23 Kasım 2017 Perşembe

AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 6


AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 6


4.3. Gezi Parkı Eylemleri: “Demokratik Özerklik İsyanı”16 

Tekeli’nin (1999: 215) belirttiği gibi, “temsili demokrasi vatandaşa kamusal özne olma yolunu kapatmış durumdadır”. Türkiye modernleşmesiyle kurumsallaşan temsili demokrasinin çağımız insanının bireysel aidiyetlerini öne çıkarmada yetersiz kaldığını söylemek yanlış olmaz. Toplumun değişen dinamiği, bütün toplumsal süreçleri ve başkalarını da kapsamakla birlikte, yeni bir insanlık durumuna dâhil olurken demokrasinin standart süreçlerden ibaret olmadığını belirtmek gerekiyor. Taksim Gezi Parkı ile başlayan ve 31 Mayıs 2013’ten beri tüm ülkeye yayılan Gezi parkı eylemleri Ankara, İstanbul ve İzmir başta olmak üzere birçok kent mahalle parklarında forum ve eylemlerle devam ederek yerel meclislerin küçük bir örneğini sergiledi17. Bir parktan başlayıp tüm ülkeye yayılan eylemlerin bu boyutlara ulaşmasının ve sınırları aşmasının temel nedeni, toplumun geniş kesimlerinin merkeziyetçi yönetim şekline olan hoşnutsuz luğunun ve itirazının dışa vurumuydu. Parklardaki forumlarda halkın ortak talebi kendisini doğrudan ilgilendiren çevre, ulaşım, sağlık ve eğitim gibi konularda karar alma sürecine dâhil olmaktı. Parklarda kürsüye çıkan herkesin somut önerilerini dile getirmeleri halkın yönetime doğrudan müdahil olma isteğini gösterdi. Bilindiği gibi, temsili demokrasinin aksine, doğrudan demokraside siyasi erki kullanma yetkisi temsilcilerde değil, yurttaşların kendi ellerinde olmaktadır (Dulkadir, 2008: 48). 

Dolayısıyla insanların parklarda bir araya gelmesinde ve toplumsal birliktelikler yaratmasında, doğrudan yereli ilgilendiren konularda, merkezin yerelle iletişimsizliğinin ciddi bir katkısı olmuştur. Keleş’in (1999: 123-124) belirttiğine göre, Türkiye’de yerel yönetimler yukarıdan aşağıya oluşturulmuş bir yapıdadır. Yani halktan, alttan, gelen bir oluşuma dayalı kurumlar değildir. Keleş’in (1999) ifade ettiği gibi, Türkiye’nin yerel yönetimleri merkeziyetçi bir yapısal özelliğe sahip olup kararların büyük bir kısmı alındığı yerde kesinlik kazanmaz. Vera-Zavala (2006: 172), en iyi kararların ilgili alana en yakın yerde alınan olduğuna ve dolayısıyla yerelde alınan kararların en demokratik kararlar olduğuna dair düşüncelerin varlığından bahseder. Buna göre, merkezin aldığı kararların yerelde bir karşılığı olmaması, merkez ve yerel yönetim biçiminin türü, içeriği ve yapısının değişimine yol açacağı ve farklı imkânların gelişimiyle yeni bir toplumsal sözleşmenin ve yönetim modelinin doğacağı gözüküyor. Bir sivil alanın nasılına değinen Bulaç’a (1999: 175) göre ise, devletin müdahale etmediği, sadece mahalleye, semte, şehre ait bir alan olması gerekir. Bulaç’a (1999) göre, şehir meclislerinin ve seçimle işbaşına gelen şehir başkanının olduğu, mahalleyi, sokağı, şehri düzenleyen, merkeze danışmadan karar verebilen, şehirle ilgili kanunlar çıkarabilen ve vergi toplayıp talepler doğrultusunda harcayabilen güçlü bir sivil alana ihtiyaç vardır. Çitçi (1999: 248-249) ise demokratik yerel yönetimler için elverişli koşulların yaratılmasının nasılına yanıt ararken, daha alt düzeyde örgütlenmeye gidilmesi, yerel yönetimlerin ‘yerelleştirilmesi’, proje ve 
planların kamu görüşüne sunulması, halk toplantıları, danışma meclisleri, yerel referandumlar, yurttaş girişimlerinin kurumsallaştırılması, temsilcileri 
geri çağırma (recall) ve seçimlerin yenilenmesi gibi uygulamalardan söz eder. 

Bu konunun uluslararası dokümanı anlamında Avrupa Konseyi’nce 1992 yılında yayınlanan ‘Avrupa Kentsel Şartı’ metninden bahsedecek olursak, bu 
metnin, Türkiye için en yeni niteliği “işlerin demokratik boyutu” olarak hemşerilerin (yerel halk da diyebiliriz) kentin yönetimine ve planlamasına 
bizzat katılmalarıydı. Söz konusu Kentsel Şart, hemşerilerin serbestçe ve demokratik seçimlerle kentin yönetimine ve planlanmasına katılmasını ve 
kentin geleceğini ilgilendiren önemli kararları kentlilerin almasını öngörüyordu (Tunçay, 1999a: 277-278). Bu bağlamda, Kürt siyasetinin özerklik başlığı 
altında dile getirdiği yerinden yönetimle yerel meclislerin oluşturulmasının küçük örnekleri parklardaki forumlarda gözlenebilir18. Bu doğrultuda Tekeli’ye 
göre, temsili demokrasinin eleştirisine dayanan yerel demokrasi önerisi (ya da demokratik yerel yönetim), insanların bir noktayla ilişkili olduğu varsayımı 
karşısında, onların üç-dört noktada birden yaşıyor olmalarına işaret eder (Tekeli, 1999). Tekeli’nin (1999) belirttiği gibi, araçsal nitelikteki temsili 
demokrasinin aksine bu yeni demokrasi pratiğiyle, “oydaşmanın olduğu alanda artık herkes kamu öznesidir” (Tekeli, 1999: 219). 

Buna göre, bu pratikle insanlar karşılıklı öğrenerek, tartışarak, birbirlerinin sorunlarını anlayarak herkes için anlamlı kararlar ortaya çıkarabilirler (Tekeli, 1999). Örneğin, “özgürlük”, “demokrasi” ve “adalet” için parklarda olduklarını söyleyen forumdaki insanlar, sorunlarını birbirlerine anlatarak çözüm 
üretmekte, ortaya konulan fikirleri oylayarak kabul etmekte, itiraz edilen öneriler ise forum tarafından reddedilmektedir. İnternet forumlarına göre, 
mahalleliler çevreyle ilgili kararlar –HES’ler ya da örneğin Ankara’da Atatürk Orman çiftliğinin yıkımı gibi- ve ulaşım sorunlarından -örneğin bisiklet 
yolunun olmayışı gibi- eğitim ve sağlığa kadar kendilerini ilgilendiren konular için çalışma grupları oluşturmayı önermektedirler19. Denilebilir ki, mahalle 
taleplerinin bir defterde toplanması, imece usulüyle mahalle dayanışması, ihtiyaçları karşılamak üzere fon oluşturulması gibi önerilerle yerel meclislerin 
nasıl çalışabileceğini gösterdiler. Yine internet forumlarının aktardığına göre, çalışma grupları yerel seçimlerde kentlerine nasıl katkı sağlayabileceklerini 
düşünerek, ütopik bir şekilde, partilerle temsilin değil de halkın kendi kendisini sosyal ve ekonomik politikalara doğrudan katılarak yönettiği, gündeme ve yasalara dair söz sahibi olduğu, bir yönetim şeklinin olabilirliğini tartıştılar20. Forumlardan çıkan sonuç itibariyle siyasi literatürde katılımcı demokrasi olarak tanımlayabileceğimiz bu yönetim şekliyle mahalle örgütlülüklerini yaygınlaştıran yerel halk, yerel seçim sürecinde geniş katılımlı forumlar düzenleyerek forumlardan temsilci seçmek ve diğer forumlardaki temsilcilerle birleşerek mahalle meclisi oluşturup delege belirlemeyi tartışıyor21. Örneğin bu şekilde bir “Ankara Meclisi” oluşturarak yerel seçimlerde “halkın ortak adayları” çıkartılmak isteniyor. Vera-Zavala’ya göre, katılımcı demokrasinin özünü, kararlara katılma ve birlikte belirleme hakkı oluşturur. Buna göre, katılımcı demokrasiyle vatandaşlar kendi kentleri, mahalleleri, vergi paraları ve kamusal bütçeleri konusunda ortaklaşa karar alırlar ve iktidar sahibi olurlar. Vera-Zavala (2006), katılımcı demokrasinin yalnızca seçim gününde insanlara belirleme hakkı tanıyan geleneksel temsili parlamenter demokrasiden daha ileri olduğu görüşündedir (Vera-Zavala, 2006: 18-19). Vera-Zavala’nın (2006) belirttiği gibi, bir denge unsuru olarak katılımcı demokrasinin iki temel özelliğinden ilki, daha çok sayıda insanın katılma olanağına kavuşması; ikincisi ise, politik kültürü değiştirip dönüşüme uğratarak, etkin olan kişilerin dışında kalan insanlara da sesini duyurma imkânı vermesidir (Vera-Zavala, 2006: 20). Bu anlamda “yerel yönetim çalışma grubu kuralım, yerel seçimlerde adaylarımızı belirleyelim” 
(Sendika.org, 30 Haziran 2013) diyen forumlardaki insanların mahallelerindeki sorunlara karşı ortak hareket etme zemininin Kürt sorununa dönük literatürün işaret ettiği bağlamda kurumsallaşmış demokrasi modeli olarak ifade edilen demokratik özerklik önerisiyle örtüştüğünü düşünüyorum. 

Şöyle ki, park meclisleri kurmak ve tüm park meclislerini bir araya getirmek ve her bölgeden bağımsız aday çıkararak halk meclisi kurmak, milletvekilleri 
ve belediye başkan adaylarını belirleyebilmek ve onlara doğrudan halkın taleplerini sunmak önerisi genellikle Kürt sorunu etrafında yoğunlaşan özerklik temasıyla ilgili gibi durmaktadır. Dolayısıyla bu noktaya ilişkin olarak gezi parkıyla yeniden tartışma konusu olan “Türkiye’nin idare modeli”, soruna 
dönük literatüre göre, “AKP’den kaynaklı bir parti sorunu” ya da “Erdoğan’ın kişiliğinden kaynaklı bir otoriterlik sorunu” olmayıp “merkezin güçlülüğünden 
kaynaklı bir sistem sorunudur”. Gezi parkı eylemlerinin durumuyla alakalı olarak bu argümana dikkat çeken BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ise, Türkiye’ye demokrasinin “demokratik özerklikle” geleceğini ileri sürerek (Sol Haber Portalı, 27 Haziran 2013) konuyla ilgili şöyle konuşmuştur: 

Dil, kimlik, kültür, yaşam tarzımız, inancımız garanti altına alınsın’ diyorsak bunu en başta yönetim modelini değiştirerek gerçekleştirebiliriz. 

Yönetim modeli bu şekilde kaldığı sürece, Türkiye’de bu sistem, asla hiç kimseye demokrasi sunamaz. Başa gelen başbakanın karakteri, kişiliğiyle ilgili bir 
mesele değil. Ben de başbakan olsam, bu modelle, bu sistemle Türkiye’ye demokrasi getiremeyiz. 90 yıllık Cumhuriyet tarihinin en temel problemi budur. 
Türkiye tek başına Ankara’dan yönetilemez. Her il, her bölge kendi durumu, yaşamıyla, kimliği, kültürü, inancıyla ilgili karar alma, yasa yapma, uygulama hakkına, yetkisine sahip olmalıdır. ‘Eyalet sistemi’, ‘özerk bölgeler’ diyebilirsiniz, ismi çok önemli değil. Biz parti olarak bu çözüm sürecinde, bu modelimizi anlatmaya devam edeceğiz. Bu model Türkiye’de hayata geçerse, hepimiz çok daha rahat edeceğiz. 

Bu noktalardan hareketle denilebilir ki, ülkenin dört bir yanında binlerce insanın katıldığı forumlar Türkiye halklarının demokratik özerkliğe ne kadar ihtiyaç duyduğunu göstermekle birlikte uygulanabilirliğine ilham da vermektedir. Bulaç (1999), Çitçi (1999) ve Tekeli (1999) gibi birçok yazara göre, günümüz devlet-birey ilişki modellerinin ulaştığı noktada demokrasi, bu haliyle, toplumsal gelişmenin önünü açamamakta ve bireylerin kendilerini ifade edebilmelerine yardımcı olamamaktadır. Söz konusu yazarlara göre, demokrasi kendi içinde değişim gerektirmekte, birey-devlet ilişkisi insanın özgürleşmesi ve kendini gerçekleştirebilmesi yönünde ilerlemelidir. Donnan ve Wilson (2002: 265) ise, şimdilerde ulus-devlet üzerine geliştirilen yeni perspektiflerden, ulus-devlet tanımının işlevi ve biçimlerinin değişime uğraması ve genişlemesinden söz etmektedirler. Buna göre, bir kurum olarak devlet ile bünyesindeki bütün ülke içi sosyal gruplar ve bölgeleri arasında diyalektik bir ilişki vardır. Siyasal antropoloji bugün ulus-devletin krizini açığa çıkararak devletin yerel düzeydeki memurları ile merkezi düzeyde politikalarını formüle edenler arasındaki uyumsuzluğu ve çelişkileri gözler önüne serer (Donnan ve Wilson, 2002: 266). Örneğin Ekinci (1997), Ergil (2009) ve Kutlay (1997) gibi birçok yazarın dâhil olduğu Kürt sorununa dönük literatürün öne çıkardığı demokrasi kavramına göre, bireylerin talepleri görevlerinden üstün gelmelidir. Bu bağlamda, devletle birey ilişkisine yeni bir boyut kazandıracak demokrasi modeliyle vatandaşların üstünlüğüne dayalı yeni bir içerikte sürekli gelişen yönetim şekli öne sürülür. Buna göre, taleplere dayalı gelişen yeni demokrasi konseptinde bireyler kendilerini istedikleri gibi ifade edebilir, vatandaşlığa dayalı tüm haklarını özgürce kullanabilir ve dahası yeni talepler geliştirebilir. Söz konusu yazarların paylaştığı fikir, bir ulus-devlet olarak Türkiye’nin kültürel çoğulculuğu esas almadan merkezin belirleyiciliğinde farklı talepler için gerekli koşulları hazırlamadığıdır. Aynı literatüre göre, Türkiye’deki yönetim anlayışına karşın farklı taleplerin 
haklarını kullanmasının yasal güvencesi devlete yüklenmiş bir görev olarak düşünülür. Bu düşünceye ek olarak, Türkiye’nin evrensel devlet yönetme 
sanatının dışında kalarak otoriter tekelci bir demokrasi ile yönetildiği öne sürülür. Bu doğrultuda, devletin kurumlarının her türlü demokratik değişime 
ve gelişime kapalı olduğu iddia edilir. Bu iddiaya göre denilebilir ki, çok kültürlülük devlet yönetimine yansımamakta, farklı düşünceler yerel ve 
merkez politikalarda uygulanmamaktadır. Örneğin internet forumlarına göre de, ülkenin genelini ya da yerelin özelini ilgilendiren kararlarda vatandaşların 
fikirlerine kulak asılmamakta, insana dayalı yöntemler reddedilerek merkezin dediği olmaktadır22. Başkaya’ya (2011b) göre ise, demokrasilerde olması 
gereken modelde farklı kimliklerin, farklı fikirlerin vatandaşlığa dayalı haklarını özgürce kullanıp yönetimde doğrudan söz sahibi olmaları gerekir. 

Baran’a (2003) göre ise, Türkiye’nin en büyük açmazı bünyesinde barındırdığı kültürel çoğulculuğa rağmen demokratik özerk yapılara işlerlik kazandırılma masıdır. O’na göre, Türkiye’nin tüm toplumsal kesimlerini rahatlatacak demokrasi şeklinin kurulması ve ivme kazanması Kürt sorununun çözümünden geçmektedir. Bana göre ise, yereli öne çıkaran demokratik özerklik modeli devlet-birey ilişkisinde yeni bir aşama kaydedecek gibi gözükmektedir. Dolayısıyla vatandaşların doğrudan katılımını sağlayan yerinden yönetim demokrasi modelinin hem Gezi Parkı eylemlerinin çıkış noktasına dayanak oluşturduğunu hem de özerklik tartışmalarına yeni bir boyut kazandırdığını düşünüyorum. Örneğin, tüm ülkeye yayılan eylemler ve forumların internet üzerinden aktardığına göre, temel ihtiyaç konumuna gelen âdem-i merkeziyetçi bir demokrasi modeli yereli gerçek anlamıyla güçlendirecek ve merkezin statükosuna son verecektir23. Hemen bu noktada belirtmek gerekir ki, bana göre, Türkiye’de gerçek demokrasi kurmadaki güçlüğün asıl nedeni, demokrasi isteyen kesimlerin genellikle Kürtlerden kopuk hareket etmeleri hatta bazen karşıt tutumlarıdır. Bu anlamda demokrasiyi kazanmanın ancak Kürtleri de kapsayacak biçimde bir bütün halinde mümkün olduğunu belirtmek gerekir. Önemli olduğunu düşündüğüm bu konuya bir biçimde dokunan Baran (2003: 275), Kürtlerin yerel yönetimler bazında talep ettiği demokratikleşme ve yerel yönetimlerin demokratik tarzda geliştirilmesi sorununun büyük oranda Türkiye’nin geneli için de geçerli olduğunu ifade eder. Bu noktadan bakınca, Türkiye’de demokrasi talep eden farklı kesimlerin genellikle Kürtlerle ortak bir mücadele anlayışı oluşturmaması demokratik kurumların yerleşmesini ertelemiş olabilir. Bilindiği gibi, özerklik talebi genellikle “ayrılıkçı” bir eylem olarak görülür ve çoğulcu demokrasi mücadelesi ise çoğu kez “vatana hıyanet” sayılır. Oysa Türkali’nin (2005: 6) belirttiği gibi, “Artık iyice bellidir ki, bu ülkede Kürt sorunu çözülmeden demokrasi sorunu çözülemez. Ola ki demokrasi sorunu 
çözülmeden de Kürt sorunu çözülmeyecektir”. 

5. ANAYASA 

Farklı siyasi düşüncelerin eşit olarak yer bulduğu, toplumun çeşitliliğinin bütün gerçekliğiyle kapsandığı demokratik, adil ve özgürlükçü irade beyanının yasal güvencesinin anayasalar olduğunu söylemek yanlış olmaz. Kürtlerin vatandaşlık bağlamındaki siyasal, sosyal ve kültürel haklarının anayasa tarafından yasal olarak güvence altına alınma konusu Kürt sorununun çözümünde siyasi mesele olmayı sürdürmektedir. Mithat Sancar, kültürel haklar alanında bugüne kadar yapılan değişikliklerin güvencesi olmadığını ifade ederken, başka bir hükümetin pekâlâ kanunlarda yapacağı değişiklerle bu hakları geri alabileceğini, dolayısıyla anayasal güvence konusunun, dahası, anadilin eğitimde kullanılması; özel radyo ve televizyonlarda sınırsız yayın yapılması; kendi kimliğiyle temsil imkânı; yerel yönetimlerin bir tür özerklik modeli doğrultusunda güçlendirilmesi ve ülke 
düzeyinde kimlik temelli genel siyaset yapma yolunun açılması için anayasal ve yasal düzenlemelere ihtiyaç olduğunu, bunların anayasal güvenceye 
kavuşturulmasını belirtir (Sevimay, 2009: 102). Sorunun nihai çözümünde demokratik hak ve özgürlükleri yasal statüye kavuşturacak yeni sivil bir 
anayasanın yapımı Kürtler tarafından dile getirilen temel taleplerden biridir. Yeni anayasanın pek çok başlığı olduğu tarafımca bilinmekle birlikte Kürt sorununu doğrudan ilgilendiren üç temel konuyu belirtmek yerinde olur. Birincisi Kürtlerin kimlik talebiyle doğrudan bağlantılı olarak anayasada vatandaşlık tanımının nasıl yapılması meselesidir. Diğer iki konu ise anadilde eğitim hakkının tanınmasıyla yerelleşme olgusuna ilişkin olan özerklik yasasıdır. 

Parla’ya göre, kişi ve toplulukların hak ve özgürlüklerini çok fazla kısıtlayan 1982 Anayasası, “devlet-yurttaş ilişkisini önemli ölçüde faşizan korporatist bir anlayışla düzenlenmiştir” (Parla, 2007: 45). Yazıcı’ya (2009: 65) göre ise, 1982 Anayasası, “anayasacılık kavramının gerektirdiği gibi bireyi devletin üstün otoritesi karşısında korumaya odaklanan bir ruhla hazırlanmamıştır”. Devletin resmi ideolojisinin taşıyıcısı 1982 Anayasası, özellikle de Kürt sorunu olarak ifade edilen toplumsal durumu besleyerek çözümün önünde önemli bir engel olarak öne çıkar. Kürtleri diliyle, kültürüyle kimliksel olarak tanımayı reddeden, Aktan’ın (2012: 12) ifadesiyle, “Kürt olmayı tanımlayan ve belirleyen” Kürtçe’ye yaşam alanı tanımayan 82 Anayasası, alanda dinlediğim anlatıların da işaret ettiği üzere, Kürtler tarafından kaçınılmaz olarak eleştiriyle karşılanmaktadır. Alanda ulaştığım Kürtler tek bir ağızdan “ilkin Darbe Anayasası’ndan kurtulmak gerektiği” vurgusu yaptılar. Görüşme yapılan kişilerin anayasa konusunda görülmemiş emsalde ortak tutumlarının sebebi kanımca Parla’nın (2007: 33) belirttiği gibi hem 1961 hem de 1982 anayasalarını yapan kurucu iktidarın içinde milletin ya çok az oluşu ya da hiç olmayışıdır. “Milletin ayrılmaz parçası’ silahlı kuvvetlerin parçaları (cuntalar), yani ‘parçanın parçaları’, ‘bütün’e (millete) 
anayasalar dikte etmişlerdir”. 

5.1. Vatandaşlık Tanımı 

Kürtlerin kimlik talebiyle doğrudan bağlantılı olan vatandaşlık tanımı, anayasanın vatandaşlık maddesindeki “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” hükmünün etnik aidiyete vurgu yapan mevcut düzenlemesiyle, soruna dönük literatüre göre, bir sorun olarak ele alınıp hak eksenli bir yaklaşımla çözülmelidir. Uygun (2012) ve Kurban ve Ensaroğlu (2010)’un paylaştığı fikir: “Türk etnik kimliğine mensup olmayan vatandaşlar açısından en sorunlu madde olan 66. madde, etnik temelli vatandaşlığa işaret ediyor olup Türk olmayan vatandaşlara karşı dışlayıcıdır”. Kurban ve Ensaroğlu’na (2010) göre, ilk olarak 66. maddenin “Türk vatandaşlığı” şeklindeki başlığı, “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı” olarak değiştirilmelidir. Maddenin kendisine dair ise çeşitli öneriler mevcuttur. Örneğin, Kurban ve Ensaroğlu (2010: 26)’nun 66. madde için sundukları dört alternatifli önerilerinden BDP Karşılaştırmalı Anayasa Paketi Taslağı’nı referans gösterdikleri bir tanesine göre madde şöyle değiştirilmelidir: 

Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes din, mezhep, ırk, etnik köken, cinsiyet, kültür ve benzeri hiçbir fark gözetilmeksizin Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır. Hiç kimse kendi isteği dışında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartılamaz. 

Uygun’a (2012: 23) göre ise, bu sorun, kimin Türk olup olmadığıyla değil, kimin yurttaş olduğu ve yurttaşlığın nasıl kazanılıp kaybedileceği belirtilerek çözülebilir. Uygun’un yurttaşlığı esas alarak önerdiği vatandaşlık tanımının anayasal düzenlemesi şöyledir: 

Yurttaş bir babanın veya ananın çocuğu Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıdır. Yurttaşlığın kazanılacağı diğer haller kanunda gösterilir. Hiç kimse rızası hilafına 
yurttaşlık hakkından mahrum bırakılamaz (Uygun, 2012: 24). 

Erdoğan ve Yazıcı’ya (2011: 12) göre de yeni anayasa, yurttaşlığı tanımlamak sızın, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığının temel bir hak olduğunu belirtmekle yetinmeli, ancak ayrımcılık ihtimali göz önünde bulundurularak, yurttaşlığın, etnik köken, dil ve inanç farkı gözetilmeksizin kanunların öngördüğü usullere kazanılıp kaybedilecek bir hak olduğunu vurgulamalıdır. Bu doğrultuda, TESEV (2012: 58) araştırması bulgularının yorumlarına göre yüzde 44’lük gibi yüksek sayılabilecek oranda bir kesim anayasada ya hiçbir etnik kimliğe yer verilmemesini ya da olacaksa bütün etnik kimliklerin yer almasını istemektedir. Aynı araştırmaya göre, Kürtlerin yüzde 72’si tüm kimlikler yer almalı derken; hiçbir kimlik yer almasın diyenlerin sayısı da Türkiye ortalamasının 4 puan üstündedir (TESEV, 2012: 57). Benzer şekilde, benim çalışmamda edindiğim bulgulara göre ise, alanda ulaştığım Kürtlerin ekseriyeti tüm kimliklerin anayasada yer almasını isterken; “kimliklere atıfta bulunulmasın” diyenler de mevcuttur. Hemen burada belirtmek gerekir ki, Anayasa’nın 66. maddesi bağlamında yapılacak değişiklikle bu maddede Türk etnik kimliğine yapılan vurgunun giderilmesi, Kurban ve Ensaroğlu (2010: 21)’nun işaret ettikleri gibi, mevzuatın bütünü için geçerlidir. Bilindiği üzere, “Türk”, “Türk evladı”, “Türklük”, “Türk soyu”, “Türk soylu”, “Türk ırkı”, “soydaş” gibi ifadeler mevzuatın genelinde hayli fazla kullanılmaktadır. Metin boyunca “Türk vatanı ve milleti”, “yüce Türk devleti”, “Türk milleti”, “Türk toplumu”, “her Türk”, “Türk vatandaşı”, “Türk dili”, “Türk kültürü”, “Türk tarihi” ifadelerinin gösterdiği gibi, Anayasa’nın bütününde Türk etnik kimliğine vurgu hâkimdir. Kurban ve Ensaroğlu (2010: 22), bu dilin, farklı etnik gruplardan oluşan Türkiye toplumunun çoğulcu yapısıyla bağdaşmadığını ifade ederek yeni anayasada herhangi bir etnik kimliğe bu ve benzeri göndermelerin yapılmaması gerektiğini belirtirler. “Türk milleti” yerine, pek çok kişinin üzerinde birleştiği ve alandaki Kürtlerin de dile getirdiği, “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları” ifadesi kullanılabilir. Bu noktada örnek teşkil etmesi anlamında, Türkiye’nin anayasalarına göre daha demokratik olduğu bizzat anayasa hukukçuları tarafından kabul edilen 1921 Anayasası’ndan bahsetmek gerekir. 1921 Anayasası’nın 3.maddesi “Türk Devleti”nden değil, “Türkiye Devleti”nden bahsetmektedir. Bu madde şu şekildedir: “Türkiye Devleti, 
Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti ‘Büyük Millet Meclisi Türkiye Hükümeti’ unvanını taşır” (Yayman, 2011: 42). 

7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder