8 Kasım 2017 Çarşamba

ULUSAL SORUN BÖLÜM 2


ULUSAL SORUN BÖLÜM 2

1913’e kadar Lenin, ne ulusal sorunla ve bu konudaki sosyalist literatürle, ne de onun politik ve ekonomik özellikleriyle çok yakından ilgilenmiştir. Fakat çok iyi bilinen politik realiteleri kavrama yeteneğiyle daha başından sosyalistlerle ulusal azınlıklar arasında bir ittifak imkanı olduğunu kavramıştır. Lenin, zaman zaman bir takım proleter olmayan güçlerin geçici olarak ortaya çıkmasının sosyalizmin gelişmesine engel olmayacağına inanıyordu. Sosyal Demokrasi, diğer sınıfların, dinsel grupların ya da ulusal azınlıkların memnuniyetsizliğini ifade eden bu tür güçlerden yararlanmasını bilmeliydi. “Kuşkusuz sınıf antagonizmi şu anda ulusal sorunu geri plana itmektedir,” diye yazıyordu, “fakat kimse, bu sorunun geçici olarak ön plana çıkmayacağını ya da ulusal sorunun politik drama sahnesinde yer almasının imkansız olduğunu, bir doktrin adına ve kesin olarak ileri süremez.” Yararlı olduğu zaman sosyalistler, ulusal hareketleri desteklemelidirler, elbette bu desteğin şarta bağlı ve geçici olduğunu unutmadan: “Bu, bir düşmana karşı, bir müttefike verilen bir destektir ve Sosyal Demokratlar, bu desteği, ortak düşmanın düşüşünü hızlandırmak için verirler, fakat onlar, bu geçici müttefiklerden kendileri için hiçbir şey beklemezler ve onlara ihsanda bulunmuş olmazlar.”
Parti programı diyordu Lenin, Kautsky’den alıntı yaparak, yalnızca bugün için yazılmaz, aynı zamanda gelecek için yazılır; o, yalnızca toplumun beklentilerini ifade etmez, aynı zamanda onun taleplerini de dile getirir. Bu yüzden, parti programının, tüm uluslar için kaderini tayin hakkını içermesi vazgeçilmez bir zorunluluktu. Kaderini tayin hakkını tanımak hiçbir şekilde Marxizmin genel ilkeleriyle çatışmazdı. Çünkü Sosyal Demokratlar, Sosyalist Devrimcilerin tersine, ulusların haklarını kayıtsız şartsız desteklemiyor, tavırlarını bütünüyle proletaryanın çıkarlarına bağlı olarak belirliyorlardı.
Sosyal Demokrasinin… temel ve başta gelen görevi, halkların ya da ulusların değil, fakat her milliyetten proletaryanın kendi kaderini tayin etmesine yardımcı olmaktır. Biz daima ve kayıtsız şartsız, bütün milliyetlerden proleterlerin en sağlam bir şekilde birleşmesi için çalışmalıyız ve biz ancak çok özel, istisnai durumlarda yeni bir sınıf devletinin yaratılmasını ya da tam politik birliğe dayalı devletin yerine daha zayıf bağları ifade eden federal yapının geçmesini destekleyebiliriz.
Lenin, bu temel görüşlerle 1913’e kadar geldi. Bu fikirleri ömrünün sonuna kadar da terketmedi. O, ulusal hareketi, iktidar mücadelesinde kullanılacak önemli bir güç olarak gördü. Bu bağlamda, milliyetçiliği sosyalist hareketin önünde bir engel olarak görerek, ya Plehanov gibi, ona karşı doğrudan mücadele eden ya da Menşeviklerin çoğu gibi, onu kültürel kanallara yönelterek nötrleştirmeye çalışan diğer Rus Sosyal Demokratlarından ayrılır.
Gerçi Lenin, Sosyal Demokrasinin, federalizme karşı düşmanca tutumunu paylaşır. 1903’de Ermeni Sosyal Demokrat cumhuriyetçileri, Rusya’da bir federal sistem kurulmasını ve kültürel özerkliğin tanınmasını talep ettiklerinde, Lenin şöyle itiraz etmiştir: “Kaçınılmaz olarak özerk bir sınıf devletinin kurulması talebine yol açacak… federasyonu ve kültürel özerkliği vazetmek, proletaryanın işi değildir.” O, sürekli olarak, federalizmin ekonomik bakımdan gerici ve kültürel özerkliğin proletaryayı bölen bir talep olduğunu tekrarlamıştır.
Fakat, 1912 yılının sonlarında, Bolşeviklerin daha özel bir programatik açıklamada bulunmaları zorunlu hale gelmiştir. Rusya’nın diğer belli başlı partilerinin hepsi, azınlıklar sorununda kesin çözümler öneren programlara sahiptiler. O yılın Ağustos ayında, o zamana kadar suskun kalan Menşevikler bile, ulusal kültürel özerkliğin savunuculuğunu yapmaya başlamışlardı. Bir şeyler yapılması gerekiyordu. Lenin, o yaz, Krakow’a gitti ve Avusturya İmparatorluğunda olsun, Rus Polonyası’nın komşu bölgelerinde olsun, ulusal sorunun sosyalist hareketin gelişmesine zarar veren boyutlarını bizzat gözlemleme fırsatı buldu. O zamana kadar ikinci elden, özellikle Karl Kautsky’nin yazılarından bilgi sahibi olduğu konuyla ilgili yazıları yakından inceledi. Bauer’in baş yapıtını ve Kautsky’nin Bauer’e eleştirisini okudu ve ardından, özellikle Yahudi ve Ukraynalılar olmak üzere, Rusya’daki azınlıklarla ilgili çok sayıda kitabı inceledi. Aynı zamanda nüfus istatistiklerini ve ekonomik bilgileri topladı. Çok geçmeden, ulusal sorunun, Rus yaşamında, o zamana kadar sandığından çok daha büyük bir rol oynadığını farketti. Onbeş yıl önce yararlanılacak bir potansiyel müttefik olarak tespit ettiği ulusal hareketin, Rusya’daki kurulu rejime karşı bir silah olarak mevcudiyetini saptadı. Ulusal hareketle bir ittifak hayati bir önemdeydi, fakat böyle bir ittifak için, azınlıkların sempatisini kazanacak somut bir ulusal program gerekiyordu.
O yılın son iki ayında, meydana gelen diğer bir takım olaylar, böyle bir programı daha da acil hale getirmişti. 10 Aralık 1912’de, bir Gürcü Menşevik delege olan Akaki Chkhenkeli, Duma’da bir konuşma yaparak, “bütün ulusların özgür gelişmesi için gerekli kurumların yaratılmasını” talep etti. Bu konuşma, Lenin’in büyük bir öfkeye kapılmasına yol açtı. Bunun, parti disiplinin ihlali olduğunu ileri sürdü ve bu konuyu kendi taraftarlarının 1913 Ocak’ında Krakow’da topladıkları ve Stalin’in de hazır bulunduğu konferansa getirdi. Bu konferansta Lenin, Chkhenkeli’nin konuşmasını suçladı ve Rus Sosyal Demokratik hareketinde, Renner-Bauer’in formülasyonuna taraftar olan Bundistlere ve Kafkas sosyalistlerine yanıt verdi. Stalin’i, bu konuda bir makale yazmak üzere görevlendirdi.
Stalin bu alanda çok yeterli birisi değildi – daha önce bu konuda hiç yazmamıştı -, fakat Gürcü olduğu için, Avusturya doktrininin çok büyük taraftar kazandığı bir bölge olan Kafkasya’daki gelişmelerden haberdardı. 1906 başında, Transkafkasya’daki milliyetçi eğilimlere karşı kapsamlı bir çalışma kaleme alan Lenin’in takipçilerinden Stepan Shamuian, bu konuda Stalin’den çok daha bilgiliydi. Fakat 1912’de, Shamuian, Kafkasya’da bulunuyordu ve Lenin’in istediği çalışmayı yapacak durumda değildi. Lenin, o yaz yaptığı okumalardan çıkarttığı notları Stalin’e teslim etti ve muhtemelen konu hakkındaki düşüncelerini de ona aktardı. Lenin’in bu notları kaybolmadığı için bugün Stalin’in “Marxizm ve Ulusal Sorun” makalesini yazarken, Lenin’den ne kadar yararlandığını anlama olanağına sahibiz. Lenin’in beklentisi, Stalin’in, Rus Marxistleri arasında yaygınlık kazanan bütün Avusturyalı ve diğer sosyalist yazarları çürütmesiydi. Ancak, Stalin’in çalışması, bu beklentiyi tatmin edecek boyutlara ulaşamamıştır.
Stalin’in, çeşitli dillerde, sayısız defa basılmış olan bu makalesi, üç ana bölümden oluşur. Birinci bölümde, ulus kavramı üzerine tartışma yer alır; ikinci bölüm, Avusturya projesinin yetersiz bir tanımını ve eleştirisini içerir; üçüncü bölümde ise, Rus sosyalist hareketindeki kültürel özerklik teorisi ele alınır. Ulus, “dil, toprak, ekonomik hayat ve aynı kültüre sahip olmanın doğurduğu psikolojik birlik ortak temeli üzerinde yükselen tarihi bir oluşum ve istikrarlı topluluk,” olarak tanımlanır. Stalin, Bauer’in ulus fikriyle, etnik grubu birbirine karıştırdığını ileri sürer ve ardından, milli hareketlerin karakter olarak burjuva nitelikte olduklarını belirtir, böylece Renner ve Bauer’in çalışmalarını yayınlamalarından önceki standart Marxist görüşü yankılar.
Stalin, Avusturya projesinin, her devlet içinde, gerçekte ekonomik gelişmelerle birbirinden ayrılan çeşitli sınıfların oluşturacağı yapay topluluklar yaratarak ulusal farklılıkları arttıracağını ileri sürer. Bunun, proletaryanın saflarını bölmesi kaçınılmazdır. Stalin, buna delil olarak, Renner-Bauer teorilerinin yaygınlık kazanmasının şimdiden Rusya’da parti birliğini zayıflatmasını ve partinin Kafkasya şubelerinde ve Bund içinde milliyetçi eğilimlerin güç kazanmasını gösterir. Yahudilerin bir ulus olduğunu reddeder ve Bund’un çabalarının, Rusya’daki Yahudi nüfusunun doğal asimilasyonunu geciktirmeye yaradığını ileri sürer. Sonuçta, ulusal sorunda tek gerçek Marxist çözümün, Sosyal Demokrat partinin programında ortaya konduğunu belirtir: kendi kaderini tayin hakkı (netleştirmeye teşebbüs etmez), eşitliğin gerçekleşmesi ve geniş bölgesel özerklik, azınlık dillerinin korunması ve azınlık okullarının açılması.
Stalin’in makalesi ulusal sorun teorik tartışmasına yeni hiçbir katkıda bulunmamıştır,  bu makale yalnızca, Bolşeviklerin daha önce ihmal ettikleri bir konudaki görüşlerinin geçici bir açıklaması niteliğindedir. Stalin’in argümanlarının temel zayıflığı, Renner ve Bauer’in temel tezlerini çürütmekte başarısız kalmasıdır: onların tezlerine göre, doğal insan toplulukları olan uluslar, demokrasinin ve sosyalizmin yayılmasıyla ortadan kalkmadığı, tersine önemlerinin arttığı yönündedir. Stalin, Avusturya projesiyle bu konuda tartışmaya girmekten kaçınmış, ispatlamaksızın, klişeler halinde, ulusal farklılıkların yok olmasının kaçınılmazlığını ileri sürmekle yetinmiştir.
Renner’in ulus tanımının hatalı olduğunu ileri sürerken, ulus hakkında ileri sürdüğü fikirler de orijinal olmaktan uzak ve dogmatiktir. Stalin, Bauer’i her ne kadar ulusla, etnik topluluk arasında ayrım yapmamakla eleştirmekteyse de, aslında Bauer, ulusun tarihi bir tanımını net bir şekilde yapmıştır. Stalin, Bauer’in “ulusal karakteri”, onu yaratan ekonomik koşullardan ve diğer koşullardan bağımsız olarak ele aldığını ileri sürmesi temelsizdir: Bauer, son derece net bir şekilde, ulusun karakterinin ekonomik ve diğer tarihi güçler tarafından belirlendiğini ortaya koymuştur.
Stalin’in, Avusturya programının pratik özellikleri üzerine açıklamaları da doğru değildir. Hatalı bir şekilde, Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nin, ayrımsız bölgesel özerklik projesini Bruenn Kongresinde kabul ettiğini söyler. Ayrıca, Avusturya programının Rusya’da pratikte geçersiz olduğunu, çünkü çarlık hükümetinin ” ‘kültürel’ Diyet gibi zayıf kurumları” kolayca yıkacağını ileri sürmesi iki bakımdan tamamen geçersizdir. Birincisi, kimse, ayrımsız bölgesel kültürel özerklik programının mutlakiyetçi devlette uygulanmasını savunmamıştır; projenin tamamı demokrasiyi öngörmektedir. İkinci olarak ise, Renner, böyle bir ihtimalin ortaya çıkmasını demokratik bir devlette bile önlemek konusunda son derece ısrarlıdır ve bu yüzden ulusal kurumların devletin bölgesel yönetim aygıtlarına dönüştürülmesi konusunda ayrıntılı bir program ortaya koymuştur.
Bund’a ve Kafkas Menşeviklere yöneltilen bütün saldırılar da mantıksal bir yanlışlıkla maluldür. Stalin’in, ayrımsız bölgesel ulusal kültürel özerkliğe karşı temel tezi, bunun, kaçınılmaz olarak Sosyal Demokrat Partiyi ulusal sınırlar içinde böleceği yönündedir. Delil olarak Avusturya deneyini ele alır ve ulusal kültürel özerklik fikrinin ortaya çıkmasıyla birlikte Avusturya Sosyal Demokrat Partisi’nin ulusal bölünmelere uğradığını ileri sürer. Oysa, ayrımsız bölgesel özerkliğin benimsenmesiyle birlikte, partinin, ulusal azınlıkların istekleri yönünde yeniden örgütlenmesi, bölünme anlamına gelmemektedir.
Lenin’in Kendi Kaderini Tayin Teorisi
Lenin, I. Dünya Savaşının patlak vermesini takip eden iki yıl içinde ulusal sorun üzerine çalışmalarını yoğun bir şekilde sürdürdü ve bu konuda çeşitli polemikler yazdı. 1914’de kadar bu konuda yazdıkları, esas olarak, “sağcılar” dediği Renner ve Bauer’in izleyicilerini hedef alıyordu, ancak bu tarihten itibaren, esas olarak, “solcular” dediği, içlerinde bazı Bolşeviklerin de bulunduğu, Rosa Luxemburg’un fikirlerine taraftar olanları eleştirmeye başladı. Bu iki kanat arasında, merkezde bir hat oluşturmaya çalıştı. Renner ve Bauer’den farklı olarak Marxizmin temel ilkelerine bağlı kalmaya ve Rosa Luxemburg’dan farklı olarak politik gerçekleri hesaba katan bir esneklik içinde bulunmaya çalıştı.
Lenin, ulusal sorunun kapitalizmin ortaya çıkarttığı bir olgu olduğu görüşünü sürdürdü. Temel görüşlerde “solcu” kampla aynı görüşleri paylaştı. Fakat, Rosa Luxemburg’un tersine, özellikle kapitalizmin gelişmesinin henüz başlangıç aşamalarında olduğu bölgelerde ulusal sorunun önemini küçümsemeyi reddetti. Rus İmparatorluğunda ulusal hareketlerden yararlanmayı düşündüğü için “solcuların” bu hareketlere karşı olumsuz tutumuna karşı çıktı. Azınlıkların politik hareketlerine yaklaşımda, daha çok “sağcıların” tutumuna yakın bir tavır aldı.
Lenin’e göre dünya, ulusal sorun açısından, üç temel alana ayrılıyordu: her ulusun kendi devletine sahip olması dolayısıyla bu problemin esas olarak çözüldüğü Batı; kapitalizmin gelişmekte olduğu, dolayısıyla ulusal devletin kuruluşunun da gündemde bulunduğu Doğu Avrupa; kapitalizmin ve milliyetçiliğin henüz tamamen başlangıç aşamasında olduğu geri, sömürge ve yarı-sömürge bölgeler. Bu yüzden sosyalizmin, Doğu Avrupa’daki ve dünyanın geri bölgelerindeki ulusal sorunla yakından ilgilenmesi kaçınılmazdı. Kapitalizm, Batı Avrupa’dan, Doğuya doğru yayılmakta ve bu da ulusal devlet sorununu gündeme getirmektedir. Büyük, çok uluslu imparatorluklar parçalanarak ulusal devletlere dönüşmekte, devlet kurma olanağından yoksun olan küçük milliyetler, endüstrileşmeyle şehirlere sürülüp ilerlemiş ulusların asimilasyonuna uğruyorlardı. Böylece, ekonomik gelişmeler sonucunda Doğu Avrupa bugünkü Batının düzeyine geldiğinde, Batı çok uluslu karakterini yitirmiş olacaktı.
Lenin, Renner ve Bauer’e, kapitalizmin şimdiden ortadan kaldırmaya başladığı etnik farklılıkları yapay olarak korumaya kalkıştıkları gerekçesiyle karşı çıkıyordu. Ulusal kültür, sınıf kültürünün üstünü örtmeye yarıyordu. “Yalnızca din adamları ve burjuvazi ulusal kültürden söz eder. Emekçiler ise,  evrensel işçi hareketinin uluslararası kültüründen söz ederler.” Genellikle “ulusal kültür”e atıfta bulunmak,  gerçekte yönetici burjuvazinin kültürüne atıfta bulunmak anlamına gelir ve bu kültür kesinlikle ezilen sınıfların demokratik, sosyalist kültürüne karşıdır. Kautsky gibi o da, ayrımsız özerkliğin tarihi gelişmeye karşı durmak anlamına geldiğini düşünüyordu. Lenin’e göre, ayrımsız kültürel özerklik, bir yandan doğal asimilasyonu önlüyor, diğer yandan da kapitalizmin ulusal devletler kurma ve çok uluslu imparatorlukları parçalama eğilimini dikkate almıyordu.
Sosyalist Devrimcilerin benimsediği federalist projeye şiddetle karşı olan Lenin, üçüncü bir çözüm bulmak zorundaydı. Fakat, kültürel enternasyonalizmin gelişmesini önlemeksizin ya da proletarya hareketinin birliğini parçalamaksızın, kapitalizmin ulusal devletler yaratma eğilimini tatmin edecek formül ne olabilirdi? Lenin, bu formülün ulusların kaderlerini tayin hakkı olduğuna inanıyordu.
Daha önce Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin programında 9. madde olarak benimsenen bu formül genel bir demokratik tavrı ifade ediyordu. Bu, Sosyal Demokrasinin, her türlü ulusal baskıya karşı ve ezilen halkların özgürlüğünden yana olduğu anlamına geliyordu. Formülasyon bu haliyle, çeşitli biçimlerde yorumlanmaya açıktı. Bu formül, ulusal bölgesel özerklik, bölgesel ya da ayrımsız biçimleriyle kültürel özerklik ya da federal ilişkilerin kurulması anlamına da gelebilirdi. Bu formülün, Polonya ve Finlandiya gibi, Rus İmparatorluğundan ayrılmaya zaten hazır hale gelmiş ülkeler dışında, Rus İmparatorluğu içindeki diğer azınlık milliyetlere, ayrılma ve ayrı devletler kurma hakkının tanındığı anlamına gelip gelmediği ise açık değildi.
Lenin, 1913 yılından itibaren “ulusların kaderini tayin hakkı” ilkesini yeniden yorumladı ve şöyle dedi:
“Programımızdaki bu paragraf, politik kaderini tayin dışında başka bir anlama gelmez, bu da ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkından başka bir şey değildir.” Rus devleti sınırları içinde yaşayan bütün ulusların Rusya’dan ayrılma ve bağımsız bir devlet kurma hakkı vardır. Bu haktan yararlanmak istemeyen bir halk, bunun yerine federal ilişkilerin kurulmasını ya da ayrımsız kültürel özerklik talep edemezdi. Bu durumda o halk, devlet içindeki, “demokratik merkeziyetçilik” ilkesine göre belirlenen bölgesel özerklik de dahil, genel özgürlüklerden yararlanacaktı.
Kaderini tayin hakkını bu şekilde yorumlayan Lenin, ulusal soruna en iyi sosyalist çözümü bulduğunu düşünüyordu: böylece, azınlık milliyetlerin otokrasiye karşı mücadelede desteğini kazanmak amacıyla doğrudan onların milliyetçi duygularına sesleniliyordu; üstelik bu, demokratik bir çözümdü ve sosyalizmin tam zaferine yardımcı oluyordu; aynı zamanda bu yorum, kapitalizmin ulusal devletler kurma ve azınlıkların asimilasyonunu hızlandırma eğilimiyle de uyum içindeydi.
Kaderini tayin hakkının bu yorumu, kaçınılmaz olarak Doğu Avrupa’daki bütün milliyetçi ve ayrılıkçı hareketleri toptan onaylamak anlamına geliyordu. Bunun doğal sonucu, Doğu Avrupa’da kurulacak bütün küçük ulusal devletleri desteklemekti. Bu, Marxizmin enternasyonalist yaklaşımıyla ve bütün ulusal sınırların ortadan kalkacağı öngörüsüyle nasıl uzlaştırılacaktı? Bu anlayış, çeşitli ülkelerdeki işçileri birbirinden ayırmakta, Avusturya programını bile geride bırakmış olmuyor muydu?
Gerçi Lenin, Doğu Avrupa’nın ulusal parçalanmaya gideceğine ihtimal vermiyordu ve ileri sürdüğü sloganın bu bölgenin gelecek politik yapısında tam tersine bir etki yapacağına inanıyordu. Bu konuda iki argüman ileri sürüyordu. Birincisi, ekonomik güçlerin, büyük devletlerin parçalanmasına karşı bir gelişmeyi dayattıklarını söylüyordu. Merkezkaç güçler, esasen psikolojik bir kökene sahipti. Ulusal baskı sürdüğü sürece mağdur milliyetlerin milliyetçi ajitasyondan etkilenmeleri kaçınılmazdı; bu baskı kalkar kalkmaz, milliyetçiliğin ve ayrılıkçılığın psikolojik temeli de ortadan kalkacaktı. Ulusal düşmanlıkları ortadan kaldırmanın en iyi yolu, her ulusa tam politik özgürlüğü garanti etmek değil miydi? Lenin, azınlıklara, ayrılma ve bağımsız devlet kurma hakkı tanındığı an, ulusal hareketlere yol açtığını düşündüğü kuşkuculuğun ortadan kalkacağına inanıyordu. İşte o zaman, yalnızca o zaman ekonomik faktörler, milliyetçiliğin direnmesi olmaksızın merkezileştirme ve birleştirme görevlerini yerine getirecekleri özgür bir alan bulacaklardı. Azınlıklar, daha büyük politik birimlerde yer almanın avantajlarını görecek ve böylece büyük devletlerin, hatta giderek dünya devletinin gelişmesinin yolu açılmış olacaktı.
Lenin’in, kaderini tayin sloganının Rusya’nın parçalanmasına neden olacağı suçlamasına karşı getirdiği ikinci argüman, bu hakkın sınırlanmasına ilişkindir. Ayrılma hakkını savunmak, diyordu Lenin, fiili ayrılmaya göz yummak anlamına gelmez. Kaderini tayin hakkının “kayıtsız şartsız” olmasına karşı çıkıyordu, çünkü bu, yalnızca proletaryaya ait bir haktı. Şu ya da bu ulusun, verili bir anda Rusya’dan ayrılması, önceden öngörülemeyecek sayısız faktöre bağlıydı. Ulusal çıkarlarla proletaryanın çıkarları çatıştığı an, ulus, proletaryanın çıkarlarına tabi olmak  ve bu durumda ayrılma hakkı terkedilmek zorundaydı. Lenin, ayrıca, kaderini tayin hakkını genel bir demokratik hak olarak savunduğunu söylüyordu, boşanma hakkını savunmak, fiilen boşanmayı savunmak anlamına gelmiyordu. Ezilen etnik grupların sosyalistlerinin görevi, ezen ulusun demokratik unsurlarıyla birleşme yönünde ajitasyon yapmaktı, öte yandan ezen ulusun sosyalistleri azınlıkların kaderini tayin hakkı yönünde propaganda yapmalıydılar.
Ayrılma özgürlüğünün tek politik anlamı budalaca küçük devletler sistemine ve kapitalizmin tam gelişmesiyle yıkılması kaçınılmaz olan ulusal tecritçiliğe karşı olmaktır.
Biz, kaderini tayin özgürlüğünü, yani bağımsızlığı, yani ezilen ulusların ayrılma özgürlüğünü, ekonomik ayrılıkçılığı ya da küçük devletler idealini hayal ettiğimiz için talep etmiyoruz, tersine biz, büyük devletlerden yanayız ve ulusların uzlaşmasını, hatta birbirine karışmasını istiyoruz; ama, ayrılma özgürlüğü olmaksızın düşünülemeyecek,  gerçekten demokratik, gerçekten enternasyonal temelde.
Lenin, resmi devlet dili sorununda da benzer bir tavır takındı. Bir çok Marxist gibi, Rus İmparatorluğunun, azınlıkların asimile olduğu ve Rus dilini benimsedikleri ulusal bir devlete dönüşmesini arzu ediyordu. Ama, bu hedefin ancak gönüllülük temelinde gerçekleşeceği uyarısında bulunuyordu; bu ancak, azınlıklara kendi ana dillerini kullanma özgürlüğü verildiği zaman gerçekleşebilirdi. Zaman içinde, Rus kültürünün büyüklüğü ve maddi avantajları, kültürel ve lingüistik asimilasyonun gerçekleşmesine yol açacaktı.
Diğer Marxistleri bu görüşlere kazanmak son derece zordu ve Lenin, savaş öncesi yılların önemli bir bölümünde yazılar yazarak ve konuşmalar yaparak bu tezlere taraftar kazanmaya çalıştı. 1913 ve 1914 yıllarında, bu konuda, İsviçre, Paris, Brüksel ve Krakow’da konferanslar vererek, Renner-Bauer ve Rosa Luxemburg’un görüşleriyle tartıştı.
Savaşın patlak vermesi, Lenin’in karşısına yeni teorik zorluklar çıkarttı ve onu, kaderini tayin konusunu daha geniş çaplı savunmaya zorladı. Savaş, Avrupa Sosyal Demokratlarının saflarında çok iyi bilinen büyük bölünmeye yol açmıştı. Belli başlı Avrupa devletlerindeki sosyalistler, hükümetlerinin savaş faaliyetlerini desteklediler ve gelecekteki uluslararası çatışmalarda sınıf dayanışması tutumu alacaklarına ilişkin taahhütlerini bir yana bıraktılar. İtilaf Devletlerindeki sosyalistler, Prusya militarizminin yenilgiye uğratılması için Müttefiklerin desteklenmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı; diğer yandan, Mihver Devletlerinin sosyalistleri de, dünyayı Rus mutlakiyetçliğine ve reaksiyona karşı savunmak için kendi devletlerini desteklediklerini iddia ediyorlardı. Her iki taraf da kendi görüşlerini kanıtlamak için sosyalizmin kurucularına atıfta bulunuyor ve sosyalizmin savaşlara karşı olmayıp, daha ilerici olan tarafı desteklemekten yana olduğunu kanıtlamaya çalışıyordu. Anlaşmazlık, hangi tarafın ilerici olduğu ve Marx’ın yaşasaydı hangi tarafı destekleyeceği noktasında düğümleniyordu.
Lenin, Bolşeviklerin de içinde yer aldığı Zimmerwald solu gibi, bu yaklaşıma temelden karşıydı. O, 1914 savaşının, ondokuzuncu yüzyılda cereyan eden savaşlardan tamamen farklı nitelikte olduğunda ısrar ediyordu. Sosyalistler her iki tarafı da desteklememeliydiler. Bu savaş yeni türde bir savaş, emperyalist bir savaştı. Kapitalizm yeni bir aşamaya, ulusal sınırların dar geldiği finans kapital aşamasına yükselmişti, o artık bütün dünyayı kontrolüne almak için mücadele ediyordu. Kapitalizmin temel hedefi artık, yeni pazarlar, özellikle sömürgeler ele geçirmekti ve ulusal savaşlar çağı sona ermişti. Müttefikler olsun, Mihver Devletleri olsun eşit ölçüde suçluydu, eşit ölçüde reaksiyon erdi, bu yüzden on dokuzuncu yüzyılın ortasında doğru olan Marx’ın tavrı bu duruma uygulanamazdı. Sosyalistlerin görevi, uluslararası savaşı, iç savaşa dönüştürmek ve savaşan ülkelerde, yaklaşmakta olan sosyalist devrime hazırlanmaktı.
Yeni Zamanlar,
Ocak-Şubat-Mart 2000

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder