27 Mart 2019 Çarşamba

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 1

12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ DEVRİMCİLER İLE YÜZLEŞME BÖLÜM 1



1981’ ROMANLARINDAN  HAREKETLE 12 EYLÜL DÖNEMİNDE YAŞANAN DEVLET GÜDÜMLÜ BASKI VE ŞİDDET SORUNSALI 


Ahmet ALVER* 
Özet 

Bu Çalısmada, 12 Eylül askeri darbesini baskı ve siddetini direkt konu alan Kaan Arslanoglu’nun ‘Devrimciler’ ile Mehmet Erogiu’nun Yüz:1981 romanları incelenmistir. Türkiye’de darbe sonrası, yönetimi siyasilerden devralan askeri idarenin, toplumun bütününe uyguladıgı baskı ve siddete, dönemin aydınları gözüyle bakılarak, bu olguların edebi eserlerde nasıl konu edildigi incelenmistir. Böylelikle, romancıların dönemin siyasi ve toplumsal gelismelerini sanatla nasıl bütünleıtirdikleri üzerine yogunlasılarak 12 Eylül askeri darbesinin kültürel bellekteki izleri sürülmüstür. Devrimciler romanı yönetimin baskısı ve sansürüne ragmen dönemin gerçeklerini en cüretkar bir sekilde yansıtan romanlardan biri 
olması sebebiyle önem arz eder: ‘Yüz: 1981’ romanı ise ‘Devrimciler’ romanı gibi bireylere uygulanan siddet ve baskıyı kurgusunda yer vermesi, askeri idarenin topluma uyguladıgı siddet ve baskıyla olusturmayı arzuladıgı apolitik birey ve toplum modelini konu etmesi yönüyle önemli bir yere sahiptir. Bu roman ayrıca, olayları toplumda ezilen toplumun bakıs açısıyla degil, yönetime el koyan orduda vazifeli bir astegmenin bakıs açısıyla ele alması yönüyle de önem arzetmektedir. Çalışmada aynı zamanda, Türk siyasal hayatında, 1960’lı yıllarda baslayıp 1970’li yıllarda etkisini arttıran sosyo-politik olaylar kısaca özetlenmis, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrasında yasanan baskı ve siddet olaylarının istatiksel olarak genel bir anatomisi yapılmıstır. 

Giriş 

     Edebiyat, sosyal bilimler arasında insanı ele alan ve buna baglı olarak da insanın içinde yasadıgı toplumu en çok inceleyen bilim dallarının 
basında gelir. Dnsanı gerek bireysel gerekse de toplumsal bir bakıs açısı ile degerlendiren edebiyat bilimi, diger bir ifadeyle yasamın estetik ve sanatsal 
bir tarzda ifade edilmesidir. Edebiyat bu özelliginden dolayı, toplumun her kesiminden insanı; duygu ve düsüncesi, yasama dair yaklasımları, yasamı 
yorumlayısı, sevinci, kederi, özlemleri, bunalımları ve hayal kırıklıkları ile konu etmistir. Yasamı estetik bir tarzla aktarmayı gaye edinen edebiyat, bu 
fonksiyonunu yerine getirirken, aynı zamanda içinde var oldugu toplumun gerçekleri çerçevesinde, mensubu oldugu toplumun deger yargılarını, 
etkilesimlerini, tarihi ve siyasi dinamiklerini, sanatsal varlıgını, lisanını, o toplumun politik ve ekonomik yapısıyla bir bütün olarak inceler. 
Bu çalısmamızda, tarihsel anlamda Türkiye’de genis çaplı toplumsal ve siyasi kırılmalara sebep olmus 12 Eylül 1980 askeri darbesinin kültürel hayata 
etkileri incelenecektir; bu vesileyle toplumun sindirilmesi için yapılan hukuk dısı uygulamalarıyla belleklerde yer edinen 1980 döneminin 
özellikle de baskı ve siddet olgusunun kültürel hayata özellikle de romanlara yansıyan izleri ele alınacak. Ahmet Türkes, Mehmet Narlı ve Murat Belge 
gibi o dönemi yazılarında sıkça ele alan elestirmenler, Türk Edebiyatı’nda gerçek anlamda politik roman sayılabilecek ilk çalısmaların, 12 Mart 1971 askeri 
müdahelesi sonrasında kaleme alınan 12 Mart romanları oldugunu belirtirler (Belge, 1994: 114; Türkes, 2004: 428; Narlı 2007, 169). Türkiye’de 
romanın ilk defa politize olması 1970’li yıllarda baslayıp 1980’li yıllarda ivme kazandıgı kabul edilse de aslında bu durumun Tanzimat’a kadar 
uzandıgı, yasanan büyük siyasî ve toplumsal gelismelerin roman sanatını dogrudan etkiledigi bir gerçektir. Bunda, Tanzimat kusagı romancılarının 
yazıları vasıtasıyla, toplumun egitilmesi ve yeniden insası hususunda kendilerine büyük bir vazifenin düstügü bilincinin ciddi etkisi vardır. Bu 
durum, Tanzimat’ın birinci kusak sanatçılarını birer edebiyatçı olmaları yanısıra aynı zamanda, dönemin politik ve toplumsal meseleleriyle 
yakından ilgilenen politikacı, gazeteci ve fikir adamı olmalarından da kaynaklanmaktadır (Sevinç, 2004: 512). Cumhuriyetin ilanından sonraki 
süreçte, devrimleri ve Kemalist düsünceyi topluma yayma görevini üstlenen Türk romanı, 1940’lardan sonraki süreçte de, devrimlere ve 
merkezi hükümete karsı tavır takınmıs, fakir Anadolu insanının maddimanevi anlamda çektigi sıkıntılara ve yoksulluga dair sosyal gerçekleri 
elestirel bir dille ifade etmede bir araç olarak kullanılmıstır. 1960 ile 1980 yılları arasında yasanan üç askerî müdahale ve basarısızlıkla sonuçlanan iki askeri müdahele girisimi, sosyal hayatın yeniden sekillendirilmesi ve üstünlerin istedigi toplum modelini dayatmıstır. Dnsa edilen veya edilmeye çalısılan bu yeni toplum anlayısı, daha önceki dönemlerde de oldugu gibi sosyal gerçekleri ve kültürel 
hafızayı yansıtmaları açısından dönemin edebi çalısmalarında romancılar için etkin bir rol oynamıstır. Bu yıllardan itibaren edebiyat özellikle de roman, süratle siyasi ideolojilerin etkisi altına girmis ve bu ideolojilerin genis halk kitlelerine yayılmasında etkili bir araç olarak kullanılmıstır (Coskun, 2004: 531). 

1960’ların sonunda Avrupa’da patlak veren ve bir süre sonra 
Türkiye’de de kendini hissettiren ögrenci hareketleri, ülkedeki sag-sol 
çatısmasının fitilini ateslemistir. Özellikle büyük sehirlerde yogunluk 
gösteren bu olaylar, önceleri basit anlamda karsıt görüsteki üniversite 
gençligi arasında baslamıs, sonrasında da ülkenin ileride sosyal ve siyasi 
dengelerini altüst edecek silahlı bir mücadele haline dönüsmüstür. 
Politikacıların meseleleri çözmedeki yetersizligi, isteksizligi, siyasi 
uzlasının bir türlü saglanamaması ve birtakım güvenlik birimlerinin saga 
karsı tarafgir tutumu olayların büyümesinde etkin rol oynamıs, taslı, sopalı 
baslayan kavganın bir süre sonra silahlı bir savasa dönüsmesine zemin 
hazırlamıstır. Bu durumda asker, bir kez daha kıslasından çıkmak zorunda 
kalmıs ve olaylara müdahele ederek Demirel hükümetini istifaya 
zorlamıstır. Müdahele sonrası sokak olayları ve anarsi hız kaybetmemis 
aksine daha da artıs göstermistir. 1971 yılı Mayıs ayında, Dsrail 
Baskonsolosu Efraim Elrom’un Türkiye Halk Kurtulus Partisi Cephesi 
(THKP-C) tarafından kaçırılması ve tutuklu arkadasları serbest 
bırakılmazsa öldürüleceginin açıklanması, hükümetin Ankara, Dstanbul, 
Dzmir, Adana gibi birçok büyük sehirde askerin dayatmasıyla sıkıyönetim 
kararı almasına ve geriye dönük yasalar çıkarmasına sebep olmustur. 
Böylece genis çaplı bir cadı avı baslamıs ve aralarında Çetin Altan, Erdal 
Öz, Adalet Agaoglu, Fakir Baykurt, Dlhan Selçuk, Sabahattin Eyüboglu, 
Azra Erhat, Vedat Günyol ve Anayasa hukuku ders kitabından ötürü AÜ 
Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Mümtaz Sosyal gibi tanınmıs 
entellektüellerin de bulundugu birçok sol görüslü insane, baskınlar sonucu 
gözaltına alınmıs, sorgulanmıs ve türlü iskencelere maruz kalmıstır. 
(Ertem, 2006: 27) 12 Mart 1971 askeri müdahelesi sonrasında kaleme alınan 
12 Mart romanları, bu dönem Türk siyasi tarihinin kültürel bellegini 
kaydetmesi yönüyle önem arzetmektedir. Sıkı yönetim ile biraz da olsa 
durulan sokaklar 1974’e gelindiginde siyasi cinayetler ile tekrar sarsılmıs, 
1976 yılından itibaren ise ülkedeki tansiyon ve siyasi kargasa tavan 
yapmıstır. 

1970’li yılların sonuna dogru kurulan koalisyon hükümetleri, 
sokaklardaki can güvenligini saglayamaz hale gelmis, ekonomi ise çöküs 
sürecine girmisti (Kabacalı, 1992: 244). 11 Eylül 1980’e kadar durmaksızın 
devam eden ve yurt geneline yayılan sag-sol çatısması ve siyasi cinayetler, 
partilerin kendi aralarındaki kısır çekismeler toplumdaki siyasi 
kutuplasmayı alevlendirmistir. Tüm bunlara ek olarak ülke, sokaktaki 
anarsiyle ugrasırken bir de, ülkenin dogu illerinde artan kürtçülük 
hareketleri ve bunun neticesinde ortaya çıkan ayrılıkçı terör günden güne 
artmıs, siyasileri çaresiz bir duruma düsürmüstür. Artan anarsiyi kontrol 
altına alabilmek, ülkedeki asayisi tekrar saglayabilmek düsüncesiyle ordu, 
1960 ve 1971 yıllarında oldugu gibi bir kez daha sahneye çıkarak 12 Eylül 
1980’de sabah saat 4’te, TRT radyolarından yayınlanan Dstiklal Marsı ve 
Harbiye Marsı esliginde Türk Silahlı Kuvvetleri “Dç Hizmet Kanunu’nun 
verdigi Türkiye Cumhuriyeti’ni koruma ve kollama görevini…yerine 
getirme kararı almıstır. 12 Eylül darbesi, yapısı geregi daha önceki 
müdahelelere hiç benzemeyerek, toplumun her kesimini hedef almıstır. 
Böylelikle demokrasi, uygulanan asırı sertlik ile bir kez daha tarihin tozlu 
raflarına kaldırılmıstır (Cemal, 2004: 16). Kısa bir süre sonra da yurt 
genelinde sıkıyönetim ilan ederek tutuklamalara, gözaltılara, 
sorgulamalara ve iskencelere baslanmıstır. 11 Eylül gecesine kadar hızını 
kaybetmeden süren anarsi ortamının 13 Eylül’ de derhal sükunete 
kavusması, anarsinin istenerek yaratıldıgı yorumlarına yol açmıstır. Darbe 
sonrasında, Genel Kurmay Baskanlıgı’nın 1982’de yayınladıgı istatistiksel 
verilere göre; Aralık 1981 - Mayıs 1982 döneminde 14.086’sı “solcu”, 2941’i 
“ayrılıkçı” ve 347’si “sagcı” olmak üzere 17.734 kisi hakkında örgüt davası 
açılmıstır. 12 Eylül döneminin Dnsan Hakları Dernegi tarafından açıklanan 
kayıtlar ise çok daha çarpıcıdır: Gözaltına alınanlar: 650 bin kisi, dava 
açılan 210 bin kisi, yargılananlar 230 bin kisi, fislenenler ise 1.683.000 kisidir 
(Gürsel, 1998: 812). 

