23 Kasım 2017 Perşembe

AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 7

AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 7

5.2. Anadilde Eğitimin Yasal Düzenlemesi 

Anadilde eğitimle ilgili yasal düzenlemede ilk yapılması gereken Uygun’a (2012: 23) göre, Türkçe’den başka anadillerin öğretilmesini yasaklayan anayasanın 42/son maddesinin yürürlükten kaldırılmasıdır. Uygun (2012), yeni anayasada, eğitimde ve öğretimde Türkçe’den başka anadillerin kullanımının yasal güvence altına alınması görüşündedir. Buna göre, kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinde, bilhassa yerel yönetimler, Türkçe’den farklı anadillerde hizmet vermelidir. Bu konuda anayasanın kamu yönetimini düzenlediği kısmında Uygun’un önerisi, “kamu hizmetlerinin sunumunda resmi dilin dışındaki dillerin kullanımı yasayla düzenlenir” şeklinde bir hüküm konulmasıdır. Uygun’un anadilin kamu hizmetlerinin sunumunda ve eğitimde kullanımında önerdiği anayasal düzenleme, kültürel haklar bölümünde yer alıyor olup, “Anadili resmi dilden farklı olan yurttaşların dil hakları yasayla güvence altına alınır” şeklindedir (Uygun, 2012: 23). Kurban ve Ensaroğlu’nun bazı hukukçulara dayandırdıkları önerisine göre ise, dile ilişkin hükümlerin ayrı bir madde altında, örneğin, anayasanın 3. maddesinde düzenlenmesi daha anlamlıdır. Buna göre, Türkiye toplumunun farklı kültür ve etnik grupları barındıran çoğulcu yapısı düşünüldüğünde Türkçe “devletin dili” yerine “devletin resmi dili” olarak tanımlanmalıdır. Kurban ve Ensaroğlu’na göre, bütün anadillerin kullanılması, geliştirilmesi ve korunması hakları anayasal güvence altına 3. maddede şu şekilde alınmalıdır: 

(1) Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dili Türkçedir. 
(2) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının anadillerini kullanma, koruma ve geliştirme hakları bu Anayasa ile güvence altına alınmaktadır. 

Devlet, Türkçe dışındaki anadillerin eğitim ve öğretimde, kamu hizmetlerine erişimde ve toplumsal hayatın her alanında kullanılması için gerekli kaynakları sağlamakla yükümlüdür (Kurban ve Ensaroğlu, 2010: 24). 

Uygun (2012), bütün öğrencilere fırsat eşitliği sağlanması adına eğitim hakkını düzenlemesi gereken Anayasa’nın 42. maddesinin, Kürtlerin esaslı bir talebi olarak anadilde eğitimi yasaklayan ifadelerden arındırılması fikrindedir. Kurban ve Ensaroğlu’nun (2010: 26) bu maddeye önerdikleri yeni düzenlemeyle anadilde eğitim hakkı anayasal güvence altına şöyle alınabilir: 

(1) Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz. 
(2) Herkes anadilde eğitim hakkına sahiptir. 
(3) Eğitim ve öğretim, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. 
(4) Temel eğitim 12 yıl olup herkes için zorunludur. Devlet, yükseköğretim de dâhil olmak üzere herkese bedelsiz öğretim hizmeti sunmakla yükümlüdür. 

İlham vermesi adına örnek gösterilecek olursa, Türkiye isminden farklı olarak “İspanya”, bir ulusun değil bir coğrafyanın adıdır ve İspanyol ırkı veya 
etnisitesi diye bir olgu yoktur (Ergil, 2009: 166). Bu minvalde dil konusu İspanyol Anayasası’nın üçüncü maddesinde fıkralar halinde şöyle düzenlenir: 

(1) Kastilyaca, devletin resmi dilidir. Bütün İspanyolların bu dili bilme görevi ve kullanma hakkı vardır. 
(2) Diğer İspanyol dilleri de kullanıldıkları Özerk topluluklarda yasal statüleri gereği resmi olacaklarıdır. 
(3) Farklı dillerin çeşitliliğinin sunduğu zenginlik, İspanya’nın özellikle saygı duyulacak ve korunacak kültürel mirasıdır (Ergil, 2009: 166). 

5.3. Yerelleşme Olgusuna İlişkin Özerklik Yasası 

Kürt sorununun çözümünde tamamlayıcı nitelikte olması gereken yeni Anayasa’da ülke bazında yönetim düzeninin nasıl olacağı konusunun yasal 
olarak güvence altına alınması, özerklik başlığı altında da değinildiği gibi, önemli bir husus olarak öne çıkmaktadır. Uygun (2012: 14)’a göre, anayasada yapılması gereken ilk değişiklik kamu yönetiminin hangi ilkeye göre örgütleneceği konusunda olmalı; “merkeziyetçilik” yerine “yerinden yönetim” ilkesi anayasanın temel maddeleri arasında güvence altına alınmalıdır. Buna göre anayasanın ilk üç maddesi şöyle düzenlenmelidir: 

(1) Türkiye Devleti bir cumhuriyettir. 
(2) Yurttaşların ortak varlığı olan Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına dayanan, çoğulcu, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. 
(3) Türkiye Cumhuriyeti bir bütündür. Örgütlenmesi yerinden yönetim esasına dayanır (Uygun, 2012: 14). 

Aynı şekilde BDP’nin Kısmi Anayasa Taslağı’nda ise bu madde, 1. maddenin 3. fıkrasında “Devletin idari yapısı âdemi merkezi sistem esasına göre düzenlenir. Devletin toprak bütünlüğüne dokunulamaz” şeklinde düzenlenmektedir24. Önemli diğer bir nokta yerinden yönetim birimlerinin devlet örgütü içindeki öneminin vurgulanmasıdır. Uygun’a göre, yönetim birimlerinin yetki, görev ve sorumluluklarının belirlenmesinde, kamu hizmetlerini en iyi ve verimli şekilde yerine getirebilecek halka en yakın yönetim biriminin yetkilendirilmesi esası anayasal bir ilke olarak benimsenmelidir (Uygun, 2012: 16). Örneğin, yerinden yönetimi önceleyen ve güçlü yerel yönetimlere dayanan düzenlemesiyle 1921 Anayasası’nın 11.maddesinde il idaresinin nasıl olacağı şu şekilde ifade edilmekteydi: 

 İl yönetimi, yerel işlerde manevi kişilik sahibidir ve özerktir. Dış ve iç siyaset, dinsel, adli ve askeri işler, uluslararası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren 
işler dışında hükümetin önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince evkaf, medreseler, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, 
sosyal yardım işlerini düzenlemek il kurullarının yetkisindedir (Yayman, 2011: 43). 

Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere 1921 Anayasası’nda demokratik özerkliğe varan geniş bir idari özerkliğin düzenlendiğini söylemek yanlış olmaz. Bir başka örnek olarak, 1977 tarihli İspanyol Anayasası’nın ikinci maddesi, İspanyol Ulusu’nu oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerklik hakkını garanti ederken 143. maddenin birinci fıkrası, özerk yönetimlerin nasıl oluşacağını şöyle hükme bağlar: 

Ortak tarihi, kültürel ve ekonomik özellikleri olan komşu iller (bölgeler), adalar ve tarihi bölge statüsüne sahip iller, bu başlık altında (Anayasa’nın ‘Özerk Topluluklar’a İlişkin’ başlığını taşıyan Üçüncü Bölümü’nde) yer alan hükümlere ve kendi özel (yasal) Statüleri’ne uygun olarak öz-yönetim uygulamasına geçebilir ve Özerk Topluluklar kurabilirler (Ergil, 2009: 167). 

Uygun’a göre, bölgesel yönetimlerin kuruluşu için kanunkoyucuyu 
yetkilendirecek genel bir hüküm de anayasada yer almalıdır. Bu konuda 
anayasal düzenleme için Uygun (2012: 19) bir öneriyi şöyle getiriyor: 

(1) Bölge yönetimi Bölge Meclisi, Başkan ve Yürütme Kurulundan oluşur. 
(2) Bölge yönetiminin kuruluşu, yetki ve sorumlulukları ile tek ilden oluşan bölgelerin durumu kanunla düzenlenir. 
(3) Temel ilkeleri yasa ile düzenlenen konularda bölgesel yönetmelik çıkarılabilir. 

Bölgedeki diğer yerinden yönetim birimlerinin işlem ve kararları bölgesel yönetmeliklere aykırı olamaz. 

Özerklik başlığı altında değinildiği gibi, yerinden yönetim birimlerinin mali özerkliği de anayasa ve kanunlarda gösterilen sorumluluklarıyla doğru 
orantılı olarak belirlenip Uygun’un vurguladığı üzere anayasal güvence altına alınmalıdır (Uygun, 2012: 16). 

6. EKONOMİK YATIRIM 

Yerel yönetimler düzleminde diğer bölgelere oranla siyaseten göreli güçsüz olan Türkiye Kürdistan’ı25 ekonomik sisteme yalnızca kısmen entegre olmuştur. Sanayileşme ve ulaşım yolları gibi alt yapı eksikliği, genel anlamda Kürdistan’ın dünyanın ekonomik, kültürel ve bilimsel gelişmelerinden izole olmasına neden olmuştur. Endüstriyel olmayan bir üretimle ve güçlendirilmemiş yerel yönetimlerle ekonomik sistem bölgenin aleyhinedir. 

Bruinessen’in (1992) işaret ettiği gibi 19. yüzyıldan bu yana ilerleyen uluslararası iletişim olanakları dünya pazarının Kürdistan’a ulaşmasını 
kolaylaştırmış ve yabancı mallar yerli malların yerini almıştır. Kürdistan kasabalarında kimi zanaatlar kaybolurken kimileri de görece modern işleyişe 
sahip endüstrilere dönüşmüştür. Ancak bu endüstriler, altyapı eksikliği, yüksek ulaşım maliyeti ve diğer nedenlerle Türkiye’nin batısıyla rekabette 
zorlanmıştır. 1800’lerin başında, ufak makinelerden tekstil ürünlerine, sabun, bisküvi, şekerleme gibi gıda ürünlerine kadar pek çok ihtiyaç yabancı 
ülkelerden ya da büyük şehirlerden getirtiliyordu (Bruinessen, 1992: 39). Bruinessen’e göre bu özellikler, “gelişmeden çok, geri kalma sürecini 
adlandırmayı hak eden özelliklerdir”. Bu noktada Bruinessen (1992: 40), “endüstriyel gelişme engellenmiştir. Kürdistan, iç içe olduğu devletlere ve 
bunlar aracılığıyla da dünyanın endüstriyel merkezlerine güçlü bir şekilde bağımlılaşmıştır” savını ileri sürer. Kürdistan’da istihdam yaratacak 
endüstriyel kapasitenin yokluğu insanların sanayi merkezlerine gidip oraların kalkınmasına katkıda bulunmasına neden olmuştur. Aynı şekilde Kürt 
sermayesi de paralarını toprağa, tarım makinelerine, ticarete ya da sanayiye yatırmak için merkeze kaydırmıştır. Bruinessen’in (1992: 41) kendi ifadesiyle, 
“yani, hem Kürt proletarya hem de Kürt sermayesi var fakat ikisi de Kürdistan’ın dışında”. 

6.1. Bir Kolonyal Düşünce Sistemi Olarak Kalkınma Söylemi 

Teknik açıdan bakıldığında Türkiye’deki siyasi meseleler ekonomik yatırımların niteliği ve devamlılığı üzerinde büyük oranda etkilidir. Her ne kadar siyasi söylemde Türkiye Kürdistan’ının ekonomik sisteme diğer bölgelerle aynı şekilde katılmaya zorlandığı söylense de bölgeler arasındaki dengesizlik gözle görünür oranda belirgindir. Bruinessen’e göre bu durum, Türkiye’nin politikalarının iktisadi ilerlemenin Kürtlerin taleplerini alevlendireceği korkusuyla doğu illerinde gelişmeyi kasten engellemesinin doğal sonucudur (Bruinessen, 2005: 338). Bölgede var olan olanakların bilinçli olarak kullanılmaması, diğer bölgelerde toplumsal ve ekonomik örgütlülük açısından farklı metotların uygulanması, bugün yaşanan ekonomik açmazın baş mimarı olmaktadır. Bu duruma ilişkin olarak Değirmenci’ye (2009: 49) konuşan Fikret Başkaya, bölgenin her açıdan eşine az rastlanır bir zenginliğe sahip olduğunu belirterek, “demek ki sorun başka şeylerle ilgili…” der. Bilindiği gibi, kolonizasyon hareketi belli bir plan dâhilinde somut bir amaç için yapılır. Başkaya (2001), Beşikçi (1991) ve Yıldız (2006) gibi yazarların ortak olarak işaret ettikleri üzere, II. Mahmut’un merkezileşme politikasından beri süregelen yayılmacılık ve işgal Cumhuriyetin asimilasyon uygulamalarıyla devam ederek bölgenin koloni olarak elde tutulmasını sağlamlaştırmıştır. Kolonizasyon hareketlerinin doğal karakteri olarak sömürgecilik, eylemleriyle, genellikle gücünü bölgenin aleyhine kullanarak taraf olur (Yıldız, 2006). Bu anlamda bölgede sistemli ve devamlı bir iskân ve kolonizasyon hareketi olduğunu söylemek abartı sayılmaz. Hemen bu 
noktada belirtmek gerekir ki, kolonizasyon hareketiyle siyasi yapının denetimi altında olan bölge, sosyo-ekonomik bakımdan disiplin altına sokularak 
devletin inisiyatifine bırakılmıştır. 

Yıldız (2006: 24), sömürge ve sömürgeci ilişkisinin göreceli bir kavram olduğunu dile getirir. Kürdistan üzerinde izlenen uygulamalardaki sömürgecilik eğilimlerini görmek akademik ve diğer çalışmalarda araştırmacıların ideolojik ya da kişisel korkulardan kaynaklı tercihlerine göre istenmeyen bir durumdur. Resmi tarihe göre de bölgedeki uygulamaların sonuçları sömürgecilikle bağdaştırılamaz. Türkiye’de Başkaya (2001), Beşikçi (1991) ve Kâhya (2008), bölge üzerindeki sömürgeci eğilimlerin varlığına işaret eden yazarlardan bazılarıdır. Kolonizasyon hareketinde “doğru önlemlerden” biri olarak yapılması gereken ilk eylem, ülkenin bir iki kilit bölgesine göçmen yerleştirmektir (Yıldız, 2006: 26). Nitekim 24 Eylül 1925’te Bakanlar Kurulu kararıyla hazırlanan Şark Islahat Planı’nda, Van şehri ile Midyat arasındaki hattın Ermenilerden kalan arazilerine Türk muhacirleri yerleştirilmesi kararlaştırılmıştır. Plana göre: 

Yugoslavya’dan gelmekte olan Türk ve Arnavutlar ile İran ve Kafkasya’dan gelecek teşkil edeceği, muhacirin, evvelemirde Elaziz-Ergani-Diyarbekir, Elaziz-Palu-Kiğı, Palu-Muş arasındaki Murat Vadisi, Bingöl Dağı’nın Şark ve cenubu ve Hınıs, Murat vadileri, Muş Ovası, Van Gölü havzası, Diyarbekir-Garzan-Bitlis hatlarında iskân edilecek (Akçura, 2008: 44-45). 

Türkay’ın (2009: 106) belirttiği gibi, sömürgecilik pratiği yalnızca iktisadi bir içeriğe sahip değildir. Sömürgeleştirilen coğrafyalarda yaşayan toplumlar eşzamanda kültürel bir dönüşüme de zorlanırlar. Bu bağlamda Türkiye Kürdistan’ının Türkiye’nin diğer coğrafi bölgelerinden geri kaldığını ya da az geliştiğini söylemek antropolojik anlamda kolonyal düşünce sisteminin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Türkiye örneğinde kolonyal düşünce sisteminin aşiret ilişkilerini sorumlu tutarak Kürtlere medeni olmayan, “yerli”, “barbar” insanlar portresi çizmesi, Kürtler nezdinde dahi haklı bir gerekçe olarak içselleştirilmesi, Kürdistan’ın -tarıma dayalı gelişen (Hassanpour, 2005: 29)- ekonomik sisteminin başarıyla çökertilmesini sağlamıştır. 

Hassanpour (2005)’in değindiği gibi, aşiret sisteminin bir sorun olarak görülmeye başlanması bölgenin ekonomik işleyişini yavaşlatarak zarara 
uğratmıştır. Saha araştırmasında görüşme yaptığım kişilerden yetmiş iki yaşındaki emekli bir esnafın Kürt sorununu “Doğu’daki aşiret ilişkilerine” 
bağlaması bahsi geçen içselleştirmenin başarısını ortaya koyar. Bu aşamada zihinsel manipülasyonlardan bahsetmek gerekir. Başkaya (2002: 11) halkların bilincinin sömürgeleşmesinin, insanın kendine ve kendi gerçekliğine yabancılaşması demek olduğunu ve her dönem insanların bilincini çarpıtıp 
sömürgeleştiren kavramların ortaya atıldığını ileri sürer. Türkiye’de üretilen ve yaygın olarak benimsenen algıya göre, Kürtlerin yaşadığı bölgeler ve gün 
içerinde kurdukları iletişim ağları ülkenin geri kalanına göre “çağdaş uygarlık seviyesinden” hayli uzak, gerici ve irrasyoneldir. Bir toplumun kültüründen, 
tarihinden ayrılmaz olan unsurların gericilikle, akıl dışılıkla itham edilmesi sömürgecilik sürecinin bir parçasıdır. Batı’nın geçerli kalkınma paradigmasına ciddi eleştiriler yönelten Partant (2002: 48), kalkınma ve azgelişmişlik kavramlarının nasıl ortaya çıktığını şöyle ifade eder: 

Bugün bu ülkelerin ekonomik ve teknik planda geri oldukları, bu geriliğin de sosyal ve kültürel bir geriliğe  neden olduğu kabul ediliyor. 

Aradaki farkı kapatmak için, bugünkü sanayileşmiş ülkelerin gelişmişlik düzeyine ulaşıncaya kadar (onlar da yerlerinde durmuyorlar) ekonomik ve teknik planda ilerlemeleri gerekiyor. Böylece gelişmiş ülkeler yeni bir misyon keşfetmiş durumdalar: “kalkınma yolunda” ilerlemeleri için azgelişmiş olanlara yardım 
etmek (!). Bugün resmi terminolojinin de üzerinde yerini aldığı bu yol, birkaç yüz yıldan beri insanlığın geri kalan kısmına, Batılının gösterdiği çıkmaz yoldan 
başka bir şey değildir. 

Algı yönetimleri, kendi içinde hiçbir tutarlılığı olmayan söylemleri toplumsal bilince birer gerçeklik olarak yerleştirir. Bu şekilde çoğunlukla zorla kısmen gönüllü olarak Kürtlerin “çağdaş uygarlık seviyesini” yakalamalarının gerekli olduğu ve bu amaca ulaşmaları için öncelikli olarak dillerinden, kültürlerinden ve tarihlerinden uzaklaşmaları gerektiği dile getirilir. 1945 yılında Amerikan Başkanı Truman’ın geri kalmışlık durumunu “her şeyden önce Amerikan kalkınmışlık seviyesine (veya hayat tarzına-american way of life) göre bir geride kalmayı” (Ünsaldı, 2011: 20) ifade etmesinin bir benzeri olarak Türk ulus devletinin egemen güçleri bölgeyi geri kalmışlık kavramıyla tanıştırırlar. Kürt sorununun kimlik boyutunu ve kültürel taleplerini görmezden gelen bu yaklaşım bölge için programladığı “geri kalmışlık” politikasıyla Kürtlerin eşitlik ve özgürlük taleplerini bir süre için görmezden gelir. Bölgenin normalleşmesini kalkınmaya bağlayan sosyal ve ekonomik öncelikli politikalarla ilgili araştırmaların bolluğu göze çarpar. Bunlar arasında en sağduyulu olanları dahi, örneğin TESEV (2006) araştırması gibi, kalkınmacı retoriğin ürünleridir. Hiç kuşkusuz söz konusu araştırmaların öne sürdüğü gelişme kavramını (ya da kalkınma) gerek insanlık açısından gerek bireysel açıdan ele aldığımızda toplumsal yaşam içinde özgürleşme sürecine ilişkin olarak toplumun ya da bireyin daha donanımlı hale gelmesi ve düşünsel yetilerini geliştirerek özgürleştirmesi anlamına gelir. Gelişme bu anlamda 
kulağa hoş gelen bu amaçlara ulaşmada bir araçtır. Ancak ekonomik gelişme süreci -ekonomik yaşamın gelişmesi ve teknolojik gelişme- büyük bir dönüşüme işaret ederek kapitalist gelişmenin dinamiklerini daha belirgin olarak ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucunda gelişme, araç olmaktan çıkarak amaç haline gelmiş (“gelişme için gelişme”) ve ekonomik kaynaklar hızla ve sadece “kar-üretkenlik-verimlilik” adına kullanılmış, üretim ve tüketim toplumda eşitsiz süreçler olarak örgütlenmiştir (Ercan, 1996: 14-15). Türkay’ın (2009: 22) ifade ettiği gibi, “klasik kuram çerçevesinde kapitalist ilişkilerle tanımlanan gelişme, tarihsel bir kategori olarak değil, doğal, kendiliğinden ve evrensel bir kategori olarak kabul edilmektedir”. Bu kabul sömürgecilik konusunu ortaya çıkarır: 

Genel olarak klasik iktisatçılar, batılı olmayan toplumları ve bu toplumların sömürgeleştirilmelerini Avrupa merkezli bir bakış açısıyla ele almışlardır. 
Bu ele alış biçiminde, sömürgecilik bir taraftan Batı’nın uygarlaştırıcı misyonunun pratiği olarak kabul edilirken, diğer taraftan insanlığın toplumsal evriminde henüz erken ve ilkel aşamada bulunan toplumları, daha ileri aşamaya doğru harekete geçirici, teşvik edici tek yol olarak haklılaştırmaya yöneliktir. 
Dolayısıyla sömürgeciliğin söz konusu toplumlar üzerinde olumlu bir etkisinden söz edilebilir, bu toplumların içinde bulundukları gerilik durumu sömürgeleşmiş 
olmalarından değil, kendilerinin gelişmeye karşı dirençli iç yapılarından kaynaklanmaktadır (Türkay, 2009: 23). 

Bu noktada devletin meşrulaştırmak ve kabullendirmek istediği Kürt meselesinin bir geri kalmışlık sorunu olduğu savının “ideolojik bir kurgu” olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Türkiye’de ve dünyada kalkınma sorununa eleştirel bir bakış açısı aralayan Amin (1993), Başkaya (2000), Ercan (1996), Partant (2002), Türkay (2009) ve Ünsaldı (2011) gibi pek çok araştırmacı vardır. Başkaya’ya (2011a: 7) göre kalkınma kavramı, kolonyalizmin klasik sürümünün sahneden çekilmekte olduğu bir zamanda imal edilmiş ideolojik bir kurgudur. Amin de aynı noktaya işaret ederek toplumlardaki iç etkenlerin öne sürülmesinin bir ideolojiyi gizlemek için yapıldığını iddia eder (Amin, 1993; Amin, 1997). Kolonyalizm kelimesini ağza almamak için gündeme getirilmiş olan kalkınma kavramı, eski olanın adeta yeni bir şeymiş gibi sunulmasıdır (Başkaya, 2011b: 75). Kürt sorununu yalnızca ekonomik nedenlere indirgeyerek merkeze koymanın bir zorlama olduğunu söylemek yanlış olmaz. Böyle bir zorlama geçerli egemenlik 
ilişkilerini meşrulaştırmanın bir yolu olarak “meta yönelimli bir kalkınmayı” (Başkaya, 2000; Ünsaldı, 2011) devreye sokar. Ünsaldı’ya göre, Türkiye’de 
geçerli kalkınma algısı, antropolojik anlamda inançlar seti olarak bir hayalin ‘nasıl’ına kilitlenmiş durumdadır (Ünsaldı, 2011). Ünsaldı’nın (2011) Türkiye 
üzerinden söylediklerini uyarlayarak şöyle değiştirmek mümkün; Batı’nın Türkiye’ye, Türkiye’nin de Kürdistan’a dayattığı kalkınma kavramına inanan 
devlet aklı, Kürt sorununun çözümünün kalkınmadan geçtiğine, çünkü kalkınmış bir Kürdistan’ın ülkenin ‘batı’sı gibi olabileceğine, bunun için de ekonomik yatırımların yeterli olabileceğine kanaat getirmiştir. Ekonomik yatırımla Kürt sorununun çözümünün mümkün olduğuna inanmış geçmiş hükümetlerin uyguladığı reçetelerin yeterli olmadığı bugün geçerlik kazanmıştır. Zira kalkınma denilen, ekonomik büyümedir (Başkaya, 2011a: 9) ve ekonomik büyümenin Kürt sorununu tüm katmanlarıyla çözmesi mümkün değildir. “Ekonomik büyüme sermayenin büyümesi, sermayenin her seferinde genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesidir” (Başkaya, 2011a: 9). “Sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesi” ile kastedilen şey kutuplaştırıcı bir sürece işaret ederek, bir kutupta zenginliği karşı kutupta yoksulluğu (Başkaya, 2011b: 113) dramatik bir artışla üretmektir. 

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder