Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2020 Çarşamba

Türk Silahlı Kuvvetlerinin Tasfiye Edilmesi Projesi. BÖLÜM 2

Türk Silahlı Kuvvetlerinin Tasfiye Edilmesi Projesi veya “Prof. Dr. Mümtazer Türköne’yi Doğru Okumak” BÖLÜM 2


Prof. Dr. Ümit Özdağ,Mümtazer Türköne,Türk Silahlı Kuvvetlerinin, Tasfiye Edilmesi Projesi ,


Bir yandan siyasetin gereken çözümleri üretmemesi ve AB üzerinden çözüm arayışı içine girmesi, öte yandan Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde 2003 sonrasında PKK’ya verilen görevler, Türk ordusunu tekrar terör çetesi ile mücadele sürecine sokmuştur. Türk ordusu, bu çatışma sürecinde 5000 subay, astsubay ve erini şehit vermiştir.[11] Türköne’nin TSK’ya yönelik ağır saldırıları daha sonra dile getireceği siyasal projeye zemin hazırlamak içindir. Çünkü Türköne, TSK’ya saldırılarını asla kızgınlıkla değil hesaplı bir dikkatle, satranç oynar gibi, diğer hamlesine zemin hazırlamak amacı ile gerçekleştirmektedir.

Türköne: TSK Kanlı ve Kirli Bir Vesayet Rejimi Kurmuştur (2 Temmuz 2009)

M. Türköne, kurumsal yapı itibarı ile çürümüş olarak nitelendirdiği TSK’nın siyasal sistem içindeki konumunu da ağır bir eleştiri altına almıştır. “Gözünü dışarıya değil içeriye diken, iktidar oyunlarına dalan bir ordu; kendisine yeni bir düşman yaratmak zorunda kalır. İktidar talebi rakip birine karşı ileri sürülür. Kendi halkını düşman ilan etmeden bir ordu iktidarda hak iddia edemez. Yıllardır o pisliğin üzerinde otururken "cumhuriyet rejimine düşmanlık besleyen halk", "rejimi (mevcut olmayan) düşmanlardan koruyan ordu" masallarını bu yüzden dinledik. Halkını düşman ilan eden, doğrudan halkına savaş açan bir ordu ülkesini savunamaz.(…) Türkiye'nin kirli ve kanlı bir askerî vesayet tarihi var. Üzerinde üniforma, elinde silah, emrinde asker olanlar ellerindeki gücü iktidarı ele geçirmek için kullandılar. Sonra bu vesayeti kalıcı hâle getirmeye kalktılar. Silahın, yani zorbanın gücünü hâkim kılmak için hukuku unutmanız gerekir. Türkiye'nin kronik hâle gelen hak, hukuk, adalet sorunlarının arkasında bu zorbalık vardı. Bir türlü vatandaşına hukuk güvencesi veren bir devlet hâline gelemeyişimizin arkasında bu tasallut duruyordu.”[12] Burada altı çizilmesi gereken husus “halkına karşı savaşan ordu” ifadesinin Amerikan literatüründen alındığı ve bu ifadenin Latin Amerika orduları için kullanıldığıdır

Türköne: TSK Lağvedilmeli (29 Ekim-1 Kasım 2009)

Türköne; kurumsal yapı ve siyasal sistem içindeki konumunu eleştirdiği TSK ile ilgili nihai kararını Sonbahar 2009’da vermiş görünmektedir: TSK lağvedilmelidir. Türköne, TSK’nın lağvedilmesi ile ilgili önerisi ile kamuoyunda tartışma yaratmıştır. Ancak Türköne bu öneriyi de hemen ortaya atmamış aksine dikkatle zamana yayarak adım adım geliştirmiştir. Türköne, önce Mart 2009’da konuyu tersinden ele almış ve şöyle başlamıştır: “Mondros'ta ordumuzu lağvettik. Sonra Erzurum'da yenisini kurduk. Elbette ‘bugün ordumuzu kapatmamız gerekmiyor.’ Ama ordumuzun kurumsal zaaflarının sebeplerine inilerek, ‘kapsamlı çabalarla giderilmesi’ gerekiyor. Devletimizin, dolayısıyla ordumuzun itibarını başka türlü koruyamayız.”[13] Ancak Türköne, bugün için kapatılması gerekmeyen ancak kapsamlı çabalarla kurumsal zaaflarının giderilmesi gereken Türk ordusu ile ilgili ne yapılması gerektiğini anlatmamıştır.

Türköne, 29 Ekim 2009 tarihli köşe yazısında Mart 2009’da eksik bıraktığı hususu tamamlamış TSK’nın kurumsal yapısı ve sürekliliğini tartışmaya açmıştır. Türköne şöyle demektedir: "Sipahi ordusu mu, Yeniçeri ordusu mu, Nizam-ı Cedit ordusu mu, Asakir-i Muhammediye mi veya Türk Silahlı Kuvvetleri mi? Tarih şanlı savaşlarımızı anlatıyor. Ama unutmayalım: Askerimiz her zaman aynı ordunun askeri değildi. Adında "yeni" sıfatı olan Yeniçeri ordusu, Osmanlı Devleti'nin en eski ordusu idi. Zamanla bir çıkar şebekesine ve fesat ocağına dönüştü. Savaş meydanlarında hezimet üstüne hezimet yaşarken, iktidar mücadelesinde zaferler kazandı. Biraz zora gelince kazan kaldırıp doğrudan yönetime el koydu. Sultan III. Selim çareyi Nizam-ı Cedit adıyla yeni bir ordu kurmakta buldu. Napolyon'un Akka kuşatmasında başarılı olan bu yeni ordu, Yeniçerilerin gadrine uğradı. Hile, desise ve suret-i haktan görünen nümayişlerle ülke, iç savaşın eşiğine getirildi ve yeni ordu dağıtıldı. 20 yıl kadar sonra tekrar kurulan yeni ordu, bu sefer Yeniçeri ordusunu topa tutarak ortadan kaldırdı. 1826'da aynı devletin içinde iki Türk ordusunun karşı karşıya geldiğini ve birinin diğerini imha ettiğini unutmamalıyız. Ve tarihimizin bu olayı "vak'a-yıhayriyye" (hayırlı olay) olarak kaydettiğini de..."[14]

Türköne’nin 29 Ekim 2009’daki yazısını 1 Kasım 2009’da “Yeni Bir Ordu Kurmak” başlıklı yazısı izlemiştir. Türköne şöyle demektedir: “Kutsal olan vatandır, ordu değil. Ordu, kutsal vatan toprağını korumak üzere organize edilmiş silahlı kurumdur. Değeri, saygınlığı, şerefi bu görevi yerine getirmesiyle ölçülür. Bu görevi yerine getirecek şekilde örgütlenir, ihtiyaçlara göre donatılır ve vatan toprağına yönelik tehditlere, ülkenin çıkarlarına göre görevler üstlenir(…) Vatanı koruyamıyorsa, hatta kutsal vatan toprağı için bir tehdit oluşturuyorsa dağıtılır, yerine yenisi kurulur.(…) ‘İrtica ile Mücadele Eylem Planı’ emir-komuta zinciri içinde hazırlanmış genel harekât planının bir parçası. O zaman şu soru önemli: ‘Genel harekât planı başka hangi eylem planlarını içeriyor?’ II. Başkandan Bilgi-Destek Dairesi'ne uzanan bu hiyerarşinin deşifre edilmesi ve tasfiye edilmesi, TSK bünyesindeki gizli ordu yapılanmasının lağvedilmesi anlamına geliyor. Bu gizli yapılanma tam anlamıyla iktidara aday bir siyasî parti özelliği gösteriyor. Tek fark bu partinin emrinde tanklar ve toplar var.(…) Subaylarımızın % 90'ı birliğinin ve silahının başında, savaşa hazır bekliyor. 

Sorun karargâhta ve komuta kademesinde.(…) ‘Yeni bir ordu kurmak’; çağın ihtiyaçlarına ve ülkenin çıkarlarına uygun köklü bir dış güvenlik reformuna girişmek demek. Komutanların siyaset hırsına bu ülkenin birliğini, dirliğini ve refahını neden feda edelim? Evet neden? (…) ‘Mevcut komuta kademesini tasfiye edince, yeni orduyu kiminle kuracağız?’ diye soranlara cevabı yine tarihten verelim. Ankara'da yeni orduyu kuran komutanların -Atatürk dahil- rütbesi neydi?”[15]

Türköne’nin makalesinin son cümlesi çok önemlidir ve temsil ettiği ortak aklın kafasındaki proje ile ilgili, önemli bir ipucu vermektedir. Türköne, TSK’nın bütün orgeneral, korgeneral ve tüm generallerinin büyük bir bölümünün “emekli edilmesinden” bahsetmektedir. Türköne, bu satırlarda yazmadığı bir örneği Prof. Dr. Özcan Yeniçeri ve Prof. Dr. Ümit Özdağ’a bir sohbetlerinde vererek, TSK’nın lağvedilmesinden ne anladığını veya temsil ettiği ortak aklın ne anladığını izah etmiştir: “27 Mayıs 1960’da TSK’dan 225 generalin ve 4500 subayın emekli edilmesi benzeri geniş kapsamlı bir general ve subay tensikatı.”

Türköne: EMASYA Lağvedilmeli, (4 Aralık 2009)-Erdoğan: EMASYA Lağvedilecek (31 Ocak 2010)

M.Türköne, 4 Aralık 2009’da yazdığı köşe yazısında Genelkurmay Başkanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında 1997’de imzalanan Emniyet-Asayiş Yardımlaşma Protokolü’nün (EMASYA) lağvedilmesini istemiştir.[16] Ocak 2010’un ikinci yarısında çok yoğun bir EMASYA protokolu tartışması basında başlamıştır. EMASYA protokolü netice itibarı ile bir protokoldür ve değişen şartlara uygun olarak kaldırılabilir. Ancak EMASYA’yı tamamen kaldırmak için gereken şartlar oluşmamıştır. Bundan dolayı bu protokolün kaldırılmasından sonra doğacak boşluğun doldurulması gerekmektedir. Devletin işleyişinde bir kurumun boşluğu, başka bir kurum tarafından doldurulduğu zaman düzen sağlıklı işler. EMASYA protokolü imzalanmadan önce, 2 Temmuz 1993’te Sivas'ta yaşanmış olan elim olayı hatırlamak gerekmektedir. Zamanın Sivas valisi mülki idarede tecrübeli bir bürokrat değildir, Erdal İnönü’ye yaptığı danışmanlıktan valiliğe atanmıştır. Vali, Sivas’ta gösteriler başladığı zaman olayın öneminin farkına varamamıştır. Tugay komutanı valiyi defaatle uyarmış, olayların kontrol dışına çıktığını bir an önce müdahale edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Vali ise kararsızlık içerisinde Ankara ile görüşerek çok değerli olan vakti boşuna harcamıştır. Valinin askerî birliklerden yardım istemesi gecikmesi Madımak Oteli’nin içerisinde 35 yazar ve şairin yakılması ile sonuçlanmıştır. İlke olarak Cumhuriyetin bir ildeki en yüksek temsilcisi olan valinin aşılarak olaylara müdahale edilmesi hoş bir durum değildir. Öte yandan Sivas’ta yaşananlar da unutulmamalı ders çıkarılmalıdır. Hükümet EMASYA’yı kaldırırken, yarın bir gün bir ilde büyük sosyal olaylar, felaketler yaşanması durumunda olayların kontrol altına alınmasını sağlayacak bir düzenlemeyi yapmalıdır. Oysa bu tür tartışmalar yapılmadan sanki EMASYA protokolü İçişleri Bakanlığı ile düşman bir ordu arasında yapılmış gibi bir tartışma sonrasında 31 Ocak 2010’da Başbakan Erdoğan EMASYA protokolünün lağvedileceğini açıklamıştır. Bu açıklamayı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün EMASYA’ya artık ihtiyaç kalmadığı doğrultusundaki açıklaması izlemiştir.[17] M. Türköne bir kez daha önemli bir öngörüde bulunmuştur.

Türköne: Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ve Milli Askerî Stratejik Konsept Yeniden Belirlenmeli (4 Aralık 2009)- A. Gül: Milli Güvenlik Siyaset Belgesi Değişecek (2 Şubat 2010)

M.Türköne’nin bir diğer talebi ise Milli Askeri Stratejik Konseptin yeniden belirlenmesidir. Türköne bu konuda ağır ifadeler kullanarak şöyle demektedir: “Yaşadığımız tecrübenin gösterdiği üzere millî güvenlik, askerlere bırakılmayacak kadar ciddi bir konu. Türkiye'nin hâlihazırda hayatî düzeyde bir millî güvenlik boşluğu var. Zaten anayasa bu görevi Bakanlar Kurulu'na veriyor. Bakanlar Kurulu'nun acilen yeni bir ‘Millî güvenlik siyaseti’ belirlemesi ve bunu bir dokümana bağlaması lâzım. Bu dokümana bağlı olarak, Millî Askerî Stratejik Konsept'in yeniden belirlenmesi gerekiyor. İç tehdit algılamasında birinci sıraya, Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde yer alan illegal örgütlenmelerin yerleştirilmesi şart. Kurumsal ayrıcalıkların himayesinde toplumu kamplara bölecek provokasyonlar planlayan örgütlerin yol açacağı zararı hiçbir güç bu ülkeye veremez. Millî birlik ve bütünlüğe yönelik daha etkili ve tehlikeli bir tehdit olabilir mi? Üstelik bu provokasyonlar planlanırken bölücülük ve irtica gibi diğer tehditlerle nasıl mücadele edilebilir? Yeni millî güvenlik siyaseti belirlenirken, illegal örgütlenmelere nüfûz ve etki gücü kazandıran TSK'nın iç güvenliğe yönelik yetki ve sorumluluklarının bütünüyle kaldırılması gerekir.”[18]Türköne bu teklifini 24 Ocak 2010’da tekrar gündeme getirmiştir.[19]Türköne’nin bu teklifi/öngörüsü/olacağı haber vermesi de 1-3 Şubat arasında gerçekleşmiştir. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, MGSB’nin değişeceğini duyurmuştur.[20]

Türköne: Jandarma Genel Komutanlığı Tamamen Tasfiye Edilmelidir (4 Aralık 2009)

Türköne’nin yukarıda atıfta bulunulan 4 Aralık 2009’da yazdığı köşe yazısında gündeme getirdiği bir diğer talep Jandarma Genel Komutanlığı’nın tasfiye edilmesi olmuştur.[21] Bu “uçuk” gibi görünen teklif aslında bir çok unsur bir arada düşünüldüğünde hiç de gerçek dışı değildir. Jandarma Genel Komutanlığı son birkaç yılda olağanüstü yıpratılmış bir kurumdur. Bir eski genel komutanı ve iki önemli general rütbeli komutanı Ümraniye davasında sanık olarak yargılanmaktadır. Görevde olan iki jandarma alay il komutanı; birisi tutuklu olmak üzere, terör örgütüne üyelik ve terör örgütü kurarak halka yönelik eylemde bulunmak suçlaması ile yargılanmaktadır.

Potansiyel suçlu gibi gösterilen Jandarma Genel Komutanlığı ile ilgili tartışmalar sürerken, sistemli olarak Jandarmanın sorumluluk alanının daraltılması, kır polisinin kurulması için değişik sonuç alan girişimler gerçekleştirilmektedir. Öte yandan Emniyet Genel Müdürlüğü’nün ağır silah ithal etme yasa tasarının TBMM’ne TSK’nın karşı çıkmasına rağmen getirilmesi, Jandarma ve TSK birliklerinin sınırdan çekilerek, sınırlarda ağır silahlarla donanmış bir polis gücünün kurulması, Polis Akademisi’nde sınır bölgesi ile ilgili bir bölüm açılması bir arada düşünüldüğünde Türköne uçuk bir teklif yapmamakta aksine temsil ettiği ortak aklın siyasal projesini gündeme taşımaktadır.

Türköne: TSK Türkiye İçin Tehdittir (6/25 Aralık 2009 ve 5/8 Ocak 2010)

Türköne 6 Aralık 2009 tarihli “İç Tehdit Nereden Geliyor?” başlıklı yazısına şöyle cevap vererek başlamaktadır: “Bu sorunun cevabı artık netleşti. Türkiye'nin millî güvenliğini tehdit eden büyük tehlike Türk Silahlı Kuvvetleri'nin içindeki illegal örgütlenmelerden geliyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bütün kurumlarının ve tabii en başta bu tehdidi bünyesinde barındıran Türk Silahlı Kuvvetleri'nin öncelikli görevi, bu tehlikeyi en kısa zamanda ve kalıcı biçimde bertaraf etmek olmalı.”[22]
Türköne 25 Aralık 2009 tarihli köşe yazısında şöyle demektedir: “Tehlikenin farkına varalım: Millî varlığımıza, ülkenin vatanı ve devleti ile bölünmez bütünlüğüne, Türkiye'nin âlî menfaatlerine yönelik en yakın ve ciddi tehlike Türk Silahlı Kuvvetleri'nin içinde yer alan illegal örgütlenmelerden geliyor. (….) Karşımızda hiyerarşisi bozulmuş, suçluları kurtarma telaşı içinde hukuku çiğnediği intibaı veren, elindeki silahları halkını tehdit etmek için kullanan düzensiz bir ordu var. Bu ordunun hemen düzenli bir ordu hâline gelmesi lâzım."[23]

M. Türköne, 5 Ocak 2010’da yazdığı köşe yazısında ise TSK’nın Türk milletinin güvenliği için tehdit olduğunu ileri sürmüştür. Türköne şöyle demektedir: “En zor kazanılan şey güvendir; aynı zamanda çok kolay harcanan ve tüketilen. Toplum olarak bizi, bu ülkeyi bir arada tutan bu çok değerli sermayemizi hızla tüketiyoruz. Bu güven bunalımının arkasında ise tek sebep var: TSK içinde arka arkaya patlak veren skandallar. Türkiye'nin başka herhangi bir kurumuyla ilgili değil, askerle ilgili bir güven bunalımı söz konusu olan. Adı üzerinde, güvenliğimizden sorumlu kurum. Şimdi bu kurum bireysel dünyamızı alt üst eden güvensizliğin yegâne kaynağı. Daha büyük endişe olabilir mi? Güvenliğimizi sağlamakla görevli kurumun, güvenliğimizi tehdit ettiği kuşkusunu taşıyoruz.”[24]Türköne, 22 Ocak 2010’da “Balyoz Planını” ele aldığı yazısında tekrar “Ülkemize yönelik birincil tehdit TSK içinden geliyor derken haksız mıyım?” demektedir.[25]

TSK İçinde Kurumsal Çete, (8 Aralık 2009)

Türköne’nin Türk ordusuna eleştirilerinin tonu, Aralık 2009 içinde artarak devam etmiştir. Bu çerçevede Türköne, TSK içindeki örgüt iddialarını bir üst aşamaya taşıyarak TSK içindeki “kurumsal çete” nitelemesi ile aslında TSK’nın ana karargahlarını çeteleşmiş bir yapı olarak sunmuştur. Türköne şöyle demektedir: "Psikolojik savaş" bizim ordumuzun kendi halkına karşı yürüttüğü siyasî vesayet faaliyeti. (…)Ergenekon soruşturması ile aslında darbe amacıyla icra edilen veya planlanan (içinde bol miktarda provokatif şiddet örneği olan) psikolojik savaş faaliyetlerini yargılamıyor muyuz? Meşhur "ıslak imza"nın altına atıldığı "İrticayla Mücadele Eylem Planı" bir psikolojik harekât hazırlığından başka ne olabilir? Koç Müzesi'ne bomba yerleştirilmesi bir "asimetrik savaş" planı değil miydi? Peki o zaman ordumuz neden kendisine karşı "asimetrik psikolojik savaş" yürütüldüğünden şikâyet ediyor? Ordu içindeki "kurumsal" bir çetenin, yürütmekte olduğu "asimetrik psikolojik savaş"ın mağlubiyetle sonuçlanması bu şikâyetin sebebi olmasın?[26]

Türköne’nin bu yazısından bir süre sonra Genelkurmay karargahında 2. Başkan E. Org. Hasan Iğsız’dan başlayarak gerçekleşen ve birçok korgeneral, tüm ve tuğgenerali kapsayan tutuklamalar nihayet terör örgütü lideri olmak iddiası ile 26. Genelkurmay Başkanı E. Org. İlker Başbuğ’un 6 Ocak 2012’de tutuklanması ile sona ermiştir.

Özel Kuvvetler Arınç’a Suikast Düzenliyor (25 Aralık 2009)

Ankara’da Çukurambar semtinde silahsız iki özel kuvvet mensubu subayın, o gün Ankara’da olmayan Başbakan yardımcısı Bülent Arınç’a suikast planladıkları iddiası ile gözaltına alınması üzerine M. Türköne, TSK’nın vesayet rejimini devam ettirmek amacı ile terör eylemleri planladığını ileri sürmüştür. Türköne şöyle demektedir: “Artık hepimiz çok iyi biliyoruz ki, Türkiye'de askerin kaybettiği gücü tekrar ele geçirmesi ve ülke üzerindeki vesayetini yeniden kurması yaygın terör olaylarına bağlı. Asker dahil olsun olmasın, toplumu canından bezdirecek şiddet olayları OHAL'le başlayan, sıkıyönetimle devam eden ve neticede demokratik hükümetin kenara çekileceği sürecin gerekçesini oluşturacak. Asker kişilerle terör arasında kurulan ilişki, doğrudan bir askerî diktaya giden yolun taşlarının yine askerlerin planladığı ve icra ettiği terörle döşenmesi anlamına geliyor.(…) Kuşkular yargıda test edilecek. Ama bu kadar vahim bir ihtimal karşısında tedbir almak herkesin görevi olmalı. Bu tedbirlerin ise iki yöntemi var: Birincisi Türk Silahlı Kuvvetleri'ni denetlemek. Ordumuzun itibarına kavuşmasını isteyen herkes, bütün birimlerin denetime açılmasına katkıda bulunmalı, en başta da yüksek komuta heyeti. TSK mensuplarının teröre bulaştığına dair yaygın kuşkular varken, ayrıcalıklara ve gizlilik zırhına saklanmak orduyu yıpratır. İkincisi ise askerî dikta özlemi ile terör arasındaki ilişkiyi deşifre etmek.”[27]

Türköne: Özel Kuvvet Subayları: Çocuk Öldüren Caniler (5 Ocak 2010)

Türköne’nin Özel Kuvvetler’e karşı sanki büyük bir kini vardır. Onlarla ilgili şöyle demektedir:“Her akşam televizyon ekranlarında, Kirazlıdere'deki Özel Harp Karargâhı'nın kapısını seyrederken, bu kapıdan cinayet işlemek üzere birilerinin vaktiyle çıkmış oldukları ve aynı kapıdan işlerini görüp dönmüş oldukları kuşkusunu taşımak, insanı nereye götürür? Küçük çocukların hayatına kasteden caniler, katliam planları yapan muvazzaf askerler kovuşturulurken, bu işler için kullanılmak üzere toprak altına gömülen silah ve mühimmatın dökümü çıkartılırken ne düşünmemiz bekleniyor? Askerin itibarı mı? Ordunun güvenilirliği mi? Ülkeyi korumak üzere eline silah teslim ettiğimiz görevlilerin namluyu bize çevirdikleri endişesi yaşarken neyin itibarı, neyin güvenilirliği?”[28]

Türköne: “TSK’da Çok Ciddi Bir Tasfiye, Çok Ciddi Bir Reform Gerekmektedir” (8 Ocak 2010)

MümtazerTürköne, 8 Ocak 2010’da Kanal D’de yayınlanan 32. Gün adlı programda “TSK lağvedilmelidir” görüşünü netleştirmiş ve lağvedilme ile kastının “kapsamlı bir tasfiye” olduğunu ortaya koymuştur. Türk ordusunda neden kapsamlı bir tasfiyeye gidilmesi gerektiğini şöyle izah etmiştir: “Türkiye’ye yönelik bir tehdit sıralaması yapmak gerekiyorsa en başta gelen tehdit şu anda Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesindeki terör organizasyonundan kaynaklanmaktadır. Böyle bir ordu ile Türkiye’nin dış güvenliğini sağlamak mümkün değil. O yüzden çok ciddi bir tasfiye, çok ciddi bir reform gerekiyor.” demiştir.[29]

Türköne; TSK’nın “lağvedilmesi gerekir”, “reform yapılması gerekir”, “tensikat yapılması gerekir” gibi değişik şeyler ifade eden kavramları kullanırken ne kastettiğini 21 Ocak 2010’da yazdığı köşe yazısında biraz daha açıklamıştır. “Muharip ve lojistik unsurlarda bir sorun yok. Bize karargâh yapılanmasının tepeden tırnağa değiştirildiği yepyeni bir ordu lâzım. Tartıştığımız ve tereddüt yaşadığımız sorun sadece darbe planları değil. Ülkemizi savunmak için bize bir ordu gerçekten lâzım. Bütün bu lekelerden ebediyen arınmış bir ordu. Aklımızın bir köşesinde ‘Acaba bir gün vatandaşına komplo kurar mı?’ endişesi taşımadığımız bir ordu. Askerliğin şerefini, ordunun itibarını kurtarmak için bu arınma ve yeniden yapılanma şart.”[30]

Türköne, TSK’da yapılması gereken tasfiyenin odak noktasının Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere karargahlar olduğunu 18 Haziran 2009 tarihli yazısında şöyle açıklıyor: “Konuştuğum asker dostlarım, elindeki silahla siyaseti tanzim eden askerlerin etkili olduğu bir ülkenin, asla medenî bir ülke olamayacağını söylüyorlar. Daha önemlisi, Bizans saraylarına dönmüş bir Genelkurmay karargâhı ile hiçbir savaşın kazanılamayacağını vurguluyorlar. Halkını düşman ilan eden bir ordu ile hiçbir millî çıkarın korunamayacağını tekrarlıyorlar.”[31]Türköne, 15 Temmuz 2010’daki yazısında ise artık TSK’nın Türkiye’yi koruyamayacağına karar vermiştir. Türköne şöyle demektedir: “Kağıttan kaplan gibi yerlere serilebilecek bir orduyla, bu kadar çaresiz bir ordu ile ülke savunulur mu?”[32]

102 General ve Subayın Yakalanması ve Tutuklanması Kararı (23 Temmuz 2010)

23 Temmuz 2010’da İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi 25 tanesi muvazzaf general ve amiral, 47 tanesi muvazzaf subay ve 30 tanesi çoğu emekli general olmak üzere; 102 TSK mensubunun yakalanarak tutuklanması kararını çıkarmıştır. Bu tutuklamaların, terfilerin görüşüleceği Askeri Şura öncesinde gerçekleşmesi, -bunu amaçlamasa da- TSK’nın önümüzdeki senelerde gerçekleşecek olan komuta kadrosunun şekillenmesinde etkili olacaktır. Bir başka ifade ile kısmi bir tasfiye gerçekleşecektir. Bu tasfiye M. Türköne’nin dile getirdiği kapsamda bir tasfiye olmasa da o doğrultu da önemli bir adımdır. Özetle Türköne’nin öngörüsü yine gerçekleşmiştir.

Türköne’nin Yazıları Çerçevesinde Temsil Ettiği Ortak Aklın Neler Planlandığı Söylenebilir?

MümtazerTürköne’nin yazıları geriye doğru okunduğu zaman; birçok gelişmeyi önceden haber vermiş yazılar olarak göze çarpmaktadır. M. Türköne’nin son dönem yazdığı yazıları; TSK ve güvenlik sektörü ile ilgili diğer gelişmelerle birlikte okursak ilginç sonuçlara varılabilir. Burada Türköne’nin yazıları ve diğer gelişmelerin senkronize incelenmesinden çıkaracağımız sonuçların bir kesinliği olmamakla beraber bir fikir jimlastiği için iyi bir zemin oluşturmaktadır.

1) Jandarma Genel Komutanlığı Lağvedilecek mi?

M. Türköne, Jandarma Genel Komutanlığı’nın lağvedilmesi gerektiğini savunmaktadır. Öte yandan Jandarma Genel Komutanlığı’nın son iki sene içinde gerçekleşen olaylar ile olağanüstü bir yıpranma süreci içinde olduğu aşikârdır. Komutanları tutuklanan, JİTEM tartışmaları ile sürekli yıpratılan, Avrupa Birliği belgelerinde de tasfiye edilmesi istenen Jandarma Genel Komutanlığı’nın büyük bir baskı altında olduğu görülmektedir. Jandarma Genel Komutanlığı ile ilgili eleştirilerden birisi de komutanlığın İçişleri Bakanlığı’na sadece teorik olarak bağlı olduğudur.

Jandarma Genel Komutanlığı ile ilgili tartışmalar devam ederken, “kır polisi” adlı bir yeni polis teşkilatının kurulması tartışmaları başlatılmıştır. Kır polisinin bugün Jandarma Genel Komutanlığı’nın yetki alanında görev yapacağı tartışması sürdürülmektedir. Bir başka tartışma ise TSK’ya bağlı birliklerle Jandarma Genel Komutanlığı birliklerinin sınırdan çekilerek sınır güvenliğinin oluşturulacak “sınır polisine” devredilmesi tartışmasıdır.

2012 başında uzman jandarma okullarında 2013’ten itibaren öğrenimin durdurulması kararı alınmıştır. Bu da göstermektedir ki, bir taraftan terörle mücadelede başarılı olmak için profesyonel ordu diyenler aslında samimiyetsizdir. Çünkü jandarmanın belkemiğini oluşturan uzmanlar terörle mücadelede olağanüstü başarılıdırlar. Buna rağmen sessiz sedasız bu sınıf tasfiye edilmektedir.

Yukarıda anılan her iki konunun aslında “fantezi” olmaktan öte bir boyut taşıdığı görülmektedir. Emniyet Genel Müdürlüğü’ne “savaş silahları” yani tank, zırhlı araç, top, ağır havan, savaş helikopteri ithal etme yetkisi veren yasa tasarısı “sınır polisi”nin oluşturulmasının altyapısını hazırlamaktadır. Keza Ankara’da Polis Akademisi’nde “sınır polisi” bölümü açılması hazırlıkların ilerlediğini göstermektedir. Tabii ki burada Avrupa Birliği ülkelerinin kendi aralarındaki iç sınır uygulaması esas alınmaktadır. Belçika’nın ve Almanya’nın İran ve Irak ile yer değiştirerek Türkiye’nin güneydoğu sınırına taşınması durumda sınır güvenliğinin sınır polisine devredilmesinin hiçbir sakıncası yoktur. Aksi hâlde sınır polisi projesi akla aykırıdır. Ancak bu akla aykırı proje ilerlemektedir.
Sonuç olarak, bir suç örgütü görüntüsü verilen Jandarma Genel Komutanlığı’nın lağvedilmesi için bir yandan psikolojik altyapı hazırlanırken, öte yandan jandarma sonrası düzen için hukuki ve fiili düzen çalışmalarının başlamış olduğu görünmektedir.[33]

2) Özel Kuvvetler Komutanlığı Çok Ağır Bir Tasfiyeye Uğrayacak ve Yeni Bir Adla Kurulacak mı?

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en seçkin birliklerinden birisi olan ve 1984’ten 2010’a kadar Türkiye, Kuzey Irak, İran, Suriye ekseninde PKK terörizmi ile Bosna Hersek’te Hırvat ve Sırplarla, Kafkaslarda Ermeni ordusu ile mücadelede seçkin ve fedakar bir görev üstlenen Özel Kuvvetler Komutanlığı, 1974-1980 arasında gerçekleşen “Kontrgerilla” saldırısından ağır bir darbe almıştır. Özel Kuvvetler Komutanlığı’na yönelik ikinci dalga kapsamlı psikolojik operasyon 4 Temmuz 2003’te Süleymaniye’de başlamıştır ve yedi yıldan bu yana devam etmektedir. Süleymaniye’de başlayan sürecin ulaştığı nokta, nihayet Ankara Seferberlik Tetkik Dairesi’nin bir hâkim tarafından incelenmesini sağlayacak koşulların oluşmasına kadar uzanmıştır. Bir kısım medya, bu hukuki süreci, düşman bir ordunun mağlubiyeti gibi hezeyanı temsil eden bir sevinçle karşılamıştır.

M. Türköne, Türk basınında Özel Kuvvetler Komutanlığı’na ilk ve en sert saldırıları yapan köşe yazarlarının başında gelmektedir. Türköne, 2010 başında Özel Harpçi subayları, A. Öcalan’ı suçlamak için bile kullanmadığı “çocuk katili” ifadesi ile suçlamıştır. Türköne, Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın kurumsal geleceği ile ilgili “Soğuk Savaş dönemi için oluşturulan ve artık aşılan” şeklinde ifade edilebilecek yaklaşımın dışında bir öngörüde bulunmamıştır. Ancak Özel Kuvvetler Komutanlığı ile ilgili yazdıklarından çıkan sonuç, bu gücün de dağıtılmasının planlandığıdır.

3) Genelkurmay Başkanlığı ve Kuvvet Karargahlarında Görevli Üst Düzey Komutanların Emekliye Sevk Edilmesi

Türköne, Genelkurmay Başkanlığı’nı “Bizans sarayı” gibi entrikacı, kendi halkını düşman olarak gören, askerî vesayet rejimini devam ettirmek için terörü teşvik etmek dahil her türlü kanunsuzluğu temsil eden bir yapı olarak görmektedir. Türköne, “TSK içindeki kurumsal çete” ifadesi ile Genelkurmay Başkanlığı’nı kastetmektedir. Türköne’ye göre, TSK’nın sivil denetim altına alınması için Genelkurmay Başkanlığı’nda görev yapan kadroların emekliye sevk edilmesi gerekmektedir. Ancak sadece Genelkurmay Başkanlığında görevli general ve subayların tasfiye edilmesi yeterli değildir. Çünkü Türköne’ye göre TSK’nın %90’ında sorun yoktur ancak karargâhlarda bulunan %10 sorunludur. Bu, Kuvvet Komutanlıklarında hatta ordu komutanlıklarında Türköne’nin temsil ettiği ortak aklın kapsamlı bir tasfiye istediğini göstermektedir. Türköne’nin yazmamakla beraber ifade ettiği tasfiyenin boyutları, 27 Mayıs 1960 sonrasında gerçekleştirilen tasfiye ile aynıdır.

27 Mayıs 1960’tan sonra TSK’da yapılan geniş emeklilik harekâtının herhangi bir politik değil sadece teknik nedeni vardır. 2. Dünya Savaşı’nın arifesinde Türkiye, 1933’ten itibaren Harp Okulu’nda çifte tedrisata geçmiş ve bu durum 1945’e kadar sürmüştür. Böylece 1950’li yıllarda ordunun subay kadrosu binbaşı-yarbay-albay rütbelerinde olağanüstü şişmiştir. TSK’daki binbaşı sayısı üsteğmen sayısını aşmıştır. Bundan dolayı, yaşlanmış general kadrolarını gençleştirmek ve ordunun subay kadrosunu normalleştirmek amacı ile 235 general ve amiral ile 4000’in üzerinde binbaşı-yarbay-albay emekliye sevk edilmiştir. Oysa bugün TSK’da 1960’dakine benzer bir durum söz konusu değildir.

Buna rağmen general ve subay kadrolarında kapsamlı bir azaltma aynı zamanda TSK’nın küçültülmesi anlamına da gelecektir. Esasen sınırlardan çekilmiş, buradaki görevi sınır polisine devretmiş bir TSK’nın bir çok birliğinin tasfiye edilmesi de kendi içinde tutarlı gösterilecektir.

Öte yandan bu gelişmeler ışında Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın kurulması, Emniyet Genel Müdürlüğü ve MİT’e savaş silahları ithali yetkisi veren yasaların çıkarılmaya çalışılması, TBMM’de 1923’ten bu yana hiçbir iktidara sorulmayan bir sorunun CHP milletvekili Hulusi Güvel tarafından sorulması sonucunu doğurmuştur. Güvel, iktidar milletvekillerine “AKP’ye açıkça soruyoruz. Niyetiniz nedir, kendi ordunuzu mu kurmak istiyorsunuz?” sorusunu yöneltmiştir.[34]


Sonuç

TSK’da yapılmak istenen kapsamlı tasfiyenin farkında olan Prof. Dr. Mahir Kaynak, konuyu üstü kapalı ancak anlaşılır şekilde ortaya koymaktadır. Kaynak şöyle demektedir: “Türkiye’nin durumu bu gemiyi andırıyor. Eğer ülkemiz için dünyada yeni bir yer ve rol belirlenmişse kurumların bu yeni rolle uyumlu olması kaçınılmazdı. Geçmişte çok farklı şartlar için eğitilen, günümüze uyum sağlayamayan değerlere sahip bir bürokrat kadroya sahipsek onlara yeni dünyayı anlatmak ve birlikte hareket etmek en iyi yoldu ama bir odak bu kadronun tamamen tasfiyesini ve yerine yenisinin kurulmasını istiyordu. Aslında bu iktidarı Dimyat’ın pirinciyle kandırıp eldeki bulgurdan mahrum etmeye benziyordu. Daha açık bir ifadeyle iktidarı ordu ile çatışmaya itmek ve bunu demokrasinin gereği saymak ilerde iktidarı çaresiz bırakabilir.”[35]

Kaynak’ın tespitinden yola çıkarsak, Türköne’nin temsil ettiği ortak akıl, Başbakan Erdoğan’a “gaz veren” odaktır ancak Başbakan Erdoğan bu odak ile tamamen aynı görüşte değildir veya bu konuda çok aceleci değildir. Sadece EMASYA protokolünü kaldırmak için 7 sene bekleyen bir Başbakan Erdoğan, çok daha radikal adımların atılabilmesi için daha uygun bir siyasal konjektürü beklemek durumundadır. Muhtemelen bu konjentür, 12 Haziran 2011 seçimlerinden sonra Anayasa ile devletin üniter ve milli devlet yapısının değiştirilmesi sürecinde ortaya çıkması düşünülen, umulan, planlanan konjektür olacaktır. Kaynak’ın tespitinden çıkarılması gereken ikinci sonuç yukarıda yapılan tespitlerin sadece bu çalışmada değil, başka yerlerde de yapıldığıdır. Bu çalışmanın özelliği ise bu tartışmaları derleyerek açık bir dille ortaya koymasıdır.

DİPNOTLAR;

[1] Zaman, 2009, MümtazerTürköne, “..”

[2] Zaman, 3 Temmuz 2009, MümtazerTürköne, “Asker düşmanı olmak”
[3] Zaman, 4 Haziran 2006 ve 6 Haziran 2006.
[4] Radikal, 12 Mart 2007, Neşe Düzel-MümtazerTürköne, “Ordu içinde ordu var…Hatta ordular var”
[5] Zaman, 23 Eylül 2008. MümtazerTürköne, “Ergenekon soruşturmasında eksik olan ne?”
[6] Zaman, 28 Temmuz 2008, MümtazerTürköne, “Ergenekon’la dolmuşa bindirilmediğimizden emin miyiz?”
[7] Yeniçağ, 4 Ağustos 2008, Özcan Yeniçeri, “Hani katliamı Ergenekon yapmıştı?”.
[8] Zaman online, 13 Ekim 2008, “Türkiye’nin yüzde 92’si jandarmada: Şimdi de kalan yüzde 8’i istiyorlar” ve Zaman, 6 Temmuz 2009, “Asker Olmak”
[9] Zaman, 31 Ağustos 2008, MümtazerTürköne, “Ordu ve cemaat” ve Zaman, 5 Temmuz 2009, MümtazerTürköne, “Asker olmak”
[10] Mim Kemal Öke, Unutulan Savaşın Kronolojisi-Kore 1950-53, Boğaziçi Yayın ları, İstanbul 1991
[11] Ümit Özdağ, Türk Ordusunun PKK Operasyonları, Pegasus Yayınları, 5. Baskı, İstanbul 2007.
[12] Zaman, 2 Temmuz 2009, MümtazerTürköne, “Komutan’ın görevi”
[13] Zaman, 19 Mart 2009, “MümtazerTürköne, “Orduyu kapatsak mı?”
[14] Zaman, 29 Ekim 2009, MümtazerTürköne, “Bize Nizam-ı Cedit Ordusu lazım”
[15] Zaman, 1 Kasım 2009, MümtazerTürköne, “Yeni bir ordu kurmak”
[16] Zaman, 4 Aralık 2009, MümtazerTürköne, “Milli Güvenliğimiz Ne Durumda”
[17] Milliyet, 3 Şubat 2009, “Gül: MGSB değişmeli, EMASYA kaldırılmalı”
[18] Zaman, 4 Aralık 2009, MümtazerTürköne, “Milli Güvenliğimiz Ne Durumda”
[19] Zaman, 24 Ocak 2010, MümtazerTürköne, “Bizim de plan yapmamız lazım”
[20] Milliyet, 3 Şubat 2010, “Gül:MGSB değişmeli, EMASYA kalkmalı”
[21] Zaman, 4 Aralık 2009, MümtazerTürköne, “Milli Güvenliğimiz Ne Durumda”
[22] Zaman, 6 Aralık 2009, MümtazerTürköne, “İç tehdit nereden geliyor?”
[23] Zaman, 25 Aralık 2009, MümtazerTürköne, “Mızrak ve Çuval”
[24] Zaman, 5 Ocak 2010, MümtazerTürköne, “Güven bunalımı”
[25] Zaman, 22 Ocak 2010, MümtazerTürköne, “Vatana ihanet planı nasıl engellenir?”
[26] Zaman, 8 Aralık 2009, “MümtazerTürköne, “Asimetrik psikolojik savaş”
[27] Zaman, 22 Aralık 2009, MümtazerTürköne, “Terör, sadece darbeye hizmet eder”
[28] Zaman, 5 Ocak 2010, MümtazerTürköne, “Güven bunalımı”
[29] 8 Ocak 2010 tarihli Kanal D’de yayınlanan 32. Gün programından aktaran Yeniçağ gazetesi, 9 Ocak 2010, “32. Gün’ün beneklileri”
[30] Zaman, 21 Ocak 2010, MümtazerTürköne, “Balyoz Harekatı”
[31] Zaman, 19 haziran 2009, MümtazerTürköne, “Ordu göreve”
[32] Zaman, 15 Temmuz 2010, MümtazerTürköne, “Albay Dursun Çiçek İntihara Zorlanıyor”
[33] Bugün tv’de Gülay Göktürk’ün yönettiği “Olmasa Olmaz mı?” adlı programın 10 Şubat 2010 tarihli bölümünde konu “Jandarma Genel Komutanlığı-Olmasa Olmaz mı?” olmuştur. Jandarma Genel Komutanlığına yönelik çok boyutlu psikolojik harekat devam etmektedir.
[34] Yeniçağ, 31 Ocak 2010, “İktidar kendi ordusunu mu kuruyor?”
[35] Star, 30 Ocak 2010, Mahir Kaynak, “Devlet dönüştürülüyor”


***

Türk Silahlı Kuvvetlerinin Tasfiye Edilmesi Projesi. BÖLÜM 1

Türk Silahlı Kuvvetlerinin Tasfiye Edilmesi Projesi veya “Prof. Dr. Mümtazer Türköne’yi Doğru Okumak” BÖLÜM 1





Prof. Dr. Ümit Özdağ
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Yönetim Kurulu Başkanı
Pazar, Kasım 08, 2020

    Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu 1923 senesinden bu yana yaşadığı en ağır kriz sürecinden geçmektedir. Ağır krizin nedeni; Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından “asimetrik psikolojik savaş” diye nitelendirilen, devlet ve toplumu dönüştürücü Türkiye ve TSK’ya karşı sürdürülen bir enformasyon savaşıdır.

Enformasyon savaşı; elektronik harbi, psikolojik savaşı, internet ağ savaşını, akıllı silahları ve komuta-kontrol-iletişim savaşını bütünleştiren yeni bir savaş biçimidir. Enformasyon savaşı, sadece orduların komuta-kontrol-iletişim ve istihbarat sistemlerini felç eden bir savaş türü değil aynı zamanda toplumsal davranışlar oyununun nihai amacı olan istikrarı bozmak, bir ulusun ya da bir kurumun ortak inanışlar bütününü parçalamak, tutunma bağlarını koparmak, psikolojik eğilimler ve bağdaşma imkanlarını yok etmek, hedef topluma karşı uygulanan saldırıları ve savaşı meşrulaştırmak, hatta rasyonelleştirmek, güvenliği sağlayan kurumların ve kişilerin işlevlerini bulandırmak, tartışmalı hâle getirmek; kendi enformatik etkinliğini artırmak için toplumsal örgütlenme biçimini değiştirmek, kendi hamlelerine uygun hâle getirmek gibi unsurları kapsayan yeni bir savaş konseptidir.

    Türkiye ve Türk ordusuna karşı sürdürülen enformasyon savaşının amacı, Türk milletinin İstiklal Harbi sonucunda milli-üniter bir devlet olarak kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti devletinin tasfiye edilmesidir. Bu konuda iç ve dış güç odakları uzlaşma içindedir. Tasfiye edilen Türkiye Cumhuriyetinin yerine kurulması hedeflenen, geçici olarak başkanlık sistemi ile yönetilen, hegemonik tek-parti rejimine kaymış, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucu değerlerini tasfiye etmiş, çok etnikli/milletli federal bir devlettir. Oluşturulması hedeflenen “Yeni Türkiye”nin sınırları ise henüz netlik kazanmamıştır.


Yeni federal/çok milletli Türkiye, geçici olarak bugünki sınırları üzerinde kurulabileceği gibi Kuzey Irak’ta oluşan Kürt devletçiği de projeyi daha cazip hâle getirmek amacı ile bir süre için “Yeni Türkiye”ye bağlanabilir. Bir süre için federal/çok milletli “Yeni Türkiye” bünyesinde varlığını sürdüren federe Kürdistan, sonunda Adana ve Hatay üzerinden Akdeniz’e açılacak, Iğdır üzerinden Ermenistan’a ulaşacak ve Türkiye’nin geri kalanından ayrılacaktır.

Bu büyük bölgesel politik projenin başarılı olabilmesi için Türk siyasetinin bütün önemli unsurlarının projeyi açık bir şekilde onaylaması veya en azından bu projeye etkili bir şekilde karşı çıkmamasına bağlıdır. Bu aktörlerin en önemlisi ve en etkilisi hiç şüphesiz Cumhuriyetin kuruluşunda olduğu kadar bütün Türk tarihi boyunca özellikle bekâ politikaları anlamında devlet yönetiminde en etkili kurum olan Türk ordusudur. Türk ordusunun karşı olduğu bir devlet ve sistem projesinin başarılı olma şansı yoktur.

İçinden geçtiğimiz süreçte Türk siyasetinin iktidar dahil önemli bir bölümü “nasıl bir Cumhuriyet olması konusunda projelerini açık bir dille” ifade etmeseler de “statüko” diye adlandırdıkları üniter-milli devlet yapısına sahip Türkiye Cumhuriyetinin tasfiye edilmesi gerektiği konusunda hemfikirdirler. Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi, samimi bir şekilde Cumhuriyetin kuruluş esaslarını savunsalar dahi “Yeni Türkiye’nin” iç ve dış projecileri tarafından kolaylıkla tasfiye edilebilir görülmektedirler.

Bugün var olanı, “statüko” diye küçümsenmeye çalışılan İstiklal Harbi’nin sonuçlarını savunan en etkili kurumsal yapı Türk Silahlı Kuvvetleridir. Türk ordusu, federasyoncu/çok milletçi çizgiyi tespit ve deşifre etmiş, fikri ve söylemsel düzlemde açık muhalefete geçmiştir. TSK bu muhalefetini Genelkurmay Başkanlarının değişik resmî toplantılarda yaptığı açıklamalar ve muhtemelen MGK toplantılarda raporlar ile milletin ve hükümetin gündemine taşımışlardır.

Komutanların ağır şekilde eleştirdiği ve Türk ordusunun şiddetle direndiği Yeni Türkiye projesinin başarıya ulaşması, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu projeyi kabul etmesine bağlıdır. Türk ordusunun bu projeyi kabul etmeyeceğini bilen projenin dış sahipleri ve iç ortakları, Türk ordusunu en azından bu projeye karşı çıkamayacak hâle getirmek amacı ile kapsamlı bir enformasyon savaşı başlatmıştır. Genelkurmay Başkanlığı, Türkiye’ye ve kendisine karşı sürdürülen bu savaşı “asimetrik psikolojik savaş” kavramı ile tanımlamıştır.

Sürdürülen enformasyon savaşı ile Türk Ordusu; içinde katliamcıları, katilleri, darbecileri barındıran, kontrgerilla / Ergenekon örgütlenmeleri ile Türk milletinin yüksek menfaatlerine ihanet eden bir illegal örgüt ve katiller çetesi olarak sunulmaya çalışılmaktadır.

Türk ordusunun kendisine emanet edilen Mehmetçikleri, PKK tarafından katledilmesi için silahsız şekilde yolladığı, (33 erin Bingöl’de şehit edilmesi), Reşadiye’de 7 Mehmetçiğin katledilmesini sağladığı, komutanların Yahudi veya Hristiyan olduğu değişik kaynaklardan televizyon haberi, gazete köşe yazısı, televizyon yorumu, dizi film ve en önemlisi fısıltı gazetesi ile binlerce kez tekrar edilerek iftira edilmektedir. Türk ordusuna karşı sürdürülen enformasyon savaşının elemanları, TSK’nın PKK’dan beter olduğunu söyleyecek ve TSK’nın kurumsal yapısının tasfiye edilerek yerine yeni bir ordunun kurulmasını önerecek kadar ileri gitmektedirler.[1]

Subaylar tutuklanmakta, taciz edilmekte, gözaltına alınmakta ve kelepçelenmekte, askerî araçlar şehir içinde durdurularak sorgulanmaktadır. Bazı subaylar, gazi subaylar kendilerine karşı yürütülen psikolojik savaş, itibar infazı ve yargısız infazlar karşısında dayanamayarak intiharı bir yol olarak seçmekte, Yıldırım Bayezid gibi intihar ederek onurlu bir şekilde ölmenin daha doğru olacağını düşünmektedirler. Bazı siyasetçiler, gazeteciler, aydınlar açıklamalarında yazılarında, ifadelerinde Türk ordusuna karşı inanılmaz bir nefret kusmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliği taşıyan bu insanların kendi ordularına duyduklar kinin boyutlarını kavramakta insan zorlanmaktadır. Türk ordusu kendi ülkesinde, kışlalarında kuşatma altına alınmış bir ordu hâline gelmiştir.

Sürdürülen enformasyon savaşı ile Türk ordusunun önüne iki seçenek konulmak istenmektedir. Birinci seçenek, Türk ordusunun enformasyon savaşına yenildiğini açıklayarak “Yeni Türkiye” projesinin gönülsüz parçası olmayı ve Anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilmesini kabul etmesidir. İkinci seçenek ise, yürütülen enformasyon savaşına karşı isyan eden ve gelişen PKK kent terörizmini yaygınlaşmasını engellemeye çalışan TSK’yı bir askerî darbe yapmaya zorlamaktır. Böyle bir askerî darbe sonrasında bir yandan K. Irak’ta Barzani/Talabani Kerkük’ü ilhak ederek bağımsız Kürdistan’ı ilan edecek, öte yandan PKK bir iç savaş çıkarması için desteklenecektir. Türkiye, PKK’nın girişimini bastırsa dahi, K. Irak’ta Kerkük’ü ilhak eden ve Irak’tan ayrılma sürecinde biraz daha ilerleyen bir K. Irak’a imkan ve kabiliyetleri yeterli olsa dahi uluslararası müdahale yapamayacaktır.
Bu kapsamlı ve büyük enformasyon savaşının karargahı ve kurmay heyeti Türkiye dışındadır. Türkiye içinde ise enformasyon savaşının özellikle psikolojik harekat boyutunu sürdüren geniş bir altyapı vardır. Bu geniş altyapı içinde bazı isimler ön plana çıkmaktadır. Bu isimlerden birisi ve hatta en önemlisi Prof. Dr. Mümtazer Türköne’dir. M. Türköne de en azından ne yaptığının farkındadır ve bunu şöyle ifade etmektedir: “Asker düşmanı olanlardan biri de benim. (…) 

Hatta, Genelkurmay Başkanı'mızın tasvir ettiği şekilde, ‘orduya karşı medya üzerinden psikolojik harekât yürüten’lerden biri de ben olabilirim.”[2]

M. Türköne’yi Türk ordusuna karşı yürütülen enformasyon savaşı içine sıkıştırarak “psikolojik operasyoncu” olarak okumaya çalışmak büyük bir yanlış olur. Türköne’nin bunun çok ötesinde bir konumu vardır. M. Türköne, yeni bir Türkiye projesini temsil eden bir grubun “ortak aklının” temsilcisidir. Bundan dolayı, M. Türköne’nin yazdığı köşe yazılarının ve yaptığı açıklamaların iyi okunması, gelecekte ülkemizde olabilecekleri öngörmek ve yapılan planlar konusunda fikir sahibi olmak için büyük bir önem taşımaktadır. 
Bu çalışmanın amacı, M. Türköne’nin son yıllarda yaptığı açıklamalar ekseninde Türk ordusu ile ilgili yapılan planları okumaya çalışmaktır.

Enformasyon Savaşı ve Mümtazer Türköne

MümtazerTürköne, 12 Eylül öncesinde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuyan az sayıda Ülkücüden birisidir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nde eğitimci olan Türköne, 12 Eylül’den sonra akademik yaşama, gelecekte Türk sosyal biliminin Şerif Mardin’i olacağını vaat eden siyasal İslam üzerine çok önemli bir doktora tezi ile başlamıştır. Kitap olarak da yayınlanan doktora tezi 1995 senesinde SBF’den sosyal bilimler ödülü almıştır. Ancak MümtazerTürköne, doktora çalışmasını bitirdikten kısa bir süre sonra, kısa zamanda günlük siyasetin yönlendirilmesinde “siyasal öğütçülüğün” daha kârlı olduğunu keşfetmiştir.

Böylece Türk sosyal bilimi bir kayıp yaşarken, günlük siyaset her şarta uyan bir danışman kazanmıştır. Türköne, “anahtar teslimi politik söylem” konusunda 1990’lı yıllarda gelişmiştir. 1990’lı yılların Ergenekon’u olarak suçlanan “Çiller Özel Örgütü” adlı bir örgütten bahsedildiği ve PKK’ya karşı kırsal ve kentsel alanlarda sen sert politikaların sürdürüldüğü dönemde, Türköne, Başbakan Tansu Çiller’in başdanışmanlığını yapmaktadır. Çiller’in özel propaganda gazetesi olan “Öncü”nün ilk kurgusunu yapan da Türköne’dir. Kamuoyu, M. Türköne’yi, T. Çiller için yazdığı yazılarda bazen “Taoculuk” ile bazen Ergenekon örgütü üyesi olmakla da suçlanan Abdullah Çatlı için “Bu memleket için kurşun yiyen de kurşun atan da kahramandır.” dedirten, danışman olarak tanır.

MümtazerTürköne, bu cümleyi kendisinin yazdırmadığını NTV’de Ocak 2009 başında Ruşen Çakır ile girdiği tartışmada, açıklamış bu iddianın bir şehir efsanesi olduğunu ileri sürmüştür. Ancak T. Çiller’e beraber danışmanlık yaptığı Şükrü Karaca, o yazının MümtazerTürköne tarafından kaleme açıkladığını birkaç gün sonra basına açıklamıştır. Bütün bunların dışında M. Türköne, hiçbir zaman sadece “metin yazarı” konumuna indirgenemeyecek kadar güçlü bir siyaset bilimci ve siyasal analizcidir.

M.Türköne, Çiller’in danışmanı olduğu dönemde 1990’lı yıllarda düşük yoğunluklu çatışmanın ideolojik boyutu konusunda eski Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar ile de yakın olmuştur. Mehmet Ağar, PKK’ya karşı sürdürülen mücadelenin politik/ideolojik meşruluğu ile ilgili M. Türköne’den alıntılar yapmış ve bu alıntıları yaparken ad vermeden kaynak göstererek, M. Türköne’yi basına “genç fakat vukuflu bir akademisyen” diyerek övmüştür. Mehmet Ağar, Türköne’ye entelektüel yardımları için şükranını Emniyet Genel Müdürü olarak silah hediye ederek ödemiştir. Tansu Çiller’in siyasetten tasfiye olmasından sonra Türköne 2000’lerin ortasına kadar siyasetin kenarında yer almıştır.

Türköne, Ergenekon için Psikolojik Zemin Hazırlıyor (5-6 Haziran 2006)

2007 yılı ortalarından itibaren Türkiye gündeminin en önemli maddesi iddia edilen “Ergenekon Terör Örgütü” soruşturma ve yargılaması olmuştur. Böylece dünya tarihinde ilk kez bir terör örgütü yargılaması, “iddia edilen” yani varlığı ispatlanmamış bir örgüte karşı başlamıştır. Çünkü terör örgütleri çağlar boyunca gizli olmamışlardır. Gizli olmak terör örgütünün doğasına aykırıdır. Terör örgütlerinin kadroları ve gerçekleştirilene kadar eylemleri gizlidir. Ancak örgütün ismi, gerçekleştirilen eylemleri gizli değildir. Aksine eylemleri örgütün propaganda aracıdır. Türkiye’de yaşanan süreçte ise devletin hiçbir istihbarat ve güvenlik kurumunun davanın varlığından haberdar olmadığı ve sadece savcılık makamı tarafından olduğu iddia edilen varsayılan terör örgütü söz konusudur.
Esasen 1997’den itibaren bir terör örgütü olarak değil ancak gizli örgüt olarak, Ergenekon örgütünün varlığı bazı yazarlar tarafından savunulmuştur. Ergenekon örgütünün NATO tarafından 1950 sonrasında NATO ülkesi üyelerde kurulan özel harp örgütleri ile ilgisi olduğunu ileri süren bazı araştırmalar yapılmış, birçok makale yazılmıştır. Bu çalışma ve makalelerde Ergenekon’u bir “örgüt” olarak ileri süren ve eleştirerek hedef alan yazılar yayınlanmıştır. Ancak büyük bir çoğunluğu sol siyasî kültürden gelen bu araştırmacıların hiç birisi Ergenekon’u bir Türk destanı olarak hedef almamış ve karalamamış, varsayılan örgüt ile Ergenekon efsanesi arasında bir bağ kurmamıştır.

Bu görev M. Türköne’ye düşmüş ve böylece Türköne’nin Tansu Çiller’in siyasetten ayrılması ile sona eren, siyasette etkin olma süreci tekrar başlamıştır. 4 ve 6 Haziran 2006’da Türköne, henüz Ümraniye soruşturmasının başlamadığı “Ergenekon örgütü”nü değil, Ergenekon destanını hedef alan, üst üste iki yazı kaleme almıştır.[3]Türköne, yazılarında doğrudan Ergenekon’u bir kavram olarak kirletmeye çalışmıştır. Türköne, Ergenekon destanının Türk değil, Moğol destanı olduğunu ileri sürmüştür.

Türköne yazısında şöyle demektedir: “Ergenekon, kaynağı tartışmalı bir efsanedir… Derin devlet içindeki çetelerin tarihten süzülen kavramları ve efsaneleri isim olarak seçmeleri tesadüf olamaz. Tarih bugüne dair hükümlerimiz ve tercihlerimizi meşrulaştırmak için ayıklanır, duruşumuzun ve yaptıklarımızın dayanaklarını oluşturur. Çatışan ideolojiler, çatışan farklı tarih yorumları olarak ortalıkta dolaşır. Öyleyse çetelerle baş edebilmek için, içinde çetelerin de yer aldığı ama çok daha geniş kesimleri temsil eden bu tarih yorumları ile baş etmemiz gerekir.”

Türköne, daha sonra Ergenekon ve bozkurt sembolüne saldırısını: “Şayet Türk milletini bir hayvanla sembolize etmek gerekirse, bu sıfata layık tek canlı, damarlarında yüzde yüz Türk kanı dolaşan asil Kangal köpeği olabilir. Türk milletini hakkıyla temsil edebilir” deme noktasına gelecektir. Türköne, bu yazıları ile “Ergenekon” kavramını zihinlere çete kavramına denk düşecek şekilde çizmenin ilk adımını atmıştır. Artık Türkiye içinde “Ergenekon psikolojik harekâtı” başlamıştır. Bir süre sonra Ümraniye soruşturması başlayınca “Ergenekon psikolojik harekâtı” bu hukuki süreci alabildiğince istismar edecektir.

Türköne: “Ergenekon’da Suçlu Özel Kuvvetlerdir”, (12 Mart 2007)
Ergenekon destanının suçlu ortamı yaratan bir iklimi beslediği açıklamasını yapan M. Türköne; Şemdinli, Sauna ve Atabeyler soruşturmaları sonrasında ve Ümraniye soruşturması başlamadan yaptığı bir açıklamada olayların arkasında Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın olduğunu ileri sürmüştür. M. Türköne Mart 2007’de Neşe Düzel’e şöyle demektedir: “Soğuk Savaş döneminde gayrinizami savaş tekniklerini kullanmak için kurulan, örgütlenen ve kendisini hukukla pek sınırlı saymayan ve kanun dışı yöntemleri hâlâ kullanabilen bir yapı bu… Özel Harp Dairesi… Özel Kuvvetler… Muhtemeldir ki, bunun istihbarat teşkilatında da uzantıları var. Bu gücün hâlâ ciddi bir operasyon yeteneği var. Nitekim Kuvayi Milliye dernekleri diye yapıları ortaya çıkarıyorlar. Bunların “Yeni Ulusalcılık” diye bir ideolojisi var. Yeni Ulusalcılık, bu gayri nizami yapının, bu çeteleşmenin ürettiği ürediği, yapının ideolojisidir. Toplum içindeki gerginlikleri, kutuplaşmaları, düşmanlıkları kullanan, psikolojik harekâtlarla toplum mühendisliği projeleri yapan ve sivil uzantıları da olan güçler bunlar.”[4]

Bu açıklamadan sonra başlayan Ümraniye soruşturması sonucunda 14 Temmuz 2008’de Birinci İddianame yayınlandığı zaman gerçek sanığın, savcılar tarafından M. Türköne gibi Özel Kuvvetler Komutanlığı olarak görüldüğü açık bir şekilde şu şekilde ortaya konulmuştur: “NATO’nun komünizmle mücadele amacıyla birçok ülkede kurduğu bu örgütler, zaman içerisinde amaçları dışına çıkmış ve bir kısım kişi ve zümrelerin kendi amaç ve ideolojilerini gerçekleştirmek için kullandıkları birer terör örgütüne dönüşmüştür.” Ergenekon örgütünün “Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde faaliyet gösterdiği” defaatle dile getirilmiş ve Türk ordusunun Özel Harp Dairesi-Özel Kuvvetler Komutanlığını “terör örgütü” olarak tanımlanmıştır.

Türköne yine haklı çıkmıştır. Türköne’nin Ergenekon destanı konusundaki karalamalarından bir sene sonra, iddia edilen Ergenekon terör örgütüne karşı operasyon başlamıştır. Türköne’nin, suçlu Özel Kuvvetler Komutanlığı demesinden 16 ay sonra İddianame’de Özel Kuvvetler Komutanlığı suçlanmıştır. M. Türköne, öngörü zaferini şu cümlelerle kutlamıştır: “Genelkurmay'ın iki yıl öncesinde kalan bu bildirisinden Ergenekon davasının iddianamesine geçelim. İddianame doğrudan doğruya, Genelkurmay'ın bu bildirisinde geçen kontrgerilla örgütlenmesinin dava konusu edildiğini açık ve net ifadelerle belirtiyor: 46. sayfada yer alan şu ifadeye bakalım: "...NATO'nun komünizmle mücadele amacıyla birçok ülkede kurduğu bu örgütler, zaman içerisinde amaçları dışına çıkmış ve bir kısım kişi ve zümrelerin kendi amaç ve ideolojilerini gerçekleştirmek için kullandıkları birer terör örgütüne dönüşmüştür." İddianamedeki bu bölüm, aslında Genelkurmay'ın yukardaki bildirisine de bir cevap niteliğinde. Ergenekon İddianamesi, Ergenekon'u doğrudan doğruya Soğuk Savaş döneminde kurulan kontrgerilla örgütünün yoldan çıkmış, yozlaşmış, kişisel çıkar amacıyla kullanılan hâli olarak tanımlıyor. İddianame değişik yerlerde sıklıkla bu örgütün kendisini "Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde faaliyet gösteren" bir örgüt olarak takdim ettiğini tekrarlıyor.”[5]

Ergenekon Psikolojik Harekâtında Mümtazer Türköne

Ümraniye soruşturmasının başlamasından sonra hukuki süreci psikolojik savaş amacı ile istismar edenlerin başında M. Türköne gelmiştir. Bu konuda Türköne’nin yazdığı birçok yazıdan sadece iki tanesinin, Türköne’nin süreçte yaşadığı psikolojiyi göstermesi açısından altı çizilmelidir. Bunlardan birisinde Türköne, Yeni Şafak gazetesi yazarı Yusuf Kaplan’a bile “Pes doğrusu” dedirten şu satırları yazmaktadır: “Koskoca bir kaya yerinden oynuyor. Kayanın altını mesken tutmuş haşeratın panik içinde kaçmaya başladığını görüyoruz. Yılanlar, çıyanlar, akrepler, solucanlar panik içinde sağa sola koşuyorlar. Onları koruyan koca kaya kütlesi kalkınca, artık her birini teker teker ayağınızla ezebilirsiniz.”[6]

Güngören’de gerçekleşen ve PKK’nın yaptığı kısa zaman sonra meydana çıkan katliamdan sonra ise Türköne yazdığı “Katliamın Sorumlusu Kim?” başlıklı yazıda “Öncelikle bombaların PKK’ya mal edileceği, Türk ordusunun bölgede yürüttüğü operasyonlarda gerekçe olarak gösterileceğine dair işaretler var (…) Bugünün gündemi içine PKK’nın veya PKK’ya yakın bir başka örgütün, böylesine zalim bir katliamla sağlayabileceği hiçbir fayda yok. PKK’nın ilan ettiği strateji içinde bu eylemin anlamı da yok. Akla en yakın ihtimal bu eylemin Ergenekon gündemiyle yakından alakalı olduğu.”[7]

Bu yazılar, aslında bir psikolojik tutumu göstermek açısından önemli olsalar da stratejik içeriği açısından çok önemli değildir. Ancak Türköne’nin düşünce ve öngörülerinin üzerine oturduğu psikolojik ortamı göstermek açısından önemli görünmektedir. Üstelik bu psikolojik zemin, Türköne’nin genel psikolojisi ile uyum içinde de değildir. Çünkü Türköne; zeki, ince bir alaycı, alttan alıcı bir dostluğu temsil etse de hiçbir zaman kaba, hoyrat olmakla suçlanamaz çünkü öyle değildir. Oysa yukarıdaki cümleler en basit ifade ile “kaba”dır.

Türköne, TSK’yı Hedef Alıyor: “Bu Ordu 86 Yıldan Bu Yana Savaşmıyor” (13 Ekim 2008)

M. Türköne, 2008’in ikinci yarısından itibaren sadece Özel Kuvvetler Komutanlığı ve iddia edilen Ergenekon terör örgütüne değil, doğrudan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ağır şekilde saldırmaya başlamıştır. Bu saldırılar Türkiye’de yürütülen enformasyon savaşının yeni bir aşamaya taşındığının ve artık TSK’nın dolaylı değil doğrudan baskı altına alınacağının da habercisidir. Türköne’ye göre, “Türkiye’nin en geri, en hantal, en akıl dışı, en geleneksel bürokratik kurumu Türk Silahlı Kuvvetleri’dir” Türk subaylarında iki ilgi alanı vardır: “Siyaset ve borsa”. Türköne, Türk subayları için şöyle der: “Borsaya inanılmaz ilgileri var. Hepsi borsa uzmanı.” Türköne’ye göre, Türk ordusu, baskı kurarak terörü engellemeye çalışan postal kafalılığı temsil etmektedir.[8]

M.Türköne, Türk ordusunun 86 seneden beri savaşmadığı ve sadece tören yaptığını ileri sürerek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 1774’e kadar olan geçmişini iyi gözden geçirmesini istemektedir.[9] Orduların, bütün kurumlar gibi özeleştiri yapmalarında büyük fayda vardır. Ancak, Türköne’nin Türk ordusuna yönelik saldırılarının her türlü ahlaki boyutu yitirdiği görülmektedir. Türk ordusunu son 86 senede bir “tören ordusu” ilan etmek vicdansızlıktan da ötedir.

Türk ordusu, 1923 sonrasında 1938’e değin, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çıkarılan 15 bölücü isyanı bastırmıştır. Bunu, ordunun Kore Savaşı’na katılması izlemiştir. Türk birlikleri Kore’de en sert çatışmalara girmiştir.[10] Türk ordusunun 1974’te düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, deniz ötesi çıkarma harekâtı olarak, en zor savaş türlerinin başında gelmektedir. Türk Ordusu, Kıbrıs Savaşı’ndan da başarı ile çıkmıştır.

1984’te PKK terör örgütü, Türkiye’ye karşı, vekaleten savaş denilen düşük yoğunluklu bir çatışma süreci başlatmıştır. PKK, 1984-2007 sürecinde kendisini Suriye, Irak, İran, AB ülkeleri ve nihayet ABD’ye kiralayarak Türkiye’ye karşı savaş türleri içinde bir milleti ve orduyu en fazla zorlayan düşük yoğunluklu çatışmayı sürdürmüştür. Ordu, bu mücadeleden de yüz akı ile çıkmış, 1997’de PKK yenilmiş, birinci ve ikinci adamı tutuklanmış, terör örgütü, Türkiye dışına çekilmeye zorlanmıştır.


***

14 Kasım 2020 Cumartesi

HAYALİN BÖYLESİ., Güneydoğu Anadolu yu PKK ya Bırakan Ortadoğu yu Şekillendirme Peşinde.,

 HAYALİN BÖYLESİ., Güneydoğu Anadolu yu PKK ya Bırakan Ortadoğu yu Şekillendirme Peşinde.,


Hayalin Böylesi: Güneydoğu Anadolu’yu PKK’ya Bırakan Ortadoğu’yu Şekillendirme Peşinde
Yazan  Prof. Dr. Ümit Özdağ 26 Ocak 2015




Başbakan Ahmet Davutoğlu 25 Ocak 2015’de Diyarbakır’da AKP’nin il kongresinde bir konuşma yapmıştır. Konuşma Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tarafından yapılmasa ciddiye alınacak ve üzerinde düşünülecek bir tarafı olmayan bir konuşmadır. Ancak iktidar partisinin genel başkanı ve başbakan olan bir zat tarafından yapılınca (her ne kadar Türkiye artık fiili başkanlık sistemine geçtiği için başbakanlık artık bakanlarına dahi söz geçiremeyen sanal bir kuruma dönüşmüş tür.) üzerinde durmayı gerektirmektedir. Çünkü bu konuşma nasıl bir zihniyetin Türkiye’nin yönetimine hakim olduğunu göstermektedir. Davutoğlu’nun konuşması nı satır satır tahlil etmek için Davutoğlu’na ait olan cümleleri, kırmızı-bolt-italik yazdım. Siyah normal puntolar bana aittir.

"Rahmetli Özal zamanında bir çözüm süreci başlatmıştı. O sürecin önemli isimlerinden Eşref Bitlis rahmetliyi şehit ettiler. (Ortada herhangi bir delil yok iken ve devletin raporları aksi bir hakikatten yani kazadan bahsederken, bir başbakanın böyle konuşması ayıptır.) Arkasından da Özal vefat etti ve o çözüm süreci akamete uğradı. Ardından rahmetle andığımız Gaffar Okan’ı…(Hizbullah’ın şehit ettiğini söylemiyor.) Onun ismi bugün dahi kardeşliğin sembolü olmuştur. Rahmetli Erbakan çözüm için çaba sarf ettiğinde 28 Şubat süreci başlatıldı. (Bu açıklamanın gerçekle hiçbir ilgisinin olmadığını kendisi de bilmesine rağmen söylüyor.) 2005’te Diyarbakır konuşmasıyla çözüm süreci tekrar ihsas edilmeye başlandığında 2006’da Cumhuriyet mitingleri tertip edildi. (Cumhuriyet mitingleri ile 2005 Diyarbakır konuşması arasında ilk kez bir ilişki kurulmuş oldu böylece.) Devlet içindeki çeteler 90’lı yıllardaki gibi karanlık bir dönemi başlatmak istediler.
Diyarbakır’dan Somali’ye de selam olsun. MİT müsteşarımıza kumpas kurdular. Biz yılmadık. Çözüm sürecine ivme kattık. Silahlı unsurlar Türkiye’yi terk etmeye başlamışken Gezi provokasyonları yaptılar. (PKK’nın hiçbir zaman göstermelik bazı yaşlı, hasta ve sakat unsurlar dışında PKK’lıyı yurtdışına çekmediği bilinen bir gerçektir. Üstelik Davutoğlu kendisi bu durumu halka açıklamadık diyerek, Türk Milleti'ne nasıl doğrunun söylenmediğini açıklamış bir başbakandır. Şimdi Davutoğlu birbiri ile hiç alakası olmayan Gezi olayları ile PKK’nın sözde geri çekilmesini bir araya getirmekte ve sanki PKK Gezi olaylarından dolayı çekilmedi gibi bir hava yaratmaktadır.) Ve bir anda bütün bir ülkeyi karanlığa boğmak istediler. Ama biz çözüm süreci yasasını çıkarttık. Çözüm süreci yasal bir çerçeveye oturdu.

Ama durmadılar. Sayın cumhurbaşkanımızla Ak Parti olağanüstü kongresinde devir teslim yaparken yaptığımız konuşmamda çözüm sürecinin önemini vurguladık. O cumhurbaşkanı ben başbakan olarak işte bir daha söylüyorum çözüm süreci her ne olursa olsun başarıya ulaşacak. (Ne demek her ne olur ise olsun. Bir Başbakan “her ne olur ise olsun” diye cümle kurar mı? PKK böyle bir cümleyi teslimiyet ve zaaf olarak okumaz mı?)

Türk ve Kürt kardeşler birlikte Kudüs’ün, Şam’ın Özgürlüğü için çalışacaklar. 
(Türkiye Cumhuriyetini iki milletli devlet yapmanın psikolojik alt yapısını Davutoğlu’nun ağzından ifade edildiğini görüyoruz. 
Ancak Türk Milleti'nin Birinci meselesi Kudüs ve Şam mı?) 

Çözüm sürecini hiç aksamayan bir mekanizması çerçevesine oturttuk. 
Yeni Türkiye için tekrar yola çıkmışken 6-7 Ekim olaylarını çıkardılar. 
(Kim çıkardı? Neden başarılı gittiğini söylediği “Çözüm”ün diğer ortağı PKK tarafından çıkarıldığını söylemiyor Davutoğlu olayların?) 

   Kobani için çıkmadı o olaylar. Kobani’ye buradan selam ediyorum. 

   Kobani’deki her kardeşimin alnından öpüyorum. Kobani bize tarihin emanetidir. (Başbakan Davutoğlu’nun Kobani dediği Ayn El Arap’ta çatışmaların 
başlaması üzerine, < Recep Tayyip Erdoğan’ın ifadesi ile hiçbir Ayn El Araplı kalmamıştır.> Bu durumda Davutoğlu’nun selam yolladığı kişiler halen 
Ayn El Arap’ta IŞİD ile çarpışan PKK’lılardır. 
Davutoğlu’nun resmi adı Ayn El Arap olan bir şehre PKK’nın koyduğu adla hitap etmesi de ayrı bir yanlıştır.)

Tarihdaşlık çözüm sürecinin ortak noktasıdır. Olaylar sakinleştiğinde bu kez de Cizre provokasyonları oldu. Onlara karşı da tedbir aldık. Ama bilisin ki her bir Cizreli bizim kardeşimizdir. Türk ulusalcıları diyor ki Selçuklu’yu, Osmalı’yı, Osmanlıcayı unutun gelin tarih öncesi bir medeniyet inşa edelim. 

(Kendilerini ulusalcı olarak nitelendirenlerin eksik tarih yorumları olduğu doğrudur ancak hiçbir Türk ulusalcısının Osmanlı ve Selçuklu'yu unutalım dediğini duymadım, okumadım) Kürt Baasçıları da unutun o İslam asırlarını daha öncesine Medlere Perslere gidin diyorlar. Ama bilsinler ki Anadolu’ nun mayası İslam mayası tevhit mayasıdır. 
Bir ara dedim tarihin parantezini kapatıyoruz. (Parantez diye bahsettiği başbakanı olduğu Türkiye Cumhuriyeti devletidir. Bir devlet eğer o ülkenin kuruluş  felsefesine düşman olan bir yaklaşım ile yönetilir ise sonunda kaçınılmaz olarak, yıkılır, dağılır. Davutoğlu, bu yaklaşımı ile laleci Babuşoğlu’ndan hiçbir farkı olmadığını göstermiştir.) 

Türk, Kürt, Zaza yiğitler yine yan yana olacaklar. İnşallah bu ebedi kardeşlik daim kılınacak. İşte 28 Şubat’ta hilal İslamı temsil ediyorlar diye hilali, bayraktan kaldırmak isteyen Türk ulusalcılar çıktı.

(Türk bayrağını Diyarbakır’da kabul ettirmek için Türkiye Cumhuriyeti başbakanı “Türk bayrağı” diyemiyor ve doğru olmayan bir süreç olduğunu burada 
tartışmaya dahi açmayacağımız 28 Şubat’ta ‘hilali bayraktan çıkarmak istediler’ şeklinde bir dedikoduya başvurması utanç vericidir. 

Türk Silahlı Kuvvetlerinde sancak devir teslim töreninde şöyle yemin edilir:

Rengi ile mübarek ecdad kanını,
Kumaşı ile Şehit tenini,
Parıltısı ile Zaferlerin ışığını,
Ayyıldız ile Hürriyet ve istiklali,
Yazısı ile Kahramanlık ve fazileti,
Gönderi ile Millî iradeyi,
Sırması ile Şeref ve mesuliyeti temsil etmektedir.)

      Bu al bayrak dünyada mazlumların tevhidin bayrağıdır. 
      Bizler hilalin temsil ettiği İslamı temsil etmeye devam edeceğiz. 
Yeni bir Ortadoğu hedefliyoruz.

 (Güneydoğu Anadolu’da kendi parti teşkilatlarını dahi koruyamayan, asker ve polis ailelerini ateş içine atan bir iktidarın 
Ortadoğu’ya düzen verme hayali ancak gülünecek bir hayaldir.) 

Suriye’deki zalimlere karşı her yerde Türklerin, Kürtlerin ve Arapların oluşturduğu yeni bir Ortadoğu istiyoruz.”

Türkiye hızla bir felakete doğru sürüklenmektedir. Seçimlerde AKP’nin 2002’den bu yana birinci parti çıkması Türkiye’nin çok iyi yönetildiğinin ve  felakete sürüklenmediği nin kanıtı değildir. 

Yugoslavya’da Miloseviç yönetimi de seçmen tarafından bir çok kez büyük çoğunlukla iktidara taşınmıştır. 
Sonuç Büyük Yugoslavya Rüyası görürken, gerçeklerden kopunca küçük Sırbistan olmuştur.

Bugün Davutoğlu’nun Güneydoğu Anadolu’da herhangi bir kentte başbakan olarak şehrin bir başından diğerine tek başına ve başına bir şey gelmeden yürüme şansı yok iken.,  Ortadoğu’da kurtarıcı olma rüyası görmesi gerçekten çok üzücü.   


***

12 Kasım 2019 Salı

BİR HÜKUMET DEMOKRATİK MEŞRULUĞUNU NE ZAMAN YİTİRİR..

BİR HÜKUMET DEMOKRATİK MEŞRULUĞUNU NE ZAMAN YİTİRİR..




Bir Hükumet Demokratik Meşruluğunu Ne Zaman Yitirir? 
Yazar: Ümit Özdağ 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 

Mısır’da yapılan askeri darbe, demokratik seçimler sonucunda seçilmiş bir hükümete karşı gerçekleştirilen bir askeri müdahalenin mahkum edilmesinin kaçınılmazlığı bir kez daha gösterdi. Öyle ki, ABD ve AB bir askeri darbeyi 
onaylayamayacakları için Mısır’daki askeri darbeye askeri darbe dememek yolunu seçtiler. Oysa, bir hükümetin demokratik seçimler sonucunda iktidara gelmesi, o hükümeti dokunulmaz yapmaz, onun demokratik meşruluğunun tek 
güvencesi seçimler olamaz. Özetle, bir hükümetin demokratik meşruluğunu sadece demokratik seçimler ile işbaşına gelmesi ile sağlamaz. 

Demokratik seçimler ile iktidara gelen bir partinin yine demokratik seçimler ile iktidardan ayrılmayı kabul etmesi, demokratik meşruluğu açısından olmaz ise olmazdır. Bir siyasal iktidarın bazı siyasal tasarruflar ile kendi eli ile demokratik 
meşruluğunu ortadan kaldırması mümkündür. Bunun en somut örneklerinden birisi 1933’de Almanya’da yaşananlardır. 
Adolf Hitler’in liderliğini yaptığı Nasyonel Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin 1932’de oyların % 33’ünü alarak iktidara gelmesi, demokratik meşruluğu için ön koşuldur. Ancak A. Hitler, 1933’de parlamentonun oyları ile parlamentonun 
yetkilerini devraldığı anda, şeklen demokratik bir devir bile olsa, demokratik meşruluğu sona eren bir liderdir. Çünkü Hitler, iktidarda darbe yaparak iktidarını daha da genişletmek yoluna gitmiştir. Tarih geri çevrilemez ancak eğer Alman 
Ordusu 1934’de Hitler’e karşı bir askeri darbe gerçekleştirilmiş olsaydı, insanlık tarihi için büyük bir kazanç olurdu. 

Demokratik seçimler ile iktidara gelmiş bir siyasi partinin kurduğu bir hükümetin meşruluğunu yitirmesinin başka şekilleri/yolları da vardır. Örneğin, bir iktidar partisi genel seçimlerin yapılmasının kanunen belirlenen zaman gelmesine 
rağmen, açıkça seçimleri iptal etmeden terör, yaklaşan savaş, olağanüstü hal gibi nedenleri ileri sürüp “gelirsiz bir geleceğe” erteler ise demokratik meşruluğu ortadan kalkar. 

Keza bir hükümet anayasal yetkilerini aşarak, kanun dışı yollar ile muhalefet partililerini kapatmaya çalışır ise meşruluğunu yitirir. Hükümetin meşruluğunu yitirmesi için muhalefet partisi/partilerini kapatmak için yapmış olduğu 
çalışmaların hangi aşamasına geldiği ayrı bir tartışma konusudur. İktidar partisinin bu görüşü gündeme getirmesi veya bazı yetkili üyelerinin muhalefet partisini/partilerini kapatalım söylemini geliştirmesi, iktidar partisinin meşruluğunu yitirmesi için yetmez.
Başkan/Başbakan pozisyonundaki bir kişi muhalefet Partisinin/ Partilerinin kapatılmasından bahseder ise bu iktidarın meşruluğunu kaybetmesi için yeterlidir. 

Ancak, iktidar partisinin bu konuda somut adımlar atmaya başlaması, örneğin bunu mümkün kılacak bir hukuki düzenleme yapması, kendisinin de demokratik meşruluğunun ortadan kalkmasını beraberinde getirir. 

İktidar partisi muhalefet partilerinin siyasal faaliyetlerini engeller ise demokratik meşruluğunu yitirir. Bir iktidarın muhalefet partisinin siyasal faaliyetlerini engellemesi ile ilgili objektif ölçütler koymak, muhalefet partilerini kapatmak ile 
ilgili objektif ölçütler koymak kadar kolay değildir. Ancak bir hükümet muhalefet partisine destek verdiği için bir bölgenin temsil hakkını elinden alır ise örneğin bir ili, muhalefet partisini seçtiği için ilçe konumuna indirirse, çok somut olarak 
halkın demokratik temsil hakkının engellendiği anlamına gelir ve bunu yapan hükümetin demokratik meşruluğu ortadan kalkar. 

Bir hükümetin demokratik meşruluğunu sağlayan sadece hükümet partisine oy verenler değil, demokratik sistemlerde oy vermeyenlerin varlığıdır. Zaten iktidar partisi dışında bir partiye korkmadan oy verilemiyor ise o ülkede demokrasi yoktur. 
Eğer iktidar partisi muhalefet partisini seçen illeri bölüyor ise iktidarın meşruluğu tartışmalı hale gelir. Çünkü bu durumda iktidar açıkça “ben iktidardan gitmiyorum” dememekle birlikte, aldığı önlemler ile fiilen muhalefetin iktidar olmasını imkansız hale getiriyor ve bu amaçla (bir il içindeki seçim bölgesinin değil) bir ili farklı illere bölüyor ise demokratik meşruluğu tartışmalıdır. Ancak bu adım örneğin bir ilin, il statüsünün ortadan kaldırılması kadar travmatik değildir. 

Özetle bir hükümet, seçmenlerin bir bölümünün temsilcilerini seçme hakkını kısıtlar veya temsil hakkını ortadan kaldırır veya kısıtlar ise demokratik meşruluğu ortadan kalkar. 

Bir hükümet, ülke halkının bir bölümüne yönelik soykırım uygulamaya başlar ise demokratik meşruluğunu yitirir. Örneğin Hitler, demokratik seçimler ile gitmeyi kabul etse idi, ilk gaz odası çalıştığı günün ertesi gün yapılacak seçimlerde % 100 oy alsa dahi demokratik meşruluğu olamazdı. 

Bir hükümet yabancı bir ülkenin askeri saldırısı karşısında ülkeyi savunmak için uygun önlemleri alamaz, ülkenin askeri bir yenilgiye sürüklenmesine neden olur ve ülke savaşa devam edebilecek kaynaklara sahip iken utanç verici bir barış 
anlaşması imzalar ise meşruluğunu yitirir. Bu noktada böyle bir hükümete karşı her türlü direniş şeklinin demokratik meşruluğu vardır. İstiklal Harbi’nin milli meşruluğu dışında demokratik meşruluğa sahip olmasının nedeni budur. İstiklal Harbimizi Büyük Millet Meclisi’nin idare ediyor olması, bu demokratik meşruluğu daha da güçlendirmiştir. 

Demokratik seçimler ile gelmiş bir hükümet, ülke genelinde mal ve can güvenliğini sağlayacak önlemleri alamaz, güvenlik bürokrasisini etkin bir şekilde çalıştıramaz veya siyasi endişeler ile güvenlik bürokrasisinin etkin bir şekilde çalışmasını istemez/engeller ise iç savaş koşullarının doğması veya iç savaş koşullarının doğma tehdidinin ortaya çıkması ile meşruluğu ortadan kalkar. 

Bu noktaya gelindiğinde sadece hükümeti meşruluğu değil, devletin varlığı da tartışmalı hale gelir. Çünkü devletin kuruluşunun ve varlığının amacı, vatandaşın öncelikli olarak can ve mal güvenliğinin sağlanmasıdır. Hükümetin vatandaşın can ve mal güvenliğini sağlamak için gereken önlemleri alamadığı, devlet yapısının aynı konuda hükümetin etkisizliğinden dolayı zaaf içine düştüğü noktada vatandaş can ve mal güvenliğini korumak için meşru müdafaa konumuna geçer. Böyle bir durum ise hukuk devletinin sona ermesi demektir. 

Bir hükümet yönettiği ülkedeki milletin hukuki ve siyasi varlığını ortadan kaldırmaya yönelik bir girişim içinde olur ise, bu durum hükümetin demokratik meşruluğunu ortadan kaldırır. Çünkü anılan hükümetin demokratik meşruluğunu sağlayan, hukuki ve siyasi varlığını ortadan kaldırmaya çalıştığı millettir. 

Bir hükümetin demokratik meşruluğunun ortadan kalkabileceği siyaset bilimi ve hukuk literatüründe ön görülmüş bir potansiyel tehdittir. 

http://www.21yyte.org/ adresinden 31.07.2013 13:44 tarihinde indirilmiştir

***

29 Ağustos 2019 Perşembe

Suriyeli Sığınmacılar Neden Türkiye de ?

Suriyeli Sığınmacılar Neden Türkiye de



Ümit ÖZDAĞ
uozdag61@gmail.com
03 Aralık 2018


Suriyeli sığınmacılar neden Türkiye'de?

     Suriyeli sığınmacıların Türkiye'de olmasının bir çok nedeni var. Gelen sığınmacıların nedenleri var. Erdoğan'ın sığınmacıları Türkiye'de tutmak için 
nedenleri var. Ve uluslararası sistemin Suriyeli sığınmacıların Türkiye'de kalmasını istemesinin nedenleri var. Bunlara aşağıda değineceğiz ancak önce 
altını çizmemiz gereken husus İYİ Parti'nin bu konuyu gündeme getirmesinin iktidarı çok rahatsız ettiği gerçeğidir. Türk Milletinin çok büyük bir bölümü, 
Bilgi Üniversitesi ve diğer araştırma kurumlarının araştırmalarına göre Suriyeli sığınmacıların ülkelerine dönmelerini istemektedir. 

Ancak İYİ Parti, Türk Milletinin bu talebini siyasetin gündemine taşıyana kadar AKP her türlü baskı aracı ile halkın Suriyeli sığınmacılar ile ilgili sıkıntılarını 
ifade etmesini engellemeye başlamıştır. İYİ Parti Genel Başkanı Sayın Meral Akşener'in Suriyeli sığınmacıların Türkiye'nin geleceği için yaşamsal tehdit 
olduğunu ifade etmesi sonrasında tartışma yeni bir düzleme taşındı. AKP  ve AKP yandaşları saldırarak cevap vermeye başladılar. AKP ve yandaş 
saflarına açık bir panik başladı. Çünkü farkındalar ki, AKP'ye oy veren yurttaşlarımızın büyük bölümü de Suriyeli sığınmacıların ülkelerine geri dönmelerini 
istiyorlar. Bugün Suriyeli sığınmacılar konusunda İYİ Parti'ye ve İYİ Parti'nin temelini oluşturan Türk Milliyetçilerine "ırkçı" diye saldıranlar ile 
aramızda hangi temel konularda ayrışma ve fikir çatışması olmuştu hatırlamakta yarar var. Yandaşlar, Kıbrıs'ta Türklüğün tasfiyesi anlamına gelen 
Annan Planı'nı destekliyorlardı. Biz, Türk milliyetçileri bütün varlığımız ile Annan Planı denilen emperyalist komploya karşı çıkıyorduk. 

Yandaşlar, Emperyalizmin oyununa düşmüş, hatta "Kıbrıs adasının jeopolitik önemi yoktur" diyenleri çıkmıştı.Yandaşlar, Ergenekon adlı sahte terör 
örgütü masalına sonuna kadar sarılmış, FETÖ ile iş birliği içinde Türk Ordusu'na saldırıyorlardı. Biz, Türk milliyetçileri bütün varlığımız ile Ergenekon 
diye bir örgütün olmadığını, bunun bir büyük emperyalist komplo olduğunu, amacının millî-üniter devletin yıkılması olduğunu ifade ediyorduk. 

Yandaşlar yine emperyalizme hizmet ediyordu.    Yandaşlar, sahte Balyoz darbe planı iddialarını üreten FETÖ ile birlikte Türk subay ve  generallerinin 
tutuklanmasını, aşağılanmasını alkışlıyorlardı. Biz, Türk milliyetçileri böyle askerî darbe olmayacağını, amacın Türk Ordusu'nu hırpalamak, FETÖ'cü 
sızmanın Türk Ordusu'nda önünü açmak olduğunu ısrarla tekrarlıyorduk. Yandaşlar her zaman olduğu gibi yine emperyalizmin yanında konuşlanmışlardı.
Yandaşlar, "Hepimiz Ermeniyiz. Aslında geçmişte İttihatçılar bir soykırım yapmış galiba" hezeyanları, Ermenistan ile yakınlaşmayı savunuyorlardı. 
Biz Türk Milliyetçileri, Ermenistan ile sözde soykırımı kabul ederek ve kardeş Azerbaycan'ı küstürerek yakınlaşmanın hem  milli kimliğimize ve tarihimize 
hem Türkiye'nin ve Türk dünyasının çıkarlarına aykırı olduğunu tekrar ediyorduk. Yandaşlar ise emperyalizmin gerekçelerini savunuyorlardı.

Yandaşlar, 

FETÖ ile iş birliği içinde PKK ile Müzakereleri savundular. Öcalan'a yağ çektiler. Türk Askerini ve Polisini PKK ile mücadele etmemesi için baskı altına alan AKP'yi alkışladılar. Türkiye'nin ve Türk bayrağının adını değiştirmeyi dahi önerdiler. Biz, Türk milliyetçileri PKK'ya teslimiyet ve Türkiye'nin bölünmesi anlamına gelen PKK açılımına karşı her yolu kullanarak karşı çıktık. Yandaşlar, emperyalizmin Kürdistan tuzağının Türk milletine kurulmasına yardımcı oluyorlardı. Yandaşlar, F. Gülen'e ve Örgütüne Türk Ordusu'nun, yargısının, eğitiminin sonunda devletin teslim edilmesini alkışladılar. 

FETÖ için para bastılar. Biz, Türk Milliyetçileri ise FETÖ'nün bir casusluk örgütü olduğunu söyledik, FETÖ'nün saldırılarına maruz kaldık. Yandaşlar ise emperyalizm ve FETÖ ile el ele halay çekiyorlardı. Bugün biz Türk milliyetçileri Suriyeli sığınmacıların Türkiye'de kalmasının ülkemizin birliği için en büyük tehdit olacağını söylüyoruz. Halen Türkiye'de yaşayan her 20 kişiden birisinin Suriyeli olduğunu söylüyoruz. (Bundan dolayı aHaber benim ırkçı olduğumu ileri sürdü. Matematik oğlum matematik.) 2020 yılında Suriyelilerin sayısı 7.5 milyona yükselecek. Üstelik bu rakam, bugün resmî olarak açıklanan 3.8 milyon Suriyeli üzerinden yapılan açıklama doğru kabul edilir ise, doğru. Aslında Suriyeli sığınmacı sayısının 5 milyon civarında olduğu devletin derinliklerinden gelen bilgi. Özetle, 20 yıl sonra Türkiye'de çok daha fazla Suriyeli olacak.Ümmet bilinci rüyası sadece hayal Erdoğan'ın amacı Türk devletinin demografik yapısını değiştirerek millet kimliği yerine ümmet kimliğine dayanan yeni bir sosyoloji yaratmak. 
Bu sosyoloji üzerinde amaçladığı hilafet rejiminin daha rahat oturacağını düşünüyor. Bundan dolayı, Erdoğan'ın amacı, Türk halkından büyük tepkiler 
gelmesini engelleyerek ve zamana yayarak Suriyelilere vatandaşlık vermek. Ancak Erdoğan ümmet bilinci rüyası sadece hayal. 
Türkiye bu rüyanın sonunda bir etnik cehenneme dönüşecek. Yandaşlar yine yanılıyor. Onlar tarihin yanılan yanında duranlar. 
Biz Türk milliyetçileri ise tarihin hep haklı çıkardıklarıyız. Peki, Erdoğan hilafet devletinin toplumsal temelini oluşturacak bir ümmet için Suriyelilere ihtiyaç duyduğunu düşünürken, emperyalizm neden 5 milyon Suriyelinin Türkiye'de kalmasını istiyor? Suriye'den özellikle de Kuzey Suriye'den 5 milyon Suriyelinin Türkiye'ye taşınması ilk aşamada onların boşalttıkları yerin PKK'nın eline geçmesini ve orada bir PKK'istan kurulmasını kolaylaştırır. 

Özetle, emperyalizmin Suriyelilerin Türkiye'de kalmasını istemesinin birinci nedeni, Suriye'nin kuzeyini PKK'ya vermek istemesidir. 

İkinci neden ise, gelecek on yıllarda Türkiye'de bir Kürdistan kurmak için çıkarılacak iç savaşta Suriyeli sığınmacılardan istifade etmektir. 

Türk milliyetçileri bu gerçeği görmekte ve Türk milletini uyarmaktadırlar. Türk milliyetçilerinin hedefi, vatanlarından ayrılan/ayrılmak zorunda kalan biçare Suriyeli değildir. Türk milliyetçilerinin hedefi, emperyalizmin Türkiye'yi bölme projesini tarihe gömmektir.Yandaşlar, Türk milliyetçilerini varsınlar ırkçılık ile suçlasınlar. Onlar tarihi doğru okuma yeteneği olmayan bir gruptur. Kendi gerçek görüşleri dahi yoktur. Erdoğan ne isterse onu düşünürler. 

Yarın Erdoğan " Suriyeliler gitmeli " derse, hepsi " Suriyeliler gitmeli" diye alkış tutarlar. Yandaşlar, Parti veya Devlet Memurudur. 

Görevleri Söyleneni yazmaktır. 

Onun için 6 yandaş gazete aynı başlık ile çıkar. Bırakın Fikir Üretmeyi, Manşet bile üretemezler. 

Türk milliyetçileri, bilirler ki Türkiye kolay vatan olmamıştır. 

Yahya Kemal Beyatlı, Madrid'de büyükelçi iken bir konferans verir. 

Türkiye'nin nüfusunun 66 milyon olduğunu söyler. Konuşmanın sonunda bir İspanyol dinleyici " Sayın Büyükelçi, bildiğim kadarı ile Türkiye'nin Nüfusu 16 milyon" diye müdahale edince, Beyatlı, " 50 milyon da toprağın altında yatan var " cevabını verir. 

  Özetle, biz Türk Milliyetçilerinin vatandaşlık anlayışı 250 bin dolara verilen vatandaşlık değil, şühedaya yani şehitlere dayanan vatandaşlıktır.

Türk Milliyetçileri, Suriye'nin boşaltılarak Emperyalizmin kuklası PKK'ya teslim edilmesine direneceklerdir. 

Türk Milliyetçileri, Türkiye'de bir İç Savaş sosyolojisinin oluşturulmasına, Millî ve Kültürel kimliğimize Suikast yapılmasına izin vermeyeceklerdir.    


Kaynak Yeniçağ: 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/suriyeli-siginmacilar-neden-turkiyede-49861yy.htm

***