12 Eylül’ün toplumun çesitli kesimlerine olan etkilerini gösteren 
diger bir istatistiksel bilgi ise söyledir; 14 bin kisi siyasal haklarından 
mahrum bırakılmıs, 2000’nin üzerinde basın davası yoluyla 3000 gazeteci 
mahkemeye verilmis, 251 kitap yakılmıs, 937 film ise yasaklanmıstır. 
Böylece, 13 gazete hakkında 303 dava açılırken 458 süreli yayının 
yayımlanmasına izin verilmemistir. Ayrıca bu dönemde 30 bin kisi de 
siyasi mülteci olarak Dsviçre, Fransa, Belçika, Hollanda, Almanya ve 
Yunanistan gibi ülkeler basta olmak üzere Avrupa‘nın çesitli ülkelerine 
iltica etmistir (Karaca, 2001). Yukarıdaki istatiksel bilgiler gösteriyor ki, 12 
Eylül 1980 askerî müdahalesi, Türkiye’de toplumsal ve siyasi yapının 
temelden sarsıldıgı, silah zoruyla, dayatmalarla olusan yeni bir düzenin 
temellerinin atıldıgı bir kopma noktası olmustur. 

İskenceye maruz kalanların tam olarak sayısı bilinmemekle birlikte, 
12 Eylül darbesi sonrasında 650 bin kisinin gözaltına alındıgı çesitli resmi 
kaynaklarca dogrulanmakta dır. Bu rakamın tamamı iskence görmese de 
büyük bir kısmının baskı ve zulma maruz kalıp iskenceyle sorgulandıgını 
söylemek mümkündür. Yesim Dinçer ‘12 Eylül Romanında Dskence’ adlı 
yazısında yüz binlerce insanın bilip de polisin ya da askerin bilmedigi bir 
seyin “sır” olamayacagını, bunun için de 12 Eylül’de yapılan iskencelerde 
bilgi edinmekten ziyade caydırma ve cezalandırma gibi amaçların öne 
çıktıgı, “birey”den öte “toplum”un sindirilmesi hedeflendigini 
belirtmektedir. Dskence yapılan bedenlerden yükselen çıglıklar bir tür siren 
vazifesi görmüstür. Toplum “uyarı”yı apaçık duymus fakat korku ve 
gözaltına alınma endisesinden dolayı olaylara kulagını tıkayıp bunları 
unutmayı tercih etmistir (Dinçer, 2011: 2). 

12 Eylül 1980 Darbesinin Kültürel Bellegi 

Ahmet Türkes’in “Cumhuriyet tarihinin en kanlı dönemi (2004: 
430)” olarak tanımladıgı bu dönem, bir toplumun her yönüyle politikadan 
azledildigi, basın yayının yasaklandıgı, kitapların toplatılıp yok edildigi, 
entellektüellerin, akademisyenlerin gözaltına alınıp iskencelere maruz 
bırakıldıgı, binlerce gencin zindanlarda çürütüldügü bir dönem olmustur. 
Nurdan Gürbilek, darbe sonrası 80’li yılları, 1960 ve 1971 yılındaki 
darbelere kıyasla, bir toplumun kendi devleti eliyle yasayabilecegi en sert 
ve siddetli, baskıcı dönemi olarak tanımlar (Gürbilek, 2007: 101). 
Gürbilek, 1980’li yılları aynı zamanda, daha önce ancak siyasi 
tasarılar içinde varolabilen, bu tasarıların diline tabi olan kültürel 
taleplerin, kendilerini ifade imkânını bulabildikleri yıllar olarak da 
görmektedir (s. 102). Söyle ki; bir yandan ifade etme ve yazma özgürlügüne 
kısıtlama getiren zihniyet aynı zamanda bir söz patlamasının da bilinçli bir 
sekilde önünü açmıstır. O zamana kadar konusulmasında sakınca görülen, 
mahrem kabul edilen cinsellik gibi özel hayata ait mevzular basın ve 
televizyon aracılıgıyla kamuoyunun gündeminde yer almıstır. Gürbilek, 
özel hayata dair cinsel kavramların toplumsal bellege yerlestirilmek 
istenmesini daha çok bir özgürlesme ve bireysellesme söylemi içinde, her 
konuya hâkim olmak isteyen otoriter anlayıstan bagımsız olarak söze 
dökülmek istenmesini gerekçe olarak gösterir. Bu baglamda 80’li yılların 
önünü açtıgı degisimin en önemli ayaklarından biri olarak mahremiyetin 
ifsası görülmektedir (s. 23). 

12 Eylül’le degisime ugruyan bir diger unsur da, devletin varlıgına 
tehdit olusturdugu görüsünden dolayı “sömürü ve emek” gibi sol 
ideolojiyi temsil eden kavramların kamuoyu nezdinde basitlestirilmesi, 
haber degerlerinin düsürülmesi ve sadece nostaljik çagrısımları olan içi bos, 
degersiz kavramlar haline getirilmeleri yönünde kamuoyu olusturulma 
çabalarıdır. Bu amaç dogrultusunda gazeteler sansürlenerek risksiz bir 
alana çekilmislerdir. Örnegin dönemin büyük gazetelerinden Hürriyet’in 
hemen hemen tamamı, aile cinayetlerine ayrılmıstır. Macit Balık’a göre 
bütün bu haberlerde, o sırada yasanan baskının ve günlük hayatın sıradan 
bir olgusu haline getirilmis devlet siddetinin isaretlerini bulmak 
imkânsızdır (Balık, 2009: 11). Tam da devletin tekeli haline geldigi bir 
durumda, siddet sanki özel hayatın bir olgusuymus gibi ayrısır; ancak aile 
içi bir olay olarak anlamlandırılabilir, özel nedenler dısında bir nedeni 
yokmus gibidir” (Gürbilek, 2007: 53). Gazeteler böylelikle sansürlenerek 
daha etkisiz bir hale getirilmistir. 

1980’in etkileri, gazetelere uygulanan sansürün yanısıra, bir 
yönüyle politikaya temas eden düsünce merkezli tüm alanlar rejime karsı 
tehdit olarak görülmüs ve devlet tarafından baskı ve siddete maruz kalarak 
önce pasifize edilmisler, akabinde de yok edilerek yerlerini yeni 
yapılandırmalara, olusumlara ve örgütlenmelere bırakmıslardır. Sag ve sol 
olmak üzere her iki ideolojiden, basta entellektüeller olmak üzere 
okuyucuların ilgilerindeki degisimler de bu yeni örgütlenmelere ve 
olusumlara paralel olarak farklı renklere bürünmüstür. Böylelikle, iktidar 
sahiplerinin rejime muhalif kesimleri fiziksel ve psikolojik anlamda ölçüsüz 
bir siddetle yok etme girisiminden entelektüel hayat da payını almıstır. Bir 
yandan devrimciler, ülkücüler ve muhafazakâr kesim faili meçhullere 
kurban gitmis, iskence görmüs, hapishanelere kapatılmıs, öte yandan bu 
ideolojileri destekleyen yazarlar, kitaplar, yayıncılar ve okuyucular aynı 
derecede tehlikeli görülerek ölçüsüz bir sekilde baskı altında 
tutulmuslardır (Türkes, 2004: 430). 

Ülkeye hâkim olan 1980 rejiminin toplumu tümüyle depolitize etme 
anlayısı kısa sürede sosyal yapı üzerinde kendisini hissettirmeye baslamıs, 
edebiyat da bu degisimden nasibini almıstır. Bu bilinçli baskıcı 
yapılandırmanın sebebi konusunda yazar ve elestirmenlerin birlestikleri 
ortak fikir ise, uzun yıllar edebiyat dünyasına hâkim olan özellikle sol 
ideolojiyi kırmak ve pasifize ederek yok etme fikridir. Berna Moran, Ahmet 
Oktay gibi entellektüeller de bu fikri destekleyerek darbenin hedeflerinden 
birinin, 1960’larda filizlenmeye baslayan ve ciddi bir tehlike olarak 
algılanan sol düsünce yapısını çökertmek olduguna inanırlar (Moran, 1994: 
49; Oktay, 2004: 444). Korkunç bir baskı rejimi ile toplumu sindirmekten öte 
kalıcı bir etki bırakmayan 12 Mart müdahelesi asıl hedef olarak kendisine 
solu seçerken, 1980’deki müdahalenin agırlıklı olarak solun elini ayagını 
baglamak, toplumu yıldırmak degil, aynı zamanda mevcudu degistirerek 
toplumun geneline yeni degerler içeren bir dünya görüsü asılamaktır. 
Böylelikle, sadece solu degil beraberinde islamcı ve milliyetçi sag 
ideolojileri de temelden çökertmenin yolu açılmıs olacagından dolayı bu 
hedeflere ulasmak için öncelikle siyasi partilerin kapılarına kilit vurularak 
toplum depolitize edilmis, üniversiteler ve basın denetim altına alınarak 
aydınlar susturulmus (Moran, 1994: 49), bu yolla, toplumun her kesimi 
üstünde bir korku imparatorlugu kurulmustur. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder