18 Mart 2019 Pazartesi

Türk Siyasi Hayatında Parti kapatma davaları., BÖLÜM 13

Türk Siyasi Hayatında Parti kapatma davaları., BÖLÜM 13


Diğer yandan, Başsavcılık esas hakkındaki görüşünde partimizin “22 Temmuz 2007 seçimlerinden güçlenerek çıkınca kendisini siyasal rejimin gözünde meşrulaştıracak iç ve dış ittifaklara (AB dahil) sırt çevirmiş” olduğunu ileri sürmektedir (s.11). Bu iddianın gerçekle bir ilgisi yoktur. 2006 ve 2007 yıllarında Türkiye’nin AB üyelik sürecinde görülen yavaşlama, büyük ölçüde Kıbrıs meselesinde yaşanan siyasi tıkanmadan kaynaklanmıştır. AK Parti hükümeti Kıbrıs Türk kesimini haksız ve mağdur duruma düşüren her türlü teklif ve düzenlemeye şiddetle karşı çıkmış ve AB kararlarını eleştirmiştir. Türkiye’nin yoğun çabaları ve kararlı tutumu sonucunda AB yetkilileri Kıbrıs sorununu çözmeden Kıbrıs Rum kesiminin Avrupa Birliğine tam üye kabul edilmesinin büyük bir hata olduğunu kabul ve itiraf etmişlerdir. Fakat üye olduktan sonra tam veto yetkisine sahip olan Kıbrıs Rum kesimi, her tür barış ve uzlaşı girişimine karşı olduğunu söz ve davranışlarıyla ortaya koymuştur.

Kıbrıs Rum kesiminin uzlaşmaz tutumundan kaynaklanan siyasi sorunlar bir kenara bırakıldığında müzakere süreci teknik düzeyde kesintiye uğramamış; tarama, uyum ve yeni fasılların açılıp kapanması ve müzakeresi devam etmiştir. Fransa ve Almanya gibi bazı AB üyesi ülkelerin muhalefetine rağmen bu süreç bugün de devam etmektedir.

AK Parti hükümetlerinin yürüttüğü dış politikanın, tamamen ülkemizin ve milletimizin yüksek menfaatlerini gözetmeye yönelik olmasına rağmen, iddianamede ve esas hakkındaki görüşte adeta laikliğe aykırılığın kanıtı olarak sunulmaya çalışılması bu tür iddiaların gerçeklikten kopuk ve hayal mahsulü olduğunu göstermektedir.

Esasen demokrasilerde temel dış politika tercihlerinin belirlenmesi ve bunların uygulanması yetkisi siyasi sorumluluğa sahip olan hükümetlere ait olup, bunların parti kapatma davalarına konu edilmesi de mümkün değildir.

3. Dışişleri Bakanlığı genelgeleri laikliğe ve hukuka aykırı değildir

İddianamede ve esas hakkındaki görüşte Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanı olduğu dönemde dış temsilciliklerimize gönderdiği bazı genelgelerin laikliğe aykırı olduğu iddia edilmektedir.  Genelgeler, bakanların şahsî tasarrufları değil, idarenin düzenleyici işlemleridir. Genelgeler esasen idare içi geçerlilik taşıyan işlemlerdir. İdare, kanun hükümlerini yorumlamak ve açıklamak üzere genelge çıkarabileceği gibi kamu hizmetlerinin daha iyi yürütülmesi amacıyla da genelge çıkarabilir. Bu durumda, diğer düzenleyici işlemler gibi genelgeler hakkında da idarî yargı mercilerinde iptal davası açılabilir.

İddianamede laik devlet ilkesine aykırı olduğu ileri sürülen mezkûr genelgelerin tam metinleri gazetelerde yayınlandığı ve çeşitli değerlendirmelere konu olduğu halde hukuka aykırılıkları ileri sürülmemiş ve haklarında bir iptal davası açılmamıştır.

Bazı dış temsilciliklerimizin uygulamaya ilişkin tereddütlerini Dışişleri Bakanlığına intikal ettirmesi üzerine idarenin normal işleyişi içinde Bakanlıktaki kamu görevlilerince hazırlanan ve herhangi bir hukuka aykırılık iddiasına da konu edilmeyen söz konusu genelgelerin, laik devlet ilkesine aykırı bir eylem olarak gösterilmesi ve partimizin kapatılmasına gerekçe yapılmaya çalışılması hukuken kabul edilemez.

Söz konusu genelgelerin çıkarılmasından önce de Dışişleri Bakanlığımızın ve dış temsilciliklerimizin uygulamalarının aynı yönde olduğu ve geçerli olan teamüllerin bu genelgelerle hatırlatıldığı hususu, ilk cevabımızın Anayasa Mahkemesine sunulmasından sonra kamuoyunda yapılan tartışmalarla doğrulanmıştır.

Örneğin, CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen, iddianameye verdiğimiz cevapta, anılan okulları ziyaret eden ve takdirlerini bildiren milletvekilleri arasında adının geçmesi üzerine yaptığı açıklamada, bu okullara daha önce de gittiğini açıklamış ve “Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığım sırasında, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e Azerbaycan gezisinde eşlik ettiğim için yine Gülen okullarına gittim” diyerek, anılan uygulamayı AK Parti Hükümeti döneminde çıkarılan genelgeye bağlama iddiasının asılsızlığını da ortaya koym uştur (EK- 8)

Öte yandan iddianamenin 66 ilâ 70. sayfaları arasında sıralanan ve laik devlet ilkesine aykırı demeçler olduğu ileri sürülen açıklamaların tamamı insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü konusundaki standartlarımızın yükseltilmesi gerektiği yönündeki görüş açıklamalarıdır.

Bu çerçevede; sorunların uzlaşma ortamı içinde çözülmesi gerektiğinin belirtilmesi; çağdaşlığın demokrasi, şeffaflık, hukukun üstünlüğü ve bireysel hak ve özgürlüklerin teminat altına alınması anlamına geldiğinin ifade edilmesi, İddianamede laik devlet ilkesine aykırı demeçler olarak nitelenmektedir.

Çeşitli siyasî partilerden birçok Devlet adamımızın da değişik vesilelerle yaptığı bu açıklamaların laikliğe aykırılığının ileri sürülmesinin, Anayasamız ve yasalarımız çerçevesinde de, AB standartları ve taraf olduğumuz uluslararası andlaşmalar bakımından da isabetli olmadığı açıktır.

Kaldı ki ilk cevap layihamızda açıkça ortaya konduğu üzere Anayasa’mızın 105’inci maddesinde öngörülen sorumsuzluk kuralı, Cumhurbaşkanın görev döneminde, seçilme öncesi sebeplere dayalı olsa da yargılanamayacağı ve herhangi bir yasaklılık yaptırımına muhatap olamayacağı mutlak ve kesindir. İddianame, bu niteliği ile sistem ve sistemin inşaında var olan kurucu iradeyle tam bir karşıtlık içerisindedir.

4. AK Parti Hükümetine yönelik kadrolaşma ithamının hiçbir dayanağı yoktur 
       
İddianamede kadrolaşma iddiaları ile ilgili olarak ileri sürülenler kamu personel rejimi açısından dayanaksızdır. Personel hukukunda kamu görevinin gerektirdiği nitelikler ve statüler Anayasa ve kanunlarla düzenlenmiştir. Anayasa’nın 70 inci maddesinde “Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir. Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım gözetilemez.” kuralı yer almıştır. Kamu hizmeti görevlileriyle ilgili Anayasanın 128 inci maddesi, devletin, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görüleceğini belirledikten sonra, memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenleneceğini öngörmüştür.

Memurların ve diğer kamu görevlilerinin atanmasında statü hukuku uygulanmaktadır. Buna göre, sınav yapılmaksızın veya şartları taşımayan hiç kimse memur statüsünde göreve getirilemeyeceği gibi, asli ve sürekli görevlerin memur ve diğer kamu görevlileri dışında kişiler (örneğin, işçiler) eliyle yürütülmesi de mümkün değildir.

Öte yandan, hukuken memur statüsünde olan kişilerin kurum içinde ya da kurumlar arası naklen atanmaları yasal şartları taşımaları kaydıyla mümkündür. Bu atama ya da nakiller, idarenin diğer işlemlerinde olduğu gibi yargı denetimine tabidir. Dolayısıyla, Anayasa ve kanuna aykırı biçimde memur ataması yapılamayacağı gibi, kurum içi ya da kurumlar arası nakil yoluyla atama da yapılamaz.

Ayrıca “üst düzey yönetici kamu görevlileri” bakımından da özel düzenlemeler getirilmiştir. Anayasanın 8 inci maddesinde “Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” denilmekte, 104 üncü maddesinde de “kararnameleri imzalamak” Cumhurbaşkanının yürütme alanındaki görev ve yetkileri arasında sayılmaktadır. Anayasanın 104 üncü maddesinde sözü edilen “kararnameler”, kanun hükmünde kararnameler ile Bakanlar Kurulunun çeşitli kararnamelerinin yanında üst düzey yöneticilerin atanması ile ilgili müşterek kararnameleri de kapsamaktadır. Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulunca yerine getirildiğinden, söz konusu kararnamelerin hukuksal geçerliği için her iki tarafın da katılımı gerekmektedir. Anayasa Mahkemesine göre de, “Kamu politikasının tayinine katılan, etkin bir otoriteye sahip olan, kuruluşların amacının gerçekleşmesinde önemli yetki ve sorumluluklarla donatılan, planlama, örgütlenme, personel ve kadrolarını yöneten, denetim ve temsil gibi işlevleri yerine getiren kamu görevlilerinin, üst düzey yönetici konumunda olmaları nedeniyle bunların atamalarının da müşterek kararname ile yapılması Anayasal zorunluluktur.” (E. 2005/143, K. 2005/99, K.T. 19.12.2005).

Anayasa ve kanun hükümleri karşısında, hukuki şartları taşıyan kişilerin memurluğa atanmasında ya da memur statüsünü kazanmış kişilerin kurum içi veya kurumlar arası nakil yoluyla atanmalarında hiçbir hukuki engel bulunmamaktadır. Dolayısıyla hukuk devleti ve eşitlik ilkeleri gözetilerek yapılan atamalara Başsavcının kendi kişisel yorumlarıyla başka anlamlar yüklemesi, mevzuat karşısında geçersiz bir yaklaşımdır.

Bütün bu statü ve sorumluluk rejimi Anayasa ve kanunlarda özel biçimde düzenlenmiş olup, buna aykırı biçimde atama ve işlem yapılması da söz konusu değildir. Dolayısıyla Başsavcılığın iddianamedeki “Devlet kadrolarında siyasal İslamcı bir yapının oluşturulması, özellikle üst düzey atamalarda liyakat ve kariyer yerine dini inanç ve aidiyetin ölçüt olarak öne çıkarılması” (s.146) şeklindeki iddiası gerçek dışıdır. Zira atamalarda ölçütler kanunlarda açıkça düzenlenmiştir. Bunun dışında bir ölçüt getirilmesi Anayasa ve kanunlar karşısında zaten mümkün de değildir.

Bu açıklamalar ışığında iddianamede yer verilen AK Parti hükümetleri dönemindeki kadrolaşma iddiaları kesinlikle gerçeği yansıtmamaktadır. Kadrolaşma suçlaması yapılırken, hiçbir somut delil ortaya konulamamıştır. Kimler, nereye ve niçin atanmıştır? Bu atananların laiklikle ilgili sorunları nedir ve hangi nitelikleri sebebiyle suçlanmaktadır? Bu soruların cevapları iddianamede yoktur. Kişileri hiçbir somut delil göstermeden suçlamak, hukuk devleti anlayışına ve hukuk etiğine uygun düşmemektedir.

Öte yandan gerçekleştirilen tüm bu atamalar idari yargı denetimine tabi olduğundan, Anayasa veya kanunlara aykırı işlemlerin yargı tarafından iptal edilmesi yolu her zaman açıktır. Buna rağmen, yasalara tamamen uygun bir şekilde yapılan, tarafsız Cumhurbaşkanının onayladığı ve birçoğu yargı denetiminden geçmiş olan atamaları belli bir amaca matuf “kadrolaşma” olarak sunmak, hukuk devleti anlayışı ve iyi niyetle bağdaşmamaktadır.

Sonuç olarak Başsavcılığın partimizin kadrolaşmaya gittiği yönündeki iddialarını destekleyecek en ufak bir delil dahi yoktur. Dolayısıyla bu iddialar tamamen afakidir. 

5. “Hastalar için ibadet mekanı” düzenlemesi on yıldır yürürlüktedir

İddianamedeki “Sağlık Bakanlığı'nca hazırlanan Sağlık Kuruluşları Ruhsatlandırma Yönetmeliği Tasarısı’nın 113. maddesinde birinci basamak sağlık kuruluşlarında, hastaların dini gereklerini yerine getirebilecekleri mekânlar ayrılmasının öngörüldüğü”  ve bunun iktidarın laiklik ilkesine aykırı bir eylemi olduğuna dair tespitine (s.154)  yönelik verdiğimiz cevaba rağmen, esas hakkındaki görüşte de bu hususa ilişkin olarak kelime oyunlarıyla yine bazı sonuçlara ulaşılmaya çalışılmaktadır.

Başsavcılığın esas hakkındaki görüşüne göre, AK Parti hükümetlerinden önce çıkarılan 1998 tarihli Hasta Hakları Yönetmeliğinin 38 inci maddesinde, hastaların sağlık kurum ve kuruluşlarında dini vecibelerini yerine getirebilmeleri için bir mekan ayrılması öngörülmediği halde, AK Parti iktidarı dönemindeki Yönetmelik Taslağında üçüncü basamak sağlık ocaklarında dahi dini vecibelerin yerine getirilmesi için mekan ayrılması esası getirilmektedir (s.39).

Bu tespit gerçeği yansıtmamaktadır. Nitekim, 1998 tarihli Hasta Hakları Yönetmeliğinde de “Dini Vecibeleri Yerine Getirebilme ve Dini Hizmetlerden Faydalanma” başlığını taşıyan 38 inci maddesinde aynen şu ifadeler yer almaktadır: “Sağlık kurum ve kuruluşlarının imkanları ölçüsünde hastalara dini vecibelerini serbestçe yerine getirebilmeleri için gereken tedbirler alınır. Kurum hizmetlerinde aksamalara sebebiyet verilmemek, başkalarını rahatsız etmemek ve personelce düzenlenip yürütülen tıbbi tedaviye hiç bir şekilde müdahalede bulunulmamak şartı ile hastalara dini telkinde bulunmak ve onları manevi yönden desteklemek üzere talepleri halinde, dini inançlarına uygun olan din görevlisi davet edilir. Bunun için, sağlık kurum ve kuruluşlarında uygun zaman ve mekan belirlenir.” Görüldüğü gibi 1998 tarihli Yönetmeliğin 38 inci maddesinde hem “mekan” terimi açıkça yer almakta, hem de 38 inci maddenin başlığında “dini vecibeleri yerine getirebilme ve dini hizmetlerden faydalanma” ifadesi bulunmaktadır. Dolayısıyla Başsavcının iddiasının aksine 1998 tarihli Hasta Hakları Yönetmeliğinin 38 inci maddesinde de hastaların sağlık kurum ve kuruluşlarında dini vecibelerini yerine getirebilmeleri için bir mekan ayrılması öngörüldüğü açıktır. 

6. Çocukların din eğitimi özgürlüğünü savunmak bizatihi laikliğin gereğidir

İddianamede partimiz yetkililerinin 15 yaş altındaki çocukların Kur’an eğitimi alması gerektiğine dair sözleri laikliğe aykırı olarak nitelendirilmektedir. Öncelikle, bu yöndeki sözler de başörtüsü konusunda olduğu gibi ifade özgürlüğü kapsamındadır. İkinci olarak, ilk cevabımızda ayrıntılı biçimde belirtildiği üzere çocukların din eğitimi özgürlüğü, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi tarafından güvence altına alınmıştır.

Türkiye’de çocukların Kuran eğitimi konusundaki yaş sınırlaması, “28 Şubat süreci” olarak adlandırılan dönemde getirilmiştir. Bunu kaldırmaya yönelik girişimler eğer laikliğe aykırı ise, yaş sınırlaması getirilmeden önceki tüm uygulamaların da laikliğe aykırı olduğunu kabul etmek gerekecektir.  Kaldı ki Anayasa Mahkemesi de, 16.8.1997 günlü, 4306 sayılı Kanunla, zorunlu ilköğretim süresinin, kesintisiz sekiz yıla çıkarılmasının, kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de yasal temsilcisinin iznine bağlı olan din eğitim ve öğretimini engellemediğini; çocuğun meslekî ve dinî terbiyesine ilişkin Medenî Kanun ile ana babaya verilen yetkilerin sınırlandırılması veya ortadan kaldırılmasının söz konusu olmadığını belirtmiştir (E.1997/62, K.1998/52, K.T. 16.9.1998).

Anayasanın 90 ıncı maddesinin insan haklarına ilişkin uluslararası sözleşmelere yaptığı vurgu ve Anayasa Mahkemesinin yukarıdaki kararı dikkate alındığında Başsavcının bu iddiasının hukuki dayanağının bulunmadığı ortaya çıkmaktadır. Burada çocukların din eğitimini savunmanın laikliğin din ve vicdan özgürlüğü boyutunun bir gereği olduğunu belirtmek gerekir. Bunun iddianamede ileri sürüldüğü biçimde laikliğe aykırılık olarak sunulması, laikliğin din ve vicdan özgürlüğünü özgürlükçü demokrasilerdeki ölçünün dışında aşırı biçimde sınırlandıran versiyonunun uygulandığı biçimiyle değişmezliğini kabul etmek anlamına gelmektedir. Türkiye’nin de taraf olduğu insan hakları sözleşmelerinde ve Anayasa Mahkemesinin yukarıda yer verilen kararında çocukların din eğitimi konusunda partimizin savunduğu biçimdeki bir anlayış öngörülmektedir. Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası insan hakları sözleşmelerinin gereğini savunan partimiz hakkında laiklik ilkesine aykırılık dolayısıyla kapatma davası açılması iddianamede sıklıkla karşılaşılan çelişkilerden önemli bir tanesidir.

7. Meslek liselerine yönelik katsayı farklılığının kaldırılmasını savunmak eğitimde fırsat eşitliğinin gereğidir

İddianamede, partimizin savunduğu meslek liselerine yönelik fırsat eşitliğinin sağlanması amacının sadece imam hatip liselerine indirgenerek ısrarla bu biçimde kullanılması ve üniversiteye giriş sınavında meslek liselerine uygulanan katsayı eşitsizliğini ortadan kaldırmanın Cumhuriyet öncesi gibi ikili bir öğretimin özendirilmesi olarak sunulması kendi içerisinde tutarsız ve art niyetli bir yaklaşımın tezahürüdür.

Esas hakkındaki görüşte Başsavcılık, katsayı farklılıklarının kaldırılmasının laikliğe aykırı olmadığı yönündeki görüşümüzün “Tehvid-i Tedrisat [Tevhid-i Tedrisat olacak] ve Milli Eğitim Temel Kanunu hükümleri karşısında geçersiz” olduğunu ileri sürmektedir(s.35).

Meslek liselerine yönelik katsayı eşitsizliğinin 1998 tarihli bir YÖK kararı ile başladığı dikkate alındığında, aslında Başsavcılığın yaklaşımına göre, bu tarihe kadar olan dönemde de Tevhid-i Tedrisat Kanununa ve eşitlik ilkesine aykırı olarak Cumhuriyet öncesi dönem gibi ikili bir öğretimin var olduğu kabul edilmiş olacaktır. İddianamede bu konudaki ifadelerin oluşturulmaya çalışılan kurguyu desteklemekten başka hiçbir hukuksal değeri olduğu söylenemez. Kaldı ki, imam hatip liselerinin müfredatının Milli Eğitim Bakanlığı tarafından laiklik ilkesine uyum içinde belirlendiği dikkate alındığında, hem iddianame ve esas hakkındaki görüşteki Tevhid-i Tedrisat Kanununa aykırılık iddiası, hem de bu okullardaki öğrencilere yönelik katsayı eşitliğini talep etmenin laikliğe aykırılık olarak nitelendirilmesi geçersiz kalmaktadır.

Danıştay da Başsavcılığın iddiasının aksine, üniversiteye giriş sınavında meslek liselerine yönelik katsayı eşitsizliğini artırmanın hukuka aykırı olduğunu belirtmiştir. Yükseköğretim Genel Kurulunun bir mesleğe yönelik program uygulayan ortaöğretim mezunlarının aynı alanda bir yükseköğretim programına yerleştirilmesinde ortaöğretim başarı notlarının çarpılarak yerleştirme puanlarına eklenmesinde kullanılan katsayısının 0,24 yerine 0,08 olarak belirlenmesine ilişkin hükmün hukuka aykırı olduğu, kazanılmış hakların hiçe sayıldığı, belli mesleğe yönelen öğrencileri mağdur ettiği gerekçesiyle iptali istemiyle YÖK Başkanlığına karşı açılan davada, Danıştay 8. Dairesi, YÖK Genel Kurulu’nun “katsayısı” belirlemesine yönelik sözkonusu işlemini şu gerekçeyle iptal etmiştir.

“Dava konusu edilen yeni sistemle, 2547 sayılı Yasanın 45. maddesinde yer alan ilkeler çerçevesinde daha önce 1999 yılından beri uygulanmakta olan ve 2003 yılında rakamsal olarak değiştirilen bir mesleğe yönelik program uygulayan lise mezunlarının kendi alanlarında bir yükseköğretim programına yerleştirilirken kullanılan katsayının ek puanının 0,24 den 0,08'e düşürüldüğü görülmekte olup bu durumun daha önce benimsenen ve kabul edilen Milli Eğitim politikası hedefiyle çeliştiği bir başka ifade ile belli bir mesleğe yönelik program uygulayan okulları özendirmek amacıyla lise birinci sınıftan itibaren seçilen mesleğe yönelik programla (alanla) ilgili yükseköğretim programlarını tercih edenlere, geliştirilen bir yöntemle ek puan verilerek öğrencilerin lisenin ilk yıllarından itibaren kendi bilgi, yetenek ve ilgileri göz önünde tutularak daha dikkatli bir alan seçimine yönlendirmenin gözetildiği, yönlendirildikleri alandaki öğrenimlerine ağırlık verilerek daha derinliğine bilgi ve beceri kazanmaları amaçlandığından her adayın ortaöğretim başarı puanının Yükseköğretim Kurulu ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından belirlenen kendi alanındaki yükseköğretim programlarını tercih ettiklerinde daha yüksek katsayı ile çarpılması esası getirilmiş iken, dava konusu işlemle Milli Eğitim politikası hedeflerinin kamu yararı ve hizmet gerçeklerine uygun biçimde gerçekleştirilmesi için uygulamada karşılaşılan olumsuzlukların giderilmesinin amacının dışına çıkıldığı görülmektedir.” (E. 2005/4800, K. 2006/2603, K.T. 21.6.2006).

Öte yandan, partimizin eğitim anlayışının ne derece çağdaş ve reformcu bir perspektife sahip olduğu bu alanda gerçekleştirdiği faaliyetlerden anlaşılabilir. Hükümetlerimiz döneminde üniversite olmayan bütün illerimizde üniversite kurulmuş ve milli eğitim alanında çok önemli reformlar gerçekleştirilmiştir.

Pek çok siyasetçi, akademisyen, araştırmacı, yazar, gazeteci, sivil toplum örgütü ve siyasi parti mensubu tarafından dile getirilen meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği sorunu, onlar için Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülmez iken,  aynı sorunları AK Partinin dile getirmesi halinde Anayasa ve laiklik ilkesine aykırı görülüp Anayasanın 69 uncu maddesine göre kapatılma nedeni sayılması, Anayasanın 2 nci maddesinde ifadesini bulan demokratik devlet ilkesi ile 10 uncu maddesindeki eşitlik ilkesine açık bir aykırılıktır. İddia makamının bu yaklaşımı, anayasaya aykırılığın söylenene veya yapılana göre değil de söyleyene veya yapana göre belirlendiğini gösteren bir çifte standart örneğidir.

8. Fakir ve başarılı öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulması girişimi sosyal devletin bir gereğidir

İddianamede, “Fakir ve başarılı öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasıyla ilgili yönetmelik hakkında Danıştay’ca yürütmenin durdurulması kararı verildiği, bunun akabinde aynı konuda çıkartılan 31.7.2003 tarih ve 4967 sayılı Yasanın da Cumhurbaşkanı tarafından bu okullara alınacak öğrenci yapısı ve öğretmenler gözetilerek, devlet niteliklerine aykırılık söz konusu olacağı gerekçesiyle veto edildiği” belirtilerek, Hükümetin bu girişiminin laikliğe aykırı olduğu ileri sürülmüştür (s.107). İlk cevabımızda bu konunun laiklik ilkesi ile ilgili olmayıp sosyal devlet ilkesinin bir gereği olduğunu belirtmemize rağmen, esas hakkındaki görüşte fakir öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasına ilişkin girişimin laikliğe aykırı olduğunda ısrar edilmektedir. Bu konuda sıralanan gerekçeler hukuki temelden yoksun olup gerçeği yansıtmamaktadır.

Fakir öğrencilerin Devletçe özel okullarda okutulmasına ilişkin girişim, aslında Anayasanın 42 nci maddesindeki Devletin maddi imkanlardan yoksun başarılı öğrencilerin öğrenimlerini sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapmasının bir gereği olup Anayasaya uygundur. Anayasanın açık hükmü karşısında Başsavcı, bu konudaki kanuni düzenlemeye ilişkin Cumhurbaşkanının geri gönderme gerekçesini dayanak olarak göstermiştir. Buna göre; “Eğitimlerinin niteliği ile çağdaşlığı bilinen bazı özel okulların, ilginin yoğun olması nedeniyle kapasitelerini kısa sürede doldurmaları gerçeği de düşünüldüğünde, söz konusu öğrencilerin, kontenjanı dolmayan değişik amaçlarla kurulmuş özel okullara gönderilmesi ve Cumhuriyetin niteliklerine uygun bulunmayan düşünce yapısına sahip kişiler olarak yetiştirilmesi sonucunu doğuracaktır.” (s.37) .

Partimiz tarafından fakir ve başarılı öğrencilerin özel okullarda okutulmasına ilişkin olarak gerçekleştirilmeye çalışılan ve sosyal devletin bir gereği olan düzenlemenin kapatma davasında delil olarak sunulmasında eski Cumhurbaşkanının bu konuya ilişkin kanunu geri göndermesine ilişkin gerekçesine dayanılması ilginçtir. Acaba hukuk sistemimizde Cumhurbaşkanının geri gönderme gerekçelerindeki değerlendirmeler normlar hiyerarşisinde Anayasa hükümlerinin üzerinde mi yer almaktadır? Yoksa hukuk sistemimizde Cumhurbaşkanının kanunları iade gerekçelerinin bağlayıcı olduğuna dair Başsavcılığın bildiği ve bizim gözümüzden kaçan bir kural mı vardır?

Öte yandan esas hakkındaki görüşünde Başsavcı, ilk cevabımızda dayanak olarak gösterdiğimiz Anayasa Mahkemesinin kararının (E. 1990/4, K. 1990/6, K.T. 12.4.1990) konu ile ilgili olmayıp, herhangi bir ayrım yapılmaksızın tüm özel öğretim kurumlarının öğrenci kapasitelerinin yüzde ikisinden aşağı olmamak üzere ücretsiz öğrenci okutulması ile yükümlü tutulmasına ilişkin olduğunu belirtmektedir (s.37-38). İlk cevabımızda söz konusu Anayasa Mahkemesi kararıyla Anayasaya uygun bulunan düzenlemedeki bu farklılık zaten belirtilmişti.

Biraz daha açarak belirtmek gerekirse söz konusu iki düzenleme arasında iki önemli farklılık bulunmaktadır. Ancak bu farklılıklar nedeniyle AK Parti iktidarı döneminde çıkarılmak istenen kanunun da laikliğe aykırı olduğu söylenemez. İlk olarak, söz konusu düzenlemede özel okullarda okutulacak öğrencilerin bir kısmının Devlet tarafından okutulması öngörülmüştür. Anayasa Mahkemesinin iptal istemini reddettiği düzenlemede ise öğrenciler özel okullarca ücretsiz olarak okutulması öngörülmüştü. İkinci olarak, partimizin çıkarmaya çalıştığı kanunla özel okullarda okutulması hedeflenen öğrencilerde Anayasa Mahkemesinin incelediği düzenlemeden farklı olarak “fakir ve başarılı” olma koşulu yer almaktadır. “Fakir ve başarılı” öğrencilerin özel okullarda okutulmasını laikliğe aykırı gören bir anlayışın sosyal devlet ilkesi karşısında bir geçerliliği bulunmamaktadır.

9. Dini bayramların ulusal bayramlardan daha coşkulu kutlandığı iddiası doğru değildir

İddianamede partimize ilişkin deliller arasında yer verilen “Dini bayram ve günlerin ulusal bayramları gölgeleyecek bir tanıtım ve gösteriş içinde kutlanması, her türlü siyasi faaliyette din ve dince kutsal sayılan şeylerin tüm parti kademelerince istismar edilmesi” (s.146) hem gerçeği yansıtmamakta, hem de iddianamedeki laiklik anlayışının dine bakışı ile ilgili ne derece toplumsal gerçeklerden kopuk olduğunu da gözler önüne sermektedir. İktidarımız boyunca milli bayramların coşkulu biçimde kutlanmakta olduğu herkesin malumudur. Gerçekleştirilen törenler izlendiğinde bu coşkulu kutlamalar rahatlıkla fark edilebilir.

Öte yandan dini bayramların kutlanması sadece AK Parti tarafından değil, Türkiye’deki bütün siyasi partiler tarafından gerçekleştirilmektedir. Hatta partilerin dini bayramlarda birbirlerine heyetler halinde kutlamalarda bulunması geleneksel hale gelmiştir. Bütün partilerde görülen bu biçimdeki kutlamaları istismar saymak hoşgörüsüzlük ve ayrımcılıktır.

Milli bayramlardan farklı olarak dini bayramlar resmi törenlerle kutlanmamaktadır. Öte yandan iddianamede olduğu gibi dini bayram ve günler ile milli bayram ve günleri adeta birbirlerinin alternatifi imiş gibi karşılaştırmanın, milli birlik ve bütünlüğe katkıda bulunamayacağı gibi toplumun zihninde de karmaşıklığa yol açacağı ortadadır. Kaldı ki, Başsavcılığın bu iddiayı hangi kriterlere göre ortaya attığı ve coşkunun derecesin neye göre belirlediği de anlaşılır gibi değildir.

10. İçki yasağının yaygınlaştırılması ile ilgili iddialar asılsızdır

 İddianame ve esas hakkındaki görüşte alkollü içki satılması ve tüketilmesine ilişkin mevzuatta yapılan değişikliklerin dini endişelerle ilişkilendirilmeye çalışılması aslında iddianamedeki laiklik yorumunun ne derece sakıncalı sonuçlar doğuracağını göstermesi açısından ilginçtir. Halkın sağlığını, huzurunu ve kamu düzenini korumak ve gençleri kötü alışkanlıklardan korumak amacıyla getirilen düzenlemelerin laikliğe aykırılıkla ilişkilendirilmesi yanlıştır. Aksine, Anayasanın 58 inci maddesinde belirtildiği üzere, gençleri alkol düşkünlüğü, uyuşturucu madde kullanımı, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan korumak için gerekli tedbirleri almak Devletin temel görevlerinden biridir.

Öte yandan Başsavcının içki yasağı konusunda “tüm AKP’li belediyeler” diyerek yaptığı genelleme tamamen gerçekdışıdır. Basında çıkan asılsız birkaç haberden hareketle tüm belediyelerin suçlanması hukuk dışı bir yaklaşımı yansıtmaktadır. Kaldı ki, kanuni şartları taşımadığı halde keyfi uygulamalar yapılarak hiç kimseye ruhsat verilemez. Bunu kamuoyuna “içki yasağı” ya da “şeriat uygulaması” gibi lanse etmek yasaları bilmemek değilse, kötüniyetin bir ifadesidir.

Nitekim idarenin haklı nedenlerin varlığı halinde içkili yerlere uyguladığı ruhsat iptali biçimindeki yaptırımların hukuka uygun olduğuna ilişkin çok sayıda yargı kararına rastlamak mümkündür. İlk derece mahkemelerinin bu yönde verdiği ve Danıştay tarafından da onanan bu kararlarda kanunda öngörülen koşullardan herhangi birini sağlamayan yerlere içki ruhsatı verilmesinin idarece iptalinde mevzuata aykırılık bulunmadığı açıkça belirtilmektedir. (Danıştay 10. Dairesinin bu yöndeki bazı kararlar için bkz. E. 1984/2783, K. 1986/1338, K.T. 29.5.1986; E. 1982/1970, K. 1983/1184, K.T. 18.5.1983; E. 1988/2465, K. 1990/2622, K.T. 19.11.1990; E. 1995/672, K. 1997/786, K.T. 10.3.1997; E. 1997/394, K. 1998/510, K.T. 4.2.1998; E. 1994/7751, K. 1996/1189, K.T. 6.3.1996; E. 1982/2271, K. 1983/2323, K.T. 16.11.1983; E. 1994/1396, K. 1995/4077, K.T. 4.10.1995).

Öte yandan iddianamede ileri sürülen partimizin içki yasağını genişlettiği iddiası da doğru değildir. İddianamedekinin aksine, 12.11.2003 tarih ve 5002 sayılı Kanunla daha önce meyhane, kahvehane, kıraathane, bar, elektronik oyun merkezleri gibi umuma açık yerler ile açık alkollü içki satılan yerlerin, okul binalarına 200 metre olan uzaklık şartı 100 metreye düşürülmüştür. Ayrıca, daha önce belediye ve mücavir alan sınırları dışında içkili yer bölgesi tespit edilemeyeceğine dair sınırlama da kaldırılmıştır.

SONUÇ VE TALEP

Hakkımızda açılan bu davadaki bütün verilerin Başsavcılık tarafından “özgürlük aleyhine” yorumlandığı görülmektedir. Oysa evrensel insan hakları hukukunun 
temel ilkesi “özgürlük lehine yorum”dur. Başsavcılık özgürlük lehine yorum yapmak bir yana, adeta “niyet okuyuculuğu” yaparak olmayan şeyleri varmış, 
olmayacak şeyleri de olacakmış gibi gösterme çabası içine girmiştir.

Bu davada partimize yaptırım uygulanmasını gerektirecek haklı hiçbir sebep bulunmamaktadır. Esasen, AK Parti hukuka aykırı eylemlerin değil, millete hizmetin, insan haklarının, demokrasinin, barış ve kardeşliğin, hoşgörünün ve Türkiye sevdasının odağı olmuştur. AK Partinin altı yıllık iktidarı dönemindeki icraatları,  onun; demokratik, laik ve sosyal hukuk devletinin teminatı olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

Cevap layihalarımız da ve eklerinde ortaya konan ve Yüksek Mahkeme’ce re’sen gözetilecek nedenlerle AK Partinin kapatılması hakkındaki davanın reddine 
karar verilmesini saygıyla talep ederim.  16.6.2008

Recep Tayyip ERDOĞAN
Adalet ve Kalkınma Partisi
Genel Başkanı


EKİ    :

EK-1   : R. Tayyip ERDOĞAN hakkındaki iddialara cevaplar

EK-2   : Diğer Parti mensupları hakkındaki iddialara cevaplar

Klasör 1 : Esasa ilişkin cevapların ekleri (3-6)

Klasör 2 : EK-1’in ekleri (1-3)

Klasör 3 : EK-2’nin ekleri (1-31)

Klasör 4 : EK-2’nin ekleri (32-56)

Klasör 5 : EK-2’nin 18 nolu eki - 12 Adet CD

[1] AYMK., Esas Sayısı:1986/13,Karar Sayısı:1987/12; Karar günü:22/5/1987.


http://t24.com.tr/haber/akpnin-kapatma-davasi-icin-verdigi-savunma-metni,7383

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder