27 Mart 2019 Çarşamba

12 EYLÜL'E DOĞRU ORDU VE DEMOKRASİ, BÖLÜM 3

12 EYLÜL'E DOĞRU ORDU VE DEMOKRASİ, BÖLÜM 3 



Demokratik siyasetin doğasında olan siyasal manevraları, zaman kaybı, 
disiplinsizlik, başıbozukluk olarak algılamaları muhtemel olan askerlerin, siyasi 
tansiyonu halihazırda olduğundan daha yüksek olarak algıladıklarından şüphe 
edilmemesi gerekir. Bununla birlikte, 1970'lerin ortalarından itibaren giderek 
yükselmeye başlayan siyasi tansiyonun hiç de normal düzeylerde seyretmediği 
de inkar edilmesi güç bir gerçektir. 12 Eylül 1980 öncesi Türkiyesi, siyasi 
partilerin yıllardır her gün birbirlerini terörün hami si olmakla suçladığı, 
bırakınız terörün nedenleri ve buna karşı ne türlü önlemler alınacağı noktasında 
anlaşmaya varmak, Cumhurbaşkanını dahi seçemediklcri, muhalefet 
partilerinin iktidarın başarısız olması için çalıştıkları bir ortamdır.19 Oysa 
terörün yenilebilmesi demokrasiyi savunma iddiasını taşıyan siyasal güçlerin 
teröre karşı demokratik rejimi savunma noktasında tereddüt göstermemelerini, 
bu uğurda ellerinde gelen her şeyi yapıp, konuyu kısır çekişmeler uğrunda 
kullanmamalarını gerekli kılar. Aksi halde hem emniyet kuvvetlerinin şevkinin 
kırılması, hem de yurttaşlar arasında siyasi gerilimin yükselmesi ve bunun 
terörü beslemesi muhtemeldir. 

Sonuçta askerlerin, 12 Eylül öncesinde terörle mücadelede neden başarılı 
olunamadığını açıklamak için ileri sürdükleri bütün bu faktörlerin yabana 
atılamayacak kadar önemli olduklarını düşünmek abartılı sayılmamalıdır. Terör 
sadece askerlerin çabasıyla yenilebilecek bir şeyolmayıp; siyasiler, sivil 
bürokrasi ve özelikle polis ve yargının etkin, partizanlıktan uzak ve koordineli 
çalışmalarını gerektirir. 12 Eylül'den önce sağlanamayan tam da budur. 

ıv. 12 Eylül 1980 Sonrasında Terörle Mücadele 

12 Eylül'den sonra askerler eleştirdikleri durumların giderilmesi için neler 
yapmışlardır da terörle mücadelede mesafe katedilebilmiş tir? Hatırlanacağı gibi 
Demirel, 12 Eylül'den sonra yapılanların sadece bir kaç küçük değişiklikten 
ibaret olduğunu ve aslında askerlerin bu yetkilere ihtiyaçları olmadığının açıkça 
ortaya çıktığını ifade etmişti. Bu soruya verilecek yanıtlar askerlerin 12 Eylül 
öncesinde gerçekten de ihtiyaç duymadıkları yetkileri isteyip istemedikleri 
konusunda bilgi verebilecektir. 

Öncelikle hemen belirtilmelidir ki, terör nedeniyle hayatını kaybedenlerin 
sayısında bıçakla kesilir gibi bir düşüş olmamıştır. Müdahaleden hemen sonra 
kurulan Milli Güvenlik Konseyi' nin (MGK) yaptığı ilk işlerden birisi 12 Eylül 
öncesinde sadece 22 ilde uygulanmakta olan sıkıyönetimi tüm ülkeye yaymak 
olmuştur. Böylece, teröristlerin sıkıyönetim bölgelerinden, sıkıyönetim ilan 
edilmeyen bölgelere hareketleri ve bunun terörle mücadelede yarattığı olumsuz 
etki giderilmiştir. Sıkıyönetimle birlikte uygulanan sokağa çıkma yasağı ve terör 
örgütlerinin müdahaleye karşı nasıl tavır alınacağına ilişkin değerlendirmelerle 
meşgul olmaları, ilk bir kaç günün huzurlu geçmesini sağlamıştır (BÖLÜGIRAY, 
1989: 644-8). Ancak terör olaylan, bundan sonra şiddetini azaltarak ta olsa 
devam etmiştir. Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayınlanan bir çalışmada 
12 Eylül 1980 ile 11 Eylül 1981 tarihleri arasındaki 12 aylık devrede, 282 kişinin 
öldüğü belirtilmiştir (T.C .GENELKURMAY BAŞKANLlĞI, 1983:199). Ayda 
ortalama 24 kişinin terör nedeniyle hayatını kaybetmesi, bir önceki yılın (12 
Eylül 1979-11 Eylül 1980) aylık ortalaması olan 234 rakamına (T.C 
GENELKURMAY BAŞKANLlĞI, 1983:199) göre çok önemli bir azalmayı işaret 
etse de, terörün bıçakla kesilir gibi durduğu iddiasını desteklememektedir.20 
21 Eylül 1980 tarih ve 17112 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan kanunla 
askerler sıkıyönetim komutanlarına 12 Eylül öncesinde istenilen yetkileri 
tanımışlar ve ihtiyaç hasıl oldukça yeni değişikliklere gitmekten kaçınmamışlardır.

21 Sıkıyönetim Kanununda yapılan ilk değişiklikler, gözalh süresini önce 30 
daha sonra 90 güne çıkaran; sıkıyönetim komutanlarının kamu düzeni açısından 
çalışmaları zararlı görülen kamu görevlilerini işten çıkarabilmelerini mümkün 
kılan ve teslim ol emrine itaat edilmemesi halinde silah kullanma yetkilerini 
artırmaya malik değişikliklikler di. Daha sonra yapılan değişikliklerle de hem 
Türk Ceza Kanunu hem de Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda, 12 Eylül 
öncesinde yapılması istenilen değişiklikler yapılmıştır.

Burada bire bir karşılaştırma yapılırsa askerlerin isteklerinin bir kısmının 
askeri yönetimin sonlarında, bir kısmının da ancak kısmen gerçekleştirilebildiği 
görülecektir, Örneğin devlet güvenlik mahkemelerinin kuruluşu ve Olağanüstü 
Hal Kanununun çıkarılması ancak 1982'den sonra mümkün olabilmiştir. Bu da, 
askerlerin 12 Eylül öncesinde istedikleri bazı düzenlemeleri 12 Eylül'den sonra 
da yerine getirmedikleri düşüncesini akla getirmektedir. Sanki askerler, acilolan 
ve olmayan ayrımı yapmadan, her toplantıda anarşi ve terörle çoğu zaman 
dolaylı olarak ilgili bir yığın talep ile sivillerin karşısına çıkmaktadırlar. 

Bu tutumu, askerlerin işi yokuşa sürnle isteğinden çok, Türk bürokrasisinde hakim olan kültürün bir tezahürü olarak görmek daha doğrudur. Türk bürokrasisi içinde talep eden kuruluşlar, isteklerinin ancak bir kısmının karşılanabileceğini varsayarak taleplerini abartma eğilimi içinde olmaktadırlar. 
Aynca, 12 Eylül'den sonra da yerine getirilmeyen bu istekler ya terörle mücadelenin başansıru esastan etkilemeyen alanlarda kalmış, ya da 
demokratik rejim içinde gerçekçi olmakla birlikte, müdahaleyle birlikte anlamsız 
hale gelmişlerdir. çünkü müdahale sonrası askeri rejim, bir kurucu iktidar 
hüviyetindedir. Evren, müşavirlerine "öyle bir kanun çıkaralım ki; hem anayasa 
bulunsun ve hem de bize icra serbestliği sağlasın: Yani elimiz kolumuz 
bağlanmasın" (EVREN,1991:126)diyerek bir düzenleme yapılmasını istemiş ve 
sonuçta 28 Ekim 1980 tarih ve 1714 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan ve 12 
Eylül 1980 tarihinden itibaren geçerli olduğu belirtilen, "Anayasa Düzeni 
Hakkındaki Kanun" ortaya çıkmıştır. Bu kanunun 6. maddesi şöyle bir hüküm 
içermektedir; 

Milli Güvenlik Konseyinin Bildiri ve Kararlarında yer alan ve alacak olan 
hükümlerle Konseyce kabul edilerek yayımlanan ve yayımlanacak olan 
kanunların 9 Temmuz 1961 tarihli ve 334 sayılı Anayasa hükümlerine 
uymayanları Anayasa değişikliği olarak ve yürürlükteki kanunlara uymayanları 
kanun değişikliği olarak yayımlandıkları tarihte veya metinlerinde gösterilen 
tarihlerde yürürlüğe girer. 

Bu madde askeri rejimin asli kurucu iktidar olma iddiasını tüm açıklığıyla 
göstermektedir (SABUNCU, 2001:4). MGK, yasama yetkisine sahip kılınmış; 
yürütme organını tamamen kontrolü altına almış, aynca MGK'nin özellikle 
askeri yargı üzerinde de önemli etkilerinin olduğundan söz edilmiştir  Böylece 
demokratik rejimlerde yavaş cereyan eden, 12 Eylül öncesinde ise cumhurbaşkanlığı seçimi nedeniyle kilitlenmiş olan, yasama süreci hızlandırılmış, askerlerin gerekli gördüğü kanunlar, anında hazırlanıp kabul edilmiş, şartlar değiştiğinde de yine aynı hızlarla değiştirilmiştir.24 
ışte bu noktada Süleyman Demirel tarafından dile getirilen iddianın belki 
de en zayıf tarafı karşımıza çıkar. Demirel ve onun fikrini benimseyenler, 
sıkıyönetim ile, askeri müdahale sonrası askeri idare arasındaki aynmı gözden 
kaçırmışlardır. Sıkıyönetim demokratik rejimi sona erdirmeden belli hak ve 
özgürlüklerin, önceden belirlenmiş nedenler ortaya çıkbğında bir süre için 
değişen derecelerde olmak kaydıyla askıya alındığı olağanüstü bir rejimi ifade 
eder. Olağanüstü hal rejimIerinin konusu veya içeriği, ülkelere ve olağanüstü 
hal rejiminin niteliğine göre değişmekle birlikte, bunların ortak özellikleri 
idarenin yetkilerinin genişlemesi ve kişi temel hak ve hürriyetlerinin normal 
zamanlara göre daha fazla sınırlandırılabilmesi dir (ÖZBUDUN, 2000: 343). 
Demokratik rejimlerde sıkıyönetim ilan edildiğinde güvenlik kuvvetlerine 
verilen yetkiler artırılmakla birlikte bu, devlet gücü üzerindeki sınırlamaların 
tamamen ortadan kalktığı bir keyfilik veya kuralsızlık rejimi değildir. 
Sıkıyönetimin ilan edilmesi, süresi ve ne zaman kaldırılacağı yasama organına 
bırakılmıştır. Aynca, sınırlandırılmış da olsa, sıkıyönetimin bütün eylem ve 
işlemleri yargı denetimine tabidir. Oysa askeri idare rejimleri meşrutiyet lerini 
herhangi bir yasal normdan sağlamak durumunda değillerdir. Bu rejimlerin 
iktidar iddialan fiilen iktidarı ele geçirmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. 
Böyle bir iktidarı sınırlandıracak en önemli şey ülke içi ve dışı iktidar ilişkileri ve 
güç dengelerinin varlığıdır. 
İktidarın kendine biçtiği rol ve kendisini meşrulaştırma biçimlerine bağlı olarak keyfilik ve/veya şiddet kullanma unsuru belli derecelerde sınırlanabilecektir. 

Durum böyle ifade edildiğinde, askeri rejimin terörle mücadelede neden 
daha başanh olduğunu anlamak kolaylaşmaktadır. Askeri rejim terörü alt 
edebilmiştir çünkü, sıkıyönetim ilanı halinde dahi güvenlik kuvvetlerinin 
uymak zorunda olduğu temel hak ve hürriyetleri koruyan sınırlamalar çoğu 
zaman hukuken, hukuken var gözüktüğünde de fiilen ortadan kalkmıştır. 
Güvenlik güçlerinin yetkileri demokratik rejimIerde kabul edilemeyecek 
derecede artbğı gibi, bu yetkileri kullanma konusundaki çekingenlikleri de 
askeri müdahale ile birlikte son bulmuştur (BÖLÜGİRAY, 1989: 651). Güvenlik 
güçleri, suçlu olduklarını düşündükleri kişilerin üzerine günün birinde sorumlu 
tutulmayacaklarmı bilmenin verdiği rahatlık içinde gidebilmişlerdir. 
Bu durum, Kenan Evren tarafından daha askeri müdahale öncesinde dile 
getirilmiştir. Evren bir beyanabnda "kan dökmek" istemediklerini, eğer bunu 
göze almış olsalar terörü kolaylıkla önleyebilcceklerini söylemişti (Milliyet, 15 
Şubat 1980). İşte 12 Eylül harckatıyla birlikte, güvenlik güçleri kan dökmeyi 
göze alarak terörle mücadeleye giriştiler. Eğer asker kendini "devletin içinde 
sayarsa, görevi öyle de olsa böyle de olsa asker yapacağına göre bu şartlar 
ortaya çıkmayacak ve darbeye gerek kalmayacaktı" (ARCAYÜREK, 1990:517) 
diyen Demirel'in gözden kaçırdığı nokta, askerin görevini "nasıl" yaptığı 
meselesiydi. Evet terörle mücadeleyi asker yapacaktı, mesele bunun hukuk 
kurallanna uygun bir biçimde mi yoksa, bunlan dikkate almadan mı yapılacağı 
noktasında düğümleniyordu. Darbeyle birlikte bu konudaki sorular da açıklığa 
kavuştu. 

12 Eylül müdahalesi gerek iktidarda kalma süresi gerekse bu sürede 
terörü yok etmek adına yapılan uygulamalarm sertliği açısından daha 
öncekilerden farklıydı. 27 Mayıs 1960 darbesi sonrasında kurulan Milli Birlik 
Komitesi idaresi ağırlıklı olarak Demokrat Parti önde gelenlerine karşı bir baskı
uygulamış, 12 Mart döneminde ise genellikle sol görüşlüler hedef alınmıştı. 
Oysa 12 Eylül'de terörün baş müsebbibi olarak algılanan solun üzerine şiddetle 
gidilirken, aşın-milliyetçi sağ da askeri yönetimin hedefi konumuna gelmiştir. 
Sadece lider kadrolan değil bu akımlarla bağlantısı olduğundan şüphelenilen 
herkes birşekilde 12 Eylül askeri yönetimi uygulamalarnun şiddetinden 
etkilenmiştir. Anılannda komuta konseyindeki arkadaşlanna, "eğer beni ve bu 
arada sizlerden de bir veya ikinizi suikast neticesinde öldürecek olurlarsa, en 
kıdemli arkadaşımız emir ve komutayı alır, görevi sürdürür. Hangi örgüt bu 
suikastı yapmış ise, o örgüte mensup ve tutuklu bulunanlann hepsini kurşuna 
dizersiniz. Böylece başka örgütlere de gözdağı verilmiş olur" dediğini belirten 
Evren (EVREN,1991a:132)terörü önleme amaanı gerçekleştirmek için nerelere 
kadar gitmeye hazır olduklarının işaretlerini vermekteydi. Bir değerlendirmeye 
göre, 12 Eylül 1980 ile demokrasiye geçildiği Ocak 1984 tarihleri arasında, 
siyasal nitelikli suçlardan ceza alan 9'u sağ 34'ü sol görüşlü 43 mahkum idam 
edilmiş, 650 bin kişi gözaltına alınmış, resmi rakamlara göre 171 kişi de 
gözaltında işkence ve kötü muamele neticesinde ölmüş, 43 kişi içinse gözaltında 
"intihar" ettiği raporu düzenlenmiştir' (BİRAND/BİLA/ AKAR, 1999:231-232, 240). 

Askeri idare, tüm bu sınırsız yetkileriyle sivil bürokrasinin yeniden 
yapılandırılması, harekatına da girişmiştir. Partizan olduklanna inanılan devlet 
görevlileri -üst düzey bürokratlar, öğretmenler, polisler, memurlar- işten 
çıkarılmış, görev yerleri değiştirilmiş veya emekli1iğe zorlanmıştır.25 Özellikle 
sağ ve sol polis dernekleri olarak bölünmüş olan emniyet kuvvetlerine sinmiş 
olan partizanlığın önlenmesi te?ürle mücadele açısından önemli bir adım 
oluşturmuştur. 
Bu derneklerin önce faaliyetleri durdurulmuş daha sonra da kapatılmışlar dır. 

Kenan Evren'in (EVREN, 1991a:12)verdiği, dönemin Ankara Emniyet 
Müdürü'nün kendisine ordunun iktidara el koyduğunu bildiren subayı 
ağlayarak karşılaması örneğinde olduğu gibi, terörle mücadeledeki başarısızlık, 
emniyet teşkilatında ancak darbeyle ortadan kalkabilen büyük bir gerilim 
yaratmıştır. Çünkü, araç-gereç yetersizliğinden, partizanlıktan, sorunlarmın 
ciddiye alınmamasından, hergün can korkusuyla görev yapmaya çalışmaktan 
emniyet örgütü de bunaımıştı (BÖLÜGİRAY, 1989:178-180).Askeri müdahale 
sivil güvenlik güçlerinde terörün nihayet yenilebileceğine ilişkin bir inana 
beslemiş, bu da onların terörle mücadele şevkini artıran bir etken işlevi 
görmüştür (BÖLÜGİRAY, 1989:643). Benzer biçimde, yargının hızlandınıması 
ve özellikle sıkıyönetim askeri mahkemelerinin etkin ve hızlı çalışmalannı 
sağlayacak düzenlemelerin devreye sokulması,26 devletin cezalandırma 
fonksiyonunu yeniden işler hale getirmiştir. 

Güvenlik güçlerine yardım ettiği takdirde teröristlerden zarar göreceğı. 
korkusu içinde olan vatandaşlann, askeri müdahaleyle birlikte terörün nihayet 
yenilebileceğine inanması ve askeri idareye verdiği destek, terörle mücadelenin 
başansına etki eden bir diğer faktördür. Askeri idare ilk günden itibaren halkın 
büyük desteğini almış, demokratik rejimin yaratamadığı terörün önlenebileceği 
inananı yaratabilmiş, darbe öncesi güvenlik kuvvetlerine yardım etmekten 
çekinen vatandaşlar, devlete yardıma olmaya başlamışlardır (BÖLÜG1RAY, 
1989: 646). Sonuç olarak, 12 Eylül sonrasında terörün basbn1masının, ancak 
güvenlik güçlerine olağanüstü yetkiler tanınması, insan hak ve hürriyetlerinin 
askıya alınması; diğer bir deyişle demokratik rejimin ortadan kaldırılması 
pahasına gerçekleştirilebildiğini söylemek gerekir. 

v. Koruma ideolojisi, Siviller ve Türk Demokrasisinin Açmazlar. 

12 Eylül öncesinde askerlerin müdahaleyi meşrulaşhrmak için terörün 
üzerine gitmedikleri iddiasının inandırıcı olmaktan uzak kaldığını söylemek, bu 
dönemde askerlerin üzerlerine düşen görevleri eksiksiz bir biçimde yerine 
getirdikleri anlamına da gelmemelidir. Ordunun bu süreç zarfında eleştirilebilecek bir yönü olmadığı idcÜası27da, terörle mücadelede bilinçli bir biçimde ihmalkar davranıldığı görüşü gibi sorgulanmaya muhtaçtır. Demokratik rejim teröre karşı mücadelesinde başansız gözüküyorsa, bu başansızlıkta, devlet mekanizmasının en önemli parçalarından biri olan ordunun rolü olmadığını söylemek kolay olmasa gerektir. 

Kenan Evren 1979 Eylül'ünde, ''bir müdahale zamanı gelmiş midir, 
Müdahale mi daha iyi netice verir yoksa ilgilileri ikaz mı daha münasiptir" 
sorusunu değerlendirmek için Genelkurmay Ikinci Başkanı Orgeneral Haydar 
Salhk'ın başkanlığında bir çalışma grubu kurdurmuştur (EVREN, 1990: 283). 
Burada kritik sorular şunlardır; müdahale tarihinden en az bir yıl öncesinden 
böyle bir çalışma grubu kurduran, müdahale fikrini tasavvur etmeye başlayan 
komuta kademesi, terörle mücadelede kendileri tarafından yapılması gereken 
görevleri yerine getirmekte ne ölçüde başanlı olabilirdi? Terörle mücadeleyi 
demokratik rejim içinde sürdürme iradesi, müdahale alternatifinin oluşumundan sonra zaafa uğramış mıdır? Diğer bir deyişle askerler, tam da böyle düşünmekle, terörle mücadeledeki başansızlığa bir katkıda bulunmuşlar mıdır?

Bu sorulara hayır cevabı verebilmek kolay olmasa gerek. "Demokratik 
rejimden başka alternatif yoktur," "sıkıyönetim son çaredir" diyerek terörle 
mücadeleye girişmekle, "nasıl olsa müdahale alternatifi var" düşüncesiyle 
terörle mücadeleye girişmenin bir farkı olmadığını iddia etmek gerçekçi 
değildir. Tercih edilen bir politikada ısrar etme kararlılığı ancak alternatifin 
daha kötü olarak algılanması halinde güçlenecek, alternatif olduğu 
düşünüldüğünde zorlu yolda ısrar etme iradesi ister istemez zaafa 
uğrayabilecektir. Bir kez müdahale fikrini tasavvur etmeye, bunu meşru bir 
çözüm olarak görmeye başlayan askerlerin, tam da bu sebeple, hem terörle 
mücadelede daha girişimd, yaraha olma, hem de demokratik rejim içinde 
kalarak teröre çözüm olabilecek diğer seçenekleri zorlama yönündeki 
iradelerinin çeşitli şekillerde zaafa uğrama olasılığının yüksek olduğunu 
düşünmek yanlış olmasa gerektir. 

Şimdi daha somut örneklerle, 12 Eylül öncesinde bu durumun askerleri 
nasıl etkilemiş olabileceği üzerinde duralrm. "Müdahale edebiliriz" düşüncesi 
zihinlere yerleşince, askerlerin müdahalenin sebebi olarak belirtilen terörle 
mücadelede göstermiş olduğu çabalar doğalolarak rutin bir görevolarak 
görülebilecek, komutanlar normalden daha fazla gayret gösteremeyecekler dir. 
Burada kastedilen, komutanların hem halihazırda sahip olduklan fırsatlan 
daha verimli, daha yaraha bir biçime kullanma, hem de bu türlü olanakları 
yaratma/ortaya çıkarma eğilimlerinin zaafa uğrama olasılığıdır. 
Siyasi iktidardan bağımsız olarak veya ona fazladan bir yük getirmeden, 
gerçekleştirilebilecek olan bu türlü uygulamalara örnek olarak terörle 
mücadelede uzman askeri birlikler yetiştirilmesi, askeri istihbaratın bu amaca 
matuf olarak yeniden organizasyonu, askeri cezaevlerinin iyileştirilmesi, 
ordunun sahip olduğu olanaklann sivil emniyet güçlerini daha verimli 
çalıştırmakta kullanılması, Bölügiray'ın (BÖLÜĞIRAY, 1991:17)önerdiği gibi 
tüm sıkıyönetim komutanlanrun uygulamalanm standart ilke ve planlara 
bağlamak ve uygulamada beraberlik ve etkinliği sağlamak gibi önlemler 
verilebilir. Içinde bulunulan koşullarda olağanüstü gayretler gösterilmeSini 
gerekli kılan bu türlü yollara gidilmemesinden ötürü askerlerin görevlerini 
layıkıyla yerine getirmediklerini ima etmek insaf sınırlannı zorlasa da, bu türlü 
seçeneklere başvurulmamasının altında alternatif bir çözüm olarak askeri 
müdahale beklentisinin yattığını söylemek abartılı olmasa gerektir. En azından 
müdahale karannın alınması ve planlanması aşamasında sarfedilen çabaların 
veyahutta müdahale sonrasında neler yapılacağına ilişkin tasanlan düşünmek
için harcanan zamanın,28 teröre karşı nasıl daha etkin olunabilir sorusuna cevap aramakla harcanması düşünülebilirdi. Eğer askerler müdahaleyi bir alternatif olarak düşünmeselerdi belki de bu zorlu yollara başvurma konusunda daha kararlı olabileceklerdi. 

Müdahale düşüncesinin zihinlere yerleşmesinin ikinci bir olumsuz etkisi 
ise, askerlerin demokratik rejimin yaşamasını sağlayabilecek alternatifleri arama ve/veya yaratma iradesinin zaafa uğramasında görülebilir. Bu türlü alternatifler aramanın askerlerin değil, öncelikle sivillerin sorumluluğunda olduğu doğrudur. Ancak yozlaşan demokrasiyi yeniden kurmanın 12 Eylül harekatının amaçlarından biri olduğu, müdahale öncesinde demokratik sistem içindeki tüm alternatiflerin tüketildiği, harekatın liderleri tarafından ifade edilmiştir. Bizim burada yapmak istediğimiz, demokratik rejim içindeki alternatiflerin tüketildiği iddiasının ne ölçüde gerçek olduğunu sorgulamaktır. 

Böyle bir durumda, daha çetrefil ve uzun bir yolalan demokratik rejim 
içinde alternatif arayışlan üzerinde ısrar etmek kolayolmayacak, askerler 
kendilerini içinden çıkılması kolayolmayan durumlar içinde bulabileceklerdir. 
Bunun başta gelen sebebi ise, demokrasi ile askeri rejim arasındaki farklılıklar ve bunlann askerler üzerinde yarattığı cazibedir. Demokratik metodun özünde, 
farklı çıkar ve iyi anlayışlannın ikna ve pazarlık yoluyla bağdaştınıması yatar. 
Bu itibarla, demokrasi yavaş seyreden, aktörlerin kendi çıkarlanm 
savunmaya/artırmaya yönelik manevralanna, pazarlıklanna izin veren, 
tereddütıü ve zaman zaman hiç bir yere varılamıyar düşüncesini zihinlerde 
uyandırması muhtemel bir süreçtir (SCHMIlTER/KARL, 1991: 85-6). 


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder