23 Kasım 2017 Perşembe

AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 2


AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 2


1.2. Araştırmanın Problemi 

Kürt sorunu nasıl çözülmeli sorusu mevcut çalışmamı meşgul eden öncelikli soru oldu. Kürt sorununu algılayış biçimimiz çözümün nasıl olması gerektiği nin ipuçlarını verir. Sorunun nasıl çözülmesi gerektiğine ilişkin olarak farklı algı biçimlerinden kaynaklanan çeşitli çözüm önerileri tartışmaya açıktır. 
Güç ve çıkar gibi unsurlar tarafından yönetilen algı biçimlerinden filizlenen keyfi önerilerden ziyade ben Kürt sorununun çözüm önerisinin Kürtlerin 
sesine kulak vermek olması gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de Kürt sorunu söz konusu olduğunda argümanlar arasına önce terör sonra aşiret 
ilişkileriyle, azgelişmişlik ve ekonomik faktörleri sıkıştırmak geleneksel hale gelmiştir. Bruinessen (2012: 85), Jwaideh’in (1999: 566) Kürt sorununun 
büyük oranda politik ve psikolojik yapıda bir sorun olduğunu öne sürdüğü çalışmasında Kürt sorununu ele alma tarzına değinirken, sorunun 
modernleşmenin gelişmesiyle ortadan kalkacak olan aşiretçilik, feodalizm veya sosyal eşkıyalık gibi etmenlere indirgenerek tümden ya da kısmen 
reddedilmesinden bahseder. 

Kürt sorununa karşı geliştirilen yaklaşımları anlamak Türkiye toplumunun açmazlarını kavramak için ideal bir fırsattır. Yeğen’e (1999: 216) 
göre, Cumhuriyet dönemi devlet söylemi içersinde Kürt sorununun “irtica’, ‘aşiret ya da eşkıya’, ‘ecnebi kışkırtması’, ‘bölgesel geri kalmışlık” şeklinde 
yeniden kurulmasının ardında, sorunun, “etno-politik bir sorun olarak algılanmayıp ‘kendisinden başka bir şey olarak kurulması” süreci vardır. 

Bana göre, Kürt meselesinin çözümü bizzat Kürt toplumunu muhatap alan bir yaklaşımı gerektirmekte ve başarısının kıstası da Kürtler nezdinde temsil 
ettiği adalet ve hakkaniyettedir. Dahası Kürt olma durumunun anlam dünyası içine girmenin Kürt sorunu nasıl çözülmeli sorusunun cevabını vereceğine 
inanıyorum. 

Ekinci (1997) ve Kutlay’a (1997) göre, Kürt sorununun temelinde doğuştan bütün insanların sahip olması gereken basit hakların reddi yatar. 

Buna göre, Kürtlerin anadilinde okulların olmaması, Kürt kimliğine ve kültürüne saygı duyulmaması, yerel yönetimlerin güçsüzlüğü ve ekonomik ve sosyal gelişmenin önünde durulması temel sorunlardır. Bu doğrultuda, bugün Kürt açılımı3 diye adlandırılan çözüm sürecinde, soruna dönük literatürün öne 
çıkardığı kimlik, anadilde eğitim, özerklik, anayasa ve ekonomik yatırım kavramlarına odaklanarak araştırmamın kavramsal çerçevesini oluşturdum. 
Bugüne kadar soruna sürekli yeni boyutlar kazandırarak meseleyi büyüten ve çetrefilleştiren süreçlerin aksine, bu araştırmada, söz konusu beş kavramın 
Kürt sorununun çözümünde beş butonlu bir şema oluşturduğunu ileri sürüyorum. Tek başına kimlik ya da anadilde eğitim talebiyle Kürt sorununu 
sınırlamayıp, bu temel üzerinde hareket etmesi gereken çözüm sürecinin ilk kabulü kanımca bu olmalıdır. Bu doğrultuda, araştırmam boyunca Kürtlerin 
bu kavramları ‘neden’ talep ettiği sorusunun ardına düşmeyi amaçlıyorum. 

Araştırmanın soruşturma konusu yaptığı şey, Kürt sorununa dönük literatürde öne çıkan temel kavramların tarihsel kökenlerini ve güncel tezahürlerini doğrudan alan çalışması verileri üzerinden değerlendirerek sorunun çözümünde neden ve nasıl kritik önemde olduklarıdır. Öncelikli olarak Kürt sorununu ortaya çıkaran en temel mesele Kürt kimliğinin tanınmamış olmasıdır. Bu çalışmanın Kimlik bölümünde önce kimlik oluşumunun arka planındaki ulus devlet geleneği ve bu tarihsel geleneğin yarattığı ortamda Kürt kimliğinin var olma mücadelesini çalışacağım. Bu bölümü kimliğin asimilasyon, modernleşme ve küreselleşme gibi bir dizi süreç karşısındaki algılanışını ve yorumlanışını inceleyerek tamamlayacağım. 
Ardından güncel gelişmeler karşısında kimlik kabulüne ilişkin olarak yaşanan kırılmaları Diyarbakır Cezaevi örneği üzerinden ele alacağım. Bu başlıkta 
siyasetin günlüğünün devletle Kürtler arasında dramatik kopuşlar yarattığını ileri sürerek Kürt kimlik bilincini nasıl dönüştürdüğünü açıklayacağım. 

Kürt kimliğini görünür kılan en önemli unsur olan Kürtçe’nin bir yasak dil olarak Türkiye’deki konumlanışını Anadilde Eğitim bölümünde tartışmaya açacağım. Dil konusunu bir korku sorunsalı olarak ele almayı amaçlıyorum. Kürt sorunu tartışmalarında ekseriyetle bölücülük olarak algılanan Özerklik bölümünde ilkin özerkliğin tarihsel süreçteki konumuna değinecek ve bir sonraki başlıkta ise yerelleşme olgusuna ilişkin olarak demokratik özerklik modeli üzerinde duracağım. Bu bölümde çok güncel bir konu olan Gezi Parkı Eylemlerinin esasen bir özerklik talebi olduğunu öne sürerek eylemlerle Kürt sorununun demokratik çözümü arasında doğrudan bir bağlantı kurmayı hedefliyorum. Anayasa bölümünde ise aslında çok anlaşılır bir talep olan güvence meselesini vurgulayacağım. Bilindiği gibi Kürt sorununda gelecek hükümetlerin siyasaları öngörülemeyeceğinden kimlik, anadilde eğitim ve özerklik talepleri güvence isteyen konulardır. Dolayısıyla Kürt sorununun nihai çözümünde tuttuğu yer bakımından yeni anayasanın önemini anlatan Aysel Tuğluk, yeni ve demokratik bir anayasa ile anayasal vatandaşlık hukuku hâkim kılınır ve özgürlüklerin alanı genişletilirse, anadilde eğitimden bireysel ve kültürel haklara, yerel yönetimler reformundan Kürt kimliğine saygıya kadar meseleye büyük oranda çözüm bulunacağını ifade eder (Sevimay, 2009: 31-32). Bu bölümde anayasanın vatandaşlık tanımı, anadilde eğitim ve yerelleşmeye ilişkin özerklik yasasını üç başlık halinde çözüm odaklı çerçevede ele alacağım. 

Kürt sorununda öne çıkan kavramlardan en tartışmalı olanı kuşkusuz ekonomik yatırım talebidir. Neresinden bakılacak olursa olsun Kürt meselesinin çözümünün ekonomik yaklaşım da gerektirdiğini düşünüyorum. Ama konuyu tartışmalı kılan şey, temelde yatırım politikalarının yadsınamayacak şekilde ranta açık olmasıdır. Üstelik Kürt sorununu yoksulluğa ve yoksunluğa bağlayan yaklaşımlar göz önüne alındığında yatırımların çoğu kez kimlik, hak ve özgürlük taleplerinin önüne geçilmesinde kullanıldığı da bilinmektedir. Bu bağlamda Ekonomik Yatırım bölümünde hayli eleştirel bir gözle bu konuyu irdelemeyi hedefliyorum. Kürt sorununun çözümünün kalkınmadan geçtiğini ileri süren ‘geri kalma’ söyleminin 
arkasındaki saiki, kalkınma kavramına eleştirel yaklaşan araştırmacıların görüşleriyle ortaya koymaya çalışacağım. Alanda elde ettiğim bilgiler 
çalışmanın bütün bölümlerinde az veya çok kullanılmakla birlikte son bölüm tamamen alan bulgularından oluşmaktadır. 

1.3. Araştırma Probleminin Alanı 

Kürt sorunu, Kürtlerle Türkler ve Kürtlerle devlet arasında bir tür anlaşmazlık ya da çatışma olmakla beraber karmaşık bir durum olarak Kürtlerle ‘Kürtlerin’ arasındaki bir iç meseledir aynı zamanda. Araştırmanın önemli bir bölümünü oluşturan alan çalışmasının değeri küçümsenemeyecek bir soruyla başladığını belirtmeliyim: “Hangi Kürtler?”. Tezin ana hatlarını, ortaya koyduğum sorular hakkında Konya Kürtlerinin düşünceleri oluşturdu. Türkiye’nin Kürt sorununda yarattığı, yeniden ürettiği ve dayattığı sınıflandırmalarla Orta Anadolu Kürtlerinin sistemle bir sorunu olmadığı ileri sürülür. Diğer bir ifadeyle Kürtlerin kimlikle vatandaşlık bağlamındaki temel hak ve özgürlük talepleri ‘Doğu ve Güneydoğu’ Anadolu Kürtleriyle sınırlandırılarak dolaylı yoldan Kürt sorunu marjinalleş tirilmek istenir. Örneğin, bu doğrultuda bir tez ileri süren Dündar’a (2009: 387) göre, Kürtlerin farklı bir tarihe, kültüre, dine ve ortak bir Kürtlük şuuruna dayalı ayrı bir Kürt kimliği ortaya çıkmamıştır. Dündar’ın savıyla örtüşen Akyol (2006) da bu bağlama işaret eder. Dündar (2009) ve Akyol (2006)’un paylaştığı fikir: “Kürt sorunu yoktur, Kürtçülük sorunu vardır”. Dolayısıyla bu araştırmada, Kürt 
sorununda saklı bir pozisyonda olduklarını düşündüğüm Orta Anadolu Kürtlerini alan çalışmamın özneleri olarak çalışmak istedim. Çünkü en basit ifadeyle, Orta Anadolu Kürtlerinin ne düşündüklerini, ne istediklerini, Kürt sorunu karşısında hangi konumda olduklarını tam olarak bilmiyoruz. Açıkçası bu durumun kasten yapıldığını dile getirmenin yanlış olmayacağını düşünüyorum. Geniş bir bölgeye yayılan Orta Anadolu Kürtlerinin Kürt sorunu söz konusu olduğunda görece geri planda bırakıldıklarını belirtmek gerekir. Doğu ve Güneydoğu’ya odaklı devlet aygıtı ve merkez medya, genellikle Diyarbakır ya da Hakkâri sokaklarını sorunun merkezine koyarken Orta Anadolu Kürtlerini büyük oranda görmezden gelir. Örneğin, Kürt sorunu içerikli tartışmalarda ya da haberlerde Konya Cihanbeyli veya Ankara Haymana Kürtlerinin taleplerinden bahsedildiğini söylemek oldukça zordur. 
Eğer bahsedilecek olursa da bu bölge Kürtlerinin etnik kimlikleriyle temel hak ve özgürlük taleplerinin nerdeyse hiç olmadığı iddia edilir. Örnek vermek 
gerekirse, anadilde eğitim konusunda yapılan bir tartışmada geleneksel söylemler olarak ya Orta Anadolu Kürtlerinin asimile oldukları ya da Kürtçe 
eğitimin önündeki engeller kaldırılsa bile çocuklarını bu okullara göndermeyecekleri öne sürülür. Araştırmaya dayanmayan bu iddialar, 
anadilde eğitim ya da özerklik gibi bahane yaratılması daha kolay taleplerin devlet tarafından karşılanmaması için ortaya konuyor olabilir. Hemen bu 
noktada belirtmek gerekir ki, Kürt siyaseti de farklı bir saikle ama benzer bir yaklaşımla Kürt sorununun olası çözümünde Orta Anadolu Kürtlerinin talepleri  ne ya hiç değinmez ya da Türkiye’nin demokratikleşmesiyle başlayan bir cümlenin içerisinde birkaç sözcükle yer verir. Dolayısıyla yukarıda belirttiğim gibi, Kürt sorunu aynı zamanda Kürtlerle ‘Kürtlerin’ bir iç meselesidir. Bu konuya bir örnek olarak, anadilde eğitim sorunuyla ilgili herhangi bir oturumda katılımcılardan biri genellikle Kürtçe eğitimin uygulamaya dönük imkânsızlığına değinir. Buna cevaben Kürt siyaseti de ekseriyetle Kürtçe eğitimi bölgesel özerkliğe indirgeyerek Kürt sorununun çözümünde ‘Doğu ve Güneydoğu’ Kürtlerini baz alır. Peki Orta Anadolu Kürtlerinin talepleri ne olacaktır? Bu argümanlardan hareketle, her iki taraftan da yok sayılan bir alanın sesine kulakvermek aydınlatıcı olabilir diye düşündüm. 

Orta Anadolu Kürtleri araştırma alanı olarak çalışılmak istendiğinde Ankara, Kırşehir ya da Aksaray illeri de pekâlâ düşünebilinirken, ben tercihimi 
Konya Kürtlerinden yana yaptım. Kürt sorununun ortaya çıkışını ekonomik sebeplere bağlayan yaklaşımların dayanak noktasını oluşturan yokluğun ve 
yoksunluğun aksine, Anadolu sermayesinin yükselişe geçtiği bu ilde, ekonomik sistemle bütünleşmiş Cihanbeyli ve Kulu Kürtlerinin görece zenginlik ve refah içinde yaşıyor olmaları Konya ilini tercih etmemin temel sebebidir. Bu doğrultuda, zenginlik ve refah Kürtlerin talep ettiği temel kavramları neden ve nasıl etkiler ya da etkilemez? sorusu alan araştırmamda aklımda tuttuğum temel sorulardan birisiydi. Alakom (2007), Orta Anadolu Kürtleri isimli kitabında, Orta Anadolu Kürtleriyle ilgili yapılan yerli ve yabancı çalışmalardan bahsetmektedir. Bunlar arasında Cihanbeyli ve Kulu Kürtleri üzerine kaleme alınan çalışmalar da bulunmaktadır. Bu çalışmalar Cihanbeyli ve Kulu yöreleri hakkında tarihsel, etnografik ve demografik bazı veriler sunmakta ve bir kısmı da belli değişkenler ile iki yörenin Kürtlerini karşılaştırmaktadır. Değerli oldukları kadar ilginç de olan bu çalışmalarda Konya Kürtlerinin ne zaman bölgeye yerleştiğine, hangi aşiretlerin buralarda yaşadığına ve köy nüfuslarına dair çeşitli bilgilere ulaşılabilir. Benim alan çalışmam ise tarihsel ve demografik bilgilerden ziyade Konya merkez ile Kulu ve Cihanbeyli arasında mekik dokuyan Konya Kürtlerinin Kürt sorununun çözümünde öne çıkan kimlik, anadilde eğitim, özerklik, anayasa ve ekonomik yatırım kavramları hakkında neler düşündükleri üzerine oldu. Bütün bunların ışığında oluşturulmaya çalışılan alan çalışması ile araştırmanın soruşturma konusu yaptığı temel kavramlara Konya Kürtlerinin ne türden tepkiler verdikleri, nasıl anlamlandırıp yorumladıkları ve merkezin belirlediği politikaların yerelde ne şekilde karşılandığı üzerinde durulmuştur. Yerel 
düzeyde gündelik hayatın içerisinde Kürt sorununun yansıma biçimlerine ulaşmak hedeflenmiştir. 

1.4. Araştırmanın Yöntemi 

Bu çalışmada ele alınan temel kavramlar ve bu kavramlar hakkında Konya Kürtlerinin düşünceleri nitel alan çalışmasına dayalı etnografik bir yöntemle elde edilmeye çalışılmıştır. Etnografik alan araştırması, toplulukların gündelik hayat içerisinde ele alınması yoluyla insanların tanınmasını içerir (Emerson, Fretz ve Shaw, 2008: 1). Bu yönde, önceden planlanmamış sohbetler ve yapılandırılma mış ya da yarı-yapılandırılmış mülakatlarla gündelik hayat ve rutin olanın içerisinde Kürtlerin anlatılarına ulaşılmıştır. Bu şekilde kimlik, anadilde eğitim, özerklik, anayasa ve ekonomik yatırım kavramlarına dönük düşünülenler irdelenmeye çalışılmıştır. Bu noktada, etnografik çalışmalarda genel olarak yapıldığı üzere temel özellikleri en iyi yansıttığı düşünülen bazı anahtar kişiler seçilmiştir. Onların anlatıları ayrıntılı bir analize tabi tutularak büyük resim ortaya konulmuştur. Anahtar kişilerin anlatılarından hareketle değerlendirme yapılırken, söz konusu anlatıların tutarlılığı sürekli olarak incelenmiş, eşzamanda konuyla ilgili anahtar olmayan kişilerin anlatılarına da başvurulmuştur. 

Konya Kürtlerinin geçmiş tecrübeleri, kendi gerçeklikleri, gündelik ilişki biçimleri ve etkileşimleri ile anlam dünyaları ve sosyo-ekonomik anlamda yaşam tarzları Kürt sorununa eklemlenerek etnografik bir yaklaşımla, Geertz’in (2010) yoğun betimleme diye kavramlaştırdığı detaylı, yerel bilgiden beslenen, derinlemesine ve içe dalan bir yazıya dökme yöntemi düşünülmüştür. Çalışmanın etnografik yazım kısmında, katılarak yapılan gözlemler kendi alan tecrübelerimi katarak oldukça realist bir anlatım biçimiyle yansıtılmaya çalışıldı. 

Alanda elde ettiğim bilgiler çalışmanın bütün bölümlerinde az veya çok kullanıldı. Alan verileri ayrı bir aşama olarak ele alınmayıp metnin tamamında birer örnek, dayanak, gözlem ya da analiz biçimleri halinde literatür taramasıyla iç içe geçirilmiştir. Örneğin, kimlik konusunda küreselleşmenin etkisi sorgulanırken bu konuda katkı sağlayacağı düşünülen anahtar kişilerden birinin ya da birkaçının bazen betimlenerek bazense birebir yorumları, görüşleri verilmeye çalışıldı. 

Bu çalışma her ne kadar kavramlar hakkında Konya Kürtlerinin düşüncelerine dayanıyor ise de antropoloji içerisindeki genel alan kavramından hareketle, sınırları belli olan fiziksel bir bölge etrafında araştırma yapılmıştır. Genel anlamıyla alan kavramı, çalışılan birimi her zaman iyi tanımlamasa bile spesifik bir gruba işaret eder (Eriksen, 2009). Somut bir yer ve ortam olarak alan, aynı fiziksel mekânda bulunan ve çok sıkı bir ilişki içerisinde olan Cihanbeyli ve Kulu Kürtlerini içine almaktadır. Daha somut olarak bu çalışmanın alanı, Konya merkez Selçuklu İlçesi’nin Kılıçarslan, Fatih, Işıklar, Özalkent ve Mehmet Akif mahalleleridir. Resmi alan araştırmamı Cihanbeyli ve Kulu’nun merkez ve köylerinde değil de Konya merkezde yürütmemin temel nedeni, Kürtlerin bu mahallelerde köylerine ya da ilçelerine oranla Türklerle daha içli dışlı olmaları ve çalışmamın içeriğiyle de örtüşerek merkez-yerel dinamiğine daha fazla hâkim olmalarıdır. İncelenen topluluğu yakından tanımayı amaçlayan bir alan çalışması birkaç ay ile iki yıl veya daha uzun süre alabilir (Eriksen, 2009: 39). Alanda 2012 yazında başlayan çalışmalarım 2013’ün Mayıs ve Haziran aylarında 
kesintisiz devam ederek söz konusu kavramlara yüklenen anlam ve algı yaratıları uzun süreli görüşmelerle aralar dâhil yaklaşık 12 ay sürdü. 

2. KİMLİK 

Kimlik oluşumundaki değişkenliklerle, evrensel ve hatta geniş anlamda tüm kimlik gruplarına uygulanabilir olan genel kavramlar ve kuramlar bulmanın oldukça zor olduğunu ortaya koyarak söze başlamanın gerekli olduğunu düşünmekteyim. Sosyal antropoloji çalışmalarında kimlik konusu 1970’lere kadar antropologların ilgi gösterdikleri merkez konulardan biri değildi. 1960’larda bireylerin kendi kimliklerini boylar, kabileler, şeflikler ve devletler gibi gruplardan elde ettikleri düşüncesi hâkimdi. 1960’lardaki kuramsal bakış açısının göremediği kimlik-kültür çekişmesi 1980’ler ve 90’larda etnik çatışmaların patlak vermesiyle eleştirel kurama kapı araladı (Eriksen, 2004; Lewellen, 2011). Hem kimlik konusundaki düşünceler değişti hem de sosyal antropoloji alanında bilimsel yayınlar kaleme alındı. Böylelikle iki yeni kavram çalışmaların odak noktası haline geldi: etnisite ve milliyetçilik.4 

1960’lardaki bakış açısında olduğu gibi bireyler kendi kimliklerini bağlı bulundukları devletler içinde mi elde ederler yoksa bireyin kendi kimliğiyle 
yaşadığı devlet birbirine bağlı şeyler olarak düşünülemez mi? Bu sorunun cevabı oldukça basittir. Kimlikler konusunda soru sorarken tüm gruplar için 
geçerli, evrensel, doğru cevaplardan bahsedemeyiz. Örneğin Türkiye’de Kürt kimliğinin oluşum süreciyle Türk kimliğinin inşa ediliş süreci hayli farklılık 
gösterir. Türk kimliği, tarihin hatta tarih öncesinin derinliklerine uzanan belirli bir ırka veya kültüre ve dine dayandığı fikriyle kana, şehitliğe yüklü yoğun 
duygusal bir dille sarmalanır. Lewellen’ın (2011: 210) ifade ettiği gibi, “etnik ve ulusal grupların tarihsel melez doğalarına rağmen, öz-kimlik her zaman 
değilse bile çoğu zaman bir tür ilksellik ile meşrulaştırılmaktadır”. Bugün antropologlar ekseriyetle grup kimliğini inşacı kavramlarla değerlendirerek 
ilksel gruplar fikrini reddetmektedirler. Bayart’a (1999: 9) göre, kimliklerin her biri, “olsa olsa kültürel bir inşa, siyasal ve ideolojik bir inşa, yani eninde 
sonunda tarihsel bir inşadır”. Gellner (1998) ise kimliklere, endüstriyel sistemin bir gereksinimi olarak yaklaşır. Türk kimliğinin oluşmasındaki temel itici gücün, ayrıcalıklı bir ekonomik ve siyasal konum elde edilmesi ve sürdürülmesi olduğunu ifade etmek gerekir. Abner Cohen’in Nijerya’daki Hausaları betimlerken yaptığı analizde, etnik kimliğin oluşmasında fayda-maliyet kuramı içerisindeki işlevselciliğe dair klasik görüşü (Lewellen, 2011: 207) 

Türk etnik kimliğinin oluşturulması ve sürdürülmesi sürecine oldukça uygun görünüyor. Örneğin, Türkiye’nin ekonomik sisteminde Türk kimliğinin rant getirdiği rahatlıkla söylenebilir. 

Geçmişte antropologlar “yerlileri” yani daha geleneksel olanı çalışırken ve onların işinin bu olduğu düşünülürken, II. Dünya Savaşı sonrasında disiplinin çalıştığı konular etnisite ve etnik kimliğe yönelmiştir. Bu duruma yol açan temel sebeplerden birisi ulus-devletlerin yönetim sanatı ve tekelci siyasalarıdır. Fenton (2001: 241), “ulusları nereye kadar doğal temelleri bulunan sosyal gerçeklikler olarak görebiliriz ve nereye kadar çıkarlarına hizmet ettiği grupların siyasi hayal güçlerinin kurguları veya icatları olarak görebiliriz?” diye sorar. Bu sorunun cevabını arayan Fenton, bazı ulusların diğerlerine oranla çok daha fazla icat edilmiş olduğunu öne sürer (Fenton: 2001: 242). Modern çağın ulus-devlet anlayışı ve bu tür devletlerin oluşmasıyla “kimlik sorunu” bugünkü şeklini almıştır. Türkiye’de Kürtlerin kimlik sorunu etnik sorun olarak tartışılmakta, dahası, etnik sorun dendiğinde genellikle Kürt kimlik sorunu anımsanmaktadır. 

Türkiye’de egemen etnik grup olan Türklerin oluşturduğu devlette, vatandaş olmaları bakımından Kürtler Türklerle birlikte hukuksal olarak eşit kabul edilmelerine karşın, kabul gören siyasi ve kültürel kimlikten olmamaları nedeniyle, ayrı görülüp, örneğin Kürtçe konuşmak ya da geleneksel Kürt 
giysileri giymek gibi gündelik hayatın sıradan olanaklarından yararlanamadılar. Kutlay’ın (1997) belirttiği gibi, ulus-devletler varoluşsal olarak demokratik bir yapıya sahip olmadıkları için bünyelerinde barındırdıkları etnik ya da azınlık gruplar refah ve mutluluğa kolaylıkla kavuşamazlar. Çünkü genellikle egemen etnik grup kendi yaşam standardını gözeterek diğer grupların haklarını kısıtlar ve baskı altına alır. Dolayısıyla o ülkede yaşayanlar kültürel, dinsel ve dilsel olarak türdeşleştirilmek istenir ve türdeş olmayanlar ulusal kurumlarda yer almakta güçlük çekerler (Kutlay, 2006: 134). Homojen bir Türk ulus devleti oluşturma politikası izleyen Türkiye Cumhuriyeti kaçınılmaz olarak Kürtlerin kimliğini bastırmak için otoriter, baskıcı ve asimilasyoncu politikaları izlemiştir. Bu bağlamda Cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan uluslaşma süreci dar bir etnik temele indirgenerek Türkiye halklarının Türkleştirilmesi olarak baş göstermiştir. Bahsettiğim olguyu İsmet İnönü 1925’te Türk Ocakları yöneticilerine hitaben yaptığı konuşmada şöyle özetler: 

 < Milliyet, yegâne vasıta-ı iltisakımızdır. Diğer anasır Türk ekseriyeti karşısında haizi tesir değildir. Vazifemiz, Türk vatanı içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde arayacağımız evsaf, her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır (Ekinci, 2004: 19). >

Türk milli kimliğinin dayatmacı üslubu Kürt kimliğinin var olma mücadelesinde önemli bir sorun teşkil etmiştir. 1925’lerden beri Türkiye Kürt kimliğini baskı altında tutma yoluyla Kürt sorununu çözmeye uğraşmıştır. İsmet İnönü’nün isteği üzerine Şark Islahat Planı’na hazırlık amacıyla yapılan ve Islahat Planı’nda aynen yer alan 1925 Abdülhalik Renda Raporu’nda Kürt nüfusun yaygın olduğu bölgelerin zaman içinde “Türkleştirilmesi” önerilir. (Yayman, 2011: 67). Abdülhalik (2011: 7) 1925 tarihli raporunda aynen şunu ifade eder: 

 < Elimizde kalan Türkiye arazisinde iki milletin aynı kudret ve selahiyetle hâkim bulunması imkânını katiyen görmüyorum. Binaenaleyh bütün memlekette Türk nüfûz ve nüfûsunu hâkim kılmayı farz ve zarurigörüyorum. >

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder