TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİNİN DİNAMİKLERİ
Prof. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi
Hazırlayan: Sibel KARABEL
Türkiye-Rusya İlişkilerinin Dinamikleri
BİLGESAM Başkanı Prof. Dr. Atilla Sandıklı, Arjantin La Plata Üniversitesi Türkiye Çalışmaları Kürsüsü Sekreteri Ariel Gonzales Levaggi ile gerçekleştirdiği söyleşisinde Türkiye ve Rusya ilişkilerini değerlendirmektedir.
Soru: Soğuk Savaş sonrası Türkiye-Rusya ilişkilerinin dinamiklerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Atilla Sandıklı: Soğuk Savaş döneminde Rusya ve Türkiye farklı güvenlik ittifaklarına bağlı olduklarından ilişkilerini interaktif ve etkin bir şekilde geliştirme imkanı bulamamışlardır. Dolayısıyla iki ittifak sisteminin (Rusya ve ABD) politikaları büyük ölçüde Türkiye-Rusya ilişkilerinin belirleyicisi durumundaydı.
Soğuk Savaş’ın yumuşama dönemine geldiğimizde, özellikle AKKA Anlaşması (Avrupa’da Konvansiyonel Silahlı Kuvvetler Antlaşması)’ndan sonra, Rusya-Türkiye ilişkileri güven ortamına yönelik bir eğilim göstermeye başlamıştır.
İki kutuplu dünya son bulduktan sonra, özellikle Varşova Paktı ve SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan
Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlıklarını kazanması sonrasında ise; Türkiye-Rusya ilişkilerinde bölgeye yönelik bir rekabet yaşanmaya başlandı. Türkiye, bu devletlerin bağımsızlıklarını kazanmaları ve devlet olarak ortaya çıkmaları doğrultusunda çeşitli problemlerin yaşanması ve Rusya’ya rağmen bu bölgeye yönelik politika yürütülmesinin zor olduğunu anladı. Uygulanan politikalarda rekabet ve işbirliği aynı anda gelişmeye başladı. AKKA Anlaşmasıyla başlayan güven ortamı, Soğuk Savaş sonrasında işbirliğinin geliştirilmesine önemli katkılar sağlamaya başladı. Bu güven ortamı işbirliğini artırmaya başlayınca, Sovyetler’den ayrılan Türk Cumhuriyetlerinin devlet olarak varlıklarını geliştirmeye ve sürdürülebilir yapılarını oluşturmasına paralel olarak Türkiye-Rusya ilişkileri de rekabet ortamından daha çok işbirliği alanlarına doğru hızla kaymaya başladı.
Bu dönemde Rusya’nın hem NATO hem de ABD ile ilişkilerinin iyi bir şekilde gelişmesi de bu sürece katkıda bulundu. Bu iyi ilişkiler Türkiye-Rusya ticaret hacmine; ekonomik ilişkilerine; turizm gibi sosyo-ekonomik, sosyo-politik alanlara ve daha sonra ise enerji ve güvenlik alanlarına hızlı bir şekilde olumlu yönde yansımıştır. Yani denilebilir ki; AKKA ile başlayan güven ortamı; Sovyetlerin dağılmasıyla rekabet ortamına; daha sonra rekabet ve işbirliğine ve sonra ise işbirliği sürecinin başlamasına doğru çevirilmiştir.
Bu noktada, bu sürece katkıda bulunan önemli bir faktörü de eklemek gerekir. Bu dönemde Rusya iç bütünlüğünü sağlamaya çalışan, yeni baştan güç olma çabasında nisbeten zayıf bir devletti. Dolayısıyla tüm ülkelerle olumlu ilişkiler kurmaya gayret göstermekteydi. Rusya’nın Çeçen İç Savaşı’ndan sonra tekrar iç bütünlüğünü sağlaması, petrol fiyatlarının artmasıyla ekonomik yapısının güçlenmesi ve özellikle Putin yönetimiyle birlikte tekrar büyük bir güç haline gelmesine doğru bir evrim geçirdiği söylenebilir.
Bir yandan da tarihsel süreçteki gelişme eğilimlerine uygun olarak; Rusya eski etki coğrafyasına (eski Sovyet devletleri) ek olarak Doğu Akdeniz ve Suriye gibi ülkelerdeki etkileşimini ve varlığını hissettirmeye başladı.
Özellikle Güney Osetya ve Ukrayna Krizleri göstermiştir ki; Rusya Batının Sovyet coğrafyasına girmesini tehdit olarak algılamıştır. Hem Ukrayna’da hem de Gürcistan’da iç savaşın çıkmasına neden olmuştur. Aynı zamanda Doğu Akdeniz’de Suriye politikalarında bu daha net bir şekilde görülmüştür.
Türkiye içinse; hem Ukrayna’nın hem de Gürcistan’ın toprak bütünlüğü Türkiye’nin güvenliği ve ekonomik-ticari ilişkileri açısından çok önemliydi. Bu noktada Türkiye ve Rusya arasında çıkar çatışması söz konusu olmuştur. Rusya’nın bu yayılmacı siyaseti Türkiye tarafından Rusya’ya olan güven sorununu tekrar sorgulamaya açmıştır. Suriye sorununda ise bu gerilim ve güven bunalımı potansiyel olarak daha üst noktaya çıkmıştır. Rusya’nın Esed yönetiminin doğrudan arkasında durması Türkiye’nin politikalarıyla taban taban zıttır.
Rusya’nın Esed’e destek vermesi ve Türkiye’nin desteklediği Türkmenleri bombalamasından sonra bu güven bunalımı patlama noktasına geldiği söylenebilir. Uçak krizinden önceki bu gelişmelere ek olarak, Türkiye’nin uçak düşürme hadisesinden sonra ikili ilişkiler bıçak sırtı gibi kesilmiş ve düşüşe geçmiştir.
Türkiye-Rusya ilişkilerinin bozulması her iki ülkeye ekonomik açıdan zorluklar yaratmasının yanında Türkiye’nin yeniden şekillenen Suriye’de etkili olma potansiyelini sınırlandırmaktadır. Şunu da eklemek gerekir; Türkiye’nin çıkarlarını etkileme bakımından Suriye politikaları Gürcistan ve Ukrayna’dan daha fazla ve hatta hayati derecede etkileyecek durumdadır.
Bu arada Türkiye’nin ABD ile Suriye ve Irak politikaları da hemen hemen problemli bir duruma gelmiş ve iki ülke arasındaki güven problemi açığa çıkmıştı. ABD’nin PYD/PKK’yı destekleyecek şekildeki teşebbüsleri ve Şii dünyayla ilişkilerini geliştirmesi gibi girişimlerin Türkiye’deki yarattığı güvensizlik
Türkiye’yi Rusya’yla ilişkilerini ilerletmeye yönlendirmiştir. Hatta, Şangay İşbirliği’nin içinde yer alma yönünde beyanlarda bulunmaya başlamıştır. Rusya ise Türkiye’yi Batı Bloku’ndan kendi tarafına çekmek için, uçak krizini yapıcı bir şekilde sonuçlandırarak bunu bir fırsata dönüştürmek istedi. Böylelikle ikili ilişkilerde yeni bir ivme kazanıldı. Sonuç olarak, Türkiye hem Rusya hem de ABD ile ilişkileri bozuk olarak ne Ortadoğu’nun şekillenmesinde etkili olabilir ne de kendi güvenlik kaygılarını giderebilir.
Diyebiliriz ki; ülkeler artık Soğuk Savaş dönemindeki gibi temel iki aktörün (ABD ve Rusya) doğrudan yanında ve belirledikleri politikalarının direkt aracı olmaktan çıktılar. Kendi çıkarları doğrultusunda zaman zaman Rusya ile bazen de ABD ile birlikte hareket etmekteler. Çıkarların ters düşmesi durumunda ise karşılıklı gerilimler ve karşılıklı söylemler geliştirilebilmektedir. Bu da, Soğuk Savaş sonrası daha esnek politikaların uygulanmasının doğal bir sonucudur.
Soru: Türkiye ve Rusya arasındaki bahsettiğiniz güven sorunu ile kastettiğiniz ülkelerin geleneksel bürokrasisindeki bir güven sorunu mu? Eğer öyleyse hangi sektörlerde?
Atilla Sandıklı: Türkiye, 2010’lara kadar hem Batı (AB, ABD) hem Rusya ve komşu ülkelerle çok olumlu ilişkiler geliştirdi. Aslında bu dönemde uygulanan politikalar; farklı kesimlerin fikirlerinden doğan ortak noktaların politikaya yansıması olan optimal politikalardı. Baktığımızda, hemen hemen tüm dünya ülkeleri noktasında Türkiye’nin yumuşak gücü hızla artmaya başlamıştı. Türkiye bir yandan Batı Bloku içinde yer almış, diğer yandan da halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan aynı zamanda özgürlük, demokrasi, hukukun üstünlüğü ve serbest piyasa gibi değerlere sahip bir ülke olarak bölge ülkelerine her ikisinin de beraber yaşanabileceği bir ortam sunmuştu. Dünya çapında büyük saygınlık kazanmıştı.
Arap Baharıyla beraber Türkiye, bu özellikleriyle Batı değerlerinin Orta Doğu’ya yerleşmesi yönünde önemli katkılarda bulunmaya başladı. Ancak süreç hem Batı hem de Türkiye tarafından pürüzsüz bir şekilde yönetilemedi. Ve sonuçta Arap Baharı sonbahara hatta kışa dönüştü. Batılıların ve Türkiye’nin Orta Doğu’daki imajı değişmeye başladı.
Türkiye Arap Baharıyla beraber interaktif ilişkileri geliştirmekten yavaş yavaş uzaklaşmaya başladı.
Müslüman Kardeşler ve HAMAS gibi gruplarla ilişkilerini geliştirmeye başladı.
Arap Baharından ABD’nin kendi çıkarları doğrultusunda beklentileri ise, daha ılımlı bir dünya; Batı değerlerinin bölgeye yerleştirilmesi ve Batı ile iyi ilişkiler geliştirebilecek bir Orta Doğu devlet yönetiminin ortaya çıkmasıydı. Gelişmeler başlangıçta bu doğrultuda olsa da, bir müddet sonra Orta Doğu’nun toplumsal, sosyal ve siyasal dokusu farklı noktada ilerleme gösterdi.
Müslüman Kardeşler fırsattan istifade ederek bölgede etki alanını Kuzey Afrika’dan Suudi Arabistan sınırına kadar çok hızlı genişletti. Bununla beraber, bu grup içinde aşırılıklar taşıyan unsurlar da vardı.
Zaman zaman bu grupların uygulamaları ve söylemleri Batılıların ve özellikle ABD’nin beklentileri dışında gelişme gösterdi.
ABD ve Batılılar “Orta Doğu nereye gidiyor?” sorusunun cevabını ararken iki farklı yaklaşım söz konusu oldu. Birincisi, Türkiye-Müslüman Kardeşler-HAMAS etkileşiminden doğan ve bölgede İslami anlayışın ön planda olduğu bir yumuşak gücün oluştuğunu gördüler. İkincisi ise, bu grubun her ne kadar Batı ile ılımlı söylemler geliştirdiği görülse de, arka planında Batı ile güven bunalımının devam ettiği ve olumsuz yaklaşımların belirebileceği ortaya çıkmaya başladı. Batının bu endişeleri, Libya’da ABD Büyükelçiliğinin basılıp büyükelçi ve personelinin öldürülmesinden sonra özellikle ABD’nin bölgeye bakışında büyük değişiklik gösterdi. Nitekim bu bir kırılma noktası olarak değerlendirilebilir.
Şu önemli noktayı da eklemek gerekir; ABD’nin Orta Doğu politikasındaki temel çıkarlarından bir tanesi, bölgede hem içeriden hem dışarıdan ABD karşıtı bir gücün oluşmamasıdır. Bu karşıt güç, Rusya olabileceği gibi Türkiye-Müslüman Kardeşler etkileşiminden oluşmuş bir yapı da olabilir. Bunların yanı sıra, Müslüman Kardeşlerin bölgede etkinliğinden rahatsız olan İslam ülkeleri de bulunmaktaydı. Ki bu ülkeler Müslüman Kardeşlere karşı kendi yönetimlerini kaybetme tehlikesini bir tehdit olarak görmekteydiler.
Nitekim Suudi Arabistan destekli Selefi gruplar Batılılarla ortak doğrultuda hareket ederek, Müslüman Kardeşlerin bölgedeki ağırlığını kırmak için Mısır’da Mursi’den desteklerini çektiler. Mursi %27’lik bir tabana oturmaktaydı ve halk ayaklanması sonucu askeri bir darbe oldu. Denilebilir ki, hem Batılıların hem de adı geçen ülkelerin de etkin olmasıyla Mısır’da demokratik yönetim ortadan kalktı. Bundan sonra Mısır’da askeri darbeyle kurulmuş ve Batıyla iyi geçinecek bir yönetim yerleştirildi. Mısır darbesiyle Arap Baharı sonbahara, Suriye’de de kışa dönüştü.
Tüm bu tablo içerisinde, Türkiye-Batı ilişkilerini bu gelişmelerin dışında bırakmak mümkün değildir. ABD ile olan ilişkiler de yaşananlara paralel bir şekilde sonbahara sonra da kışa dönüştü. Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak büyüdüğüne kanaat getirilerek bölgedeki değişime yön vermedeki istek ve arzusu, Türkiye’nin Batı dünyasıyla ilişkilerini olumsuz yönde etkileyen gelişmelerdendi.
Diğer taraftan, Türkiye bölgede güçlenen ve bölgedeki gelişmeleri etkileyebilme kabiliyeti olan bir ülkeydi.
Ancak, HAMAS ve Müslüman Kardeşlerle gücünü daha da artırmaya yönelik uygulamalardaki yaşadığı kötü deneyimler Türkiye’nin gücünün sınırlarını göstermeye başladı. Türkiye, gücünün sınırlarını öğrendikçe de Orta Doğu’da ne kadar etkin olabileceğini görmeye başladı. Bu aslında önemli bir gelişmedir çünkü Orta Doğu’ya yönelik politikaların belirlenmesinde ve uygulanmasında daha uygun yöntemlerin geliştirilmesine neden olmaktadır.
Bir de şu noktayı eklemek gerekir; Türkiye’nin özellikle kuruluşunda uygulanan seküler sistemin daha çok Fransız yapısına uygun olarak gelişmesi ile insanların dini sorumluluklarını yerine getirmesine ve inançların önüne gelen sınırlamalar İslami yaklaşımların yükselmesine sebep olmuştur. Bu yaklaşımın yayılması hızlı bir şekilde gelişmiş ve toplumun belirli bir kesiminden destek almıştır. Ancak yaşanan son gelişmeler göstermiştir ki; Türkiye’nin tarihi ve kültürel perspektiflerinden gelen özelliklerini de (kuruluş felsefesi değerleri, seküler yapısı ve komşularla iyi geçinme gibi politikaları) meczedecek bir anlayışın gerekliliği noktasındaki görüşler ağırlık kazanmaya başlamıştır. Türkiye hem halkının büyük çoğunluğu Müslüman hem de seküler bir ülkedir.
Son tartışmaların diğer bir boyutu da; Türkiye’nin bölgedeki gücünün sınırlarını dikkate almak suretiyle, küresel ve bölgesel güçlerle etkin iletişime geçerek bölgenin optimal sonuçlar doğuracak biçimde şekillendirilmesinde katkı yapacak politikaları belirlemesidir. Şahsen, yakalanacak bu optimalin belirli bir olgunlukla değerlendirilmesi gerektiğine kanaat etmekteyim.
Türkiye bölgedeki gelişmeleri tek başına değiştiremeyeceği gibi Türkiye’nin Orta Doğu’nun tamamıyla dışında kalacağı da tahayyül edilmemelidir. Çünkü bölgedeki dinamikler Türkiye’nin gerek güvenliğine ve ekonomik ilişkilerine gerekse iç politikasına doğrudan etki etmektedir. Bu nedenle, Türkiye’nin hem küresel hem de bölgesel güçlerle rekabet ve çatışmacı tutumdan ziyade işbirliği ve uzlaşmaya yönelik optimal politikalar geliştirerek bölgedeki istikrara katkı yapabileceğini ve eski saygınlığını kazanacağını değerlendirmekteyim.
Söyleşinin başında ifade ettiğim gibi, Soğuk Savaş dönemi sonunda uluslararası sistemdeki diğer ülkeler gibi Türkiye de daha esnek politikalar oluşturmaya başlamıştır. Ancak, burada altının çizilmesi gereken bir nokta bulunmakta. Bu esnekliği uygularken içinde bulunduğu ittifak sisteminden (ABD, AB, NATO) tamamen uzaklaşacak bir yöne gitmesi Türkiye’ye daha fazla zarar getirebilecektir. Bu nedenle, Türkiye hem kendi çıkarlarını diğer yandan da içinde bulunduğu ittifak sisteminin bölgeye yönelik beklentilerinide dikkate alarak bölgedeki işbirliğini geliştirmek suretiyle istikrara katkıda bulunabilir. Böylelikle, kendi çıkarlarını daha etkin sürdürebileceği gibi bu ittifak sisteminin bölgedeki beklentilerini de optimal işbirliği süreçleriyle daha fazla etkileme imkanı bulacaktır.
Bu arada Batının da yapması gerekenler bulunmakta. Örneğin, bölgesel barış ve hatta dünya barışı açısından İslamofobia küresel ve bölgesel kaosa neden olabildiği gibi Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini de olumsuz yönde etkilemektedir. Bu bağlamda, Batı’nın seküler anlayışını sadece Hıristiyan dinine mensup farklı mezheplere uygulanan bir sistem olarak geliştirmesinden ziyade farklı dinlere (İslam’a da) aynı hoşgörüyü yansıtmasının faydalı olacağını değerlendirmekteyim.
İkinci olarak; ABD’nin dikkate alması gereken bir unsur daha bulunmaktadır. Orta Doğu’da ulus devletlerin parçalanmış yapılara dönüştürülme politikası vahim sonuçlar doğurabilir. Daha önce Yugoslayva’nın dağılma sürecinde Avrupa’nın göbeğinde yaşanan katliamlar insanlık tarihine kötü bir leke olarak geçmiştir. Bugünkü Yugoslayva’nın bütünlüğünün Avrupa dinamikleri nedeniyle devam ettiği de unutulmamalıdır.
Eğer Yugoslavya’daki gibi parçalanmış ulus devlet yapılanmaları Orta Doğu’da yaşanırsa bu kontrol edilemez boyutlara gelir. Bu çerçevede çok tehlikeli bir senaryo ile karşı karşıya kalınabilir. Bölgedeki mezhep savaşları ve farklı etnik grupların birbiriyle çatışmaları sonucunda bölgesel ve hatta küresel kaosa dönüşme ihtimali bulunmaktadır.
Örneğin, Irak’ın Şii, Sünni ve Kürt bölgesi gibi ayrılması, Suriye’ye benzer şekilde politikalarla yaklaşılması bölgede sonu gelmez gerilimlerin ve çatışmaların başlangıcını oluşturacağı dikkate alınmalıdır. Bunun yanı sıra, herhangi kontrolsüz bir durumda insanlık tarihine Avrupa’da yaşanan 30 Yıl Savaşları, 100 Yıl Savaşları gibi kötü lekeler bırakacağı göz önünde bulundurulmalıdır.
Rusya’nın ise yayılmacı politikalarının süreç içinde kendisini yıpratacağını hesaba katması ve Türkiye gibi küresel ve bölgesel güçlerle optimal politkalar üretimine yönelik girişimlerde bulunması gerekmektedir.
Soru: Rusya’ya dair Türk halkında ve Türk silahlı kuvvetlerindeki temel jeopolitik vizyon nedir?
Atilla Sandıklı: Harp akademilerinde kurmay gruplarda öğretim üyesi ve enstitü müdürü olarak görev yapmış biri olarak diyebilirim ki; Batı ittifak sisteminin parçası olan eğitimlerin sonucunda daha çok Batıcı bir perspektifle yetişen Türk subayındaki genel görüş, Batı ittifak sisteminde olunmasına yönelik olarak ön plana çıkmaktadır. Ancak gerek ABD gerekse AB’nin Türkiye ile ilişkilerinde Türkiye’yi geri plana iten ve dikkate almayan neredeyse ittifak sistemi dışında bırakılan ülke gibi algılanabilecek tutumları, Türk halkında olduğu gibi Türk askeriyesinde de Asyacı eğilimleri canlandırmaktadır. Türkiye’nin AB’ye olan üyelik müracaatlarının kabul edilmediği dönemde Avrasyacı görüş ortaya çıkmıştır. Fakat ne zaman ki AB ile bütünleşme sürecine girilip, ABD ile ilişkiler geliştirildiğinde bu eğilimlerin zayıfladığına tanık olduk.
Son zamanlarda ise Türk halkında ve Türk silahlı kuvvetlerinde tekrar Rusya ve Avrasya ile ilişkilerin geliştirilmesi yönünde söylemler dillendirilmeye başlamıştır. Bu da ABD ve AB ile ilişkilerin olumlu gelişmemesinin bir sonucu olarak okunabilir.
Sonuç olarak, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ve Türk halkının Batı ittifak sistemi içinde bulunmayı ve ilişkileri geliştirmeyi Avrasyacı görüşe göre öncelediği söylenebilir. Ancak zaman zaman Avrasyacı ve Rusya’ya yönelik yaklaşımların öne çıkmasının sebebi Batının Türkiye’yi dışladığı ilgili imajın oluşacağı politikalar gütmesidir. Daha net bir ifadeyle, burada belirleyici unsur Batılıların Türkiye’ye karşı geliştirdikleri politikalardır.
***