıracak en önemli şey ülke içi ve dışı iktidar ilişkileri ve
güç dengelerinin varlığıdır.
İktidarın kendine biçtiği rol ve kendisini meşrulaştırma biçimlerine bağlı olarak keyfilik ve/veya şiddet kullanma unsuru belli derecelerde sınırlanabilecektir.
Durum böyle ifade edildiğinde, askeri rejimin terörle mücadelede neden
daha başanh olduğunu anlamak kolaylaşmaktadır. Askeri rejim terörü alt
edebilmiştir çünkü, sıkıyönetim ilanı halinde dahi güvenlik kuvvetlerinin
uymak zorunda olduğu temel hak ve hürriyetleri koruyan sınırlamalar çoğu
zaman hukuken, hukuken var gözüktüğünde de fiilen ortadan kalkmıştır.
Güvenlik güçlerinin yetkileri demokratik rejimIerde kabul edilemeyecek
derecede artbğı gibi, bu yetkileri kullanma konusundaki çekingenlikleri de
askeri müdahale ile birlikte son bulmuştur (BÖLÜGİRAY, 1989: 651). Güvenlik
güçleri, suçlu olduklarını düşündükleri kişilerin üzerine günün birinde sorumlu
tutulmayacaklarmı bilmenin verdiği rahatlık içinde gidebilmişlerdir.
Bu durum, Kenan Evren tarafından daha askeri müdahale öncesinde dile
getirilmiştir. Evren bir beyanabnda "kan dökmek" istemediklerini, eğer bunu
göze almış olsalar terörü kolaylıkla önleyebilcceklerini söylemişti (Milliyet, 15
Şubat 1980). İşte 12 Eylül harckatıyla birlikte, güvenlik güçleri kan dökmeyi
göze alarak terörle mücadeleye giriştiler. Eğer asker kendini "devletin içinde
sayarsa, görevi öyle de olsa böyle de olsa asker yapacağına göre bu şartlar
ortaya çıkmayacak ve darbeye gerek kalmayacaktı" (ARCAYÜREK, 1990:517)
diyen Demirel'in gözden kaçırdığı nokta, askerin görevini "nasıl" yaptığı
meselesiydi. Evet terörle mücadeleyi asker yapacaktı, mesele bunun hukuk
kurallanna uygun bir biçimde mi yoksa, bunlan dikkate almadan mı yapılacağı
noktasında düğümleniyordu. Darbeyle birlikte bu konudaki sorular da açıklığa
kavuştu.
12 Eylül müdahalesi gerek iktidarda kalma süresi gerekse bu sürede
terörü yok etmek adına yapılan uygulamalarm sertliği açısından daha
öncekilerden farklıydı. 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında kurulan Milli Birlik
Komitesi idaresi ağırlıklı olarak Demokrat Parti önde gelenlerine karşı bir baskı
uygulamış, 12 Mart döneminde ise genellikle sol görüşlüler hedef alınmıştı.
Oysa 12 Eylül'de terörün baş müsebbibi olarak algılanan solun üzerine şiddetle
gidilirken, aşın-milliyetçi sağ da askeri yönetimin hedefi konumuna gelmiştir.
Sadece lider kadrolan değil bu akımlarla bağlantısı olduğundan şüphelenilen
herkes birşekilde 12 Eylül askeri yönetimi uygulamalarnun şiddetinden
etkilenmiştir. Anılannda komuta konseyindeki arkadaşlanna, "eğer beni ve bu
arada sizlerden de bir veya ikinizi suikast neticesinde öldürecek olurlarsa, en
kıdemli arkadaşımız emir ve komutayı alır, görevi sürdürür. Hangi örgüt bu
suikastı yapmış ise, o örgüte mensup ve tutuklu bulunanlann hepsini kurşuna
dizersiniz. Böylece başka örgütlere de gözdağı verilmiş olur" dediğini belirten
Evren (EVREN,1991a:132)terörü önleme amaanı gerçekleştirmek için nerelere
kadar gitmeye hazır olduklarının işaretlerini vermekteydi. Bir değerlendirmeye
göre, 12 Eylül 1980 ile demokrasiye geçildiği Ocak 1984 tarihleri arasında,
siyasal nitelikli suçlardan ceza alan 9'u sağ 34'ü sol görüşlü 43 mahkum idam
edilmiş, 650 bin kişi gözaltına alınmış, resmi rakamlara göre 171 kişi de
gözaltında işkence ve kötü muamele neticesinde ölmüş, 43 kişi içinse gözaltında
"intihar" ettiği raporu düzenlenmiştir' (BİRAND/BİLA/ AKAR, 1999:231-232, 240).
Askeri idare, tüm bu sınırsız yetkileriyle sivil bürokrasinin yeniden
yapılandırılması, harekatına da girişmiştir. Partizan olduklanna inanılan devlet
görevlileri -üst düzey bürokratlar, öğretmenler, polisler, memurlar- işten
çıkarılmış, görev yerleri değiştirilmiş veya emekli1iğe zorlanmıştır.25 Özellikle
sağ ve sol polis dernekleri olarak bölünmüş olan emniyet kuvvetlerine sinmiş
olan partizanlığın önlenmesi te?ürle mücadele açısından önemli bir adım
oluşturmuştur.
Bu derneklerin önce faaliyetleri durdurulmuş daha sonra da kapatılmışlar dır.
Kenan Evren'in (EVREN, 1991a:12)verdiği, dönemin Ankara Emniyet
Müdürü'nün kendisine ordunun iktidara el koyduğunu bildiren subayı
ağlayarak karşılaması örneğinde olduğu gibi, terörle mücadeledeki başarısızlık,
emniyet teşkilatında ancak darbeyle ortadan kalkabilen büyük bir gerilim
yaratmıştır. Çünkü, araç-gereç yetersizliğinden, partizanlıktan, sorunlarmın
ciddiye alınmamasından, hergün can korkusuyla görev yapmaya çalışmaktan
emniyet örgütü de bunaımıştı (BÖLÜGİRAY, 1989:178-180).Askeri müdahale
sivil güvenlik güçlerinde terörün nihayet yenilebileceğine ilişkin bir inana
beslemiş, bu da onların terörle mücadele şevkini artıran bir etken işlevi
görmüştür (BÖLÜGİRAY, 1989:643). Benzer biçimde, yargının hızlandınıması
ve özellikle sıkıyönetim askeri mahkemelerinin etkin ve hızlı çalışmalannı
sağlayacak düzenlemelerin devreye sokulması,26 devletin cezalandırma
fonksiyonunu yeniden işler hale getirmiştir.
Güvenlik güçlerine yardım ettiği takdirde teröristlerden zarar göreceğı.
korkusu içinde olan vatandaşlann, askeri müdahaleyle birlikte terörün nihayet
yenilebileceğine inanması ve askeri idareye verdiği destek, terörle mücadelenin
başansına etki eden bir diğer faktördür. Askeri idare ilk günden itibaren halkın
büyük desteğini almış, demokratik rejimin yaratamadığı terörün önlenebileceği
inananı yaratabilmiş, darbe öncesi güvenlik kuvvetlerine yardım etmekten
çekinen vatandaşlar, devlete yardıma olmaya başlamışlardır (BÖLÜG1RAY,
1989: 646). Sonuç olarak, 12 Eylül sonrasında terörün basbn1masının, ancak
güvenlik güçlerine olağanüstü yetkiler tanınması, insan hak ve hürriyetlerinin
askıya alınması; diğer bir deyişle demokratik rejimin ortadan kaldırılması
pahasına gerçekleştirilebildiğini söylemek gerekir.
v. Koruma ideolojisi, Siviller ve Türk Demokrasisinin Açmazlar.
12 Eylül öncesinde askerlerin müdahaleyi meşrulaşhrmak için terörün
üzerine gitmedikleri iddiasının inandırıcı olmaktan uzak kaldığını söylemek, bu
dönemde askerlerin üzerlerine düşen görevleri eksiksiz bir biçimde yerine
getirdikleri anlamına da gelmemelidir. Ordunun bu süreç zarfında eleştirilebilecek bir yönü olmadığı idcÜası27da, terörle mücadelede bilinçli bir biçimde ihmalkar davranıldığı görüşü gibi sorgulanmaya muhtaçtır. Demokratik rejim teröre karşı mücadelesinde başansız gözüküyorsa, bu başansızlıkta, devlet mekanizmasının en önemli parçalarından biri olan ordunun rolü olmadığını söylemek kolay olmasa gerektir.
Kenan Evren 1979 Eylül'ünde, ''bir müdahale zamanı gelmiş midir,
Müdahale mi daha iyi netice verir yoksa ilgilileri ikaz mı daha münasiptir"
sorusunu değerlendirmek için Genelkurmay Ikinci Başkanı Orgeneral Haydar
Salhk'ın başkanlığında bir çalışma grubu kurdurmuştur (EVREN, 1990: 283).
Burada kritik sorular şunlardır; müdahale tarihinden en az bir yıl öncesinden
böyle bir çalışma grubu kurduran, müdahale fikrini tasavvur etmeye başlayan
komuta kademesi, terörle mücadelede kendileri tarafından yapılması gereken
görevleri yerine getirmekte ne ölçüde başanlı olabilirdi? Terörle mücadeleyi
demokratik rejim içinde sürdürme iradesi, müdahale alternatifinin oluşumundan sonra zaafa uğramış mıdır? Diğer bir deyişle askerler, tam da böyle düşünmekle, terörle mücadeledeki başansızlığa bir katkıda bulunmuşlar mıdır?
Bu sorulara hayır cevabı verebilmek kolay olmasa gerek. "Demokratik
rejimden başka alternatif yoktur," "sıkıyönetim son çaredir" diyerek terörle
mücadeleye girişmekle, "nasıl olsa müdahale alternatifi var" düşüncesiyle
terörle mücadeleye girişmenin bir farkı olmadığını iddia etmek gerçekçi
değildir. Tercih edilen bir politikada ısrar etme kararlılığı ancak alternatifin
daha kötü olarak algılanması halinde güçlenecek, alternatif olduğu
düşünüldüğünde zorlu yolda ısrar etme iradesi ister istemez zaafa
uğrayabilecektir. Bir kez müdahale fikrini tasavvur etmeye, bunu meşru bir
çözüm olarak görmeye başlayan askerlerin, tam da bu sebeple, hem terörle
mücadelede daha girişimd, yaraha olma, hem de demokratik rejim içinde
kalarak teröre çözüm olabilecek diğer seçenekleri zorlama yönündeki
iradelerinin çeşitli şekillerde zaafa uğrama olasılığının yüksek olduğunu
düşünmek yanlış olmasa gerektir.
Şimdi daha somut örneklerle, 12 Eylül öncesinde bu durumun askerleri
nasıl etkilemiş olabileceği üzerinde duralrm. "Müdahale edebiliriz" düşüncesi
zihinlere yerleşince, askerlerin müdahalenin sebebi olarak belirtilen terörle
mücadelede göstermiş olduğu çabalar doğalolarak rutin bir görevolarak
görülebilecek, komutanlar normalden daha fazla gayret gösteremeyecekler dir.
Burada kastedilen, komutanların hem halihazırda sahip olduklan fırsatlan
daha verimli, daha yaraha bir biçime kullanma, hem de bu türlü olanakları
yaratma/ortaya çıkarma eğilimlerinin zaafa uğrama olasılığıdır.
Siyasi iktidardan bağımsız olarak veya ona fazladan bir yük getirmeden,
gerçekleştirilebilecek olan bu türlü uygulamalara örnek olarak terörle
mücadelede uzman askeri birlikler yetiştirilmesi, askeri istihbaratın bu amaca
matuf olarak yeniden organizasyonu, askeri cezaevlerinin iyileştirilmesi,
ordunun sahip olduğu olanaklann sivil emniyet güçlerini daha verimli
çalıştırmakta kullanılması, Bölügiray'ın (BÖLÜĞIRAY, 1991:17)önerdiği gibi
tüm sıkıyönetim komutanlanrun uygulamalanm standart ilke ve planlara
bağlamak ve uygulamada beraberlik ve etkinliği sağlamak gibi önlemler
verilebilir. Içinde bulunulan koşullarda olağanüstü gayretler gösterilmeSini
gerekli kılan bu türlü yollara gidilmemesinden ötürü askerlerin görevlerini
layıkıyla yerine getirmediklerini ima etmek insaf sınırlannı zorlasa da, bu türlü
seçeneklere başvurulmamasının altında alternatif bir çözüm olarak askeri
müdahale beklentisinin yattığını söylemek abartılı olmasa gerektir. En azından
müdahale karannın alınması ve planlanması aşamasında sarfedilen çabaların
veyahutta müdahale sonrasında neler yapılacağına ilişkin tasanlan düşünmek
için harcanan zamanın,28 teröre karşı nasıl daha etkin olunabilir sorusuna cevap aramakla harcanması düşünülebilirdi. Eğer askerler müdahaleyi bir alternatif olarak düşünmeselerdi belki de bu zorlu yollara başvurma konusunda daha kararlı olabileceklerdi.
Müdahale düşüncesinin zihinlere yerleşmesinin ikinci bir olumsuz etkisi
ise, askerlerin demokratik rejimin yaşamasını sağlayabilecek alternatifleri arama ve/veya yaratma iradesinin zaafa uğramasında görülebilir. Bu türlü alternatifler aramanın askerlerin değil, öncelikle sivillerin sorumluluğunda olduğu doğrudur. Ancak yozlaşan demokrasiyi yeniden kurmanın 12 Eylül harekatının amaçlarından biri olduğu, müdahale öncesinde demokratik sistem içindeki tüm alternatiflerin tüketildiği, harekatın liderleri tarafından ifade edilmiştir. Bizim burada yapmak istediğimiz, demokratik rejim içindeki alternatiflerin tüketildiği iddiasının ne ölçüde gerçek olduğunu sorgulamaktır.
Böyle bir durumda, daha çetrefil ve uzun bir yolalan demokratik rejim
içinde alternatif arayışlan üzerinde ısrar etmek kolayolmayacak, askerler
kendilerini içinden çıkılması kolayolmayan durumlar içinde bulabileceklerdir.
Bunun başta gelen sebebi ise, demokrasi ile askeri rejim arasındaki farklılıklar ve bunlann askerler üzerinde yarattığı cazibedir. Demokratik metodun özünde,
farklı çıkar ve iyi anlayışlannın ikna ve pazarlık yoluyla bağdaştınıması yatar.
Bu itibarla, demokrasi yavaş seyreden, aktörlerin kendi çıkarlanm
savunmaya/artırmaya yönelik manevralanna, pazarlıklanna izin veren,
tereddütıü ve zaman zaman hiç bir yere varılamıyar düşüncesini zihinlerde
uyandırması muhtemel bir süreçtir (SCHMIlTER/KARL, 1991: 85-6).
4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder