Kürt Sorunu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kürt Sorunu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Şubat 2021 Cuma

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 4

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 4




Uluslararası Arenada Ortak Bir Azınlık Politikası Yok 

Uluslararası ilişkilerde, uluslararası antlaşma, sözleşme veya bildirilerin hiçbirinde net bir azınlık tarifinin bile yapılamadığı bir ortamda; ne Birleşmiş Milletler, ne de devletler, gerek azınlıkların tarifi, gerekse de uygulama konusunda henüz ortak bir sonuca varamamışken46, Avrupa Birliği’nin bazı platformları ve yetkili kişileri, tarihi ve ilmi hiçbir dayanağı olmadan Türkiye’de azınlıklar yaratmış ve bunun propagandasını yapmıştır. 

Bu bağlamda, başta yukarıda sadece bazılarının yazıldığı AP kararları olmak üzere Türkiye’den birtakım taleplerde bulunulmuştur. 

Diğer taraftan, Avrupa Konseyi ulusal azınlıklar hakkında Avrupa genelinde mevcut ve yürürlükte olan en önemli sözleşmeyi yaratmasına rağmen, Avrupa 
devletleri “azınlık” kavramı konusunda anlaşamadıklarından, bu kavramın net ve müşterek bir tanımı bile bugüne kadar yapılamamıştır. 

Ayrıca, Avrupa Konseyi bu konuda üye devletlere de geniş yetki marjı tanımaktadır. 1995 yılında imzaya açılan “Avrupa Ulusal Azınlıkları Koruma 
Çerçeve Sözleşmesi”, bugüne kadar Avrupa Konseyi üyesi 47 devletten 39’u tarafından imzalanıp onaylanmıştır. 

Sözleşmeyi imzalayıp henüz onaylamamış 4 devlet vardır ki bunlar Belçika, Yunanistan, İzlanda ve Lüksemburg’dur. Sözleşmeyi henüz ne imzalayıp, 
ne de onaylamış devletler ise Fransa, Türkiye, Monako ve Andora’dır. Fransa ve Türkiye, “ulusal azınlık” kavramını kabullenmedikleri için sözleşmeyi 
imzalamamışlardı.47 

AB, ülkesinde uluslararası anlaşmalarla belirlenen resmi azınlıkları bulunan, üyeleri olan Yunanistan ve Bulgaristan’ın bile taraf olmadığı, Türkiye’nin ise tıpkı Fransa gibi çekince koyarak imzaladığı BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ni, Katılım Ortaklığı Belgesi’nin orta vadeli öncelikleri arasına koyarak, ön şartlardan birisi haline getirmişti. Yunanistan, Lozan Antlaşması’na rağmen, Batı Trakya’daki Türkleri yok saymakta, Türk adı geçen tüm dernek, lokal ve okulları kapatmakta, kendi müftülerine seçme hakkını bile vermemektedir. Batı Trakya’da yaşayan 
Türk azınlığına Yunanistan’ın resmi çevreleri Türk demek istememektedirler.48 
Konumuz açısından dikkatlerden kaçmaması gereken önemli bir nokta da, AB üye ülkeleri içinde azınlıklara yönelik uygulamalarında birbirinden farklı olduğu gerçeğidir.49 Mesela, Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily, Süddeutche Zeitung’a verdiği demeçte, Türklerin Alman Toplumuna uyumu konusunda “En iyi uyum şekli asimilasyondur” diyebiliyor. Schily, Almanya’da Südet, Frizya, Rumen ve Danimarka azınlığının dışında, yeni azınlıklar oluşturulmasına karşı olduklarını dile getirerek, ülkede geçerli yasalara göre, söz konusu yasal azınlıkların dillerinin desteklendiğini belirtiyor. “Südetler Orta Almanya Radyosu’nun (MDR) yayın yaptığı bölgede televizyon programlarını iki dilde izleme olanağına sahipler. 
Türkler ise radyo ve televizyon aidatı ödedikleri halde bundan yoksunlar. Türklere neden böyle bir olanak sağlanmıyor?” sorusuna, “Hayır, hayır. 

Uyumun hedefi Alman kültürüne çekmektir insanları. Mümkün olan her dili destekleyemeyiz. Ayrıca böyle bir şey kaosa sürükler” yanıtını veriyor. 
Bakan Schily, 

“Ben birinci dili Türkçe olan homojen bir Türk azınlığı oluşmasını istemiyorum. Türkler bizim kültür alanımızda büyümeli. Anadilleri Almanca olmalı. 

Birbirimizi yanlış anlamamak için; ben farklı kültürlerarası salahiyetin oluşmasından yanayım. 

Hiç kimse kökenini de inkâr etmek mecburiyetinde kalmamalıdır” dedikten sonra o halde Türkler Almanların değerlerini ve geleneklerini mi benimseyecekler? şeklindeki soruya “Asimilasyonun kelime anlamı birbirine benzemektir. Bu farklı biçimde gerçekleşebilir. Ama sonuçta insanlar ortak bir kültürde birbirine benzer” diyebiliyor.50 

Diğer taraftan, bazı Avrupalıların planladığı ise, Türk Milletini etnik kökenlere göre parçalama ve bölme girişimleridir. Kamuoyu oluşturma ve propaganda faaliyetleri ekseninde bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi adı altında bölücülük teşvik edilerek Türk Milletini etnik ve dini kimliğine göre saflaştırma ve ayrıştırma stratejisi uygulanmaktadır. Böylece Türklük kavramının içi boşaltılarak, sanal azınlıklar yaratılması tehlikesi söz konusudur. AB’nin bu girişimleri sonucunda onaylanan Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin ve kabul edilen bazı yasaların olumsuz etkileri zaman içinde ortaya çıkacağı beklenmelidir. Bu bağlamda, Sadi Somuncuoğlu’nun da belirttiği gibi niçin Avrupalı Devletler, Fransa, İspanya, 
İngiltere vd., kendilerine mozaik değiliz, monoblok-tek parçayız diyorlar da, bize gelince siz “çok kültürlü” ve “mozaik”siniz diyorlar? İnsan haklarını ileri sürerek, etnik grupların, egemenliğimize ortak yapılmasında ısrar ediyorlar? Niçin bizim yetkili ve yetkisiz işbirlikçiler, “çok kültürlülükle ve mozaik” olmakla övünüyor, “farklılıkların zenginliğimiz” olduğunu ısrarla tekrarlıyor? Türkiye’nin 36 etnik parçadan meydana geldiğini vurgulayıp etnik gruplara dayalı bir rejim kurmanın adına “demokratikleşme” diyorlar? 51 sorularının üzerinde durulup irdelenmesi gerekmektedir. 

Bu bağlamda, Türkiye’nin tarih ve kültür temelli Atatürk’ün de tanımladığı Türk Milleti algılaması ekseninde ulusal çıkarları doğrultusunda kamu diplomasisi 
politikaları üretmesi hayati bir önem arz etmektedir. 

AP’nin başta Kürtler olmak üzere, Türk Milletine yönelik bu tutumunun AB’nin diğer kurumlarınca da desteklenmesi önemli bir husustur. 

Mesela, Türkiye’de yerel ve bölgesel özerkliği dayatan, demokratik federasyonu ima eden AB, Güneydoğu’dan açıkça Kürdistan diye söz eden AB Bölgeler Komitesi Genel Kurulunda, Türkiye Raporunu onaylayıp diğer kurumlarında dikkatine sunarak kamuoyu oluşturabiliyor. Örneğin bu raporda, Türkiye’yi etnik ve dinsel azınlıklara dayalı bir federasyona doğru götürmek istediği izlenimi veren AB; günümüzde tartışılan yerel ve bölgesel özerkliği aslında resmen 2005 yılında istemişti.52 
Avrupa cephesinde bu gelişmeler olurken aynı tarihlerde Türkiye’de, başkanlığını Şeyh Sait’in torunu Abdülmelik Fırat’ın yaptığı Hak ve Özgürlükler Partisi’nden bir grup, elde megafon, Diyarbakır’ın Ofis semtinde Kürt Federasyonu için imza toplayıp, 3 Ekim görüşmelerinden hemen önce bunu AB ülkelerine gönderiyordu. Diyarbakır il başkanı Halis Nezan imza kampanyasının amacının Irak benzeri federatif bir yapının Türkiye’de de kurulması olduğunu söyleyerek isteklerini şöyle sıralıyordu: 
“Yıllardır Kürt, Kürdistan kelimesi telaffuz edilemiyordu. Biz Kürt ana diliyle ilköğretimden üniversite sonuna kadar eğitim yapılmasını istiyoruz... 1960 darbesinden sonra birçok Kürt yerleşim biriminin değiştirilen isimleri geri verilmeli. AB ülkelerinin birçoğunda federal bir yapı vardır. Ayrıca Türkiye burnumuzun dibindeki 100-200 bin nüfuslu Kıbrıs için federasyon istiyorsa, 20-25 milyon nüfusu bulunan Kürtlerin de bu tür masumane talebini karşılamalıdır.”53 
Sadece bu örnekte bile görüleceği üzere, Türkiye’de tam bir kavram patolojisi yaşatılmaya çalışılıyor. Hâlbuki Türkiye’de tarihsel ve bilimsel olarak olmayan bir etnik çatışma54 her türlü vasıta denenerek zorla da-yatılıyor. Devletin bölücü isteklere göre, demokrasi ve insan hakları adı altında Cumhuriyetin değerlerine ve Türk Anayasasını yok saymaya yönelik etnik temelde yeniden yapılandırılması talep edilebiliyor. Hâlbuki Türk Anayasası’nın 10. maddesine göre; herkes dil, din, etnik, mezhep vb. ayırmaksızın kanun önünde eşittir, hiçbir kimseye, zümreye imtiyaz tanınamaz. Sadece Kürtlere birtakım haklar verilmesi ve ayrımcılık sağlanması konusu başlı başına Anayasaya aykırı bir durum oluşturmaktadır. 
Bu bağlamda Türkiye kamuoyuna da bu hususlar ısrarla vurgulanmalıdır. Ayrıca bugün Türkiye, yıllarca kamu diplomasisine önem vermemenin getirdiği sorunlarla boğuşmaktadır ve bu sorunların en büyüğü yabancı kamuoyu tarafından tanınmamak değil, yanlış tanınmak ve kendini dünyaya iyi ifade edememektir. Türkiye’de devletin dominant yapısı nedeniyle ülkeler arasında, devlet ve hükümet başkanları nezdinde yürütülen ilişkilerin diplomasi bağlamında yeterli olduğu düşünülmektedir. Ancak değişen diplomasi anlayışı ve yumuşak gücün uluslararası ilişkilerde öne çıkması, direkt kamuoylarına yönelik faaliyetleri zorunlu hale getirmiştir. Türkiye bilimsel ve tarihsel bakımdan güçlü olduğu konularda aktif lobicilik faaliyetleri ve kamu diplomasisi uygulamaları geliştirmek zorundadır. 
Nitekim, National Branding konusunda uzman Simon Anhalt’in Türkiye örneğinden yola çıkarak söylediği gibi eğer bir ülke kendi algısını ve itibarını yönetmezse, itibarı kendi doğal ritmiyle ilerlemekte, başkaları tarafından yönetilir hale gelmektedir.55 Gerçekten de Kürt meselesinde olduğu gibi, Türkiye’nin itibarını zedeleyen Ermeni soykırımı iddialarında, Kıbrıs meselesinde ve haklı olduğu daha pek çok ulusal konularda Türkiye kendini dünyaya anlatmakta sorun yaşamakta ve ülkenin prestiji büyük darbe almaktadır. Bu bağlamda, kamu diplomasisindeki yetersizlik dış politikada, özellikle Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinde Türkiye’nin önünü kapatmakta ve türlü sıkıntılara katlanmak zorunda bırakmaktadır. 
Diğer taraftan, Avrupa Birliği üyesi ülkeler de Türkiye’yle ilgili karar alırken halklarının düşüncelerini, Türkiye’ye bakış açılarını göz önünde bulundurmakta dırlar. Siyasilerin kendilerini seçen toplumun kararlarını dikkate alması demokrasinin bir gereğidir. Dolayısıyla, o ülkelerin halklarını hazırlamak, kafalarındaki önyargıları gidermek ve Türkiye’nin gerçek yüzünü ortaya koymak Türkiye için çok büyük önem taşımaktadır. 
Bunun dışında komşu ülkelerin halklarının birbirlerine sempati duyabilmeleri, birbirlerine karşı düşmanlık duygularından uzak durabilmeleri yine etkin bir kamu diplomasisi neticesinde elde edilebilmektedir.56 

Sonuç 

Kamu diplomasisini en basit ifadesiyle, bir hükümetin veya uluslararası aktörün başka bir ulusun halkını ve aydınlarını, bu ulusun politikalarını kendi avantajına döndürmek amacıyla etkilemeye çalışmasıdır şeklinde tanımladığımızda; AB’nin amacının, demokrasi, özgürlükler ve insan hakları gibi kulağa hoş gelen kavramları birer yumuşak güç unsuru olarak kullanıp, Türkiye’yi kültürler, dinler ve ırklar mozaiği haline getirmeye çalıştığını da söylemek mümkündür. Böylece, küreselleşmenin büyük bir ivme kazandığı günümüz uluslararası ilişkilerinde, Türkiye’nin türlü zorluklarla Lozan’da kurulmuş dengesinin bozulması ve rahatlıkla Batının çıkarları doğrultusunda kullanılabilecek veya şekillendirilecek kıvama getirilmesi de söz konusu olacaktır. Bu çerçevede, bırakın yapsınlar, bırakın etsinler mantığıyla işleyen sistemde, etnik ayrılık temelinde bölünmenin hukuksal altyapısı oluşturulmak istenebilir. Farklılıklar öne çıkarılarak kültürel zenginlik adıyla üniter Türk millî devletinin yapısı, etnik temelde ayrıştırılmaya ve kültürel farklılıklar siyasallaştırılmaya çalışılabilir. Bu noktada, AB’nin Türk halkına ve bazı aydınlarına uyguladığı kamu diplomasisi yoluyla Türkiye’de tam bir kavram ve kafa kargaşası yaratılarak devletin bölücü isteklere göre demokrasi adı altında 
yeniden yapılandırılması talep edilebilir. Nitekim Avrupa Parlamentosu çatısı altında alınan kararlar, düzenlenen oturumlar bu isteklerin fikri ve siyasi alt yapısını oluşturmaktadır. Avrupa’da çeşitli platformlarda insan hakları ve demokrasi bağlamında ele alınan konular, Türkiye üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanılma çabası içinde olduğu görünümü vermektedir. Bu çalışmada birkaçını ele aldığımız Avrupa Parlamentosu çatısı altında Türkiye aleyhine sayısız toplantı, konferans ve oturumlar eşgüdümlü olarak yapıldığı ve çeşitli kararların çıkarıldığı tespit edilmiştir. 

Türkiye üzerine oynandığı iddia edilen küresel oyunların bir parçası olan siyasi Kürtçülük programlarının uygulanması bağlamında alınan kararların ve politikaların incelenmesi, konunun anlaşılması ve dış boyutu açısından oldukça önemlidir. Bazı çevrelerin iddia ettiği AB’nin Türkiye’nin etnik merkezli bir federal yapıya doğru dönüştürülmesini desteklediği tezi dikkate alınmalıdır. Esasında terör sorunu, özellikle son zamanlarda “Kürt Sorunu” diye adlandırılmaya başlanmış ve böylece bu sorun etnik temellere oturtulmuştur.57 Bu bağlamda Kürt Sorunu, adeta 100 yıl önce Türk devletinin Balkanlarda Rumlarla, Yunanlılarla ve Doğu’da Ermenilerle hatta Araplarla yaşadıklarının tekerrürü gibidir ve aslında bir bakıma uluslararası bir meseledir. Esasında Türkiye’de var olan sorunun etnik merkezli bir Kürt sorunu değil, siyasal merkezli bir Kürtçülük sorunu olduğu gerçeği unutulmamalıdır.58 

Kürt sorununda olduğu gibi, Türkiye’nin kamu diplomasisine ayrı bir önem vermesi gerekmektedir. Günümüzde uluslararası toplumu etkilemenin ve yönlendirmenin en önemli araçlarından biri olan kamu diplomasisi, bir ülkenin çıkarlarını savunma, meşruiyet sağlama ve dış kamuoyu oluşturma anlamında en etkili araçlarından biridir. İletişimin küreselleştiği dünyamızda her ülkenin bu araçtan en verimli şekilde yararlanmaya çalışması doğaldır. 
Kendini iyi ifade edemeyen, yanlış algılanan ve hakkında ön yargılara sahip olunan Türkiye de bu yeni diplomasi alanını göz ardı etmemeli, sahip olduğu yumuşak güç kaynaklarını iyi değerlendirmelidir. 

Kaynaklar 

Arslan, Ali, Efendi ve Uşak Avrupa Birliği-Türkiye İlişkileri, İskenderiye Yayınları, İstanbul, 2008. 
Avar, Banu, Hangi Avrupa?, Truva Yayınları, 3. Baskı, Ocak, İstanbul, 2008. 
Akyol, Taha, Ama Hangi Atatürk, Doğan Egmont Yayıncılık, 2. Baskı, İstanbul, Şubat 2008. 
Akıllıoğlu, Tekin, (yayına hazırlayan), İnsan Haklarının Korunması Alanında Uluslararası Temel Belgeler, Bilgi Yayınevi ve SBF İnsan Hakları 
Merkezi Ortak Yayını, Genişletilmiş 3. Basım, Ankara, 1995. 
“AP’den Küstah Bildiri”, Yeniçağ, 30.10.2008. 
Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi 1838’den 1995’e, Cilt: 1, Tekin Yayınevi, s. 35-36, İstanbul, 1996. 
Bacinoğlu, Taner, “Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”, Cumhuriyet, 06.07.1999. 
Bayraktar, Muharrem, Batının Kanatları Altında PKK, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2009. 
Cull, Nicholas J., Public Diplomacy: Lessons From the Past, Figueroa Press, Los Angeles, 2009. 
Çitlioğlu, Ercan, Ölümcül Tahterevalli Ermeni ve Kürt Sorunu, Destek Yayınları, 5. Baskı, Ankara, Mart 2009. 
Demir, Vedat, “Kamu Diplomasisi ve Türkiye’nin Komşu Ülkelerle İlişkilerine 
Katkısı”, Kamu Diplomasisi Enstitüsü Institute of Public Diplomacy 
http://www.siyasaliletisim.org/pdf/kamudiplomasisiveturkiyeninkomsulari.pdf, (erişim: 15.05.2011). 
Evren, Gürbüz, Avrupa Birliği Sürecinde Kürtçülük, Truva Yayınları, İstanbul, Mayıs 2007. 
Erboz, Fatih, “Türkiye’ye Kin Kustular”, “Brüksel’de İftira Yarışı”, Yeniçağ, 15.10.2008. 
Erboz, Fatih, “Atatürk’e Dil Uzatana Soruşturma”, Yeniçağ, 30.10.2008. 
Erboz, Fatih, “Mecliste Bölücülük Broşürü”, Yeniçağ, 30.10.2008. 
European Parliament, Resolution on the Human Rights Situation in 
Turkey, (B4-1530/rev., 1534 and 1559/95), 13.12.1995. 
European Parliament, Resolution on the Sitution in Turkey and the Of-fer of a 
Ceasefire Made by the PKK (B4-0060, 0076, 0086 and 0089/96), 18.01.1996. 
European Parliament, Resolution on Human Rights and the Situation in Turkey, (B4-0769, 0797, 0820 and 0828/96), 20.06.1996. 
European Parliament, Resolution on the Political Situation in Turkey, 
(B4-0986, 0987, 0988, 0989, 0990/96 and B4-0991/96), 19.09.1996. 
European Parliament, Resolution on the Commission Reports on Developments 
in Relations With Turkey Sincethe Entry Into Force of The Customs 
Union (COM (96) 0491-C4-0605/96 and COM (98) 0147-C4-0217/ 98), 17.09.1998. 
European Parliament, Resolution on the Death Sentence on Mr. Öcalan and the Future 
of the Kurdish Question in Turkey, (B5-0006, 0012, 0018, 00230 and 0026/99), 22.07.1999. 
European Parliament, State of Relations Between Turkey and the 
European Union, (B5-0120, 0124, 0129 and 0140/1999), 06.10.1999. 
European Parliament, Secretariat Working Party Task-Force “Enlargement”, 
Turkey and Relations With the European Union, Briefing No. PE 
167.407/rev.3, Luxembourg, 10.02.2000. 
European Parliament, European Parliament Resolution on the 1999 
Regular Report From the Commission on Turkey’s Progress Towards Accession, 
(COM (1999) 513-C5-0036/2000-2000/2014 (COS), 15.11.2000. 
Gök, Süleyman, “Kamu Diplomasisi Yoluyla Yeni Bir Türkiye Algısı”, Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları, TUİÇ Akademi, 
http://www.tuic akademi.org/index.php/kategoriler/turk-dis-politikasi/620-kamu-diplomasisi-yoluyla-yeni-bir-turkiye-algisi#_ftn1, (erişim: 18.04.2011). 
Hocaoğlu, Durmuş, “2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir”, 2023 Dergisi, Sayı: 101, 15 Eylül 2009, 
http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5560536, (erişim: 10.10.2010). 
Hocaoğlu, Durmuş, “Türkler Vatanlarına Sâhip Çıkamıyor!”, 
http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5518008, (erişim: 25.02.2011). 
Külahçı, Ahmet, “Schily: En İyi Uyum Asimilasyondur”, Hürriyet, Berlin, 28 Haziran 2002. 
Laçiner, Sedat, “Türkiye-Avrupa İlişkilerinde Kültür ve Medeniyet: Tarihsel ve İdeolojik Kökenler”, Liberal Düşünce, No: 13, Kış 1999. 
Laçiner, Sedat, “Ayrılıkçı Televizyon Yayınlarında Dış Destek ve Nedenleri”, Journal of Turkish Weekly, 
http://www.turkishweekly.net/turkce/makale.php?id=57. 
“Lozan’ı Bir Kenara Bırakın”, Yeniçağ, 06.04.2006. 
Leloğlu, Duygu, Radikal, 6 Temmuz 2001. 
“Megafonla Kürt Federasyonu Talep Ediyor”, Hürriyet, 17.07.2005. 
Millas, Herkül, Türk-Yunan İlişkilerine Bir Önsöz, Kavram Yayınları, İstanbul, 1995. 
Özalp, Güven, Milliyet, Brüksel, 7 Ekim 2000. 
Özdağ, Ümit, PKK Terörü Neden Bitmedi, Nasıl Biter?, Kripto Kitaplar, 4. Baskı, Ankara, 2009. 
Özdemir, Ali Rıza, Kart-Kurt Sesleri Arasında Kaybolan Gerçek Kürtler ve Türklük, Kripto Kitaplar, Ankara, 2009. 
“Özerklik İstendi Sıra Devlette!”, Yeniçağ, 9.07.2005. 
Poyraz, Emel, An Analysis of the Political Relations Between the European Union and Russia (1990-2001), Marmara University European 
Community Institute EU Politics and International Relations M. A. Thesis, 2002. 
Poyraz, Emel, “Tarihi Boyutuyla Avrupa Parlamentosu Ekseninde Ermeni Sorunu”, Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, The Journal for 
South-Eastern European Studies, Yıl: 2010, Sayı: 17, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul Üniversitesi Yayın No: 4962, İstanbul, 2011. 
Saraçlı, Murat, Avrupa Birliği ve Türkiye’de Azınlıklar, Lotus Yayınevi, Ankara, 2007. 
Somuncuoğlu, Sadi, Avrupa Birliği Bitmeyen Yol, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2002. 
Somuncuoğlu, Sadi, “AB’de ve Türkiye’de Etnik Siyaset”, Yeniçağ, 29.11.2008. 
Şimşir, Bilal, Kürtçülük II 1924-1999, Bilgi Yayınevi, İstanbul, Ocak 2009. 
Tezel, Yahya Sezai, “AB’ye Üyelik Serüveninin En Zor Meselesi: Millî Bütünlük ve Kimlik”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 80, Bahar 2005. 
Türkdoğan, Orhan, “Osmanlı’da Kent Soylular ve Atıf Sistemleri”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Researches About The Turks All Around 
The World, Yıl: 32, Cilt: 95, Sayı: 189, Kasım-Aralık 2010. 
Türkdoğan, Orhan, Kemalist Sistem ve Sosyolojik Yapısı, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2005. 
Uğur, Mehmet, Avrupa Birliği ve Türkiye Bir Dayanak/İnandırıcılık İkilemi, Everest Yayınları, İstanbul, 2000. 
Ünal, Serhan, “Kürt Sorunu ve Çözüm Önerileri”, Akademik Bakış, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Sayı: 18, Ekim-KasımAralık 
2009, ISSN: 1694-528X, 
http://akademikbakis.org/18/1cozum.htm, 
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Resmi İnternet Sitesi, 
http://www.turan.org.tr/?part=icerik&gorev=oku&id=56. 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkanlar-Kıbrıs Araştırma Grubu, “Avrupa Konseyi Kıbrıslı Rumları Kızdırdı”, 15 Ekim 2010, 
http://www.21yyte. org/tr/yazi.aspx?ID=5734&kat=32. 
Yılmaz, Muzaffer Ercan, “Ethnic Identity and Ethnic Conflicts”, Akademik Bakış Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Sayı: 21, 
Temmuz-Ağustos-Eylül 2010, ISSN: 1694-528X (www.akademikbakış.Org.) Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Resmi İnternet Sitesi, 
http://www.turan.org.tr/default.asp? 


DİPNOTLAR;

1 Avrupa Komisyonunun 1999 yılında yaptığı yenilikler sonucunda AB, hem iç hem de dış kamuoyuna yönelik etkin bir iletişim politikası geliştirmiş bulunmaktadır. İbrahim Kalın, Türk Dış Politikası ve Kamu Diplomasisi, T.C. Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü, 
http:// kdk.gov.tr/sag/turk-dis-politikasi-ve-kamu-diplomasisi/20, (erişim: 19.08.2011). 
2 Nitekim AB, Türkiye’deki Enderuni aydınların algıladığı türde millî değerleri yıkan bir evrensellik anlayışına sahip değildir. Bkz: Orhan Türkdoğan, “Osmanlı’da Kent Soylular ve Atıf Sistemleri”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, Researches About The Turks All Around The World, Yıl: 32, Cilt: 95, Sayı: 189, s. 70, Kasım-Aralık 2010. 
3 Aralarında Avrupa Birliği ülkelerinin de bulunduğu devletlerce imzalanan Lozan Antlaşması’na göre, Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler, 1925 tarihli Türk-Bulgar Dostluk Antlaşması’na göre de Hıristiyan Bulgarlar azınlık olarak kabul edilmiş ve ilgili taraflarca da onaylanmıştı. 
4 Gürbüz Evren, Avrupa Birliği Sürecinde Kürtçülük, Truva Yayınları, s. 16-17, İstanbul, Mayıs 2007. 
5 AB insan hakları ve azınlıklar konusunu sadece Türkiye için değil, üçüncü ülkelerle mesela Rusya Federasyonu’yla olan ilişkilerinde de bir dış politika ve kamu diplomasisi ensturumanı olarak çok sık kullanmaktadır. Bk: Emel Poyraz, An Analysis of the Political Relations Between the European Union and Russia (1990-2001), Marmara University European Community Institute EU Politics and International Relations M.A. Thesis, s. 55-56, 2002. 
6 Bir yandan kendi kurumsal çıkarları, diğer yandan AB sistemini meşrulaştırma kaygıları nedeniyle, bazılarına göre AP kendince insan hakları konusunda en azından bir dönem için daha tutarlı ve eleştirel bir tutum takınmıştır. Bkz: Mehmet Uğur, Avrupa Birliği ve Türkiye Bir Dayanak/İnandırıcılık İkilemi, Everest Yayınları, s. 279, İstanbul, 2000. 
7 Nicholas J. Cull, Public Diplomacy: Lessons from the Past, Figueroa Press, s. 12, Los Angeles, 2009. 
8 Süleyman Gök, “Kamu Diplomasisi Yoluyla Yeni Bir Türkiye Algısı”, Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları, TUİÇ Akademi, Bkz: http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/turkdis-
politikasi/620-kamu-diplomasisi-yoluyla-yeni-bir-turkiye-algisi#_ftn1, (erişim: 18.04.2011). 
9 Vedat Demir, “Kamu Diplomasisi ve Türkiye’nin Komşu Ülkelerle İlişkilerine Katkısı”, Kamu Diplomasisi Enstitüsü Institute of Public Diplomacy, s. 1-2. Bkz: http://www.siyasaliletisim.org/pdf/kamudiplomasisiveturkiyeninkomsulari.pdf, (erişim: 15.05.2011). 
10 Türk parlamenterler, bu tür bir gündem maddesinin Mayıs ayında Ankara’da yapılacak toplantının gündem maddesinde ısrar etmeleri halinde, başta Almanya olmak üzere Avrupa’daki Türklerin haklarını tartışmaya açmak ve görüşmek istediklerini söylediler. Ayrıntılar için bkz: “Avrupa Parlamentosu’ndan Paranoyak Açıklama ‘Lozan’ı Bir Kenara Bırakın’”, Yeniçağ, 06.04.2006. 
11 “AP’den Küstah Bildiri”, Yeniçağ, 30.10.2008. 
12 “Mecliste Bölücülük Broşürü”, Yeniçağ, 30.10.2008. 
13 Gelinen son noktayı çeşitli yönleriyle ele kalan kaynak için bkz: Bir Örtülü Bağımsızlık Talebi “Demokratik Özerklik”, 2023 İkibin Yirmiüç Dergisi, Sayı: 124, 15 Ağustos 2011. 
14 Ayrıntılar için bkz: “Türkiye’ye Kin Kustular”, “Brüksel’de İftira Yarışı”, Yeniçağ, 15.11.2008. 
15 Ayrıntılar için bkz: “Alman Profesöre Hakaret Davası”, Zaman, 29.11.2008; Ayrıca bkz: “Brüksel’deki Konuşmaya Ankara’da Soruşturma”, Hürriyet, 1.12.2008; “Atatürk’e Dil Uzatana Soruşturma”, Yeniçağ, 30.11.2008. 
16 Yoksa Kürtler ve kullanmayı başardıkları başka unsurlar hiç de umurlarında değildi. Bkz: Ali Rıza Özdemir, Kart-Kurt Sesleri Arasında Kaybolan Gerçek Kürtler ve Türklük, Kripto Kitaplar, s. 21-22, Ankara, 2009. 
17 Ali Rıza Özdemir, Kart-Kurt Sesleri Arasında Kaybolan Gerçek Kürtler ve Türklük, s. 11. 
18 Sedat Laçiner, “Türkiye-Avrupa İlişkilerinde Kültür ve Medeniyet: Tarihsel ve İdeolojik Kökenler”, Liberal Düşünce, Nu: 13, s. 39-57, Kış 1999. 
19 Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın finanse ettiğiAlman Doğu Enstitüsü’nün Müdürü Udo Steinbach, daha önce Almanya’nın Paris’teki büyükelçiliğinde askeri ataşe olarak görev yapmıştı. 1971-1975 yıllarında “Ortadoğu Masası” şefi olduğu Ebenhausen Vakfı’nın Alman dış istihbarat örgütü BND’ye yakınlığı da bilinmektedir.
Bugün Avrupa’da sözü dinlenen ve televizyon programlarına katılarak fikri sorulan
bir Türkiye uzmanıdır. Bkz: Taner Bacinoğlu, “Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”,Cumhuriyet, 06.07.1999.
20 Banu Avar, Hangi Avrupa?, Truva Yayınları, 3. Baskı, s. 141, İstanbul, Ocak 2008. 
21 “Pangalos Türkiye’ye Hakaret Yağdırdı”, Cumhuriyet, 25.09.1997. 
22 Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi 1838’den 1995’e, Cilt: 1, Tekin Yayınevi, s. 35-36, İstanbul, 1996. 
23 Taha Akyol, Ama Hangi Atatürk, Doğan Egmont Yayıncılık, 2. Baskı, s. 14, İstanbul, Şubat 2008. 
24 Durmuş Hocaoğlu, “2023 Senesinde Türkiye Mevcut Olmayabilir”, 2023 Dergisi, Sayı: 101, 
s. 28-41, 15 Eylül 2009, http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5560536, (erişim: 10.10.2010); Ayrıca bkz: Durmuş Hocaoğlu, “Türkler Vatanlarına Sahip Çıkamıyor!”, 
http://www.durmushocaoglu.com/dh/yazi.asp?yid=5518008, (erişim: 25.02.2011). 
25 Agit ve Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’nin aldığı bazı kararlar için bkz: Sadi Somuncuoğlu, Avrupa Birliği Bitmeyen Yol, Ötüken Yayınları, s. 121-122, İstanbul, 2002. 
26 ASALA ile PKK arasındaki ilişkileri tarihi derinliği içinde tüm yönleriyle ortaya koyan kaynak için bkz: Ercan Çitlioğlu, Ölümcül Tahterevalli Ermeni ve Kürt Sorunu, Destek Yayınları, 5. Baskı, Ankara, Mart 2009. 
27 Deklarasyonun tam metni için bkz: Bilal Şimşir, Kürtçülük II 1924-1999, Bilgi Yayınevi, s. 618-619, İstanbul, Ocak 2009. 
28 SSCB döneminde Erivan’ı kendileri için uzun soluklu bir savaşın Hanoi’si (Kuzey Vietnam) olarak niteleyen ASALA militanları, bugün bile Irak’ın kuzeyindeki PKK’lı teröristlerle omuz omuza Türk ordusuna karşı çarpıştıklarını açıklamaktadırlar. PKK’nın Ermenistan’da üstler edindiğine ilişkin Türk ve dünya basınına yansıyan haberler ve bu haberlerin hemen ardından PKK terörünün Türkiye-Ermenistan sınırına yakın yörelerde yoğunluk kazanmış olması, ASALA ile PKK arasında kuruluş aşamasından başlayarak günümüze değin süren iş, amaç ve eylem birliğinin somut göstergeleridir. Ayrıntılar için bk: Ercan, Çitlioğlu, Ölümcül 
Tahterevalli Ermeni…, s. 206-207. 
29 Ayrıntılar için bkz: Sedat Laçiner, “Ayrılıkçı Televizyon Yayınlarında Dış Destek ve Nedenleri”, Journal of Turkish Weekly, http://www.turkishweekly.net/turkce/makale.php?id=57. 
30 Ermeni Soykırımı iddialarının tarihi boyutuyla Avrupa Parlamentosu ekseninde incelendiği çalışma için bkz: Emel Poyraz, “Tarihi Boyutuyla Avrupa Parlamentosu Ekseninde Ermeni Sorunu”, Güney-Doğu Avrupa Araştırmaları Dergisi, The Journal for South-Eastern European Studies, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İstanbul Üniversitesi Yayın No: 4962, Yıl: 2010, Sayı: 17, s. 157-198, İstanbul, 2011. 
31 Bu konu hakkında bkz: Yahya Sezai Tezel, “AB’ye Üyelik Serüveninin En Zor Meselesi: Millî Bütünlük ve Kimlik”, Türkiye Günlüğü, Sayı: 80, s. 19-29, Bahar 2005. 
32 European Parliament, Resolution on the Human Rights Situation in Turkey, (B4-1530/rev., 1534 and 1559/95), 13.12.1995. 
33 European Parliament, Resolution on the Situation in Turkey and the Offer of Ceasefire Ma-de by the PKK (b4-0060, 0076, 0086 and 0089/96), 18.01.01996. 
34 European Parliament, Resolution on Human Rights and the Situation in Turkey, (B4-0769, 0797, 0820 and 0828/96), 20.06.1996. 
35 European Parliament, Resolution on the Political Situation in Turkey, (B4-0986, 0987, 0988, 0989, 0990/96 and B4-0991/96), 19.09.1996. 
36 European Parliament, Resolution on the Commission Reports on Developments in Relations With Turkey Sincethe Entry into Force of The Customs Union, (COM (96) 0491-C4-0605/96and COM (98) 0147-C4-0217/98), 17.09.1998. 
37 European Parliament, Resolution on the Death Sentence on Mr. Öcalan and the Future of the Kurish Question in Turkey, (B5-0006, 0012, 0018, 00230 and 0026/99), 22.07.1999. 
38 European Parliament, State of Relations Between Turkey and the European Union, (B50120, 
0124, 0129 and 0140/1999), 06.10.1999. 
39 European Parliament, Secretariat Working Party Task-Force “Enlargement”, Turkey and Relations With the European Union, Briefing No., PE 167.407/rev. 3, Luxembourg, 10 February 2000. 
40 1 Ağustos 1975 yılında kabul edilen ve Türkiye’nin de imzaladığı AGİK Helsinki Sonuç Belgesi’nin hazırlık çalışmaları sırasında yapılan müzakereler de oldukça tartışmalı geçmiştir. Müzakerelerde, BM Sözleşmesi’nin sanal değil, kabul edilmiş milli azınlıklar için söz konusu olan kendi kaderini tayin hakkı, self determinasyon, ilkesinin devletin ülke bütünlüğünü ihlal etmeyeceği ve dolayısıyla bölünme hakkını içermediği açıkça belirtilmiştir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ve Mahkemesi’nin içtihadında da “AİHS’nin hiçbir şekilde özel statü sağlamaya yönelik taleplere alet edilemeyeceği” belirtilerek, “egemen bir devletin, 
sınırları içinde yaşayan milli azınlıkların self determinasyon isteklerine ilişkin başvuruları kategorik olarak” reddedilmektedir. Sadi Somuncuoğlu, a.g.e., s. 124. 
41 European Parliament, Secretariat Working Party Task-Force “Enlargement”, Turkey and Relations With the European Union, Briefing No., PE 167.407/rev.3, Luxembourg, 10 February 2000. 
42 Bu hususta bkz: Muharrem Bayraktar, Batının Kanatları Altında PKK, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 2009. 
43 Güven Özalp, “Brüksel”, Milliyet, 7 Ekim 2000. 
44 European Parliament, European Parliament Resolution on the 1999 Regular Report From the Commission on Turkey’s Progress Towards Accession, (COM (1999) 513-C5-0036/20002000/2014 (COS)), 15.11.2000. 
45 Duygu Leloğlu, Radikal, 6 Temmuz 2001. 
46 Üstelik bahse konu olan azınlıklar, tümüyle kabul edilmiş milli azınlıklar olmasına rağmen, milli azınlıklara ait olduğu söylenen hak ve özgürlükler konusunda da net, kesin ifadeler kullanılmayan bu belgelerin tamamında, hak ve özgürlüklerin devletlerin eşitliği, toprak bütünlüğü ve siyasi bağımsızlığı aleyhine kullanılamayacağı vurgulanmış, böylece azınlık gruplarının ayrı bir devlet kurma, siyasi otonomi ve özerklik gibi taleplerle ortaya çıkmaları engellenmiştir. Yüksek ahlaki, insani ve hukuki değerler üzerine inşa edildiği öne sürülen, ancak izlediği politikalar ile altında imzası olan uluslararası antlaşma ve sözleşmeleri dikkate 
almadığını gösteren AB’nin, Türkiye’ye karşı iyi niyetli davrandığından söz etmek mümkün müdür? Sadi Somuncuoğlu, a.g.e., s. 133; Ayrıca bkz: Prof. Dr. Tekin Akıllıoğlu (yayına hazırlayan), İnsan Haklarının Korunması Alanında Uluslararası Temel Belgeler, Bilgi Yayınevi ve SBF İnsan Hakları Merkezi Ortak Yayını, Genişletilmiş 3. Basım, Ankara, 1995. 
47 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Balkanlar-Kıbrıs Araştırma Grubu, “Avrupa Konseyi Kıbrıslı Rumları Kızdırdı”, 15 Ekim 2010, http://www.21yyte.org/tr/yazi.aspx?ID=5734&kat=32. 
48 “Genellikle dili dönmüyor Yunanlının Türk demeye, Müslüman demeyi yeğliyor” diyen Herkül Millas’a göre, Batı Trakyalı Türklere Türk demek, Yunanlıları genellikle şaşırtmakta, bu azınlığın bu isimle nitelendirilmesini yadırgamakta ve rahatsız etmektedir. Bkz: Herkül Millas, Türk-Yunan İlişkilerine Bir Önsöz, Kavram Yayınları, s. 123, İstanbul, 1995. 
49 Murat Saraçlı, Avrupa Birliği ve Türkiye’de Azınlıklar, Lotus Yayınevi, s. 15, Ankara, 2007. 
50 Almanya İçişleri Bakanı Otto Schily, Süddeutche Zeitung’a verdiği demeç için bkz: Ahmet Külahçı/Berlin, “Schily: En İyi Uyum Asimilasyondur”, Hürriyet, 28 Haziran 2002. 
51 Sadi Somuncuoğlu’na göre; bugün eskiden adına “düveli muazzama” denilen Haçlıların kışkırttığı etnik bölücü terörün nelere mal olduğu bütün açıklığı ile ortadayken insanlığa karşı işlenen suçlardan sayılan kanlı terör medyada, ülkenin her yerinde, hatta TBMM’de savunulabiliyor. Her vesileyle “etnik milliyetçiliğe” karşı çıkıyormuş gibi görünenlerin, aslında elleri kardeş kanına bulanmış bu hainleri meşrulaştırdıkları, alenen pazarlığa girdikleri de biliniyor. Benzerine hiçbir ülkede rastlanmayacak bu duruma karşı, kamuoyunda yeterli tepkinin olmayışı ise hayret vericidir, sosyolojik açıdan incelenmelidir. Tabii burada akla, yerli-yabancı, yetkili-yetkisiz çevrelerin yürüttüğü, zihin karıştıran psikolojik harekât geliyor. 
Sanki “etnik” temelli egemenlik talebine evet denilmesi gerekiyor ve bu yapılma dığı için devlete ve millete “silah çekilmesi” normalmiş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Hem de dünya ve Avrupa gerçeği gizlenerek. Bunun için “Kıblegâh” (!) yapılan AB ülkelerindeki etnik durumun rakamlarla analiz edildiği kaynak için bkz: Sadi Somuncuoğlu, “AB’de ve Türkiye’de Etnik Siyaset”, Yeniçağ, 29.11.2008. 
52 “Özerklik İstendi Sıra Devlette!”, Yeniçağ, 9.07.2005. 
53 “Megafonla Kürt Federasyonu Talep Ediyor”, Hürriyet, 17.07.2005. Nezan topladıkları imzaları 3 Ekim 2005 müzakere tarihinden önce AB yetkili organları, Birleşmiş Milletler, AB’nin Türkiye’de bulunan 25 ülke büyükelçisi ile TBMM’ye verip federasyonla ilgili taleplerini dile getireceklerini söyledi. 
54 Etnik kimlik olgusu ve etnik çatışmaların nasıl meydana geldiği hususunda analitik bir çalışma için bkz: Muzaffer Ercan Yılmaz, “Ethnic Identity and Ethnic Conflicts”, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Sayı: 21, Temmuz-Ağustos-Eylül 2010, ISSN: 1694-528X 
(www.akademikbakış.Org.), Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Resmi İnternet Sitesi: 
http://www.turan.org.tr/default.asp?, (erişim: 20 Ağustos 2011). 
55 Özdem Sanberk - Hakan Altınay, “Kamu Diplomasisi ve Yumuşak Güç”, Sabah, 8 Ocak 2008, Bkz. arsiv.sabah.com.tr/2008/01/08/haber, (erişim: 25 Ağustos 2011). 
56 Uluslararası ilişkiler açısından, bir devletin sınırları dışında yaşayan ortak din, dil, soy, tarih ve kültür gibi ortak değerlere sahip vatandaşlarının bulunması kamu diplomasisini yürütmeyi de kolaylaştırmaktadır. Ancak, bu durumu bazen dezavantaj haline de gelebilmektedir. Avrupa kamuoyunda Türkiye’nin imajı ve AB üyeliği, Almanya, Avusturya, Danimarka, Fransa gibi ülkelerde yaşayan yoğun Türk nüfusu ile ilişkilendirilmektedir. Göç ve entegrasyon sorununun olumsuz yansımaları da Türkiye’nin AB sürecinde kendini göstermektedir. 
Detaylar için bk: Emine Akçadağ, “Dünyada ve Türkiye’de Kamu Diplomasisi”, Kamu Diplomasisi Enstitüsü, http://www.kamudiplomasisi.org/pdf/emineakcadag.pdf, (erişim: 30 Mayıs 2011). 
57 Esasında varolan sorunun “Kürt Sorunu” olarak adlandırılmamasının neden daha mantıklı olduğunu tarihten de yararlanarak açıklamaya çalışan ve günümüzde gelinen noktada meselenin nasıl çözülebileceğine dair önerilerde bulunan çalışma için bkz: Serhan Ünal, “Kürt Sorunu ve Çözüm Önerileri”, Akademik Bakış, Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi, Sayı: 18, Ekim-Kasım-Aralık 2009, ISSN:1694-528X, http://akademikbakis.org/18/ 1cozum.htm. 
58 Ümit Özdağ, PKK Terörü Neden Bitmedi, Nasıl Biter?, Kripto Kitaplar, 4. Baskı, s. 32, Ankara, 2009. 

***

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 3

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 3


Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, Avrupa Parlamentosu, Kamu Diplomasisi, Stratejik İletişim, Yumuşak Güç, Kara Propaganda, TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI, Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ, Uluslararası, Hakemli,Sosyal Bilimler, Türk Dünyası, Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Turan YAZGAN,Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ,


Nitekim, İngiltere başbakanı Lloyd George 1919’da şunları söylemişti: 
“Türkler ulus olmak bir yana bir sürüdür. Devlet kurmalarının ihtimali bile yoktur... Yağmacı bir topluluk olan Türkler, bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır... Türkler, yüzyıllarca Avrupa’da kalmışlar ve Avrupa’nın başına daima dert açmışlardır. 
Hiçbir zaman Avrupalı olamamışlar, Avrupa uygarlığını benimsememişlerdir.” 22 
19 Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı’nın finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü’nün Müdürü Udo Steinbach, daha önce Almanya’nın Paris’teki büyükelçiliğinde askeri ataşe olarak görev yapmıştı. 1971-1975 yıllarında “Ortadoğu Masası” şefi olduğu Ebenhausen Vakfı’nın Alman dış istihbarat örgütü BND’ye yakınlığı da bilinmektedir. 

Bugün Avrupa’da sözü dinlenen ve televizyon programlarına katılarak fikri sorulan bir Türkiye uzmanıdır. Bkz: Taner Bacinoğlu, “Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”, Cumhuriyet, 06.07.1999. 
Fransız başbakanı Clemenceau’da aynı tarihlerde Türklerin yönetimde kabiliyetsiz bir millet olduğunu söylüyor; “Hıristiyanları asıp kesmiş, hâkim olduğu hiçbir yerde medeniyetin yeşermesine izin vermemiş bir ırktır” diyordu.23 Bu tarz düşünce ve zihniyetin bugün modern Avrupa’da hala devam ediyor olması düşündürücü ve ibret vericidir. Çünkü Türkiye’ye ağırlıklı olarak bu tarz algılamalarla bakan ve esasında Türklerin tarihi kimliğinden korkan AB ülkeleri için Türkiye aralarına hiçbir zaman al(a)mayacakları bir yabancı unsur ve güçlenmesi halinde de bir tehdit merkezidir. 

Burada üzerinde durulması gereken temel husus; senaryodaki nihai amacın, insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi evrensel ilkelerin öne sürülerek süreç içerisinde egemenliğin Kürtlerle daha doğrusu PKK ile paylaşılmasının hedefleniyor olması şüphesidir. Bu noktada; bugün Türkiye başlıca sorun ithal eden bir ülke konumundadır ve sorunların çözümü de dışarıdan dayatılmakta dır.24 
Aslında Kürt Sorunu demek başlı başına bir sorun iken Türkiye’ye dışarıdan dayatılan ve içeride de uzantıları olan ABD ve AB destekli fonlarla da eş zamanlı işleyen, Kürt Sorunu, Ermeni Meselesi ve Ekümeniklik gibi temel saç ayakları olan süreçlerle yıpratılmaya çalışılıyor olmasıdır. 

Yani bu konu da; batılıların tarihi bir alışkanlığı olan önce bir sorun yaratmak, arkasından taviz alarak çözdürmeye çalışmak stratejisinin bir parçası olarak ele alınmalıdır. 

Kürt-Ermeni-Rum İşbirliği 

Tarihsel süreç içinde Türkiye, özellikle terör olaylarının sistematik olarak başlatıldığı 1984 yılından itibaren demokrasi ve insan hakları bağlamında da, uluslararası platformlarda haklı haksız ağır eleştirilere uğramış ve uluslararası ilişkileri olumsuz bir şekilde etkilenmişti.25 Diğer taraftan, Kürtçü gruplar ile Türkiye karşıtı Ermeni gruplar arasındaki işbirliği de 1980’lerin başında kuvvetlenmiş ve takip eden yıllarda gelişerek devam etmişti. Lübnan ve Batı başkentlerinde yapılan ortak toplantılar, ortak hareket tarzını şekillendirmişti. PKK terörü yükselirken Ermeni terörünün ‘uyku dönemi’ne girmesi de bu bağlamda tesadüf değildir.26 Nitekim, ASALA ve PKK temsilcileri 8 Nisan 1980 günü, Lübnan’ın Sayda (Sidon) kentinde, Filistin Kurtuluş Örgütü liderlerinden George Habbaş’a bağlı silahlı gerillaların koruması altında bir araya gelerek Türkiye’ye karşı Ortak Eylem Deklarasyonu yayımladılar27 ve bu doğrultuda hareket ettiler. 
Esasında stratejik açıdan, ASALA ile PKK arasında Marksist-Leninist yapıları, aynı gerekçelerle, aynı amacı paylaşıyor olmaları ve eş söylemler kullanmalarına ilaveten pek çok örtüşen yönleri de bulunmaktadır. Her iki örgüt de aynı yılda ve aynı yerde (1975, Lübnan) kurulmuş, kuruluş yılları ve sonraki aşamalarda aynı ülkelerde üslenmiş (Lübnan, Kıbrıs Rum Kesimi, Yunanistan, Suriye, Fransa) ve aynı ülkelerin örtülü ya da açık desteğini almışlardı. Suriye istihbarat örgütü El Muhaberat’ın güdümündeki El Saika gerillaları, Abu Nidal ve George Habbaş üzerinden ASALA’ya aktarılan eğitim, istihbarat ve lojistik desteklerle barınma olanakları, ASALA’nın misyonunu yerine getirerek sahneden çekilmesi üzerine 
Suriye tarafından PKK’ya aktarılmış, bölücü örgütün lideri Öcalan, Şam’da güvence ve koruma altına alınmıştı. Öcalan ve PKK’nın, Lübnan’da Bekaa Vadisi’nde üslendiği yerler daha önce ASALA militanlarının eğitimlerinde kullanılan kamplardı. Bekaa Vadisi’ndeki ASALA kampları, PKK’nın sözde akademilerine dönüşürken, Suriye’de Hamuriah ve Kamışlı kampları da ASALA’dan sonra PKK’ya devredilmiş, Kıbrıs Rum Kesimi’nde Lisarides, Kipriyanu ve son olarak Papadopulas’un koruması altında Trodos Dağlarında eğitimlerini rahatlıkla sürdüren ASALA’nın yerini PKK almış ve nihayet Yunanistan’daki Larissa Kampı, PKK teröristlerinin Avrupa’ya sıçrama tahtası olarak kullanılmıştı.28 
Aralarındaki Türkiye karşıtı bu organik işbirliği, yardımlaşma ve dayanışmanın sayısız örnekleri mevcuttur. 
1990’lı yıllarda ise bu işbirliği ağırlıklı olarak kamuoyunu ve karar mekanizmalarını etkilemeye yönelik olarak çalışacaktır. Ortaklaşa düzenlenen protesto gösterileri, Avrupalı parlamenterlere gönderilen Türkiye karşıtı mektuplar ve diğer lobi faaliyetlerinde Rum-Ermeni-Kürt troykası ekseninde Türkiye karşıtı bloklaşma güçlenmiştir. 
Bu noktada, 1990’ların sonunda ayrılıkçı Kürtçü gruplar ile Türkiye karşıtı Ermeni gruplar arasındaki işbirliğinin en açık dışa vurumu, 1999 yılı yazında Londra’da düzenlenen Kürt ve Ermeni Soykırımı Konferansı olmuştur. Seminer Londra merkezli iki Kürtçü dernek olan Kürdistan’da Barış Kampanyası (Peace in Kurdistan Campaign), Birleşik Kürt Komitesi (United Kurdish Committee) ile British Committee for the Recognition of the Ar-menian Genocide (Ermeni Soykırımının Tanınması İçin İngiliz Komitesi) tarafından finanse edilmiş ve ortaklaşa olarak düzenlenmişti. Seminerin temel amacı, Osmanlı döneminde Ermeniler üzerinde etkisini gösteren sözde ‘soykırım’ politikalarının Cumhuriyet döneminde de devam ettiği ve bunun en son kurbanlarının Kürtler olduğu yönündeki iddialarıdır. 

Seminerde, sözde Ermeni soykırımını, Amerikan Michigan Üniversitesi’nden bir Ermeni akademisyen Ara Sarafian anlatmış, Cumhuriyet döneminde Osmanlı’nın sözde baskıcı, katliam yapıcı politikalarının Kemalist rejim tarafından Kürtlere karşı devam ettirildiği iddia edilmişti. Bunu savunan kişi Bedford’da bulunan bir İngiliz üniversitesi olan De Montford Üniversitesi’nden Desmond Fernandes’ti. Fernandes konuşmasında; ısrarla ‘Türkiye’de Kürt soykırımı’ (The Kurdish Genocide in Turkey) kavramını kullanıyordu.29 

Seminerin daha sonra yazılı hale getirilmiş metinlerinde bu kavramın semineri düzenleyenler tarafından daha sıklıkla kullanıldığı, altı çizilerek vurgulandığı ve bu seminerin bir kampanyanın parçası olarak düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Seminerin katılımcı konumundaki diğer konuklarından ERNK’nın Avrupa Sözcüsü Mizgin Şen, seminer yöneticileri tarafından ‘Kürt Özgürlük Savaşçılarının Avrupa Temsilcisi’ olarak takdim edilmişti. 
Ayrıca, burada Türkiye karşıtı davaları alması ile tanınan İngiliz avukat Gareth Peirce ve diğer Kürtçü ve Türkiye karşıtı grupların temsilcilerinin olması da oldukça dikkat çekicidir. Aslında kamu diplomasisi yöntemlerinin kullanıldığı bu tür girişimlerdeki amacın bir boyutu da; Türkiye karşıtı Ermeni lobisinin iddialarında kendilerinin yalnız olmadığı, diğer halkları katletmenin Türklerin eski ve değişmez bir geleneği olduğunu kanıtlamaya çalışmalarıdır. 

Diğer bir deyişle, sözde Ermeni soykırımı iddialarına, bir de sözde Kürt soykırımı iddiasını ekleyip bu konuda uluslararası kamuoyunda propaganda yapma ve destek bulma gayreti içinde oldukları görülmektedir.30 

Parlamento Kararları Günümüzde Yaşananları Talep Ediyordu AB üyesi ülkelerde yürütülen bu tür faaliyetlerin yanı sıra Türkiye’nin üyesi olmaya çalıştığı AB’nin Parlamentosu ise, insan hakları ve demokrasi konusunu adeta Güneydoğu sorunu ile sınırlandırarak ısrarla Kürt vatandaşlarını, azınlık görmeye ve göstermeye çalışmaktadır. Tümüyle siyasi bir organ olan AP’nin herhangi bir ülkenin insan hakları alanındaki düzenleme ve uygulamalarına ilişkin değerlendirmelerinin hukuki değerinin olmadığı ve sübjektif nitelik taşıdığı iddia edilebilir. 

Ancak bağlayıcılığı olsun olmasın AP, hazırladığı raporlar, düzenlediği toplantılar, oturumlar ve aldığı kararlarla, Türkiye’yi devamlı suretle uluslararası platformlar da sabıkalı göstermeye çalışmakta, Kürtçülerin propagandalarını yapmakta ve diğer kurumları da benzer kararlar almaya zorlamaktadır. 

Burada sadece birkaçına değinilen kararlarda da görüleceği üzere PKK’nın ve onun siyasi uzantılarının AB’nin parlamentosu tarafından nasıl en üst düzeyde ve yasal kılıflarla koruma altına alındığı, binlerce insanın ölümünden sorumlu bir terör örgütünün taleplerinin, siyasi ve sosyal haklar olarak kabul gördüğü ve Türkiye’ye karşı dayatıldığı ele alınacaktır. Türkiye’nin ulusal çıkarlarına aykırı, millî kimliğini, bütünlük ve beraberliğini tehdit eden yaklaşımıyla31 aşağıdaki bazı kararlar konumuz açısından dikkat çekici ve günümüzde yaşananlar açısından anlamlıdır. 
AP’nin “Türk Hükümetine, PKK’ya ve diğer Kürt örgütlerine, Kürt konusuna şiddete dayanmayan ve siyasi bir çözüm bulmaları için ellerinden gelen tüm çabayı göstermeleri için çağrıda bulunur; PKK’ya şiddetten kaçınması çağrısını yapar; Türk Hükümetine ve Büyük Millet Meclisine, Güneydoğusundaki sokağa çıkma yasağının kaldırılması ve Kürt kökenli vatandaşlarının, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün garanti edildiği, buna saygı gösterildiği güvencesiyle, kendi kültürel kimliklerini açıklamalarına izin verecek yol ve araçları düşünmesi çağrısını yapar” (13.12.1995).32 
Bu karardan sonra devam eden yıllarda alınan kararlarda kullanılan dilin ve isteklerin aşamalı olarak sertleştiği görülecektir. Daha sonraki yıllarda AP’nin bu husustaki bazı kararları kronolojik olarak şöyle sıralanabilir: 
Avrupa Parlamentosu, “Türk vatandaşlarının Türkiye içinde bir tür kültürel özerklik için barışçıl yollardan çaba gösterme haklarını tanır... PKK Başkanı tarafından tek taraflı olarak ateşkes ilan edilmesini memnuniyetle karşılar ve bunu 13 Aralık 1995 tarihli çağrısına ilk olumlu adım olarak değerlendirir; Türk Hükümetinin bu davranışı soruna barışçıl bir çözüm bulma doğrultusunda olumlu bir katkı olarak göreceğini umut ettiğini açıklar ve Türkiye’de tüm ilgililere, bu fırsattan yararlanarak Güneydoğu bölgesindeki sorunların şiddete dayanmayan ve siyasal bir çözüm bulma amacıyla ulusal düzeyde bir diyalogu başlatmanın yol ve araçlarını düşünmeleri için çağrıda bulunur” (18.01.1996).33 

Avrupa Parlamentosu bir başka kararında, 

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türkiye’nin Doğusunda son zamanlarda gerçekleştirdiği askeri operasyonlardan ve PKK tarafından 15 Aralık 1995 tarihinde ateşkes ilan edilmiş olmasına rağmen, barışçıl bir çözüm sağlama çabalarını reddetmesinden büyük kaygı duymakta-dır... ...çıkmazı aşmak ve sorunun barışçıl biçimde siyasi bir çözüme doğru gidebilmesi için, ülkenin güneydoğusundaki askeri operasyon ları durdurması ve tüm Kürt örgütlerle görüşmelere başlaması için Türk Hükümeti ne çağrıda bulunur... Yeni hükümetten, düşüncelerini özgürce açıklama ve insan hakları ihlalleri ile çelişen yasalara göre suç işledikleri için hüküm giymiş olan mahkûmların serbest bırakılmalarını sağlayacak biçimde düzenlenmiş bir genel af ilan etmesini ve halen yargılanmakta olanlar aleyhindeki davaların sona erdirilmesi talebini ve özellikle Bayan Leyla Zana ile DEP’in diğer üç üyesinin derhal serbest bırakılması çağrısını yineler... Türk yetkililerinden, Türkiye’deki tüm Kürtlerin haklarını tanımalarını ve yerleri değiştirilen tüm Kürtlerin evlerine dönmelerinin kolaylaştırılmasını ister” (20.06.1996).34 

Avrupa Parlamentosu, 

“Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Türkiye’nin doğusunda kısa bir süre önce sürdürdüğü askeri operasyonlardan ve Kürdistan’daki anlaşmazlığa barışçıl bir çözüm bulma yollarını aramayı reddetmesinden büyük kaygı duymaktadır... Türkiye’nin kuzey Irak’ta bir güvenlik bölgesi yaratma niyetini mümkün olan en sert terimlerle reddeder ve bu girişimi ciddi bir uluslararası hukuk ihlali olarak değerlendirir ve Türkiye’yi bu plandan vazgeçmeye ikna etmesi için AB Konseyi’ne çağrıda bulunur” (19.09.1996).35 

Avrupa Parlamentosu, 

“Kuzey Irak’ın işgalini lanetler ve PKK terörizmiyle baş etme ihtiyacının uluslararası sınırların ihlal edilmesini haklı kılmadığını düşünür... Güneydoğu’daki çelişkinin çözümünün yalnızca siyasal olarak sağlanabileceği görüşünü yeniden vurgular ve Kürt kimliğinin yasal olarak tanınmasını sağlamayı amaçlayan önerileri ve taraflar arasında diyalogu ve görüşmeleri teşvik edecek ulusal ve uluslararası 
girişimleri destekler; ateşkese duyulan ihtiyaca işaret eder ve Türk yetkililerinin, Kürt sorununa görüşmeler yoluyla sağlanacak barışçıl bir çözüm aramaları için çağrıda bulunur” (17.09.1998).36 

Avrupa Parlamentosu, 

“(1) Bay Öcalan’a verilen cezayı lanetler ve ölüm cezasının kullanılmasına kesin muhalefetini tekrarlar;...(8) 
Türkiye’ye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından Bay Öcalan hakkında verilen karar konusunda alacağı herhangi bir karara uyması çağrısında bulunur; (9) 
Bay Öcalan’ın idam edilmesinin Avrupa’da güvenlik ve istikrar açısından önemli etkilerinin olacağına ve Türkiye’nin AB’ne bütünleşme sürecine zarar vereceğine inanır; (10) Kürt halkının siyasal, sosyal ve kültürel haklarını tanıyan bir çözüm bularak Türkiye’deki anlaşmazlığın nedenlerine çözüm bulması konusunda Türk Hükümeti’ne çağrıda bulunur ve bu bağlamda gerekli demokratik reformların 
uygulanması gerektiği görüşünü benimser;...(12) Konsey’e ve üye devletlere, Türkiye’de Kürt sorununa siyasi bir çözümün uygulanabilmesinde yardımcı olmak için gerekli tüm önlemleri almaları çağrısını yineler” (22.7.1999).37 

Avrupa Parlamentosu, 

“(9) Türkiye’deki Kürt sorununa bir çözüm bulma konusunda Türk Hükümeti’nin çabalarının Türkiye’de demokrasi, insan hakları ve azınlık hakları için önemli sonuçları olacağına ve Türkiye’yi Kopenhag kriterlerini yerine getirmeye önemli ölçüde yakınlaştıracağına inanmaktadır ve Kürt toplumuna da davasını barışçıl araçlarla sürdürmesi çağrısını yapar. (10) Bu çerçevede Türk yetkililerine bir kez 
daha Bay Öcalan hakkında verilen ölüm cezasını yerine getirmeme çağrısını yapar ve ayrıca Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden idam cezaları konusunda mevcut fiili uygulamayı yapmama durumunu Türkiye’de ölüm cezasının resmen kaldırılmasına dönüştürülmesini ister” (6.10.1999). 38 

Avrupa Parlamentosu Genişleme Grubu tarafından 2000 yılı başlarında hazırlanan 
“Türkiye ve Avrupa ile İlişkiler” raporunda şöyle denilmektedir: 
“1998 yılının başında Kürt sığınmacıların bazı AB ülkelerine gelmesi sonrasında, AB Kurumları Türk Hükümetinden Kürt halkına uyguladığı baskılara siyasi bir çözüm bulmasını istedi; Türkiye’den, Kuzey Irak’taki askeri operasyonlarını durdurması istendi. Avrupa Parlamentosu, 15 Ocak 1998 tarihli kararıyla, bu sorunun çözümü için uluslararası düzeyde girişimde bulunması için Avrupa Birliği’ne çağrıda bulundu ve Konsey’e ve üye devletlere de Kürtlere karşı insan hakları ihlalleri sorununu Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nda gündeme getirmeleri çağrısını yaptı” (10.02.2000).39 

Bu kararda da görüldüğü gibi Avrupa Parlamentosu, adeta siyasi itici bir güç gibi AB’nin diğer organlarını harekete geçirmek için Konseye ve üye devletlere Kürtlere karşı insan hakları ihlalleri olduğunu iddia etmekte ve bu sorunun başta BM İnsan Hakları Komisyonu’nda gündeme getirme çağrısını yapmaktadır. Böylece olaya uluslararası siyasi boyut kazandırma çabası içindedir. Hâlbuki azınlıklar konusunda bugüne kadar en kapsamlı çalışmaları yaptıran Birleşmiş Milletlere göre, ülkelerin toprak bütünlüğü ve egemenlikleri esas alınmalıdır. Gerek insan hakları, gerekse de azınlıklar konuları bu temel üzerine inşa edilmelidir. Kaldı ki, AGİK Helsinki Sonuç Belgesi’ndeki “Kimlerin azınlık sayılacağına, belgeyi imzalayan devletin kendisi karar verecektir” ilkesi ve egemen devletlerin ülke bütünlüğünü açıkça güvence altına alan yasalar varken; değil sanal azınlıkları yaratılması, millî azınlıklara dahi ülkenin bir bölümünde bağımsız bir devlet kurma hakkı tanınması, egemen devletlerin toprak bütünlüğüne saygı ilkesiyle bağdaşmamaktadır.40 Yani, başta AP olmak üzere insan hakları ve azınlıklar bağlamında AB’nin Türkiye’ye yönelik tutumu ve aldığı kararlar BM’nin temel ilkesi ile de çelişki içindedir. 
Bir başka AP kararında sözde Kürt sorununun demokrasi ve insan hakları bağlamında Kopenhag Kriterleri’yle ilişkilendirilerek bu zemine kaydırıldığı görülmektedir: “Türkiye’nin AB’ne üyeliği görüşüyle bir plan doğrultusunda Kopenhag kriterlerini yerine getirecekse, Kürt sorununun çözüme kavuşturulması  nın hayati önemde olduğunu vurgular” (10.02.2000).41 

Artık teröristleri koruyup kollamaya kadar uzanan tutumuyla42 terör örgütü PKK üyelerinin de katılımıyla Avrupa Parlamentosu çatısı altında düzenlenen toplantıların birinde, yine sözde Kürt sorunu ele alınarak propagandası yapıldı. PKK adına Avrupa sözcüsü Cevdet Ahmet’in, hami rolünde Madam Mitterand ve Yeşiller Milletvekili Ozan Ceyhun’unda katıldığı, AP içinde temsil edilen hemen her gruptan bir temsilcinin bulunduğu toplantıda AB’den dört istekte bulunuldu: “Abdullah Öcalan’ın tutukluluk şartlarının normalleştirilmesi ve iyileştirilmesi; İdam cezasının kaldırılması için Türkiye’ye baskı yapılması; Kürt sorununun bir an önce siyasi çözüme kavuşturulması; Kürt sorununun Türkiye’nin AB’ye katılımı açısından ön koşul olarak gösterilmesi.”43 

Nitekim bu isteklerin tümü bir şekilde işleyen kamu diplomasisi mekanizmaları sonucunda Türkiye tarafından karşılanmaya çalıştırılmaktadır. 
Yine bir başka AP kararında, sanki Türkiye’nin sınırları dışında yaşayan yabancı bir yermiş gibi, resmen ayrımcılık yapılarak şu ilginç ve düşündürücü karar alınmıştır: “Türk yetkililerine, Kürt toplumunun siyasi temsilcileriyle, özellikle de ülkenin Güneydoğusundaki kentlerin belediye başkanlarıyla, diyaloga girmeleri çağrısında bulunur” (15.10.2000).44 
Bu gelişmelere bağlı olarak, AP Parlamenterlerinden Matti Wuori tarafından kaleme alınan ve Genel Kurul tarafından kabul edilen “Dünyada İnsan Hakları 2000 Raporu ve buna bağlı Tavsiye Kararı”nda Türkiye’nin AB üyelik kriterlerini yerine getirilebilmesi için ülkenin güneydoğusunda yaşayan Kürt toplumunu ve azınlıkların siyasi sorunlarına çözüm bulması gerektiği belirtilmiştir.45 

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 2

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 2




Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, Avrupa Parlamentosu, Kamu Diplomasisi, Stratejik İletişim, Yumuşak Güç, Kara Propaganda, TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI, Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ, Uluslararası, Hakemli,Sosyal Bilimler, Türk Dünyası, Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Turan YAZGAN,


Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, Kamu Diplomasisi,Yumuşak Güç, Kara Propaganda, Uluslararası, Hakemli, Sosyal Bilimler, Türk Dünyası,  Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Turan YAZGAN, Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ,



Avrupa Parlamentosu’nda Kamu Diplomasisinden Kara Propagandaya Bilindiği gibi geleneksel diplomasi, uluslararası bir aktörün, uluslararası ortamı yönetmek ve yönlendirmek için bir başka uluslararası aktörle bağlantılı olmasıyla gerçekleşen girişimi iken; kamu diplomasisinde uluslararası bir aktörün, uluslararası ortamı yönetmek ve yönlendirmek için bir yabancı ülke kamuoyuyla bağlantılı olmasıyla gerçekleşen girişimidir.7 Bu bağlamda günümüzde bu aktör; dünya sahnesindeki bir başka oyuncu, bir devlet, çok uluslu bir şirket, sivil toplum kuruluşu, uluslararası bir kuruluş, hatta terör örgütü veya vatansız paramiliter örgüt 
de olabilir. Nitekim bazı AB kurumları Türkiye’nin terörist olarak gördüklerini dolaylı yollardan üstü kapalı olarak, bazı Avrupalılar ise açıkça özgürlük direnişçileri veya gerilla olarak değerlendirmekte, onları farklı boyutlarda destekleyerek propaganda yaptıkları izlenimi vermektedirler. 

Küreselleşmenin büyük bir ivme kazandığı günümüzde, uluslararası ilişkilerin yeni bir yöntemi olarak kullanılmaya başlayan “kamu diplomasisi” kavramı, devletler ve resmi kurumlar arasında yürütülen klasik diplomasiye alternatif olarak gelişmekte dir. Bu bağlamda yükselen bir trend olan kamu diplomasisi; halklardan halklara, sivil toplum kurumları ve çeşitli toplum kuruluşlarıyla yürütülen faaliyetleri de içermektedir. 
Kültür, sanat, siyaset, ekonomi gibi unsurlar ve ülke halklarının sempatisini kazanmaya yönelik faaliyetler kamu diplomasisinin en önemli vasıtaları 
haline gelmiştir. 
Günümüz uluslararası ilişkilerinde, ulusal çıkarların savunulması artık bildiri, diplomatik üstünlük ve diplomatik muhtıra gibi geleneksel diplomasi yöntemlerinin çok ötesine geçmiş, bilgi, kültür ve iletişim diplomasi de anahtar sözcükler haline gelmiştir. Devletlerin artık sadece diğer hükümetleri veya uluslararası örgütleri değil, yabancı kamuoylarını da hedefleyen politikalar geliştirmek zorunda oldukları bir döneme girilmiştir. 

Bugün pek çok devlet, yabancı kamuoylarının gözünde olumlu imaj yaratmak amacıyla aktif kamu diplomasisi çalışmaları yürütmektedir.8 

Kamu diplomasisinin temelini “yumuşak güç” kavramı oluşturmaktadır. Medya, kültür, sanat, bilim, spor, eğitim gibi konular da yumuşak gücün araçları olarak kullanılmaktadır. Esasında kamu diplomasisi, uygulamaları daha eskiye gitmekle birlikte isim olarak yakın dönemde sıklıkla kullanılmaya başlanmış bir kavramdır. Birbirleriyle ilintili olarak çok hızlı gelişen kitle iletişim araçları ve dünyadaki küreselleşme süreci, 1990 öncesi Soğuk Savaş döneminden çok farklı bir uluslararası sistem ortaya çıkarmıştı. 
Artık sadece devletlerin ve hükümetlerin değil; bunların yanında ulusal ve uluslararası alanda hükümet dışı organizasyonların ve medyanın daha etkin olduğu bir dünya konjonktürü oluşmuştur. 
Bu süreç, eski klasik diplomatik anlayışı da değiştirmiş, farklı aktörlerin olduğu farklı bir diplomasi anlayışı ortaya çıkarmıştır.9 
Dünya siyasi tarihinde 20. asır siyasi, iktisadi, teknolojik ve sosyal gelişmelerin çok hızlı yaşandığı bir zaman dilimi olmuştur. Özellikle teknolojik alandaki gelişmeler, buna bağlı olarak, ekonomik ve sosyal hayatı da değiştirmiş, daha önceki asırlarda görülmemiş imkânları insanlığın hizmetine sunmuştur. 
Bu açıdan 20. yüzyıl, çok değişik tanımlamaların yanı sıra iletişim çağı olarak da nitelendirilmiştir. Bu bağlamda, 21. asra girerken en çok kullanılan kavramlardan birinin “küreselleşme” (globalization) olması ve Kürtçülük olaylarında olduğu gibi küresel oyunların Türkiye’ye dayatılması bir rastlantı değildir. 
Bu çerçevede, Avrupa Birliği’nin konuya ilişkin genel tutumunun bir yansıması olarak ele alacağımız şu örnek oldukça düşündürücüdür. 
Mesela; 
bir Karma Parlamento Komisyonu toplantısında söz alan Avrupalı üyeler, Kürt kökenli Türk vatandaşlarını azınlık olarak tanımlayarak Türkiye’deki toplantının gündem maddesinin “Güneydoğu’daki Gelişmeler ve Kürtlerin Kültürel Hakları” olmasını rahatlıkla isteyebilmektedirler. 
Türk parlamenterler ise, bu öneriye o zaman şiddetle karşı çıkmışlardı. Türk parlamenterlerden CHP’li Onur Öymen, tartışmayı şöyle anlatır: 
“Lozan Anlaşması’nın tersine Türkiye’deki Kürtleri azınlık olarak tanımlayıp özel gündem maddesi halinde tartışma talebinizi reddediyoruz deyince, bize ‘Lozan’ı bir kenara bırakın Roma Antlaşması’na bakın’ şeklinde cevap verdiler...”10 Avrupalıların Lozan’ı algılayışlarının tipik bir yansıması olan bu ve benzeri örnekleri çoğaltmak mümkündür. 

Bu bağlamda yine Avrupa Parlamentosu üyesi bir grup parlamenter, PKK’ya yakınlığıyla bilinen Kürdistan Ulusal Kongresi, KNK, adlı örgütün Avrupa 
temsilciliğini yapan Ahmet Gulabi Dere’nin siyasi ve şahsi kimliğine saygı duyulmasını isteyen bir bildiri yayımlayarak ona destek olabilmektedir. Hakkında 
Interpol tarafından kırmızı bülten çıkarılan Dere’nin, Türk resmi makamları ve Türk medyası tarafından yıldırılmaya çalışıldığı iddia edilmektedir.11 

Avrupa’da bu bildiri yayınlanırken eşgüdümlü olarak aynı günlerde, Türkiye’deki bir Cumhuriyet resepsiyonunda DTP’liler tarafından Türkçe, Kürtçe ve İngilizce hazırlanmış “Demokratik Toplum Partisinin Kürt Sorununa İlişkin Demokratik Çözüm Projesi” adlı broşür milletvekillerine ve bakanlara dağıtılmıştı. Türkiye’nin idari-siyasi yapısında reform yapılmasını isteyen terörist başı Abdullah Öcalan tarafından ortaya atılan ve DTP tarafından dillendirilerek 2. Olağan Kongre’de kabul edilen “Demokratik Özerklik Projesi” Türkiye’nin 20-25 bölgeye ayrılmasını ve her bölgenin kendi sembollerini kullanmasını talep etmekte idi. 

“Avrupa’da çeşitli platformlarda ele alındığı gibi, Türkiye’nin siyasi ve idari yapısında reform yapılması istenen bu projede, önce yeni bir anayasa hazırlanması, Türkiye’nin üniter yapısına saygı gösterilmek şartıyla, yerel ve bölgesel özerk yapıların önünün açılması, resmi dil ve bayrağın bütün Türkiye için geçerli olmakla birlikte, her bölgenin kendine ait sembolleri ve renklerine izin verilmesini öngörüyordu.”12 
Nitekim, bugün itibariyle bu talepler Türkiye’nin iç politikasının temel konularından birini ve seçim sonrası yeniden yapılacak olan anayasa tartışmalarının bir boyutunu oluşturmaktadır. Televizyonlarda, çeşitli basın ve medya kuruluşlarında bu konu farklı boyutlarıyla tartışılmaktadır.13 

Yine kamu diplomasisinin faaliyet alanına giren, sistematik ve eşgüdümlü olarak Kasım 2008’deki Avrupa Parlamentosu’nda düzenlenen “Dersim Soykırımı” isimli konferansa katılan DTP’liler Türkiye’ye akıl almaz iftiralar atarak sözde demokrasi ve insan hakları adına ülkelerini Avrupalılara şikâyet ettiler. Bunlardan biri olan Tunceli Belediye Başkanı Songül Erol Abdil, skandal iddialarda bulundu. Devletin Tunceli’ye yol yapmasının arkasında soykırım niyeti olduğunu belirterek, Atatürk’e de dil uzatıp Atatürk’ün yaşaması halinde soykırım suçlamasıyla yargılanacağını 
iddia etti.14 Aynı konferansta konuşan Bremen Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ronald Münch de “Atatürk yaşasaydı savaş sanığı olarak yargılanması gerekirdi” 15 dedi. 

Buradaki stratejinin bir boyutu da, Türklerin soykırımcı olduğu senaryosunun bir uzantısı olarak, egemenliği altındaki milletleri soykırıma uğrattığı ve Kürtlerin de soykırıma uğradığı uydurma tezini güçlendirmek için gerekli kamuoyu, fikri ve siyasi altyapıyı oluşturmak olarak algılanmaktadır. 
Bu örnekte de görüldüğü üzere, AP’deki konferanslarda hiçbir tarihi ve ilmi gerçeğe dayanmadığı halde, kamu diplomasisi ekseninde Kürtçülerin ve terör örgütünün siyasi temsilcilerinin beyanları doğrultusunda Türkiye’nin eleştirilmesi, art niyetli kişilerin ağırlıkta olması oldukça sık rastlanan bir olgudur. Her ne kadar PKK’nın terör örgütü olduğu gerçeği sonunda AB tarafından resmen kabul edilse de, bu ve benzeri çeşitli uluslararası platformlarda ve bazı kamu diplomasisi uygulamalarında demokrasi, insan hakları, fikir ve düşünce özgürlüğü 
çerçevesinde bir terör örgütü olan PKK’nın uzantıları ve onların siyasi temsilcilerinin görüşlerine itibar edildiği ve onların bakış açılarıyla konunun 
ele alındığı tespit edilmektedir. 

Tarihi ve Sosyo-Psikolojik Boyut
 
Kürtçülük, 18. yüzyılın son çeyreğinde Avrupalıların Kürt-Kurmanç-Zaza aşiret ve oymaklarını keşfetmesi ile başlar. Esasında Avrupalılar için düpedüz siyasi bir keşif olan bu durumun Kürtçülük ideolojisinin şekillenmesinde iki temel amacı vardı. Öncelikle Avrupalıların Kürt, Kurmanç ve Zaza aşiretleri ve oymaklarını “Kürt” adı altında toplayarak, bunlara Türk’ten başka bir ırk oldukları bilincini vermek ve bir millet inşa etmek projesi idi. Bu bağlamda, Kürtleri de Moğolloşma, Macarlaşma ve Bulgarlaşma sürecine sokarak Türklükten koparmak yani yeni bir millet inşa etmek ve daha sonrada Türkiye başta olmak üzere İran, Irak ve Suriye topraklarında kendilerine bağımlı bir Kürdistan devleti kurmaktı. 

Böylece Türkleri içten zayıf düşürerek bölgenin zengin yeraltı kaynaklarını istedikleri gibi sömüreceklerdi.16 

Avrupalılar tarafından devşirilerek Kürtçülük ideolojisi etrafında toplanan kimi çevreler ile aşiret reisleri Osmanlı’nın son dönemleri başta olmak üzere, İstiklâl Harbi’nde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında defalarca isyan ettiler. Varlık kavgası verdiği bir dönemeçte Türk Milleti, bir de Kürtçülerin isyanları ile uğraştı. Ancak Kürtlerin çok büyük bir bölümü, kaderini Türk milletinden ayırmayı reddederek kardeşçe emperyalizme karşı Türk milletinin yanında savaştı. Bu yüzden burada Kürt ile Kürtçülüğü birbirinden kesin çizgilerle ayırmak çok önemlidir. Kürtçüler, Türk milletinin varlığı için bir tehdit iken; Kürtler, Türk milletinin var olma kavgasında her zaman diğer Türk unsurlarla birlikte bu milletin öz evlatları 
olarak ve Türklük dairesi içinde kalarak mücadele etmişler ve emperyalizme karşı birlikte savaşmışlardı. 
İşte Türk Milleti, 1840’ların başından bu yana enerjisinin bir kısmını Batılılar ve Ruslar tarafından senaryolanan ve iç aktörlerce sahneye konulan Kürtçülük meselesine harcamıştır. Osmanlı’nın son dönemleri ve Kurtuluş Savaşı yılları da dâhil olmak üzere Türk Milletinin varlık davasında büyük sıkıntılar yaratan ve Atatürk’ten sonra gerekli tedbirler alınmadığı için kartopu gibi büyüyerek günümüze kadar gelen bu sorun, görüldüğü kadarıyla önümüzdeki yıllarda da gündemi işgal edecek, millet ve devlet olarak ciddi kayıplara neden olacaktır.17 
Olayların tarihi ve sosyo-psikolojik boyutuna baktığımızda, Kürtçülük ideolojisinin temelleri Türklüğün reddine ve Türk düşmanlığına dayanır. 

Diğer taraftan Avrupa’da da kökleri ırkçılığa dayanan derin bir Türkiye ve Türk düşmanlığı ile karşılarız. Adeta, Türkler Avrupa kültüründen uzaktır, geri ve barbardır, soykırımcıdır, işgalcidir ve azınlıkları ezer, insan haklarına saygı göstermez, egemenliği altındaki toprakları iyi yönetemez tarzı düşünce ve şartlandırılmış algılamalarla18 şekillenen propaganda faaliyetleriyle günümüze kadar gelen tarihsel bir gelenek gibidir. Burada sayısız örneklerinden sadece birkaçına değinilecektir. Mesela; Almanya’nın Doğu Enstitüsü Müdürü Udo Steinbach’in 15 Eylül 1998 günü Katolik kilisesine bağlı Lingen Akademisi’nin çağrısı üzerine verdiği “İslâm’ın Avrupa İçin Önemi” adlı konferansında: 
“Sorun, Atatürk’ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk ulusudur. Sorun, Kemalizm ve Kemalizm’in ulusçuluk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve yapay Türk ulusudur. Türk Ulusu diye bir ulus yoktur. Olmadığını Türk-Kürt, Müslüman-Laik, Alevi-devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri bugüne kadar neden yok etmediler bilinmez.”19 
Banu Avar’la röportaj yapan Uda Steinbach, Türk Milletine yönelik özetle yukarıda verdiğimiz bu düşüncelerini tekrarlarken, “Türk Milleti için uyduruk, toplama bir millet, Atatürk zorlama bir ulus yarattı diyorsunuz. Ne demek istiyorsunuz?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Ben Türkiye sınırları içerisinde birçok etnik azınlığın yaşadığını söylüyorum. O sınırlar içinde, sadece Türklerin yaşadığını da kabul etmiyorum” 20 diyerek savunduğu fikirlerin arkasında duruyordu. 
Yine bu ifadelerin farklı versiyonlarından birini dillendiren ve Türkiye aleyhine propaganda yapan Yunanistan Dışişleri Bakanı Teodoros Pangolos Lüxemburg Zirvesi’nden iki ay önce, Ekim 1997’de Türkiye hakkında şunları söylüyordu: “Türk askeri ve diplomatik düzeninin bir bölümü, Ege’deki sınırlarımızın ve egemenlik haklarımızın tartışmalı olduğunu söylemektedir. Bizim bu konuda Türklerle müzakere yapmamız mümkün değildir. 
Hırsızla, katille, ırza geçen tecavüzcüyle görüşmemiz olanaksızdır.” 21 
Esasında kin ve düşmanlığa dayanan bu sözler, Pangalos’la sınırlı kalan kişisel bir değerlendirme değil, Avrupa’da yaygın olan Türk düşmanlığının en kaba ve en ilkel ifadesi olarak ele alınmalıdır. Bu tutum ve sözler ne ilktir, ne de son olacaktır. 


AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 1

AVRUPA BİRLİĞİ’NİN KÜRT SORUNUNDAKİ KAMU DİPLOMASİSİ BÖLÜM 1


Avrupa Birliği, Kürt Sorunu, Avrupa Parlamentosu, Kamu Diplomasisi, Stratejik İletişim, Yumuşak Güç, Kara Propaganda, TÜRK DÜNYASI ARAŞTIRMALARI, Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ, Uluslararası, Hakemli,Sosyal Bilimler, Türk Dünyası, Araştırmaları Dergisi, Prof. Dr. Turan YAZGAN,Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ,


Yrd. Doç. Dr. Emel POYRAZ* 
* Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölüm Başkan Yardımcısı, 
emel.poyraz@marmara.edu.tr. 

Türk Dünyası Araştırmaları Sayı: 201 Aralık 2012 

Özet; 
Bu Makalede, Avrupa Birliği ekseninde tarihsel bir derinlikle Türkiye’de yaratılan Kürt sorununun kamu diplomasisi açısından analizi yapılmıştır. 
Konunun Avrupalılar tarafından ele alınışşekli, kamu diplomasilerinde kullanılan insan hakları, demokratikleşme gibi yumuşak güç unsurları ve azınlıklar bağlamında alınan kararlar, özelde Avrupa Parlamentosu’nun tutumu irdelenmiştir. Avrupa Birliği’nin politikalarının şekillenmesinde itici bir rol oynayan ve Türkiye için yaygın olarak iddia edilenin aksine, artık kararlarının tavsiye niteliğinden öte anlamları ve dolaylı yollardan bağlayıcılığı olan Avrupa Parlamentosu’nun konuyla ilgili aldığı bazı kararların günümüze nasıl ışık tuttuğu ve olayların rotasını çizdiği belgeler üzerinden okuyucunun dikkatine sunulmuştur. Avrupa Birliği, Kürt sorununda tarihsel süreç içinde ele alındığında uzun vadeye yayılmış ve sistematik bir kamu diplomasisi stratejisi izlediği görünümü vermektedir. 
Türkiye’ye yönelik talep ve beklentilerini, zamana yayan ve uygun şartların oluşmasını bekleyen Avrupa Birliği için, öncelikli sorunlar konjonktürel olarak farklılaşabilmektedir. Nitekim, Avrupa Birliği için Kürt sorunu da bu bağlamda ele alınmıştır. Tarihi ve bilimsel kanıtlardan anlaşıldığı üzere, siyasi Kürtçülük adım adım ve her türlü vasıta kullanılarak Türkiye’nin iç ve dış politikasının gündemine girmiş ve burada önemli bir yer işgal etmiş bulunmakta dır. 

Giriş 

Küreselleşen günümüz dünya siyaset sahnesinde çeşitli devletler, Avrupa Birliği (AB)’nin de içinde olduğu çeşitli uluslararası/üstü kuruluşlar, farklı biçim ve tarzlarda kamu diplomasisi yapmaktadırlar. Bu uluslararası/üstü aktörler, uluslararası ilişkilerin yeni bir yöntemi olarak kullanılmaya başlayan kamu diplomasisi uygulamaları ile kendi görüş, politika ve tezlerini ulusal ve uluslararası kamuoyuna farklı şekillerde anlatmaktadırlar. Her ülkenin ve uluslararası aktörün kamu diplomasilerinde kullandığı dil, araç ve yöntemler; izledikleri politikalar kadar, sahip oldukları tarihi ve kültürel birikimle de yakından ilgili olarak önemli farklılıklar göstermektedir. Kamu diplomasisinde genel ilke ve kurallar olmakla beraber, her uluslararası aktöre göre değişen ve zengin bir tecrübe alanının doğmasına imkân sağlayan unsurlar da bulunmaktadır. 

Bu bağlamda, Avrupa Birliği’nin kamu diplomasisi hem öncelikleri, hem de kültürel, siyasal ve toplumsal kodları itibariyle NATO’nun veya Çin, İsrail veya Rusya’nın kamu diplomasisi faaliyetlerinden farklıdır. Uluslararası siyasal ve kültürel ilişkilerde, daha eski bir geleneğe sahip olan Avrupa Birliği, kamu diplomasisi içinde de özel bir konuma sahiptir. Esa-sında küreselleşmeyle beraber yükselen bir trend olan kamu diplomasisi Avrupa Birliği’nde ve üye ülkelerinde bütün meselelerin yanında en öncelikli konu olarak ele alınmaktadır. Uluslararası arenada kendini etkin bir ‘yumuşak güç’ soft power olarak konumlandırmaya çalışan Avrupa Birliği, hem Avrupa kamuoylarına hem de Türkiye’nin de içinde bulunduğu Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Afrika gibi yakın komşu bölgelerine yoğun bir şekilde kamu diplomasisi faaliyetleri yürütmektedir.1 

Bu çerçevede, Avrupa Birliği’nin bazı platformları ve kurumları tarafından Türkiye’ye yönelik uygulanan kamu diplomasisinin birtakım önemli yansımaları ve sonuçları olmuştur. Bunlardan en önemlisi ve dikkat çeken husus ise, Türkiye’deki ulusal kesimler tarafından ülkenin milli birlik ve bütünlüğünün Kürt meselesine dayalı olarak etnik bir bölünme tehlikesi ile karşı karşıya olduğu iddiasıdır. Yine kamu diplomasisinin bir yansıması olarak Türkiye’de Avrupa Birliği, küreselleşme ve dünya vatandaşlığı gibi norm ve değerlerin taşıyıcısı olduğu iddia edilmektedir. 
Ancak, Türkiye’deki yaygın inanışın aksine, Fransa, Almanya, İngiltere başta olmak üzere AB’nin tüm üye devletleri, aynı zamanda kendi toplumsal benliklerini korumanın yapı taşları olan kendilerine özgü kimlik yapılarını asla dışlayamazlar.2 Ayrıca, her üye devlet kendi millet ve azınlık tanımlamasını kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yapar. Bu bağlamda AB, henüz tüm üye devletlerinde geçerli, ortak bir azınlık politikasına sahip olmadığı, hatta azınlık tanımı konusunda bile Birlik içerisinde bir uzlaşmaya varılamadığı halde, başta Avrupa Parlamentosu (AP) olmak üzere AB kurumlarının aldığı bazı kararlar; üniter devlet yapılanmasındaki Cumhuriyet Türkiye’sini, Atatürk’ün ortak tarih ve kültür temelli tanımladığı Türk Ulusunu, başta etnik kökenler olmak üzere “insan hakları” ve “demokrasi” adı altında bölme ve parçalama girişimleriyle dolu olduğu da iddia edilmektedir. 

Ayrıca, Avrupa Parlamentosu’nun Kürtçülere verdiği destek, sadece aldığı kararlar, hazırlattığı raporlarla sınırlı kalmayıp çatısı altında Türkiye aleyhine düzenlenen, farklı boyutlarda Türkiye’ye ve Türklüğe hakaretlere varan Kürt konferanslarına kadar uzandığına da dikkat çekilmektedir. 

Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti, azınlıklarının belirlenmesinde dini mensubiyeti, esas kriter olarak ele almıştı.3 Lozan Antlaşması ile Türkiye’de yalnızca Ermeni, Rum ve Musevilerin “azınlık” olduğu açıkça belirtilmesine ve taraflarca da kabul edilmesine rağmen, günümüzde çeşitli Avrupa Birliği platformları ve kamu diplomasisi uygulayıcıları, Türk Ulusunu oluşturan etnisiteleri de “azınlık” başlığı altında değerlendirmekte ve bu unsurların insan haklarına sahip olmadıklarına vurgu yapmaktadırlar. Bu tutum, kamu diplomasisi yapan Avrupa Birliği’ndeki bazı kurum ve yetkili çevrelerce özgürlük savaşçıları ve kontrgerilla olarak görülen terör örgütlerini teşvik etme ve destekleme noktasına kadar getirildiği de iddia edilmektedir. 

Bu çalışmada, bu iddiaların ne derece doğru olduğu veya olmadığı belgeler üzerinden incelenecek ve okuyucunun dikkatine sunulacaktır. 

İşte bu makalede; çok karmaşık ve derin ilişkiler sarmalından oluşan konunun sadece bir boyutunu oluşturan Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye yönelik uyguladığı kamu diplomasisiyle Türkiye’de yaratılan Kürt sorununun, esasta ise siyasi Kürtçülüğün, özelde AP kararları ekseninde tarihsel süreç içinde nasıl şekillenerek günümüzde yaşanan ve dayatılan olaylara zemin hazırladığı irdelenmiştir. 

AB’nin Genel Tutumu 

Avrupa Birliği, Türkiye’de yaratılan Kürt sorunu konusunda uzun vadeye yayılmış sistematik bir kamu diplomasisi stratejisi mi izlemiştir sorusuna cevap aradığımızda bazı bilimsel ve tarihsel verileri dikkate almak gerekmektedir. Bilindiği gibi; kamu diplomasisi sistematik ve uzun soluklu bir çalışma gerektirmektedir, dolayısıyla sonuçları da ancak uzun vadede görülmektedir. 

Bu bağlamda, Türkiye’ye yönelik talep ve beklentilerini, zamana yayan ve uygun şartların oluşmasını bekleyen AB için, öncelikli konular ve sorunlar konjonktürel olarak farklılaşabilmektedir. 
Bir dönem yabancıların mülk edinmesi, azınlık vakıflarının durumu, Kıbrıs gibi konular ön plana çıkarılırken bazen de Heybeliada Ruhban Okulu ve Ekümeniklik meselesi gibi konularda gündem yaratılarak kamuoyunda yumuşak güç unsurlarıyla, soft power, gerekli alt yapının oluşturulmasına ve şartların olgunlaştırılmasına çalışıldığı görülmektedir. 

Nitekim aynı klasik taktik, Kıbrıs konusunda uygulanmış, diplomatik manevralarla Avrupalılar ve Rumlar açısından başarıya ulaşılmıştır. 
Neticede AB, 1990’lardan itibaren büyük bir ivme kazanan süreçte uyguladığı politikalarla Kıbrıs sorununu Türkiye için artık bir kritere dönüştürdüğünden, 
yakın geleceğin ana konuları olarak ikili ilişkilerde Ermeni iddiaları ve insan hakları bağlamında Kürt sorunu gibi konuları ele alacağı anlaşılmaktadır. Nitekim, AP Liberal Grup Başkanı Graham Watson, 15 Aralık 2006’da yaptığı açıklamada bu gerçeğin altını çizerek aslında Türkiye’yi uyarmaktadır; “Kürt sorunu AB sürecinde çözülecek. Şu anda öncelik Kıbrıs sorununa veriliyor. Türkiye, bu konuda verdiği sözleri yerine getirmelidir. 

Kürt sorununun çözümü üzgünüm ama zaman ister. Göz önünde bulunduruyoruz zamanı geldiğinde daha iyi bir şekilde değerlendirilecek.”4 

Büyük resmi doğru okuyabilmek için üzerinde hassasiyetle durulması gereken önemli bir husus da, Türkiye’nin jeopolitik ve stratejik önemidir. 

Türkiye, sahip olduğu coğrafya ve ekonomik kaynaklar sebebiyle, dünya hâkimiyetini sürdürme peşinde koşan odaklar için son derece önemli bir jeopolitik konumdadır. Bilindiği gibi, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren Türkiye’yi bir şekilde kontrol edilebilir hale getirmek için türlü yollar denenmişti. Bu yollardan en çok tercih edileni ise ülke içinde iç karışıklık çıkarmak, kaleyi içerden fethetmek şeklinde tecelli etti. 

Bazı Kürt aşiretleri, dün nasıl Batılı emperyalist devletlerce isyana teşvik edildiyse, bugün de bu iki kardeş unsur karşı karşıya getirilmek istenmektedir. 

Batılıların birbirine zıt gelişen küreselleşme ve yerelleşme (glocalization) politikaları çerçevesinde, Türk Milleti’nin asli unsurlarından olan Kürtlerin 
öncelikle azınlık durumuna düşürülmesi ve ötekileştirilmesi stratejik hedeflendiği iddia edilmektedir. Yaşadıkları coğrafyadan da kaynaklanan sebeplerden dolayı özellikle Kürtler üzerinden uygulanan kamu diplomasisiyle farklı farklı küresel ve bölgesel senaryolara mı konu edilmektedir? Bu bağlamda, bu topraklarda yüzyıllarca birlikte kardeşçe yaşamış, ortak tarihi-kültürü paylaşmış ve sosyolojik olarak kaynaşmış halklar arasında, olmayan bir etnik huzursuzluk yaratılmaya mı çalışılmaktadır? 

Tarihi bir taktikle, eşgüdümlü olarak planlanan senaryolarla Anadolu coğrafyasında da iç karışıklık yaratılıp çıkarılmak istenen huzursuzluk ve kavram kargaşasıyla, daha çok terör ve onun üzerinden geliştirilmek istenen Türk-Kürt düşmanlığı olarak mı kurgulandığı sorgulanması gereken önemli hususlardır. 

Diğer taraftan Avrupa Birliği’nin azınlıkların korunmasına ilişkin belirgin ve ortak bir politikası olmadığı gibi, konuyla ilgili olarak doğrudan doğruya Birliği temsil edecek net bir bakış açısının olduğunu iddia etmek de oldukça güçtür. Ayrıca, AB’nin daha kendi içinde azınlığı tanımlamada bile zorlanması tutarlı bir politika izlemesinde en önemli etkendir. 1986’dan itibaren, hem AT/AB’nin genel insan hakları politikasının aktifleşmesi, hem de Türkiye’nin üyelik başvurusu nedeniyle AB’nin kamu diplomasisinde yumuşak güç olarak kullandığı insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve azınlıklar gibi kavramlar AT/AB-Türkiye ilişkilerinin en tartışmalı konuları haline getirilmiştir.5 

AT/AB 1985 sonrası dönemde Türkiye’ye karşı bekle gör politikasından uzaklaşmış, reform yapılması gereken konuları özel olarak belirtme ve AB-Türkiye ilişkilerini yumuşak güç araçları olan insan hakları, azınlıklar ve demokratikleşme zeminine kaydırma politikası izlemiştir. AB’nin belirlediği reformlar başta idam cezasının kaldırılması, ceza yasasıyla muhakeme usulü yasasının AB normlarına göre yeniden düzenlenmesi, terörle mücadele yasasının değiştirilmesi, Türk Milletini oluşturan unsurlara başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere etnik ve dini gruplara yönelik ayrıştırıcı-ötekileştiricili bir stratejiyle yeni azınlıklar yaratma çabası, 1982 Anayasası’nın anti-demokratik hükümlerinin iptal edilmesi gibi konuları içeriyordu. Neticede bütün bu talepler Türkiye tarafından ev ödevleri algılamasıyla yerine getirilmeye çalışılmıştır. 

Esasında, insan hakları alanındaki performansla AT/AB-Türkiye ilişkilerinin tarihsel ve kurumsal gelişimi arasındaki bağlantı, üyelik başvurusuna verilen yanıtta, Gümrük Birliği görüşmelerinde ve birçok AB belgesinde açıkça görülmektedir. Konuyu sorgulayıcı bir bakış açısıyla ele aldığımızda; AB’nin insan hakları politikasının kendi içinde tutarsız olduğu, AB ve üye devletlerin, realist taktiklere başvurarak insan hakları ve azınlıklar konusunu başka amaçlar için de kullandıkları nı, konunun şeffaflık ve güvenilebilirliğini gölgeledikleri görülmektedir.6 

Bu noktada, Avrupa Parlamentosu’nun çıkar gruplarına göre yorumladığı insan hakları konusunda aldığı kararlar da oldukça dikkat çekicidir. Kendi kamu 
diplomasi stratejilerinde bütünlüğü olan ve belli bir amaca yönelmiş, Türkiye’de Kürtçülük konusunda olduğu gibi, devamlı bir süreklilik arz eden politikaların bir yansıması olan bu karar ve raporlar, klasik diplomatik kaygılardan uzak ve anlaşılır bir dille kaleme alınmıştı. Dolayısıyla bu çalışmada bu kararlar üzerinde de durulmuştur. 


***

30 Kasım 2019 Cumartesi

KÜRTLER, PKK ve ABDULLAH ÖCALAN.., BÖLÜM 15

KÜRTLER, PKK ve ABDULLAH ÖCALAN., BÖLÜM 15




KONGRE GENEL SEKRETER MERKEZ YÜRÜTME KOMİTESİ., 

MERKEZ KOMİTE, 
EYALET KOMİTELERİ, 
BÖLGE KOMİTELERİ, 
YEREL KOMİTELER, 
HÜCRE olarak sıralanır. 

PKK ilk kurulduğundan bu yana belirttiğimiz teşkilat yapısının varlığından söz edilir. Ancak bu yapının tümü formalitedir. Varlığı ve yokluğu belli değildir. 
Bu yapının içinde gerçekten işlevi olan ünite Genel Sekreterliktir. 

Genel Sekreterin kendisi de Abdullah ÖCALAN'dır. 

Diğerlerinin tümü izafi kuruluşlar halindedir. Kurulurlar, dağılırlar tekrar kurulurlar ve gene dağılırlar. Bu kurumların içinde yer alan hiçbir şahsın yetkisi yoktur.Tek yetkileri eylem karan almak ve yaptırmaktır. 

Bunun dışındaki haklarının tümü, APO tarafından gasp edilmiştir.Merkez Yürütme yada Merkez Komitenin bileşimi şöyledir, gücü ve etkisi şu kadardır demek çok zordur. 
Çünkü bugün o konuda bir fikir beyan edersiniz, yarın bakarsınız ki, o teşkilatın boyutları farklı bir biçime getirilmiştir. 

Yani, Abdullah ÖCALAN eşittir bütün PKK teşkilat yapısı demek daha doğru olur. 

Sınıf, tabaka ve gruplardan meydana gelen değişik kesimlerin farklı farklı olan amaçlarına kavuşmak için asgari müştereklerde birleşmiş oldukları siyasi organizasyona, cephe adı verilir.Cephe, bu değişik kesimlerin temsilcilerinden oluşur ve bu temsilcilerce idare edilir. Normalde APO'nun "Kürdistan"ında bulunan ve ulusal kurtuluş mücadelesi isteyen işçi, köylü, esnaf vesanatkar, memurlar diğer çeşitli orta kesimler ile aydınların, kişisel veya kuruluşlar vasıtasıyla bir cephe meydana getirecek bu cepheyi sevk ve idare etmeleri gerekiyordu. Bunlara Kürt işçi sınıfının partisi olan PKK(!) da iştirak edecekti. Doğal olarak da diğer katmanlarla demokratik bir rekabet ortamında, cephe içinde gücü oranında etkin olmaya çalışacaktı. Çünkü; Cephe bir çeşit Parlemento'dur, temsil ve yönetim gücüdür.165 

Ama, öyle olmadı. 1985 yılı 21 Martında Abdullah ÖCALAN; "Ben Cepheyi (ERNK) kurdum!" diyerek bir kuruluş bildirgesi yayınladı.Daha sonra da belli bir teşkilat şemasına lüzum görmeden doğrudan kendisine bağlı PKK üyelerini kitle faaliyetinin olduğu Avrupa'ya, Yunanistan'a, Kıbrıs Rum kesimine göndererek,
cephe faaliyetleri olarak; miting, basın toplantıları, açlık grevi vb. organize etmeye başladı. İyi çalışmayanları cezalandırdı yerlerine yenilerini atadı.  
Kısaca; Cephe (ERNK) de tıpkı PKK gibi eşittir Abdullah ÖCALAN' dır.APO, 1990 baharında CİZRE- NUSAYBİN- SİLOPİ gibi yerlerde başlayan tüm olayları ERNK' nın faaliyeti olarak lanse etmeye çalıştı.Çeşitli yerlerde PKK üyeleri; APO dan aldıkları talimatlar gereği ERNK temsilciliği, İmamlar Birliği gibi isimlerle bildiriler dağıtarak sanki ayrı bir örgütmüş gibi ERNK"yı tanıtmaya, meşrulaştırma ya çalıştılar.  İşte, APO'nun Cephe dediği olay çok kısa olarak budur. Sağda solda, Avrupa'da, Yunanistan'da, Kıbrıs Rum Kesiminde, Türkiye'de Cephe adına bildiri yazıp dağıtanlar APO'nun kendi adamlarıdır lar. PKK üyesi veya en basilinden sempatizanıdır lar. Gelelim ordu (ARGK)'nun bugünkü durumuna: ARGK (Ordu) 3. Kongre kararıyla 1987 yılında kurulmuştu. APO, Türkiye'deki PKK üyesi olan en seçme adamlarından bir Askeri Konsey oluşturarak ordu çalışmasını başlatmıştır. Dahailk etapta APO saflarına aldığı adamların eline bir silah tutuşturmuştur. APO faaliyetleri, PKK faaliyetleri eşittir silahlı eylem demektir. Zaten APO, ayırttığı her insanı bir asker olarak görmüş,her elemanını silahlı eylem için donatmıştır. APO için propagandacı, ajitatör, teorisyen veya benzeri bir şahıs hep eylemcileri tamamlayıcı unsur olarak vardır. Eğer bir kişi gözü kapalı olarak eylemlere dalamıyorsa, 
yakıp yıkamıyor sa ne değeri olabilir? Abdullah ÖCALAN'ın, "ARGK yi kurduk bunu organize edeceğiz. Bu ayrı bir kuruluştur." diyerek ARGK konseyi, ARGK tümeni veya tugaylarından bahsetmesi, elemanlarını birtakım askeri birlikler adıyla 166 anması; harekete isim kazındırmak, iç ve dış kamuoyunun gözünü boyamak için başvurduğu bir propagandadır. Şu an Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgesinin çeşitli yerlerinde grup, takım, bölük, ana hareketli birlik adıyla bir takım militanlar vardır. 

Bunların belli bir ilişkileri ve ast-üst düzeni mevcuttur ama ARGK de, ERNK de, PKK de hep aynı kişilerdir. Bunlar da eşittir APO'dur. Yani şematik yapıları ne olursa olsun, PKK-ERNK ve ARGK'nin üçü de birdir.Farklı mekanlarda, farklı isimler altında, farklı faaliyetler yürütseler de her üç kuruluş bir tek şeye; "Silahlı Propaganda"ya hizmet etmektedirler.Bir ulusal kurtuluş savaşında ordu, partinin emrinde değil, cephenin emrinde faaliyet yürütür.Ancak ARGK'nin bütün faaliyetlerini tepeden tırnağa PKK yani, APO kontrol etmektedir. Bu gün hiç bir Allahın kulu kalkıp da "Ben ARGK nin milisi veya savaşçısıyım ama APO' nun şu düşüncesine karşıyım " diyemez. Öte yandan gene hiç kimse "Ben PKK düşüncesine karşıyım ama ERNK içinde faaliyet gösteriyorum " diyemez. İşin gerçeği bu teşkilatlardan herkes ilk önce eğer zorla kaçırılmadıysa PKK üyesi yada sempatizanıdır. Daha sonra ARGK savaşçısı olur veya

ERNK üyesidir."Bundan ne çıkar?" diyenler olabilir, bundan çok şey çıkar. Zaten işin önemi de burada gizlidir.Güneydoğu Anadolu'da baştan beri değindiğimiz gibi kendiliğinden, iç dinamikleriyle bir Kürtçülük hadisesi gelişmemektedir. Her şeyi PKK, Abdullah OCALAN ve yurt içindeki yandaşları zorlayarak, yapay olarak 
geliştirmeye çalışıyor. Normalde çeşitli kesimlerin bir cepheleşme hareketi gelişebilirdi. Bunlar giderek bir silahlı mücadele ve ordulaşma faaliyetine girebilirlerdi. PKK da Marxist-Leninist bir örgüt olarak, işçive emekçilerin bir örgütü olarak Cephenin ve Ordunun içinde belli ilkeler çerçevesinde, belli kurallar dahilinde yer alabilirdi.167 Kısaca; PKK APO'ya rağmen değil, APO'nun elinde bir oyuncak olarak vardır. ERNK veARGK yapaydır. Bunlar PKK'nın çalışma kolları ve tarzlarını ifade ederler.İncelediğimiz PKK örgütlerinin bugünkü yapısı, PKK 4. Kongresine verilen çalışma raporunda eleştirilmiş, işlevsiz kaldıkları belirtilmiştir. Geçmişteki sorumlularının cezalandırılacağı vurgulanmış ve bir "Hazırlık Komitesi"nin oluşturulması kararlaştırılmıştır. Hazırlık Komitesi APO'nun onayıyla önce bir parti merkez komitesi oluşturulmasını, ARGK askeri konseyinin tayin edilmesini ve daha sonra kendisini feshetmesini karara bağlamıştır.

GERİ CEPHE VE DIŞ DESTEĞİN BU GÜNKÜ DURUMU.,

Abdullah ÖCALAN, zihinsel olarak daha bir grup faaliyetini organize etmeye karar vermedenönce dıştan yönlendiriyordu. Bu durumunu uzun süre herkesten gizledi. Ancak yurt dışınaçıktıktan ve tüm gücünü Suriye üzerinden Suriye denetimindeki Güney Lübnan ve BekaaVadisine çektikten sonra kimlerden ve nasıl dış destek aldığını artık fazla gizleyemedi. Fakat,yine de önemli bağlantıları ve ayrıntıları kendi elemanlarından gizliyordu. Bu durumu kıyısındanköşesinden öğrenenleri de MİT-AJAN-KOMPLO senaryolarıyla katlediyordu.Herşeye rağmen gizleyemediği şeyler vardı. Örneğin; Ermeni ASALA ile olan ilişkiler...Bunlar hala devam ediyor. Bu ilişkinin boyutu bir hayli geniştir. Suriye-Beyrut-Atina-Marsilya-Newyork ve benzeri yerlerdeki Ermeni cemaat, grup, lobi ve zengin şahıslar düzeyinde devametmektedir.İlişkilerini çok gizli tutan bu çevreler, APO'ya silah ve para yardımının yanısıra batılı ülkelerinkamuoyu oluşturan kurum ve kuruluşları nezdinde doğrudan ve dolaylı ilişkiler yaratmakladır.EKİM 1990 tarihinde Almanya'da yapılan PKK'nın kuruluş yıldönümü tören ve şölenine Ermenistan Komünist Partisi Merkez Komite Üyeleri de katılmıştır.168   

Suriye ile ilişkiler, 12 Eylül sonrasında APO'ya adeta PKK'yı yeniden yaratma gibi hayati önem ve derecede imkanlar sunmuştur. 
Bu ilişki ve olanakların derecesine daha önce değinmiştik.Suriye bu konuda üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmiştir. Hemen hemen tarihi misyonunu tamamlamak üzeredir diyebiliriz. Bundan sonra Suriye'nin devreden çıkması fazla önemli olmayacaktır. 
Bu gün Orta doğu'daki son siyasal gelişmeler Suriye'nin konumunu kısmendeğiştirmişse de PKK ile ilişkileri halen devam etmektedir.Yunanistan ve 
Kıbrıs Rum Kesimi giderek PKK ve Abdullah ÖCALAN'a daha  çok önem ve  imkan  vermektedirler.  PKK'nın yaşatılması için para ve silah yardımının yanı sıra batılı ülkelerin-lobilerine PKK olayını resmi ve gayrı resmi şekilde taşırmanın gayreti içindedirler.Libya lideri KADDAFİ, çeşitli ülkelerin illegal ve özellikle terörist olan gruplarına her türlümaddi imkan ve serbestiyi verdiği gibi bunları PKK ya da vermekte dir. Avrupa'nın çeşitli ülkeleri başta Fransa, Almanya, İsveç, Belçika ve İngiltere olmak üzere Kürtlerin insan haklarıyla ilgilenmiş gibi görünseler de, aslında kendi devlet politikalarının örtülü bir şekilde propagandasını yapan kuruluş ve derneklerini PKK politikasının emrine vermişlerdir.Bu tür kuruluşlar, resmi olmadıkları için hükümetlerini zor durumda bırakmadan kendi devletlerinin birer baskı aracı gibi hareket ederler. İşte bunlar PKK ile ilişki halinde olarak Kürt sorununu, Avrupa kamuoyu ve uluslararası kuruluşların gündemine sokma gayreti içindedirler. İran, resmi düzeyde değil ama tıpkı Suriye gibi; İstihbarat Örgütleri vasıtasıyla PKK ile iyiilişkiler içersinde dir. Bu iyi ilişkiler özellikle 1990 yılından sonra doruk noktasına çıkmıştır.169 Irak ise; 1988 yılında BARZANİ ve TALABANİ Peşmergelerini kimyasal silahlar ile saf dışı bıraktıktan sonra Kuzey Irakta çok büyük bir alanı PKK'ya tahsis etmiştir. Irak hükümeti; Körfez Savaşı sırasında diğer terörist örgütlere yaptığı gibi PKK'ya da büyük imkanlar vaad etmiştir.    
   Geçmişte Sosyalist ülkeler adına ve daha çok Suriye'yi devreye sokarak PKK'yı yaşatmak için büyük gayret sarf eden Bulgaristan işe son dönemlerde oluşmasında büyük emeği geçen PKK üzerindeki inisiyatifini batılı ülkelere kaptırmış durumdadır. Kısaca, PKK'ya dış destek bu kabaca sıraladığımız ilişkilerden gelmektedir. Türkiye'ye komşu olan veya olmayan bu odaklar aynı zamanda bir çok bakımdan Geri Cephe rolü de oynamaktadırlar. Geri Cepheden kastımız; İkmal, iaşe, güç takviyesi, eğitim, manevra, geri çekilmelerin yapıldığı alanlardır.

1984 yılına kadar Suriye ve Lübnan sahası PKK'ya muazzam bir geri cephe rolü oynadı. Bualan PKK ve APO'yu örgütsel yok oluştan kurtardı. APO'nun örgütü sevk ve idare merkezi oldu.Kongre ve konferansların güven içinde yapıldığı, her türlü eğitim ve takviyenin mümkün olduğu, örgüt içinde temizlenmesi gerekenlerin, rehin alınanların rahatlıkla kurşuna dizildiği bir alandı. Bu alan rolünü oynamaya devam ediyor. Suriye kendi topraklarındaki Kürtleri APO'ya her bakımdan kullandırarak ve PKK'ya satarak Kürt sıkıntısına karşı kendisini emniyete aldı. PKK'nın bunların içinden yüzlerce eleman ve milyarlarca 
lira para almasını sağladı. PKK'yı kullanarak kendi Kürtlerini düşmanına, Türkiye'ye hem de Arap çıkarları için savaştırdı.Kuzey Irak ve İran sahası, 1982 yılından başlayarak PKK'nın adeta cirit attığı bir alan durumuna geldi. PKK'nın ülke içinde gerçekleştirdiği bunca katliam hep Suriye, Irak ve İran da planlandı. 
Gruplar buralarda oluşturuldu. Silahlar buralarda ele alındı. Eğitimler buralarda tertiplendi. Türkiye'de sıkışan gruplar buralara geri çekilerek kendilerini 
garantiye aldılar. Kışlarıbu ülkelerde geçirdiler ve geçirmeye devam ediyorlar.170 Adı geçen ülkelerden Türkiye'ye binlerce rejim muhalifi gelip sığındı. Hatta İran'dan gelenlerin sayısı yüzbinler le ifade ediliyordu. Onlar, Türkiye'yi bir çiftlik gibi kullandılar. Onların hiç biri Türkiye tarafından kendi ülkelerine karşı kışkırtılmadı veya rehin alınmadı. Fakat Türkiye'den oülkelere giden herkesin başına bir istihbaratçı çöküyor, onlara; "Ya Türkiye'ye karşı tekrar silahlanıp dövüşeceksin, ki dövüşeceksen biz sana her türlü kolaylığı sağlayacağız, ya daburadan gitmelisin" denilebiliyor.Yunanistan ve Kıbrıs Rum kesimi, Türkiye'den gidenlerin PKK militanlarının kucağınadüşmesi için her türlü tedbiri almış durumdadır. Yunanistan, PKK'nın her türlü eğitim,propaganda ve Türkiye'ye sızma faaliyetleri için bütün olanaklarım seferber etmiştir. Avrupa, PKK'nın yayıncılık faaliyetlerinde baş rolü oynamaktadır. 

PKK'YA KİTLEDESTEĞİNİN DURUMU (1991-1992)   

APO ve PKK'nın her dönemde gerçek anlamda güçlü dış destekçileri olmuştur ancak yurtiçinde kitle desteği hep izafidir. Çünkü, PKK kitle desteğini daima 
korkutarak sağlamıştır. Bununiçin de bu destek göreceli ve yanıltıcı olagelmiştir.Bu izafi destek seyircileri korkutmamalıdır. Baskı ve sindirmeye dayalıdır. 
PKK, önce zayıf ve savunmasız a yanaşmış ve "Davamızda haklıyız değil mi?" diye sormuştur. Karşısındakinden mecburen ve korkudan doğan bir "EVET" cevabı alınca, "İşte gerçek bir yurtsever". diyerek kitle desteğinden bahsetmeye başlamıştır. Ondan sonra o "EVET"in sahibini adeta rehin alarak oraya
engerek gibi çöreklenmiş, daha geniş bir çevreye saldırmıştır. Bu çevre içinden devletin koruma-sızlığına rağmen canını ortaya koyarak, "HAYIR" diyen biri çıktığında, MİT- AJAN- HAİN damgasını vurup katletmiştir. Bunun üzerine, beladan kurtulmak için çok kişi kerhen "EVET"çi olmuş ve bu durum 171 kısa sürede paniğe dönüşerek "EVET"çileri çoğaltmıştır.Böylesi bir ortamda bir sürü işsiz güçsüz takımı, bir baltaya sap olamadıkları için hazırdaki"EVET"çilere baş olmak maksadıyla piyasaya çıkmış ve APO'ya militan olmuşlardır.Bir kısım profesyonel, bu ortamı bezirgan mantığıyla kullanmak ve siyasi, sosyal, ekonomik gelecek sağlamak için bu "EVET"çileri bir sağa bir sola koşturmuş tur."EVET"çi olanlar birer oyuncak durumuna düşürüldüklerini farket-mişlerdir ama bir kere"EVET"çi olduktan sonra "HAYIR"cı olmanın öldürülme dahil yaratacağı problemleri göğüsleme cesareti gösteremediklerinden hep bir kurtarıcı için dua etmişlerdir. 12 Eylül öncesi ve  sonrası yaşanan hadiseler, bu durumu teyid eden olaylar ile doludur. PKK niçin BOTAN dediği bölgenin dışında dikiş tutturamıyor? Neden hala Hilvan, Siverek,Nizip, Suruç ve Batman il merkezinde istediği gibi at oynatamıyor? Nedeni çok açıktır; Buraların ağzı 12 Eylülden önce yanmıştır. Ama BOTAN denilen bölgede Cizre, Silopi, Nusaybin, Şırnak gibi bölgelerde 12 Eylül'den önce bir tek PKK'lı faaliyet yürütmemişti. Belki "Buralar dağlıktır,buralar sınırlara yakındır..." denilebilir, evet onun da etkisi vardır. Fakat asıl mesele bu değildir.Buralar kolay kolay, zorla tecavüz dışında, ikinci kere kendilerini iğfal ettirmek istemiyorlar.

   PKK, BOTAN denilen bölgede yavaş yavaş dersini almaya başlamıştır. Daha bir kaç ay öncesine kadar APO, BOTAN daki militanlarına gönderdiği talimatlarda
 "Otoritemizi kabul etmeyenlerin evdeki faresine kadar başını ezin, göçertin. O topraklarda tarafsız kimse olmaz, yabizdendir yada düşman" diyebiliyorken bugünlerde militanlarına; "Bu insanları niye kaçırttınız?İnsansız dağlan ne yapalım? İnsansız devrim olmaz!" demekte hatta işi daha pişkinliğe-vurarak "Bazı adamlarımız TC'ye değil de insanlarına savaş açmıştır!" diyerek halkı yeniden kazanmayaçalışmaktadır. APO bölge halkına yeniden yamanabilir mi? Onu zaman gösterecektir. 

O zavallı insanları yeniden, bir kere 172 daha APO ve canilerine yem ederlerse binlerce defa yazıklar olsun!Issız dağ başlarındaki, kuytu vadilerdeki, kimsesiz 
ve savunmasız insanlarımız, bugün APO'nuni zafi olarak kitle desteğini teşkil etmektedirler. Yine bazı şehir ve kasabalarda sığıntı gibi yaşayan, hiç bir işi ve 
gücü olmayan bir kısım insanlar ekonomik, kültürel ve sosyal 
problemlerinden dolayı gene izafi olarak APO'nun yandaşı ve kitle desteğidirler. Bu kalabalıktan etkilenen ve çeşitli endişelerle bunlarla birlikte hareket eden 
bir takım kişilerde APO'nun destekçisi konumuna düşmüşlerdir.Öte yandan bazı Mercedes arabalı, entel bar müdavimi soysuz, insan simsarları da bu insanları istismar ederek ve bu gariplerin kanlarını pazarlayarak siyasi, ekonomik ve sosyal avantajlar elde etmektedirler. Üstelik bu çakal sürüsü, Türkiye'de kamuoyu oluşturabilmekte ve bir takım hareketlere yön verebilmektedir. APO'nun kitle desteği yalnız bunlar değildir. Türkiye metropollerin de ki sorunlu üniversite öğrencileri, yine buralarda işsiz güçsüz insanlar, Avrupa'ya iltica talebinde bulunmuş ve hayalleri yıkılmışlar, Avrupa'da işçi iken PKK militanlarınca rehin alınmışlar da PKK'nın kitle desteğidir.   

   Peki, denilebilir ki; bu topraklarda APO'nun hiç mi gönülden destekleyicisi yok? Evet var! Var ama kaç kişi, niçin, ne amaçla? 9 AĞUSTOS 1991 günü 
Abdullah ÖCALAN bakınız ne diyor:" PKK lılaşmayı Türkiye'de de biraz yürütüyoruz. PKK'nın etkilerini bizzat PKK çalışma tarzıyla Türkiye'de ilerletiyoruz. 
Belki de devrime biraz da uzun süre biz önderlik edeceğiz.Türkiye'de devrimci değerleri biz ayağa kaldıracağız. Eskiden onlar bize öğretiyordu, şimdi biz öğreteceğiz; 
onlar bize bir şeyler veriyorlardı, biz şimdi bir şeyler vereceğiz, veriyoruz da. Türkiye halkını dost etme, Türkiye devrimcilerini güçlendirme ve en önemlisi de oradaki Kürdistanlı potansiyeli örgütleme; hem Türkiye'nin mücadelesinde çok aktif bir dinamik öge haline getirme devrimci bir öge, önemli devrimci bir öge haline getirme, 
hem de Kürdistan'a taşırma yani boşaltılan Kürdistanı tekrar bir karşı boşaltma 173 ile örgütleyip Kürdistan'a yollama, devrime orada katma ve daha çok Kürdistan'a yollayıp katma gibi çok belirgin bazı eğilimlerle hareket ediyoruz. Çukurova'nın yarısı Kürtleşmiş durumdadır.Çukurova aslında yan yarıya Kurttur. Kısmen Fellahtır, kısmen de Türktür ama, bence Kürtler giderek çoğunluğu da alacak. Bir nevi yarı Kürdistan eyaletidir, Çukurova...Istanbul'da 2-3 milyon Kürt var. Yani 5-6 vilayet değerinde bir çalışma alanıdır. İzmir'de 2 Vilayet değerinde, Konya'da l vilayet değerinde kürt var. İç Anadolu'da l milyon; tam bir eyalet,Ege 'de en az l eyalet; giderek Antalya, Burdur, Isparta'da işçiler turizm sektörü dolayısıylakayıyor, orası da öyle Neredeyse Kürdistan'ın 8 Eyaleti de Türkiye'dedir. 8 Eyalet bu tarafta, 8 Eyalet orada. Dolayısıyla böyle bir ağırlığı vardır. Türkiye çalışmalarının...

"Evet bu sözler kelimesi kelimesine APO'nun belirttiğimiz tarihte "Görevlere önderlik tarzında yaklaşmanın esasları üzerine" isimli konuşmasından alınmıştır. 
Bu sözleri ne olur ne olmaz, ama hiç olmazsa "Sağır Sultan" duysun diye yazıyoruz. Gelecekte Türkiye'de neler olabileceğini ilgililer sonradan, "Biz Duymamış tık!" demesinler.   

PKK'NIN PROPAGANDA İMKANLARI (1991-1992)

Başından beri Abdullah ÖCALAN ve PKK, propaganda vasıtası olarak silahlı eylemi kabul etmiştir. 

Silahlı propagandaya "Devrimci Şiddet" adını koyan da kendisidir. Büyük ve sansasyonel bir eylemin yüzlerce hatibin konuşmalarından, binlerce sayfa yazılı kitap ve dergiden daha etkili neticeler verdiği bilinmektedir.Türkiye gibi bir toplumda beyinlere hitap etmektense göze ve kulağa hitap etmek dahaavantajlı dır. Ayrıca yapılan bir eylem neticesinde tüm basının olayı manşetten vermesi gibi imkan başka hiç bir ülkede kolay bulunacak imkan değildir. Olayı duyan tüm insanlar gönüllü hatiplik yaparak olayla ilgili bilinçsiz değerlendirmeler nasıl olsa yapacaklardır.174 O halde, APO neden zor olanı seçsin? 
APO niçin zor olan yolu; yetişmiş insan, mantıklı insan,teknik ve organizasyon gerektiren yolu tercih etsin? Eylem sırasında eylemi yapanların ölme, sakatlan ma, yaralanma, yakalanıp ağır cezalara çarptırılma gibi durumları olabilir. Olsun! APO için fedai mi yok?Böylesi bir toplumda herkes istediği şartları oluşturduktan sonra, istediği kadar adamı istediği biçimde kullanabilir. Yeter ki bütün insanlık değerlerini APO gibi yitirmiş olsun.Toplumumuzda bir silah patladığı zaman panik başlar. 
Yine bu toplum silah patlatanı kahraman ilan eder. Ona insan üstü vasıflar yakıştırır. Tek tek şahısları kastetmiyoruz, genel olarak bu böyledir. 
Dağın başında, mezrada yaşayan insanımızla, İstanbul'un göbeğinde oturan da aynıdır. Dağdaki çobandan tutun, en sorumlu kademelerdekilerde bile bu 
eğilim mevcuttur. İşte Abdullah ÖCALAN'ın propaganda gücünün temel esprisi buradadır. Bugün, bu gücü en şiddetli biçimde sürdürmektedir. 

1991 yılı Aralık ayında basınımızdan bir manşet;"APO ile görüştük! 1992 yılı baharına kadar eylem yok! "Manşet bu ama gerçek öyle mi?Kırsal kesimde PKK'nın geçici üs olarak kullandığı bölgeler bellidir. Bu mücadele 8 yıldır devam ediyor. Görevliler değişti, PKK militanları değişti ama coğrafya değişmedi. 
Yüksek yerlere kar düştü. Örgüt gruplarının manevra imkanları çok azaldı. Adam her sene olduğu gibi gene kazık çaktığı alanlarda oturup eğitim, konferans, 
seminer vb. gibi çalışmalar yaptı. Dar alanda eylem yapıp başını neden belaya soksun?Fırsatını bulup bir iki devriye veya keşif kolunu pusuya düşürdü, 
küçük bir iki karakol ile Köy korucularına saldırdı ve 1991 kışında da gene kan döktü. Demek ki basın yanılmış. Görüldüğü üzere basit bir örnekle PKK'nın propaganda imkanlarına göz atmaya başladık. 175 en iyi Basının, bilinçsiz örgüt propagandasına yardım kampanyasına ek olarak; PKK, imkanlarının son derece gelişmesine paralel düzeyde başta Almanya olmak üzere broşür ve gazeteleri bastırıp,her türlü yol ve yöntemi kullanarak dağıtımını, okunmasını sağlamakta dır. Diğer yandan afiş, poster, pul, bildiri gibi yaygın malzemeleri de propaganda ve ajitasyon amaçlı olarak kullanmaktadır. 

Bu alanda kullandığı bir diğer malzeme de video ve teyp kasetleridir. 

Özellikle video kasetleriyle yurt içinde ve yurt dışındaki kitlelerde yaygın propaganda, çarpıtma ve ajitasyon çalışmaları sürdürmektedir. Lübnan kampların da Askeri eğitim sonrası yapmış olduğu tatbikatları görüntüleyerek, bunlara Kuzey Irak'ın yeşil vadilerindeki grupların yürüyüşlerini, istirahatlarını, halay çekişlerini, zaferlerle sonuçlanan hayali çatışmalarını da ekleyerek halka sıcak odalarında seyrettirmek te, eleman temini ve kitle desteği yolları araştırmaktadır.  

Bu filmleri seyreden insanlar, PKK gerillalarının son derece idealize edilmiş görüntülerini seyrediyorlar ve elbette cazibesine kapılıyorlar.Özellikle, işsiz-güç süz takımı ve bilinçsiz genç kesim o görüntülerdeki fantastik ortama kavuşmak, o ortamda yer almak kişilerden biri olmak, düşmanı(!) alt eden çatışmalardan 
zaferle çıkmak, köy halkı tarafından coşkuyla karşılanmak, o zümrüt vadilerde piknik yapıp Göreve de katılmak için elbette can atıyorlar. Ayrıca doğrudan yüz yüze yapılan propaganda ve ajitasyon çalışmaları yürütmektedir. Avrupa'da geceler tertip edilerek yüzde doksanı yalan çarpıtılmış haber ve yorumlardan oluşmuş  konuşmalar ile kitle tahrik edilmekte; "Kurtarılmış bölgelerimiz, ordularımız, tugaylarımız alaylarımız vardır, düşmanın şu kadar uçağını, şu kadar helikopterini düşürdük, şu kadar tank ve zırhlı aracını imha ettik, çok yakında devlet kuruyoruz, devlet ve ordu kademeleri içindeki yerinizi bir an önce alın; Öncü olun, baş olun, geride kalmayın vb." denmekte, dinleyiciler adeta iğfal edilerek ardından video, slayt gösterileriyle temsil, folklor ve marşlarla insanlar gaflete düşürülerek para, mal ve benzeri şeylerin yani 176

ALINTIDIR;

http://tr.scribd.com/doc/49597985/Cem-Ersever-Kurtler-PKK-ve-A-Ocalan

***