25 Kasım 2017 Cumartesi

Kürtler ve Ortadoğu BÖLÜM 1

Kürtler ve Ortadoğu 


Temel Demirer

“Karanlıkta, Bütün Renkler birbirine benzer.”
[2]
pix2-072414jpg
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin, “Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da devasa bir dönüşüm gerçekleşiyor. Bu, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından bu yanaki en büyük değişimdir,” notunu düştüğü hareket; “Ne oldu, ne oluyor?” sorusunun da muhatabı olurken; Hakan Albayrak’ın, “ Bu Devrimler Bizim[3] diye betimlediği başkalaşım sürecindeki “Arap Baharı”nın “Hazan”a tahvil olmasıyla olan biteni şöylece sıralamak mümkün:
  1.  Libya’da Kaddafi linç edildi, geriye eskisini aratmayacak bir kaos hâkim oldu… 
  2.  Mısır’da Müslüman Kardeşler ve ordu egemenliğinde karma bir totaliter rejim kuruldu… 
  3.  Tunus’un yarını belli değil… 
  4.  Esad’ı ve rejimini devirmek isteyenler Suriye’yi hallaç pamuğu gibi savuruyorlar… 
  5.  Suudi Arabistan ve Katar uslu çocuklar olarak istenenleri yerine getiriyorlar… 
  6.  Lübnan her zaman olduğu gibi Ortadoğu’nun bir aynası gibi dalgalı kaoslarını yaşamakta… 
  7. Irak’ta ve Kuzey’inde ise soru(n)lar katlanıyor. Petrol, gaz, Müslümanlık, Hıristiyanlık, tarikat çatışmaları iç içe geçmiş durumda…
Kısacası Ortadoğu yeniden yapılandırma sürecini yaşıyor.
“BAHAR”DAN “HAZAN”A ORTADOĞU
Diplomalı bir seyyar satıcının bedenini ateşe vermesiyle başlayan isyan sonucu Tunus diktatörü Bin Ali’nin 14 Ocak 2011’de kaçmasıyla birlikte, Buazizi’nin yaktığı ateş kısa sürede büyüdü bütün Arap coğrafyasını kaplayan kitlesel bir harekete dönüştü. İktidarlar ardı ardına devrildi.
Tabandan gelen hareketin örgütlenip, sürdürülememesiyle ortaya çıkan boşluğu sahneye çık(artıl)an emperyalist güçlerle uyumlu politik aktörler (Müslüman Kardeşler) doldururken; bu aktörler, bir taraftan bölgenin küresel çıkarlar doğrultusunda yeniden inşasını, bir yönde de şeriat anayasaları gibi uygulamalarla toplumsal muhafazakârlaşmayı dayattılar.
Ramzy Baroud’un, “Sömürülen, suistimal edilen ‘Arap Baharı’nın imkânsız söylemi”ne dikkat çektiği tabloda Libya ve ardından Suriye’de yaşanan kanlı gelişmeler, olan-bitenin pek de ‘bahar’la açıklanamayacağını ortaya koyuyordu.
Konuya ilişkin olarak Olivier Roy’nın ‘The New Statesman’ dergisinde ‘The Myth of Islamic Winter/ İslâmi Kış Miti’ başlıklı makalesinde “Otoriter dönüşüm”den söz edilerek, şunların altı çizildi:
“Tunus’ta, Mısır’da olduğu gibi, oy sandığı aracılığıyla iktidara gelen İslâmcılar, popülaritelerinin eridiğini görüyorlar ve iktidara otoriter önlemlerle asılmak eğilimindeler. Ama Arap Baharı’nın mirasıyla uğraşmak zorundalar.”
“Müslüman Kardeşler’in gücün şehvetine kapıldı”ğı[4] koordinatlarda Soli Özel’in “İhvan-ABD dansı” diye betimlediği dayatma devreye sokulurken; Noam Chomsky’nin, ABD’nin Ortadoğu’da işleyen bir demokrasi istemediğini vurgusuyla[5] işaret ettiği hâl öne çıkmaktadır.
Tıpkı Fehmi Hüveydi’nin, “Arap Baharı, Suriye’de tamamlanmaz, diğer tüm Arap ülkelerine yayılacak,” vurgusuyla ekledi gibi: “Arap Baharı, Suriye ile durmaz. Suriye ve diğer tüm Arap ülkelerine yayılacak. Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan ve diğer tüm Arap ülkelerinde Arap Baharı yaşanacak… Suriye, bölgedeki haritanın önemli bir parçası; bölgedeki birçok dengenin üzerinde bulunduğu bir ülke… Suriye’de olacak bir değişimin, Lübnan, Ürdün, Irak ve İran’a yansımaları olacak.”[6]
Evet Suriye üzerinden adım adım İran’a doğru yönelen gidişatın aslî hedefi İran’dır. Ancak bu(nlar) bir “demokratikleşme” ya da “değişim” değil; yeni formuyla “Pax-Americana” dizaynıdır.
Söz konusu “dizayn”, gelgitleriyle ABD Temsilciler Meclisi’nin Cumhuriyetçi üyesi Louie Gohmert’in, “Obama Ortadoğu’da ikinci bir Osmanlı İmparatorluğu oluşturmaya yardım edecek bir dış politika yürütüyor,” diye tarif ettiğidir ki, “Müslüman Kardeşler” de, AKP de Ortadoğu’da bunun için vardır; var edilmiştir.
Elbette tüm bunların mütemmim cüz’ünü; petrol/ enerji/ su ile Ortadoğu’nun jeo-stratejik konumu oluşturur.
Winston Churchill’in “Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir,” sözleriyle tarifi mümkün denge(sizlik)ler düzleminde, “Dünya pazarının yüzde 22’sini kontrol eden ABD, enerji ihtiyacının yüzde 50’sini dışarıdan alıyor. AB ülkeleri ise tamamen dışa bağımlı, Japonya da öyle… Bu nedenle ABD’nin Ortadoğu’ya müdahalesi kendi enerji ihtiyacından çok karşı güçlerin alanını daraltmaya dönüktür.”[7]
O hâlde Ortadoğu yine ve yeniden emperyalistler arası çekişmenin odağı olmayı sürdürecektir 2013’de de…
İfade edilen altüst oluş güzergâhında Ortadoğu konusunda “2013 için kesin olarak şunu söyleyebiliriz: Kürtler, Ortadoğu’nun önemli bir öznesi olarak tarih sahnesine yeniden ve eskisinden güçlü olarak dönecek.
Ortadoğu’da zaman, son iki yılda, reel anlamından daha hızlı ilerliyor. Arap ayaklanmalarının tetiklediği bölge, iki yıl içinde birçok değişikliğe sahne olurken, birçok şeyin yeni başladığını söyleyelim…
2013, 2012’ye nazaran daha karmaşık, daha kanlı ve krizle geçecek. Bu da normal çünkü yılların bastırılmışlığı kendi içinden patlıyor, dışarıdan provoke ediliyor.
Suriye’deki gidişata göre, başta Türkiye olmak üzere birçok ülke daha sıkıntılı bir sürece girecek…
2012’de Irak’ta merkezi hükümet ile Kürtler arasındaki ipler koptu. Iraklı Kürtler söylem bazında ilk kez bu kadar ‘ayrılığı’ telaffuz eder hâle geldi.”[8]
Tam da bu tabloda “Uzun yıllar Amerikan Senatosu’nun Dış İlişkiler Komitesi başdanışmanlığını da yapmış olan Peter Galbraith’in Mayıs 2012’de yaptığı açıklamalar, Orta Doğu’nun değişen dengelerinin sonucunda bağımsız bir Kürt devletinin kurulması olasılığının hayli yüksek olduğu yönünde.
Galbraith 2012 yılın ilk yarısında ortaya çıkan Ortadoğu manzarasında, Kürtlerin ABD’nin güvendiği müttefiklerden biri konumuna yükseldiğini ve bağımsız bir Kürt devletinin kurulması için şartların olgunlaştığını söyledi.
Bosna savaşını sonlandıran Dayton Anlaşmaları’nın ikinci adamı da olan Galbraith’in söylediği gibi, Kürtlerin doksan yıldır Irak’ta yaşamasına rağmen ‘zorla’ Iraklı yapılamamış olmaları, kendilerini hiçbir zaman Irak devletine ait hissetmemeleri de Türkiye açısından oldukça önemli.
Bunun yanı sıra, ABD’nin petrol devi ExxonMobil’in Irak Kürdistanı’nda yatırım yapmaya başlaması da, ABD’nin Kürtlerin olası bağımsızlığı durumunda buna karşı çıkmayacağı biçiminde anlaşılabilir. Yani bir başka deyişle, Irak’ta bağımsız bir Kürt devleti kurulmasına yönelik olarak, ABD’den güvenoyu alınmış durumda” Maya Arakon’a göre…
O hâlde XXI. yüzyılın başlarında Kürt Meselesi’nin bir Ortadoğu Sorunu’na dönüştüğünden söz edilebilir.
Bunun öne çıkan en önemli verileri Irak’taki Güney Kürdistan ile Suriye’deki Batı Kürdistan (yani Rojava)’dır…
IRAK’TAKİ (GÜNEY) KÜRDİSTAN
ABD’nin Irak’ı işgaliyle birlikte, “Irak’ta katil ile maktul yer değiştirdi.”[9]
Böylelikle de “Her 3 çocuktan birinin yetim” kaldığı “Irak’a ülke demeye bin şahit ister”[10] denilen noktaya ulaşıldı.
ABD emperyalizminin eseri olan yıkımın “demokrasi” v.s. ile hiçbir alâkâsı yoktu ve olmadı da!
Söz konusu çerçevede Şemlan Yusuf İsa’nın, “Hükümet sancısı dinmiyor”[11] notunu düştüğü “Irak’ta belirsiz bir gelecek”[12] sürekli gündem maddesini oluşturdu.
Hep bir “belirsizlik”, “istikrarsızlık” hâlinin gerilimiyle betimlenen Irak’ta Emma Sky’a göre, “Maliki’nin rakiplerini yok etme çabası, kendisini İran’a yaklaştırdı ve bu da bölgesel güç dinamiklerini etkiledi”; ne ki, bu süreçte Sünnî/ Şiî ve/veya Arap/ Kürt ve/ ya da Hıristiyan/ Müslüman ayrışması öne çıka(rtıla)n madde oldu…
Hifa Zater’in, “Irak Suriye’deki senaryonun tekrarına mı sahne olacak?” sorusuyla betimlenen verili hâle ilişkin olarak, “Irak’ta yeni bir petrol savaşı çıkarsa tıpkı bir asır önceki gibi hükümetlerin, rejimlerin, sınırların değişmesine yol açabilir ve öncekinden çok daha kanlı olmasından korkulur,” notunu düşen Murat Yetkin haksız sayılmaz.
Irak’ta Sünnî/ Şiî ve/veya Arap/ Kürt ve/ ya da Hıristiyan/ Müslüman ayrışması ekseninde yaşanan polarizasyonla “Şu an Irak’ta ortaya çıkan gelişmelerin herhangi bir baharla (!) alâkâsı yok. Anbar, Nineva, Selahaddin, Kürdistan ve Musul’da yapılan gösteriler; Mukteda el Sadr’ın beyanatları hepsi ama hepsi Maliki’nin hükümetine karşı ve onun devrilmesini istiyor.”[13]
Özetle Irak’ta Barzani ve Maliki yönetimleri arasında devam eden gerilimin önemli nedenlerinden birisi petroldür. Ülkede olası bir iç savaş, Ortadoğu’nun tamamını etkileyebileceği gibi bölgeyi küresel güç mücadelesinin merkezi hâline getirebilecekken; yaşanan derinden derine işleyen bir ayrışma diyalektiğidir; somut verileri ise ortadadır…
ETNİK SORU(N)LAR/ GERİLİMLER VE KÜRTLER
Irak’ın Basra vilayeti Valisi Abdülsamed Halef’in, Irak’taki aşiret ihtilaflarından Ankara, Riyad ve Doha’yı sorumlu tutarak, “Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye bugün Irak’ın yeniden aşiret anlaşmazlığı ve katliamlara sahne olması için çalışıyor,” sözleriyle betimlenen etnik soru(n)lar/ gerilimler tablosunda Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesud Barzani, Bağdat yönetimiyle sorun yaşadığı, Irak anayasasında “Sorunlu bölgeler” olarak adlandırılan bölgeler için bundan sonra “Kürt bölgesinin dışındaki Kürt toprakları” ismini kullanacağını açıkladı.
Açıklamada, Irak hükümetinden üst düzey yetkililerin, anayasada “Sorunlu bölgeler” olarak adlandırılan bölgeleri anayasaya aykırı bir şekilde “Karışık” bölge olarak tanımlamaları nedeniyle Kürt yönetiminin bu kararı aldığı belirtildi. ABD’nin Irak’ı işgal ettiği 2003’ten sonra hazırlanıp kabul edilen Irak anayasasında, bazı bölgelerin IKBY sınırlarına dahil edilip edilmemesine gelecekte karar verilmesi öngörülmüştü.
“Tartışmalı bölgeler”in en önemlisi Kerkük. Bunun yanında Selahaddin, Diyala ve Musul vilayetlerinde de bazı ilçe ve nahiyelerin IKBY sınırlarına dahil edilmesi konusunda Kürt yetkililerle merkezi hükümet arasında anlaşmazlık yaşanırken; Mesud Barzani, 10 Aralık 2012’de Arap ve Kürtler arasındaki gerilim odağı Kerkük’teki peşmerge güçlerini ziyaret etti. Merkezi yönetimle bölgesel yönetim arasında tansiyonun yüksek olduğu “hassas” zamana rast gelen ziyaretinde savaştan korkmadıklarını söyleyip, kan dökülmesini istemediklerini belirterek “Ama, savaş istemiyorsanız savaşa hazır olmalısınız” dedi.
Barzani, Leylan köyündeki birinci savunma gücü peşmergelerine yönelik yaptığı konuşmasında, Irak Başbakanı Nuri el Maliki’nin parlamentonun onayı olmadan birliklere askeri komutanlar atadığını, böylelikle anayasayı çiğnediğini ileri sürdü.
Eğer bir savaş başlayacaksa bunun sorumlusunun peşmergeler olmayacağını da kaydeden Barzani, “Onlar topraklarını korumak için ellerinden geleni yapacak” dedi.
Çıkacak bir savaşta Kürt halkının Kerkük’ün Kürt kimliğini korumak için savaşa hazır olduğunu da vurgulayan Barzani “Biz Kürdistan’dan koparılan toprakların anayasanın 140. maddesine göre çözülmesine razı olduk. Ama biz bu toprakları korumayacağız, savunmayacağız anlamına gelmiyor. Bizden koparılan kutsal topraklarımızı savunmak ve geri almak için her ferdimizin her an hazır olmalı” dedi.
Irak’ta merkezi hükümetin ayakları üzerine dikildikçe Kürtlerle bir hesaplaşmaya girmesi kaçınılmazdı.
Mesud Barzani, Irak güçlerinin Kerkük’e girmeleri hâlinde peşmergelere saldırı emri verdi. Sihat Barzani de, “Başkan Barzani’nin izin vermesi hâlinde Bağdat’a kadar olan toprakları düşmanlardan temizlemeye hazırız,” dedi.
Kürt partileri, tartışmalı bölgelerde IKBY’ye bağlı peşmergelerin tasfiyesini amaçlamakla suçladıkları Dicle Operasyon Birlikleri’nin lağvedilmesi için Bağdat hükümetine 7 gün süre verdi.
IKBY Peşmerge Bakanı Cafer Mistefa, ABD’li yetkililerle yaptığı görüşmede, “Sorunun parçası ve tetiği ilk çeken biz olmayacağız” dedi.
Bu durumda Maliki’nin “ Kuzeye Operasyon ” sinyali vermesinin ardından ABD’den gelen “Saldırırsan müdahale ederiz” mesajı, bölgede gerilimi arttırdı. Rebwar Kerim’e göre ABD, bölgede büyük yatırımları olan petrol devi Exxon için Irak’a yeniden müdahale edebilir.
Tüm bunlarla birlikte merkezi yönetim ve IKBY arasında tartışmalı bölgelerde güç konuşlandırılması ile başlayan kriz çözülemezken, Mesut Barzani’nin lideri olduğu IKDP’nin Genel Sekreteri Fazıl Mirani, Kerkük dahil “Kürdistan Bölge idaresi dışında kalan Kürdistanî bölgeler” diye adlandırdıkları bölgelerden Peşmerge güçlerinin çekilmeyeceğini, çekilmesi gereken gücün Irak ordusu olduğu vurgusuyla ekledi: “Kürtler, merkezi hükümetin daha fazla güçlenmemesi ve Irak’ta bir güç dengesi oluşması için tüm gücünü kullanacak” dedi.
“POST” TALABANİ GÜZERGÂH
Mesud Barzani’nin, Bağdat ile sorunların çözümü konusunda umutlu olmadığını söyleyip, , Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin sağlık sorunları nedeniyle Almanya’ya gitmesinin ardından taraflar arasındaki görüşmelerin durduğunu belirttiği tabloda, belirsizlikler bir ayrışmaya yönelirken; söz konusu güzergâhı “post” Talabani evresi olarak niteleyebiliriz…
Kolay mı? “Hem dahili aktörler hem Türkiye, İran ve ABD gibi dış aktörlerle özel ilişkileri sayesinde Talabani, gerilimlerin tam çatışmaya dönüşeceği evrede sigorta görevi görüyordu.”[14]
‘Ortadoğu Barış Araştırmaları Merkezi’ Direktörü Doç. Dr. Veysel Ayhan’ın, “Talabani’siz Irak’ta istikrar mümkün mü? Talabani’siz bir Kürt bölgesinin istikrarsızlığa sürüklenmesi Türkiye açısından büyük risklere yol açabilir,” notunu düştüğü koordinatlarda, “Celal Talabani, Irak’ın neredeyse kâğıt üzerinde kalmış bütünlüğünü bir arada tutan tutkal gibi görünüyor… Talabani’yi yoğun bakıma düşüren kriz, bölgenin petrol kokulu etnik-mezhebi siyasetine daha ağır bir darbe vurmuş olabilirdi.”[15]
Nihayet bu dizayda görünen odur ki, “Bağımsız Kürt devleti kavramı önümüzdeki 2013 yılında, bugüne dek olduğundan çok daha fazla telaffuz edilecek…
‘Bir Kürt devleti kurulmakta ve Bağdat bunu kabul edebilir’ diyen David Hirst, Lübnan gazetesi ‘Daily Star’daki yazısında ekliyor:
‘Öyle görülüyor ki, (Mesut Barzani) bağımsızlık adımını atmadan önce yeni oyun kuran gelişmelerde bir başka gelişmeyi bekliyor: Suriye’nin parçalanması. Bu, jeopolitik ortamı Kürtler lehine değiştirebilir. Ama Kürtlerin bu değişimin gerçekleşmesi için gözlerini diktiği çevre Türkiye’de. Bunu düşünüyor olmaları bile, tarihi açıdan bakıldığında, komşuları arasında muhtemelen bir Kürt bağımsızlığından en ziyadesiyle kaybedecek olanın Türkiye olduğu ve Kürtleri geçmişte vahşice bastırdığı düşünülürse olağanüstü bir şey.’
David Hirst, bununla birlikte, 2008’den itibaren Türkiye’nin Tayyip Erdoğan hükümetinin bu yaklaşımı tepeden tırnağa değiştirecek adımlar atmaya başladığının altını çiziyor ve Irak Kürtleriyle yakınlaşma politikasının geldiği noktaya dikkat çekiyor. Ve Türkiye’nin Irak’ta bir ‘bağımsız Kürt devleti’ni kabulüne yanaşabileceği imasını yaparak yazısını şu son iki paragrafla noktalıyor:
‘Bir bağımsız Kürdistan’ın Türkiye’ye karşılığında sunabileceği cazip imkânların başında Türkiye’nin çok ihtiyaç duyduğu zengin ve güvenilir petrol arzı ve hasmane bir Irak ile İran karşısında bir tampon oluşturacak, istikrar içinde bir müttefik olması ve dahası PKK’yı sınırlayacak bir işbirlikçi olması geliyor. ‘Kurtarılmış’ Suriye Kürdistanı’nda güçlü bir şekilde konumlanarak PKK, şimdi bu alanı Türkiye’nin kendisinde isyanı canlandıracak bir platforma dönüştürmeyi tasarlıyor.
Erdoğan’ın Barzani’ye, bir Irak askeri saldırısı durumunda, öngördüğü devleti koruma sözü verdiği bile ileri sürülüyor. Bununla birlikte, bu söz, hiçbir zaman gerçekleşmeyebilir, zira B Planı’nı kabul etmesiyle Maliki rejimi, aslında, Kürtlerin istedikleri gibi ayrılmasına izin verecek sismik adımı düşünüyor.’
Eğer Maliki, David Hirst’ün yazısında ifade ettiği şekilde, Kürtlerle, Çekler ve Slovaklar örneğinde olduğu gibi ‘medeni bir boşanma’ düşünüyorsa bu, gerçekten ‘fantastik’ bir tarihi adım olur.
Ne var ki, bu pek öyle kolay gerçekleşebilecek gibi de gözükmüyor. Maliki’nin kafasında, bugünkü ‘Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Irak’tan ayrılmasını kabullenmek olabilir. Ancak, Irak Kürtleri için Kürdistan, Bölgesel Yönetim’in hükmettiği Irak’ın eski Dohuk, Erbil ve Süleymaniye vilayetleri değil. Buna, Kerkük’ü ve merkezi Musul olan Ninova vilayetinin bazı topraklarını ve ayrıca Hanekin’i içeren Bağdat’ın kuzeydoğusundaki Diyala vilayetinin de bazı topraklarını dahil ediyorlar.
Irak’ta ‘ihtilaflı topraklar’ denilen ve mevcut Irak anayasasının 140. maddesine göre çözümlenmesi gereken ‘sorunlar’, söz konusu bu alanı ifade ediyor. Yani, Barzani, ya Maliki’nin yanaşabileceği ‘boşanma formülü’ olarak Dohuk, Erbil ve Süleymaniye vilayetlerinden oluşan ve bugünkü KBY’nin hükmettiği alanı ‘bağımsız Kürt devleti’ olarak kabul ile iktifa edecek veya Kürdistan olarak tanımladığı daha geniş coğrafyadan vazgeçmeyecek ise Irak anayasasının 140. maddesi uygulanmayacağı sürece, bu sorunun çözümü için ‘çatışma’dan başka yol görünmüyor demektir”[16] ki bu da Irak’ın gündemindedir!
PETROL/ ENERJİ PAYLAŞIMI/ KAPIŞMASI
Uluslararası Enerji Ajansı (IEA), Aralık 2012’de üç milyon varil olan Irak’ın günlük petrol üretiminin 2035’de 8.3 milyon varile çıkacağını öngörüyorken; Irak, 143.1 milyar varille dünyanın dördüncü büyük ham petrol rezervine sahip ülkesi olarak biliniyor.
Irak Kürdistanı’ndaki günlük ham petrol üretimi şimdilik 200 bin varil; bir iki yıl içinde de 250 bine çıkması beklenmekteyken; Amerika’nın petrol devleri, Basra’yı bırakıp günlük ham petrol üretimi 200 bin varil olan Irak Kürdistanı’na geldiler.
Bu hamle ile merkezi hükümet ile IKBY arasındaki petrol kavgası savaşa dönüşme potansiyeli taşırken; IKBY’nin, statüsü tartışmalı Kerkük şehrine 35 kilometre mesafedeki Kara İncir bölgesinde, Amerikan petrol devi Exxon Mobil’le petrol çıkarmak için anlaşma yapması, gerilime tavan yaptırdı. Merkezi hükümet, Amerikan devini güç kullanmakla tehdit etti. Maliki’ye yakın Iraklı milletvekillerinden Sami el Askeri, ‘The Washington Post’a demecinde, Exxon Mobil şirketinin tartışmalı bölgelerde faaliyet göstermesine izin vermeyeceklerini açıkladı.
Bununla birlikte IKBY, Bağdat’taki merkezi hükümetin ödeme yapmadığını gerekçe göstererek dışarıya petrol akışını durdurdu. IKBY Doğal Kaynaklar Bakanlığı müşaviri Ali Hüseyin Balo, Bağdat hükümetinin, Kürt bölgesinde çalışan şirketlere 848 milyon doların tamamını ödeme taahhüdünü yerine getirmediğini söyledi.
IKBY Aralık 2012’de Bağdat’la yaşadığı mali anlaşmazlık nedeniyle Bağdat’ın kontrolündeki boru hattı üzerinden petrol ihracatını askıya aldı. Bölgesel Yönetim, 2003’teki ABD işgalinden bu yana Exxon Mobil, Chevron ve Fransız Total gibi şirketlerle Bağdat hükümetinin yasa dışı olarak nitelendirdiği 50’ye yakın anlaşma imzaladı.
Söz konusu tavır karşısında merkezi yönetim, izinleri olmadan ihraç edilecek petrole el konulacağı, bu yönde faaliyet gösteren şirketlere de dava açılacağı uyarısında bulundu.
Bağdat yönetimi ABD’li petrol ve enerji şirketi Exxon Mobil’den Irak’ın güneyindeki petrol sahalarıyla Kuzey Irak arasında tercih yapmasını istedi. Irak Petrol Bakanı Abdülkerim Luabi, Exxon Mobil’in ülkenin hem kuzey hem de güneydeki petrol sahalarında aynı anda çalışamayacağını belirterek, “Exxon’a net bir şekilde, ya Güney Irak’ta ya da Kuzey Irak’taki sahalarından birinde çalışacaklarına dair bir yanıt istediğimizi söyledik,” dedi.
“Dünya siyasetinde köklü değişimlere yol açtığı için ‘jeopolitik dağ’ diye nitelenen petrol devi Exxon Mobil, Kürtlerle yaptığı anlaşmayla Irak’ın güç haritasını değiştirir”ken;[17]Ankara faktörü de devreye girdi…
‘The Economist’ dergisi 2 Kasım 2012 tarihli nüshasında Kuzey Irak’taki Kürt yönetiminin Ankara’ya bir petrol boru hattı bağlantısı önerisinde bulunduğunu bildirdi.
Dergiye göre özerk Kürt Yönetimi bölgenin zengin petrol kaynaklarına sahip çıktı ve yabancı dev petrol şirketlerinin katkısıyla üretimi günde 200 bin varil ihraç edebilecek seviyeye çıkardı.
Şimdi Kürt yöneticileri, merkezi Bağdat hükümetinin kontrolü dışında, tamamen kendilerine ait olacak bir boru hattı inşa etmek istiyorlar. Bu boru hattı Türkiye’ye bağlandığı takdirde, Irak Kürdistan’ı dış piyasalara açılacak ve Petrol Bakanı A. Havrami’ye göre ileride günde bir milyon varil petrol ihraç edebilecek.
‘The Economist’ bazı Türk yetkililerinin bu projeye, sağlayacağı ekonomik kazanımlar nedeniyle, sıcak baktığını yazdı.
CSIS Türkiye Projesi Direktörü Dr. Bülent Alirıza, Türkiye’nin ise Kuzey Irak’ın zengin kaynaklarına kayıtsız kalmayacağına kesin karar verdiği vurgusuyla, “Kuzey Irak’taki petrol şirketleri, yeni boru hattı için lobiyi kendileri yapmıyorlar, bunu Türkiye’nin hâlletmesini bekliyorlar,” derken; “Hedeflediği ekonomik büyüme rakamlarına ulaşmak için enerji üretim kapasitesini yılda yüzde 7 arttırmak zorunda olan Türkiye, kaynak arayışlarını sürdürürken, yüzünü bakir hidrokarbon kaynakları yeni yeni keşfedilen Kuzey Irak’taki Kürt bölgesine çevirdi.”[18]
Evet, evet Muhammed Er Rumeyhi’nin, “Bağdat’ın manevralarından uzak Kürt eğilimi var. Kuzeydeki Türk nüfuzu, Türkiye’deki Kürt meselesine rağmen Kürtler nezdinde olumlu karşılanıyor. Bu nüfuz arzulanan bağımsızlığı, Irak Kürtlerinin bazı müşterek Irak kentlerindeki taleplerini elde etmesini kolaylaştırabilir,”[19] diye telaffuz ettiği tabloda “Ankara, 2004’te Kıbrıs konusundaki kadar hızlı ve çarpıcı biçimde olmasa da Irak politikasında giderek daha çok gerginleşen bir değişikliğe yöneldi. Türkiye’nin izlediği politikadaki bu değişimin önemi Irak Başbakanı Maliki’nin gösterdiği tepki ve tehdit yüklü örneklerinden de belli oluyor. 2002 yılının sonuna kadar Bağdat’ı yanında, Erbil’i ise karşısında gören Türkiye 2012’de bunun tam tersi sayılabilecek bir pozisyon aldı,” notunu düşüyor Fikret Bila…
Bu önemli bir durum! Çünkü “Irak’taki protestolarda Şiîler Başbakan Erdoğan karşıtı gösteri düzenledi, Sünnîler ise Erdoğan posterleri taşıdı”[20] haberine yansıyan gerçekle birlikte Reuters’ın haberine göre de, IKBY Türkiye üzerinden bağımsız petrol ihracatına başladı. Kuzey Irak’tan gelen ilk ihraç petrolü karadan kamyonlarla Mersin Limanı’na taşındı. Gelişmeye tepki gösteren Iraklı petrol yetkilileri, Kuzey Irak’taki özerk Kürt yönetiminin merkezi hükümetin onayı olmadan petrol ihraç etmesinin yasadışı olduğunu söylediler.
IKBY’nin, Türkiye üzerinden karayoluyla yaptığı ham petrol ihracatı kaldığı yerden başladı. Sektör kaynakları, özerk IKBY sahalarında üretilen ham petrol ve kondensat ürününün sevkini, nakliye sisteminin ve denetiminin daha iyileştirilmesi için 2013’ün ocak ayı ortasında iki hafta süreyle durdurulduğunu, ancak yeniden başlayan sevkıyatın günde 30 bin varile yükseldiğini söyledi.
Elbette Irak merkezi yönetiminin bu duruma tepkisi gecikmedi: Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, petrol ve gaz konferansına katılmak için gitmek istediği Erbil’den, Bağdat yönetiminden izin çıkmayınca dönmek zorunda kaldı. Bakan programını iptal etti.
Erbil’deki konferansa katılmak isteyen Yıldız’ın uçağına Bağdat yönetimince izin verilmemesi, Türkiye ile Irak arasında tırmanan krizin ulaştığı noktayı göstermesi açısından önem taşıyorken; Irak Başbakanı Maliki, Başbakan Erdoğan’ı “devletlerarası ilişkilere ters açıklamalar” yapmakla eleştirdi.
Erdoğan’ın Irak’ın da Suriye gibi olmasını istediğini belirten Maliki, bölgedeki pek çok ülkenin Erdoğan’ın politikaları nedeniyle rahatsız olduğunu savundu. Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahalesine kayıtsız kalmayacaklarını da ifade ederek, “Türk hükümeti, Iraklı Türkmenlerden Kerkük’ün bir Kürt kenti olduğuna prensipte itiraz etmemelerini istedi. Bu bir şeylerin varlığını ortaya koyuyor. Bunun takipçisiyiz ve sessiz kalmayacağız,” dedi.
“İç işlerimize karışmayın” diyen Irak yönetimine, “Bizim ne Suriye’de ne de Irak’ta herhangi bir etnik grubun yanında olmamız, asla söz konusu değildir… Sayın Maliki Irak’ta mezhep çatışması başlatırsa sessiz kalamayız” yönündeki tepkisinin ardından Başbakan Erdoğan ile Irak Başbakanı Maliki’nin açıklamalarda birbirlerine yönelik karşılıklı suçlamalar, Ankara ile Bağdat arasında tansiyonun daha da yükselmesine neden oldu.
Ayrıca Türkiye, eski Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi’yi Irak’a iade etmediği için petrol sondaj anlaşmasından çıkarıldı. Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) sondaj hakkı elinden alındı.
7 Kasım 2012’de Reuters’dan geçen bir haber ile Irak merkezi yönetiminin, Kuveyt Enerji’den, petrol sahasında ortağı olan TPAO’nun hisselerini almasını istediği duyuruldu. Kısacası Irak merkezi yönetimi, kendi ülkesinde Türk şirketine iş vermeme kararını duyurdu.
Ta da bu durumda ABD’nin Ankara Büyükelçisi Francis Ricciardone’nin, “Türkiye ile Irak arasına girmemize gerek yok. ABD de bu şekilde zorla dahil olmak istemez. Ama her iki tarafın dostu olarak destek sunabiliriz. Türkiye ve Irak, ilişkilerini en iyi hâle getiremezse daha da kötü sonuçlara yol açabilir. Daha şiddetli çatışmalar olabilir, başka güçler devreye girebilir.
Irak’ı bütün olarak görmek gerekir. Petrol ve gaz çıktılarını dünya piyasalarına eriştirebilmek önemli… Irak’ın tümünde geliştirilmeli. Biz Türkiye’nin, Irak’ın petrol ve gazının yüzde 20’siyle değil bütünüyle ilgilenmesini arzu ediyoruz. Türkiye’nin aynı zamanda Hürmüz Boğazı’na alternatif sunmasını istiyoruz. Türk ürünlerinin tüm Irak piyasasına ulaşmasını isteriz,” sözleriyle ABD uyarısı/ tavrı devreye girdi.
Konuya ilişkin olarak ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland da, 12 Aralık 2012 tarihli açıklamasında, merkezi hükümetin onayı olmadan Irak’ın herhangi bir bölgesinden petrol ihraç edilmesine karşı olduklarını belirterek, “Komşu ülkelere, tansiyonu artıracak bir yorum veya eylemden kaçınmaları çağrısı yapıyoruz” dedi.
Merkezi Irak Hükümeti’nin Petrol Bakanı Abdülkerim Lixebi’nin, Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Türkiye’ye petrol satmasını “petrol kaçakçılığı” olarak değerlendirmesine, bölgesel yönetimin Enerji Bakanı Aşti Hewrami’den sert yanıt geldi. “Petrol kaçakçısı değiliz” diyen Hewrami, bölgede çıkan petrolü açık ve Irak anayasasına uygun bir şekilde sattıklarını kaydetti.
‘The Washington Post’, “Kürtlerle Türklerin petrol anlaşması yapacakları”nı öne sürerek ABD’nin, Irak’ın bütünlüğünü tehlikeye atacak bu gelişmeden çekindiğini iddia ederek, üst düzey bir yetkilinin “Bölgesel Kürt Yönetimi ile yapılacak her türlü iki taraflı enerji anlaşması Irak Başbakanı Maliki’nin İran’a yanaşmasına yol açacaktır” sözlerine yer verdi.
Özetle Patrick Seale’nin ‘The Agence Global’ sitesinde yayınlanan yazısındaki bilgilere göre ABD, IKBY’den Ankara ile geliştirdiği ilişkilerde “yavaşlamasını” istedi. Buna göre, Washington, Ankara-Erbil yakınlaşmasının Bağdat’ı Tahran’a “daha çok ittiğini” düşünüyor ve kaygı duyuyor. ABD’nin, IKBY’ne “Türkiye ile petrol anlaşmalarında yavaş git” derken; Kürtler, ABD’nin bu isteğini geri çevirdi.
SURİYE’DEKİ (BATI) KÜRDİSTAN (ROJAVA)
Cengiz Çandar’ın, “Bir tür ‘mezhebi iç savaş’ görüntülerinin ortaya çıkmasıyla; Ortadoğu dengelerinin altüst olduğuna”; Patrick Cockburn’un da, “ABD işgali sonrasındaki Irak gibi mezhepçi bir din savaşına sürüklendiği”ne dikkat çektiği Suriye’ye ilişkin olarak, “Çatışma çok tehlikeli bir dönemeçte” vurgusuyla ekliyor Stephen Lendman:
“Esad yönetimini tehdit eden güç bütün bölgeyi felakete sürüklüyor. Ne Washington ne de çatışmanın tarafı olan diğer ülkeler çatışmalar tırmanırsa olayları kontrol edebilir. Topyekûn savaş olasılığı çok yakın ve son derece kaygı verici.”[21]
SURİYE’DE OLAN(LAR)
Savaş nedeniyle 600 binden fazla kişinin terk ettiği belirtilen Suriye’de insani krizin boyutları derinleştiriyor. ‘Uluslararası Kurtarma Komitesi’nin raporuna göre ülkede tecavüz başta olmak üzere cinsel tacizler “korkunç” boyutta… ‘Suriye: Bir Bölgesel Kriz’ başlıklı raporda, ülkeden ayrılanların yanı sıra en az 2 milyon kişinin de evlerini terk ettiği kaydedilerek ülke dışına göçün asıl nedeninin tecavüz olayları olduğu belirtildi.
Mezhepsel ayrışmanın Sünnî muhalefet tarafından körüklendiği insan(lık) trajedileriyle betimlenen Suriye’de daha önce baş kesmekle, insanları binalardan atmakla gündeme gelen muhalifler, yakaladıkları bir kişiyi daha korkunç bir yöntemle öldürdü. İnternet paylaşım sitelerindeki yeni bir videoda muhalifler, aralarına aldıkları bir kişiye dakikalarca işkence yapıyor. İşkence sahnesi, işkence yapan silahlı muhaliflerin tavırları, gülmeleri insanın kanını donduracak türdendi.
Videoya yansıyan görüntülerde silahlı kişiler, dipçiklerle, sopayla, tuğlalarla yakaladıkları kişiyi evire çevire dövüyorlar. Önce ayaklarına, sırtına vuruyorlar. Bir süre sonra tuğlalarla ve sopayla kafasına vura vura kafasını eziyorlar. Ardından kurşunluyorlar. Zafer kazanmışçasına da “Tekbir” ardından “Allahü Ekber” diye bağırıyorlar.
Suriye’ye müdahale eden güçler tarafından aktif biçimde desteklenen/ beslenen muhalifler konusunda ‘Uluslararası Süryanî Haber Ajansı’ Suudi Arabistan’ın idam mahkûmlarını ‘cihat’ için Suriye’ye gönderdiğini açıkladı.
Suudi İçişleri Bakanlığı yetkilisi Abdullah bin Ali El Ramadan’ın imzasını taşıyan 17 Nisan 2012 tarihli belgede idam cezası almış 1239 mahkûmun Suriye’ye cihada gönderilme planından bahsediliyor. Doğru olup olmadığı teyit edilemeyen belgeye göre, askeri eğitim alıp Suriye’ye gitmeyi kabul ederlerse mahkûmlar affedilecek ve ailelerine aylık maaş bağlanacak. Ancak cihada katılacak mahkûmların aileleri Suudi Arabistan’dan ayrılamayacaktı.
Uyuşturucu ticareti, cinayet, tecavüz suçlarından hüküm giymiş bu kişilerin 110’u Yemenli, 21’i Filistinli, 212’si Suudi, 96’sı Sudanlı, 254’ü Suriyeli, 82’si Ürdünlü, 68’i Somalili, 32’si Afgan, 94’ü Mısırlı, 203’ü Pakistanlı, 23’ü Iraklı ve 44’ü Kuveytli.
Bunun yanında Mısır Dışişleri Bakanı Muhammed Kamil Amr, “Cihat anlayışını benimseyen grupların Suriye devrimine katılmalarının tehlike olarak değerlendirilmesini yersiz buluyoruz” açıklaması yaptı.
Halep ve kırsalında faaliyet gösteren Nusra Cephesi, Ahraruş Şam Tugayları, Tevhid Sancağı Tugayı, Fecrul İslâm ve Fatih Sultan Mehmet Tugayı’nın öncülüğünü yaptığı askeri gruplar, kontrol ettikleri bölgelerde “İslâm devleti” kuracaklarını iddia ediyor. Gruplardan bazılarının üyeleri sivillere yöneliyor, insanların başını kesiyor.
Cihat anlayışını benimseyen gruplardan, Ebu Muhammed el-Golani liderliğinde kurulan Nusra Cephesi, Şam ve Halep’te hükümet ve Muhaberat binaları gibi hedeflere canlı bomba eylemleri düzenleyerek adını duyurmuş, askeri konvoylara saldırılarla etkinliğini arttırmıştı. Örgüt, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu’nu (SMDK) tanımadığı ve Halep çevresinde “İslâm Devleti” kurduğunu açıklamıştı.
Özetle Suriye’nin bölge ülkeleri arasında bir “bölgesel muharebe alanı”na dönüştüğünü yazan ‘The Financial Times’ analizinde, “Her geçen ay Suriye’nin komşuları daha tedirgin ve ihtilafın bulaşması riski giderek artıyor” ifadelerini kullandı.
Ufukta Suriye’deki savaşın sonunun görünmediğini, bu nedenle krizin bölgeye sıçramasının önlenmesinin giderek daha imkânsız hâle geldiğini kaydeden gazete, “Suriye, İran ve körfezdeki rakibi Suudi Arabistan için bölgesel bir muharebe alanına dönüşüyor” diye yazdı. Analizde daha sonra “Suriye muhalefeti üzerinde nüfuz için başlıca finansman ve silah sağlayıcıları olan Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan arasında bir yarış var” denildi.
Evet Suriye’ye müdahâlenin başat aktörlerinden birisi de T.“C”dir.
“Suriyeli sığınmacılar için 600 milyon dolar harcadığı”nı[22] açıklayan T.“C”’nin ülkesiyle ilgili politikasını, “Kendini çok akıllı zannedenlerin hayalleri” şeklinde değerlendiren Suriye Devlet Başkanı Esad’ın, ‘Rossiya 24’e röportajında, ülkede artan “terör olaylarının” Türkiye ve diğer komşularını da etkileyeceğinin altını çizdiği düzlemde ‘Uluslararası Haber Ajansı’na 21 Ocak 2013’de verdiği röportajda Esad ülkesinde yaşanan huzursuzluğun derinleşmesinden dış müdahaleyi sorumlu tutarken, Türk hükümetinin teröristlere yardım ve yataklık ederek Suriye halkının öldürülmesinde doğrudan rol oynadığını söyledi.
Ayrıca ‘Suriye Ulusal Koalisyonu’ dışındaki muhaliflerin şemsiye örgütü ‘Demokratik Değişim İçin Ulusal Koordinasyon Komitesi’ de, Türkiye’yi topraklarından Suriye’ye Suudi militanlar sokmakla suçladı.
Komitenin sözcüsü Heytem Menna, “Bu militanlar Suriye’ye zarar veriyor. Ne yazık ki Türkiye gibi siyasi güçler, onların Suriye’ye sızmasına müsaade ediyor ve burada amaç sadece Suriye değil. Ülkemiz bu hedefin sadece bir halkasıdır,” dedi.
Ayrıca resmî haber ajansı SANA, “Ordu güçlerinin Türkiye’den sızmak isteyen terörist grupları engellediğini” duyurduğu 22 Ocak 2013 tarihli haberde, “Lazkiye yakınlarında Mücahitler Tugayı’na bağlı çok sayıda teröristin etkisiz hâle getirildiği, Duşka taramalı silahının monte edildiği 4 aracın imha edildiği” açıklandı.
Bu ve benzeri olgulardan hareketle Avusturya’nın eski Başbakan Yardımcısı Dr. Erhard Busek, “Ankara Suriye politikasını çok abarttı,” diyor.
Öte yandan ‘The Guardian’da da, “Türkiye’nin Suriye politikası değişti” vurgusuyla, Simon Tisdall’ın kaleme aldığı “Ankara, tampon bölge ve müdahale taleplerini reddeden Batı’nın kendisini yüzüstü bıraktığını düşünüyor,” denirken; ‘The Financial Times’dan Philip Stephens imzalı analizde ekleniyor: “Türkiye Şam yolunda tökezledi.”
Gerçekten de “Ahmet Davutoğlu patentli SUK, Washington tarafından geçersiz kılınmıştır, bitirilmiştir. SUK’a son noktayı ABD koyduğuna göre, AKP’nin Suriye politikasının Türkiye’ye yaşattığı acı fiyasko da ABD tarafından tescil edilmiş bulunuyor,” Kadri Gürsel’in işaret ettiği gibi…
ABD-RUSYA-İRAN ÜÇGENİ VE “BARIŞ” İMKÂNI
Almanya’nın Münih kentinde düzenlenen 49. Uluslararası Güvenlik Konferansı’nda konuşan ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in, Esad’ı “koltuğuna yapışık tiran” olarak niteleyip; ABD Dışişleri Bakanı John Kerry’nin de, “Esad uzun süre Suriye Devlet Başkanı olarak kalamaz,” dediği; Avrupa’daki Amerikan kuvvetlerinin komutanı General Mark Hertling’in de, Suriye’deki gelişmelerle ilgili olarak Türkiye’ye yakın zamanda “az sayıda” asker gönderdiklerini açıkladığı bir “sır” değil; herkes tarafından biliniyor; ancak bu işin bir yanı.
Öteki ise şu: ‘The New York Times’da, Dışişleri Bakanlığı’nı Senatör John Kerry’ye devreden Hillary Clinton ile dönemin CIA Başkanı David Petraeus’un Suriye’deki isyancıların eğitilmesini ve silahlandırılmasını öngören bir plan hazırladıkları, ancak planın Beyaz Saray (Obama) tarafından kabul görmediği açıklandı.
Suriye konusunda Türkiye’nin de aralarında bulunduğu ülkeler tarafından eleştirilen Obama ‘New Republic’ Dergisinin verdiği röportajda, “Askeri müdahale sorunu çözer mi yoksa işler daha kötüye mi gider değerlendiriyorum” dedi. Bir Amerikan müdahalesinin sonuçlarından emin olamadıklarının altını çizip, Suriye’de yaşanan vahşetin benzerinin Demokratik Kongo Cumhuriyeti gibi dünyanın başka yerlerinde de yaşandığını hatırlatarak ekledi: “Suriye’de öldürülen on binlere karşı Kongo’da öldürülen on binleri nasıl tartarım.”
Bunlarla birlikte ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland’ın, Suriye Muhalefeti ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) Başkanı Muaz el-Hatib’in “müzakere” girişimleriyle ilgili “Suriye rejimi, eğer barışa ilgi duyuyorsa Hatib’in önerisini kabul etmesi gerekir” derken; bir gazetecinin Başbakan Erdoğan ile Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun açıklamalarına ilişkin sorusuna “Türk liderlerden gelen tahrik edici yorumlar, bizi açıkçası çok rahatsız ediyor. Bu konudaki kaygılarımızı ABD’nin Ankara Büyükelçiliği kanalıyla üst düzey Türk yetkililerine aktardık,” yanıtını verdiğini de anımsatmadan geçmeyelim.
ABD’nin “Esad’sız bir Suriye” formülüne Rusya Başbakanı Dimitriy Medvedev’in, “Esad’ın devrilmesinde ısrar etmek ya da onu Kaddafi gibi idam etmek veya Mübarek gibi safdışı bırakmaya çalışmaktan vazgeçilmeli,” yanıtını verirken; İran dini lideri Ali Hamaney’in Başdanışmanı Ali Ekber Velayeti’nin, Suriye’ye yapılacak bir saldırının kendilerine yapılmış sayılacağını belirtip, “Esad’ın kalması için herşeyi yapacağız” diyerek, “Suriye’ye saldırı, İran’a yapılmış sayılır” vurgusuyla, Suriye’yi “kırmızı çizgileri olarak” tanımlaması başta T.“C” olmak üzere Suudi Arabistan ve Katar’ın da işini güçleştirmektedir…
Aslında hemen her şey Sami Kohen’in, “Suriye olayında komşu Arapların ve diğer Müslüman ülkelerin çoğu Esad’ın aleyhindeler. Ama onlar da Suriye’ye karşı askeri bir müdahaleye bulaşmak istemiyorlar,” saptaması doğruluyor; Mısır’ın başkenti Kahire’de yapılan ‘İslâm İşbirliği Teşkilâtı’ liderler zirvesinde, Suriye muhalefetiyle “zulme doğrudan katılmayan” hükümet yetkilileri arasında “ciddi diyalog” çağrısı yapılırken Ankara’nın istediği gibi Esad’ın çekilmesine yönelik bir ifadenin yer almayışı; Cumhurbaşkanı Gül’ün, “Şam rejimi çekilsin” talebini boşa düşürdü.
Patrick Cockburn’un, “Hükümet ile isyancıların askeri açıdan birbirini yenememe hâli, müzakere ederek uzlaşmayı kaçınılmaz kılıyor,” saptamasının hemen ardından, ‘Suriye Ulusal Koalisyonu’ Başkanı Muaz el Hatip, akan kanın durması için Esad’ın temsilcileriyle görüşmeye hazır olduğunu duyurdu.
David Ignatius’un, “Muhaliflerden ‘umut veren’ geçiş planı”[23] diye nitelediği Hatip’in önerisinin iki şartı vardı: Suriye hapishanelerindeki 160 bin tutuklu muhalifin serbest bırakılması ve diasporadaki Suriyeli muhaliflerin pasaportlarının yenilenmesi. Böylece ilk kez bir muhalefet lideri, Şam yönetimiyle görüşmek için Esad’ın istifası şartından geri adım attı.
Yine El Hatip, Esad rejiminin temsilcisi olarak Devlet Başkan Yardımcısı Faruk El Şara ile müzakerelere başlayabilecekleri mesajını verdi. Suriye liderinin El Şara’yı bu konuda yetkilendirmesini istedi.
Bu arada “Suriye krizinin çözümü için diplomasi kulislerinde “kontrollü tükeniş” formülünün konuşulmaya başlandığı; buna göre de her iki tarafın birbirini tüketeceği kontrollü bir geçiş sürecinin yaşanması, Esad yönetiminin gücünü yavaş yavaş yitirmesine paralel olarak muhaliflerin radikal unsurlarının da ülkede kaosu derinleştirecek güce ulaşmasının engellemesi”[24] öngörülürken; El Şara’nın, ‘El Akbar’ gazetesine, “Bu savaşı askeri olarak ne muhalefet ne de ordu kazanabilir. Tüm muhalefet birleşse de, askeri olarak bu savaşın sonucunu tayin edemez. Aynı zamanda ordu ve güvenlik güçleri de, nihai bir sonuca ulaşamaz”; Noam Chomsky’nin de, “Ne olursa olsun Esad’ın sonu ölüm,”[25] saptamaları öne çıkıyor.
ROJAVA
Bu tabloda “Suriye Kürtleri, Kürdistan coğrafyasında yeni bir aktör olarak belirginleşti” diyen Arzu Yılmaz ekliyor:
“Otonom ya da federal, nihayetinde Kürtler çoğunluğu oluşturdukları topraklar üzerinde söz sahibi olma yolunda hızla ilerliyor. Türkiye en başta Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun ağzından ‘Suriye’de Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkına saygı duyuyoruz. Ancak PYD, PKK’den bağımsız olduğunu açıklasın’ demişti. Bugün geldiğimiz noktada ise, bu kez Başbakan Erdoğan’ın ağzından, ‘Suriye’de böyle bir senaryoya izin vermeyiz’ deniliyor.”
Evet, “Rojava’ya ‘ne olacaksa’ hem Kuzey, hem de Güney Kürdistan’a ‘o olacak’…”[26]saptaması güncel bir önem kazanırken; “Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt realitesi olduğunu söyleyen Mesud Barzani, ‘Bölgedeki devletlerin bunu tanımamasını anlamıyoruz. Kürdistan’ın her parçasının belli özellikleri var, değişiyor. Şimdi artık Kürt realitesini görmek lazım’ diyor.”[27]
Kürtlerin Suriye’de -şöyle ya da böyle- kazandığı mevziler, Türk(iyeli) sosyalistleri doğrudan ilgilendiriyor ve onların enternasyonalist dayanışmasına muhtaçtır.
Tam da bu noktada “Solcuysan, hakkaniyeti ihlâl ederek iş yapamazsın. Çok açık. Suriye’de haklı olan taraf Baas’tır,”[28] saptamasından hareketle Rojava gerçeğine sırt dönmek ya da batı Kürtleri’nin hâlini yabancılaşmak, Seydi Fırat’ın deyişiyle “Suriye Kürdistanı’nda yeni bir Gazze yaratılmasına göz yummak” bizim tavrımız olamaz.
Çünkü karşımızda Rojava gerçeği durmaktadır…
Rojava gerçeğinin bir boyutunu, egemen şövenizmi sarsan meydan okuma olması oluşturur.
Arizona Üniversitesi ‘Ortadoğu Çalışmaları Merkezi’ Genel Başkan Yardımcısı ve 1990’larda yaklaşık yedi yıl Suriye’de yaşayan ve Kürtler üzerine çalışmalarıyla tanınan Christian Sinclair, “Suriye’deki Kürtlerin muhalefet eylemlerine katılmadığı yönündeki iddialar gerçekçi değil; aksine Suriyeli Kürtler yıllarca muhalefette yalnızdı” gerçeğinin altını çizerken; ‘Suriye Demokratik Laik Güçler Koalisyonu’ temsilcisi Muhammed Temmam el Berazi, Kürtlerin hakları konusunda bazı anlaşmazlıklar yaşandığını doğruladı ki, bu da Suriye muhalefeti denen şeyin, Baas kadar Kürt gerçeğinin uzağında olduğunun verisidir.
Bunun yanında Rojava gerçeğinin ikinci boyutunu da örgütlenme oluşturur.
Kürt Ulusal Konseyi bünyesinde oluşturulan Halk Savunma Birlikleri (YPG), milis ordusu şeklinde örgütleniyor. Ağır silahlarla donatılan kısa bir eğitimden sonra gruplar, Kürt bölgelerinde denetim yapıyor.
Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) de içinde yer aldığı 16 Kürt oluşumunu barındıran Kürt Ulusal Konseyi bünyesinde oluşturulan YPG, Afrin’den sonra Kürtlerin denetiminde bulunan Nusaybin’in karşısındaki Kamışlı kentinde ikinci milis tugayını oluşturdu.
Sadece askeri değil; aynı zamanda toplumsal bir örgütlenme ve ulusal inşa örneği olan Rojava’da demokratik özerklik ilanından sonra kendi kendilerini yöneten Kürtler önemli adımlar attı. Mesela Serêkaniyê Kent Meclisi, Baas rejimi döneminde belediye tarafından el konulan ve sadece ihale ile satılan 220 arsayı, barınma hakkı çerçevesinde ev sahibi olmayan yoksul ailelere dağıttı.
Söz konusu oluşum kısa sürede T.“C”nin tepkisiyle karşılaştı. PYD’yi, Şebbiha ile “kıyaslayan” Dışişleri Bakanı Davutoğlu, emrivakiye karşı olduklarını ve buna “Evet” demeyeceklerini belirtti.
Batı Kürdistan’da kentlerin Kürtlerin yönetimine geçmesi ve Kürt Yüksek Konseyi’nin (KYK) kurulmasının ardından Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Hewler’e ani bir ziyaret gerçekleştirmiş, içinde Barzani yanlısı olan Suriye Kürtleri Ulusal Meclisi (ENKS) üyeleriyle görüşmeler yapmıştı. Bu görüşmede KYK’nin, PYD’nin de içinde bulunduğu Halk Meclisi üyeleri dışlanmıştı.
Hüseyin Ali’nin işaret ettiği üzere, “Türk devleti Bölge’de ve Rojava Kürdistan’da halkın özgürlük mücadelesini bastırmak isterken, Federe Kürdistan’la ise sıkı ilişki içindedir. Bu durum gerçekten izahı gerektiren çok ciddi bir paradokstur. Kendi Kürtlerinin hakkını tanımayan, mücadelesini bastırmak isteyen, Rojava’da Kürtlerin özgürlük çabalarına karşı düşmanlık yapan Türk devletinin Federe Kürdistan’a iyi niyetli ve samimi yaklaştığını kim söyleyebilir?”
Bu koordinatlarda PYD lideri Salih Muslim, “Suriye muhalefeti Davutoğlu’ndan emir almaz,” derken 2012’nin Ekim ayından beri Suriye’nin kozmopolit kentlerinden Halep ile özerklik ilan edilerek özgürleştirilen Kürt kenti Afrin’de Kürtlere yönelik provokasyonlar hız kazandı. Türkiye’nin İstanbul, Hatay, Dîlok (Antep) gibi kentlerde eğitim üsleri açtığı, silahlı destek verdiği, yaralılarını hastanelere taşıdığı ÖSO’ya bağlı gruplar; Türkiye’deki JİTEM’in Kürtlere yönelik saldırılarının benzerini gerçekleştiriyor. Halep’teki katliamın arkasında ÖSO içinde yer alan Kürt grupların da olduğu ortaya çıkarken, Afrin’de de Türkiye destekli Türkmenler kullanılıyor.
Özetle Suriye’deki içsavaş şiddetlenirken, PYD’nin silahlı uzantısı olan YPG, hem isyancılarla hem de hükümet güçleriyle savaşırken; ÖSO ile Kürt militanlar arasında çatışmalar artıyor.
ÖSO, PYD’nin kontrolü altındaki Halep’teki mahallelere Kürt kökenli Azadi örgütü ismiyle girmeye çalışınca çatışma yaşandı. PYD, Azadi Partisi ile bağlantılı ve Türkiye destekli olduğunu açıkladığı silahlı Selahaddin’i Eyyubi grubunun saldırısı sonrasında çatışmaların başladığını belirtti.
İç savaşı Kürt topraklarına taşıyan Türkiye destekli ÖSO, Serêkaniyê’ye saldırırken; Irak hükümeti de Federe Kürdistan’la savaşın eşiğine geldi. Türkiye ise bölgesel savaşa yol açacak gelişmelere çanak tutuyor. Kürt kazanımlarını bertaraf etmek için uğraşan Türkiye ise ÖSO’ya desteğini esirgemiyor.
Söz konusu tablo karşısında Murat Karayılan, 8 Kasım 2012’de Türkiye üzerinden yüzlerce silahlı kişinin Serêkaniyê (Rasul Ayn) kentine giriş yaptığını belirterek “Türkiye bu hamle için gruplara 2 milyon dolar para verdi. Açık ki her türlü desteği sunarak Kürt bölgesinde karışıklık yaratmaya çalışıyor” iddiasında bulundu. AKP hükümetinin Kobanê kentine yönelik müdahale koşullarını yaratmak istediğini kaydedip, “Kobanê Serêkaniyê’ye benzemez,” dedi.
AKP hükümetinin politikalarının tehlikeli olduğunu kaydeden Karayılan, Kobanê’ye dokunulması hâlinde savaşın bütün Kürdistan’da yaygınlaşacağını kaydedip; AKP’nin Suriye ve Ortadoğu politikasının çöktüğü vurgusuyla, Türk devletinin bu politikayla başarısızlığa mahkûm olduğunu kaydetti.
Cengiz Çandar’ın, “İmralı Süreci, Suriye Kürtlerine ilişkin gelişmelerden hiç etkilenmeden ve bunlardan ayrılarak ilerleyebilir mi?” sorusunu dillendirdiği denge(sizlik)de Rojava “Gazze gibi” kuşatılarak “ölüme mahkûm” edilmek istenmektedir.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder