Milli Görüş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Milli Görüş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Aralık 2020 Perşembe

ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK? BÖLÜM 1

ATATÜRK'TEN SONRA BUGÜNLERE NASIL GELDİK? BÖLÜM  1 



Cüneyt Arcayürek 
Detay Yayımcılık-Şubat 2008 
Derleyen: 
Halit YILDIRIM 
22 Ağustos 2008 
www.altinicizdiklerim.com 


Mustafa Kemal Paşa, çağdaş bir cumhuriyete yönelen bütün devrimlerini 1922 ile 1932 yılları arasında, on yıla sığdırdı. Devrimleri bu kadar kısa süre içinde gerçekleştirmesi, kimi yazarlar tarafından, yaşama veda ettikten sonra eleştirildi. 
Dediklerine göre, devrimler zamana yayılarak gerçekleşseydi, ulus tarafından sindirilecek, daha az saldırıya uğrayacak, daha az eleştiri konusu olacaktı. Fakat Mustafa Kemal Paşa'nın bildiği bir gerçek vardı: kafasında yılardır kurguladığı çağdaş cumhuriyeti oluşturacak devrimleri ancak kendi zamanında, sarsılmaz iradesiyle gerçekleştirip uygulamaya koyabilirdi. 

Öngördüğü devrimler kendisinden sonra acaba gerçekleşebilir miydi? 
Evet, Gâzi gerçekçi idi. Nitekim bir ara CHP ile ilgili bir konuyu önüne getiren Recep Peker, “Paşam neden Cumhuriyet Halk Partisi yazıyorsunuz. Benim partim yazsanıza!” demiş, Mustafa Kemal'den şu kısa yanıtı almıştı: “Cumhuriyet Halk Partisi'nin (veya fırkasının) benden sonra benim partim olarak kalacağını nereden bilebilirim?” 
Dün Söylediklerinden Bugüne Bakarsak... 
2 Temmuz 1932'de toplanan Birinci Türk Tarih Kongresi'nin son günlerinde Atatürk, tarih öğretmenlerini ve öğretim üyelerini Gâzi Orman Çiftliği'nde çaylı bir toplantıya çağırdı. İki saat konuştu. Bu arada öğretmenlerden biri Atatürk'e sordu: 
· “Paşam, din lüzumlu bir şey midir? 
· Halifeliğin kaldırılması iyi mi olmuştur?” 
Atatürk, bu sorulara şu yanıtı verdi: 
“Evet, din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz bir milletin devamına imkân yoktur. Din, Tanrı ile kul arasındaki kutsal bir bağlılıktır. Dinden maddi çıkar sağlayanlar (bugünküler gibi) alçak kişilerdir. İşte biz bu duruma karşıyız... 
... (Bugün de AKP gibi) bütün hükümdarlar hep dinî alet edindiler... 
... Fakat bunca asırlarda olduğu gibi, bugün dahi, (bu sözü sanki bugünleri görüyormuş gibi 1932'de söylüyor) halkın cehaletinden ve taassubundan istifade ederek, bin bir türlü siyasî ve kişisel amaç ve yarar için dinî alet ve vasıta olarak kullanmak girişiminde bulunanların... varlığı... bizi bu zeminde söz söylemekten henüz alıkoyamıyor... 
... Masum halka... beş vakit namaz dışında... vaaz ve nasihat etmek... belki ömründe hiç 
namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından vaki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?...”

Sonuç olarak: Atatürk, dinin özüne ve aslına bağlıydı. Bid'atlere, hurafelere, dinin yarar ve siyaset çıkarlarına alet edilmesine karşıydı. 
Atatürk dinin değil, din istismarcılarının karşısındaydı. 
“...Duraklamaksızın diyebilirim ki, bugünkü İslam dinî başka, Peygamber'in zamanındaki İslam dinî başkadır. Gerçek İslamiyet, yaratılıştan gelen mantıklı bir dindir. Hayalleri, yanlış düşünceleri, boş inançları hiç sevmez, özellikle nefret eder...” 
Prof. Fahri Kayadibi, Atatürk'ün dinî, gerçek dindarı ve din adamını öven... Müslümanlıktan dolayı iftihar ettiğini dile getiren çok sayıda sözü ve konuşması olduğunu yazıyor. “O, dinin özüne ve aslına bağlıydı. Din istismarcılarının karşısındaydı. Atatürk'ü din düşmanıymış şeklinde göstermek ya kasıtlıdır ya da bilgisizlikten kaynaklanmaktadır” diyor. 

Yaşamı boyunca, Türk halkına gerçek dindarlığın, “bugünkü İslam dininin başka, 
Peygamber'in zamanındaki İslam dininin başka olduğunu, mantıklı bir din olan gerçek İslamiyet'in düşleri, yanlış düşünceleri, boş inançları hiç sevmediğini, özellikle nefret ettiğini” anlatmaya çalıştı. 

Atatürk'ün yanından ayrılmayan, yanından ayırmadığı Ali Kılıç (Kılıç Ali) anlattı: 
“İlk Meclis'te bir gün lâiklik konuşuluyordu. Gâzi Mustafa Kemal Paşa o gün Meclis'e başkanlık ediyordu. Meclis'in tanınmış din alimlerinden bir üye kürsüye geldi. Alaylı bir tavırla:

'Arkadaşlar, bir lâikliktir gidiyor. Affedersiniz ben bu lâikliğin anlamını anlayamıyorum' diye söze başlarken oturuma başkanlık yapan Mustafa Kemal Paşa, dayanamadı, oturduğu yerden elini kürsüye vurarak:'Adam olmak demektir Hocam, adam olmak!’ Soru yanıtlanmıştı”. 

Uzun İnce Bir Yol Lâiklik resmiyet kazanacağı tarihe kadar ince uzun bir yolda çeşitli aşamalardan geçti. 

1920'de kurulan TBMM'de kabul edilen anayasada egemenliğin kayıtsız şartsız millete verilmesiyle lâikleşme sürecinde ilk adım atıldı. 

Dinci devletin dayanağı olan saltanatın 1922'de ortadan kaldırılmasından ve yerine ulusal egemenlik temeline dayanan Cumhuriyet'in 1923'de ilan edilmesinden sonra, 1924'de halifelik de kaldırıldı. 

Böylece, dinin devlet üzerindeki etkisi kırıldı, 1928'de Anayasa'dan “Devletin dinî İslamdır” maddesi kaldırılarak anayasa, bu süreçte devlet, hukuk, eğitim ve kültür lâikleştirildi. Hukukun lâikleştirilmesi Şeriye Vekâleti'nin (bakanlığının) kaldırılması ile başladı. Bunu yasalar izledi. 

1924'de dinî içerikli hukuk kitabı olan mecelle kaldırıldı. Şeriye Mahkemeleri kapatıldı. 1926 yılında kabul edilen Medeni Kanun'la kadın haklarında yasal düzenlemeler gerçekleştirildi. Bunu borçlar, ticaret ve ceza yasaları izledi. 
1931 ve 1934'de kadınlara seçme-seçilme hakları verilerek hukuk alanında lâikleşme tamamlandı. 

Bu gelişmenin önderliğini yapan Atatürk, eğitim sistemindeki lâikleşmeyi, din etkisinden arındırılmış okullar ve eğitim programlarına çağdaş öğeleri ve kuralları yerleştirerek sağladı. 

Bir dizi devrim sırasıyla yasalaştı. 

Örneğin bin yıllık Arapça yazısına son verilerek kültür alanında lâikleşmeye ilk adım atıldı. 
Ve... 
Atatürk'ün ölümü üzerinden yarım yüzyıl geçtikten sonra dinci gelişmelerin odak noktasında duran Erdoğan; meydanlarda, resmî demeçlerinde “Elhamdülillah şeriatçıyım...Millet isterse lâiklik elbette gidecek” diyebilme özgürlüğüne kavuştu. 
Anadolu insanının başörtüsünü siyasal simge türbanla özdeşleştirdi. 

Bugün Atatürk'ün bin bir emekle kurduğu “modern Türkiye”nin cumhurbaşkanı ile 
başbakanın eşleri çağdaş Türk kadınını türbanlı başlarıyla yurt dışında da temsil ediyor. AKP'li bakanların ve milletvekillerinin eşlerinin çoğunluğu halka Kuran emri diye yutturdukları türban takıyor.

Atatürk'ü sâdece yakından tanımak mutluluğu dışında Atatürkçülüğü, devrimlerini ve lâik Cumhuriyet'in kazanımlarını ve nimetlerini sindiren usta bir yazarın, F.R. Atay'ın, O'nun ölümünün 20'nci yılındaki yazısından – izninizle – kimi alıntılar yapmak istiyorum. 

“Keşke 1938'den On Yıl Sonra Ölseydi...Kurtuluşumuzu tamamlardık...” 
“Keşke 1919'dan on yıl önce Türklüğün başına geçseydi... 
Ne Balkan Savaşı'na fırsat verirdik, ne de Birinci Dünya Savaşı'na girerdik. 
Ve keşke 1938'den sonra ölseydi... 
Kurtuluşumuzu tamamlardık. ''

Söyleyiniz bana, sağdan yazı devam etseydi Latin alfabesini alabilir miydik? Medeni Kanun'u alabilir miydik? Eğitim birliğini yapabilir miydik? Medreselerin yeniden hortlamasına engel olabilir miydik?.. 

... Atatürk, 1965 Türkiyesi ilim ve teknik kadrosunun dörtte birini bulsaydı, çoktan bütün işlerimizi bitirmiş olurduk. Meclislerimizde kürsü arkasına eskiden Arapça 'Danışınız!' sözünü asardık. Sonra onu 'Hakimiyet milletindir' sözü ile değiştirdik... 
Gerçekte Atatürk partisi millet içinde değil, Atatürkçülük dediğimiz her şey kendi partisi içinde azınlıkta idi. Ölümünden sonra parti güdümü bu inançsızların eline geçti. Ne yazık ki Atatürk'ün başladıklarını severek, bilerek, benimseyerek tamamlayacak olanlar, o öldükten sonra yetişmişler ve Onsuzluk yüzünden eski şekilci ve statükocu Tanzimat bürokratları engelini sökememişler, sonunda da henüz ne devrimlere ısınan, ne eğitimden geçen halk yığınları 
çoğunluğunun seli içine atılmışlardır...
... Bugün kendilerine reformcu diyen korkak ikbalcilere bakınız: Türk çocuklarının on binlercesine medrese ilkokullarında medeniyet düşmanlığı ve Türkiye halkının milyonlarcasına cami kürsülerinde Atatürk devrimleri düşmanlığı telkinleri yapıldığı bilinirken susmakta değil midirler?...” 

Karşı Devrimin Başlangıcı 

Kimi bilim adamlarına göre; karşı devrim hareketleri, Atatürk'ün ölümünden sonra başladı (1938) ve çok partili yaşamla birlikte, 1945-46'da ilk meyvelerini verdi. 
1950, 14 Mayıs seçimlerinde 27 yıldır süregelen CHP iktidarını deviren Demokrat Parti iktidarında ivme kazandı. 

DP iktidarını izleyen iktidar dönemlerinde de gelişti... 
Karşı Devrim Uygulamaları 
Karşı Devrim Kronolojisi” listelerinde şu tarihler dikkati çekiyor: 
· 4 Şubat 1949: İki “meczup” Meclis'te ezan okuyor. 
· 15 Şubat 1949: İlkokullarda isteğe bağlı olarak din derslerine başlanması önerildi. 
· 1 Mart 1950: (27 Mayıs seçimlerine iki ay 27 gün kala) millî Şef İnönü'nün 
cumhurbaşkanı, CHP'nin tek başına iktidarda olduğu tarihte, hükümet, Atatürk'ün 
çıkarttığı Tekke ve Türbelerin Kapatılmasına Dair 677 Sayılı Yasa'yı yürürlükten 
kaldırdı. Türk büyüklerine ait olanlar ve sanatsal değer taşıyanlar Millî Eğitim 
Bakanlığı'nca halka açıldı. İlk aşamada açılan türbe sayısı 19. 
· 12 Nisan 1950: Mareşal Fevzi Çakmak için düzenlenen cenaze töreninde gericiler dinî siyasete alet ederek gövde gösterisi yaptı. 
· 1948 – 1949: İlkokullara, ailelerin isteğine bağlı olmak koşuluyla, okul içinde ve ders saatleri dışında din dersleri konuldu. 
· MEB'e bağlı “İmam-Hatip Yetiştirme Kursları” açıldı. Hacca gideceklere döviz 
verilmesi için izin çıktı. 
· Ankara Üniversitesi'ne bağlı İlahiyat Fakültesi açıldı. 
· İmam Hatip Kursları okula dönüştürüldü. 
· 1950: Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Kapatılmasına İlişkin Kanun'da değişiklik 
yapıldı. Türk büyüklerine ait olanlar ve sanatsal değer taşıyanlar MEB'ce halka açıldı. 

Ve... Gerçeği Yansıtan Sonuç 

Prof. Dr. Çetin Yetkin bir dönemin ayrıntılarını açıklayan değerli Karşı Devrim – 1945–1950 kitabının hemen baş sayfalarında, “araştırmanın İsmet İnönü'yü eleştirmek amacıyla yapılmadığının” altını çiziyor ve şunları yazıyor: 
“İnönü, Atatürk değildir. Öyle olmadığı gibi, bu kitabın sayfalarını çevirdikçe göreceksiniz ki, Atatürk'ün birçok eserini ters yüz eden, yıkan da İnönü'nün ta kendisidir. Hemen söyleyelim: 

İmam hatip okullarının ve ilahiyat fakültelerinin, tekke ve zaviyelerin açılması, okullara din dersi konulması ve birçok geriye dönüşler, İnönü zamanında gerçekleştirilmiştir... 

Karşı devrim, 

Atatürk'ün ölümü ile eş zamanlı olarak gündeme gelmiştir...” 
Yargıtay Başkanı İmran Öktem, 1 Mayıs 1969 günü öldü. 3 Mayıs 1969'da Ankara Maltepe Camisi'nde yapılan cenaze töreninde büyük olaylar çıktı. Bir “kalabalık” cenaze namazının kılınmasını engellemeye çalıştı. Cami görevlileri görevlerini yerine getirmekten kaçındı. Olaylar sırasında camide bulunan ve saldırganlar arasında kalan CHP Genel Başkanı İsmet İnönü'yü korumak amacıyla Kara Kuvvetleri Komutanlığı Topçu Dairesi Başkan Vekili Tuğgeneral Nabi 
Alpartun tabancasını çekti. İnönü – yakınında bulunanların söylediğine göre – CHP Ankara İl Başkanı Rauf Kandemir'e “Namazı kılınacak, namaz kılınmadan gitmem” dedi. 

Gericiler grubunun baskısından etkilenen veya onlara uyan imamlar da direnişe katılınca, namazı 27 Mayıs Millî Birlik Komitesi Hükümeti'nin bakanlarından Abdullah Polat Gözübüyük'ün ağabeyi İzzet Gözübüyük kıldırdı.

Olay, tam anlamıyla bir irtica olayı idi. İsmet İnönü, olayları değerlendirirken “Her 
manasıyla kesin ölçüde bir 31 Mart Vakası'dır” dedi. 

1965'teki genel seçimde tek başına iktidara gelen Adalet Partisi'nin genel başkanı Süleyman Demirel, başbakandı. Olay hakkında “Hadise gayet üzücüdür” demekle yetindi. 

7 Mayıs 1969'da Yargıtay Başkanı'nın cenaze töreninde, camide yaşanan irtica olayını ve olaylarını yaratanları protesto etmek için hukuk adamlarının geniş ölçüde katıldığı ve Anıtkabir'de sonuçlanan görkemli bir yürüyüş yapıldı. 
Cenaze töreninde alışılmışın dışında bir eylem gerçekleştiren gericilerin bu hareketindeki nedeni açıklamak gerekiyor. 

Olaydan bir yıl önce Yargıtay Başkanı İmran Öktem; lâikliği yorumlarken ünlü Fransız düşünürü Voltaire'in bir sözünü tekrarlayarak “Tanrı'yı da insan yaratmıştır” demiş, bu sözü “malum” çevrelerin tepkisine yol açmıştı... 
İmran Öktem, ölümünden bir yıl önceki konuşmasında şunları söylemişti: 
“...Cumhuriyet rejimini yıkmak ve hilâfet rejimi kurmak, Türk Milleti'ni dinî esaslara dayanan bir hukuk düzenine sokmak isteyen ve bunun için gizli ve açık çalışan mistik hezeyan halindeki bir avuç meczup, ruh hastası veya dinî, kazanç meta haline getirmiş kimseler, saf ve cahil yurttaşın en temiz varlığını, itikadını, imanını geçim vasıtası yapmış olan bezirgânlar – o bezirgânlar ki, dinin emrettiğini yerine getirmezler, yasak ettiklerini gizli gizli yaparlar ve fakat dindar görünürler - evet bunlar ve bir takım hurafeleri dinî esaslar gibi göstermeye kalkan ve bu 
suretle halkı uyuşturan kökü dışarıdaki yurt düşmanları daima hüsrana uğrayacaklar dır...” 


***

6 Şubat 2020 Perşembe

12 EYLÜL’DEN 12 HAZİRAN’A SİYASİ PARTİLER. BÖLÜM 3

12 EYLÜL’DEN 12 HAZİRAN’A SİYASİ PARTİLER. BÖLÜM 3



III. AK PARTİ’NİN İÇ POLİTİKADAKİ TEMEL SORUNLARA YAKLAŞIMI,


AK Parti’nin Türk siyasal hayatı açısından uzun kabul edilen 8,5 yıllık iktidarında icraatların ve dönüşümün sonunda kimi kronik siyasal, kültürel sorunlara değmesi kaçınılmazdı. 
Bu noktaya nasıl gelindiği üzerine buraya kadar yazılanlar bir perspektif sunmaktadır. 
AK Parti’nin daha kuruluşundan itibaren Kürt meselesi gibi temel bir etnik 
probleme, başörtüsü gibi inanç temelli bir meseleye, Alevilik gibi mezhep açısından problemler yaşanmasına sebep olan bir konuya el atmayı düşündüğü; bunların birer sorun olarak değil aksine farklılık ve zenginlik olarak algılanması gerektiğini savunduğu biliniyor. Başörtüsü meselesindeki Anayasa değişikliğinin büyük bir dirençle karşılaşması ve ardından doğrudan iktidara ve demokrasiye karşı bir saldırı niteliğine bürünen olaylar zincirini tetiklemesi bu konudaki adımları erteledi. Bu erteleme, yukarıda anlatılan tarihsel sürecin sonunda yeniden demokratik temel meseleleri ele alma zamanı geldiğinde bitmişti ve AK Parti bu alanda önemli ve hatta riskli ataklara başladı.

Kürt Meselesi,

30 yıldan fazladır büyük kayıplara neden olan, siyasal sistemi, ekonomiyi, güvenliği, özgüveni olumsuz yönde etkileyen Kürt meselesinin bugün itibariyle oynadığı rol eskisinden daha kritik bir öneme sahiptir. Meseleyi, daha da kritik hale getiren Türkiye’nin yakaladığı ekonomik ve siyasal istikrar ve dış politikadaki atılımlar oldu. 

AK Parti, eskisi gibi kendi içine kapanık, komşularıyla sorunlu, bölgesel güç olma hedefi bulunmayan, büyük sarsıntılarda (2. Dünya Savaşı, Soğuk Savaş, Soğuk savaşın sona ermesi, 11 Eylül sonrası ve benzeri olaylardaki refleksler, vb) güvenli liman arayışı dışında alternatif bir politika üretmeyen, üretse bile uygulamaya geçiremeyen bir Türkiye hedeflemiyordu. Aksine, komşularıyla sıfır sorun politikası güden, uzak bölgelerden tarihsel akraba olduğu topraklara kadar ulaşmaya çalışan, bütün dünyayla ekonomik ve siyasal ilişkilerini had safhada artırmaya çalışan, dış politikada, dış ticarette ve muhtemel sorunlu alanlarda çözümler konusunda seçeneklerini alabildiğine artırmaya çalışan yeni bir Türkiye arzuluyordu. Bunun için de hem tarihin önüne getirdiği bir fırsatı daha kaçırmak istemiyordu, hem gerekli adımları atmak için iç sorunların azaldığı bir dönemin yakalandığını düşünüyordu.

Bütün bu büyük hedeflerin önünde bir iç sorunun bulunması çok önemli bir problemdi. Bu sorunun adı Kürt Sorunuydu. AK Parti her açıdan bir sorun olan ve büyümeye çalışan Türkiye için en önemli engel olarak önünde kalan bu problemi çözmek için yapılabilecekleri yapmanın, yasal düzenlemeleri gerçekleştirmenin, tarihsel ve kronik hataların önüne geçmenin, psikolojik, sosyal, kültürel, yasal, ekonomik faktörlerle bu derde derman olmanın yollarını aradı.

Sorunun çözümünde bugüne kadar yapılanlar ve bunların sonuçları ile gelinen kritik eşik, 2011 seçimlerinden sonra AK Parti’nin bu konudaki politikasının yeniden şekillenmesine neden olacak gibi görünmektedir. Demokratik açıdan çözümlerde ısrar kadar, bütün alanlardaki icraatlara rağmen Kürt siyasal hareketinin önemli aktörlerinin hiçbir şey yapılmamış gibi eski politikayı sürdürmesinin bir istismar olarak algılanması ve bu tutumun Kürt kökenli insanlarla bu politikayı savunanları ayıran yeni bir tavrı gündeme getirmesi muhtemel görünmektedir.

< AK Parti’nin Türk siyasal hayatı açısından uzun kabul edilen 8,5 yıllık iktidarında icraatların ve dönüşümün sonunda kimi kronik siyasal, kültürel sorunlara değmesi kaçınılmazdı. >

AK Parti’nin, daha az sorunlu, daha az yakıcı ama yine de sorun olarak görülen Alevilik, Romanlar, azınlık hakları gibi konularda da demokratik çerçeveyi genişleterek, hak ve özgürlükleri mümkün olan en geniş hale getirerek bir çözüm arayışında bulunduğu görülmektedir. Yasal düzenlemelerden daha önemli olan psikolojik duvarların yıkılmasıydı. AK Parti hükümeti, devletin halk içindeki her görüş, etnisite ve mezhepten grupla bir araya gelmesini, sorunları dinlemesini ve onların da katkılarıyla bir çözüm paketi hazırlanmasını savundu ve bu düşüncelerini son yıllarda geri adım atmadan, ertelemeden uygulamaya geçirdi. Seçimlerin ardından bu ortaklaşa çözümlerin hayata geçirilmesinin hızlanacağını ve bu arada gündeme gelebilecek pratik bazı adımların da atılacağını öngörmek mümkün.

Asker-Siyaset İlişkileri,

AK Parti hükümetlerinin kuruluşundan itibaren iç ve dış bütün analizlerde uzun yıllar birinci madde ise asker-sivil, asker-siyaset ilişkileri oldu. 27 Mayıs darbesinin armağanı olan ve diğer darbelerle desteklenip pekiştirilen Türkiye ’deki iktidar çatısının dağılımında önemli bir payın askeri bürokrasiye verildiği bilinmektedir. Bu ortaklığın, sadece algı, yarım asırlık yazılı olmayan bir meşruiyet üzerinden değil, MGK, İç Hizmet Kanunu’nun kimi maddeleri ve işbirliği yapılan yüksek yargı sayesinde yasal zeminlerle de güvenceye alındığı ortadadır.

Bu algı, kabaca 2003-2004’te ordu içinde kimi cuntacı generallerin işi darbeye kadar götürmek istemesi, 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden hem bu seçime hem iktidara müdahale edilmek istenilmesi, seçimlerle halkın desteğini alan sivil iktidara en sonunda kapatma davası açılarak doğrudan müdahale etmesi ile doruğuna vardı. 
27 Nisan muhtırasının arzu edilen etkiyi uyandırmamasının yanında siyasetin üstünlüğünü teyit etmesiyle sonuçlanması, kapatma davasının iktidarı sınırlayamayan bir kararla sonuçlanması ve son olarak da, 12 Eylül referandumunda yargı ve askerin siyaset üzerindeki etkilerinin zayıflatılması, siyaset kurumunun ve Parlamento’nun üstünlüğünü tahkim etmiş durumdadır. 

Başbakan Erdoğan’ın, Nisan 2011’de Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi’ndeki konuşmasının ardından Türk gazetecilerle yaptığı basın toplantısında askerlerle ilişkiler konusunda sorulan soruya verdiği cevaptaki, “Silahlı kuvvetlerin çok ciddi mesafe aldığını görüyorum. Silahlı kuvvetlerimiz sivil iradenin yönetimi altındadır. Sivil irade ne yönde adım atıyorsa onlarda uymuşlardır. Anayasanın çerçevesinde hareket etmişlerdir, etmeye devam ediyorlar...” cümleleri bugün gelinen noktayı en iyi özetleyen cümleler olarak tarihe geçmelidir.

< AK Parti hükümeti, devletin halk içindeki her görüş, etnisite ve mezhepten grupla bir araya gelmesini, sorunları dinlemesini ve onların da katkılarıyla bir çözüm paketi hazırlanmasını savundu >

Yargı-Siyaset İlişkileri,

AK Parti’nin ve gücü sınırlandırılmak istenen her sivil iktidarın mücadele etmek zorunda kaldığı görünürdeki en önemli güçlerden biri yargı olmuştur. Nitekim AK Parti’ye karşı Danıştay, Yargıtay, Bölge İdare Mahkemeleri ve Anayasa Mahkemesi’nin büyük bir muhalefet yürüttüğü kolaylıkla görülebilir. Öyle ki, bu karşı tutum, Başbakan veya bakanların açtıkları tazminat davalarının sonuçlarına kadar sirayet etti çoğu zaman. 
Bir yere kadar her siyasi iktidarın katlanabileceği ancak itiraz edenlerin küçümsemek için “google” iddianamesi olarak da tanımladığı kapatma davasının açılmasından itibaren yargıyla girişilen mücadelenin bir sonunun olmadığı ortaya çıktı.

HSYK atamaları krizinde günlük; yürütmeyi durdurma ya da anayasa değişikliklerini iptal gibi konularda geleceğe yönelik kararlar da vermeye başlayan yargının mercek altına alınmasıyla ortaya çıkan gerçek açıktı: HSYK (birbirlerini seçmiş 5 üyenin kararıyla) veya Anayasa Mahkemesi (sadece 7 üyenin oyuyla) ülkenin kaderini istediği gibi etkileyebiliyordu. 

Sonunda, sıra yargı kurumlarının da demokratik ülkelerdeki benzerleri gibi yeni bir düzenlemeye tabi tutulmasına geldi. Üstelik AK Parti hükümeti, 12 Eylül referandumunda yargı kurumlarının oluşması ve üye seçimleriyle ilgili düzenlemeleri, biraz da oto-sansür uygulayarak Batı ülkelerindeki örneklere göre daha esnek tuttu. Batı ülkelerinde Meclis ve Devlet Başkanları’na çok daha geniş yetkiler verilmesine karşın, hükümet, muhalefet bloğunun suiistimal riskine karşı, bu haklardan mümkün olduğunca feragat etti. 12 Eylül 2010’da halkın oyuyla bu Anayasa değişiklikleri gerçekleştiğinde, yargı nihayet iktidar ortaklığından uzaklaştırılabildi.

IV. AK PARTİ’NİN DIŞ POLİTİKADAKİ TEMEL BAŞLIKLARA YAKLAŞIMI 

AK Parti hükümetlerinin dış politikadaki yaklaşımını belirleyen ve farklılaştıran 2 temel sebep bulunmaktadır. Bunlardan birincisi AK Parti’nin kuruluş felsefesine ve beyannamesine de işlenen komşularla sorunsuz, dünyayla barışık, klasik refleksler yerine çıkarlara uygun yeni bir bakış ve çözüm arayışıdır. İkinci önemli faktör ise, AK Parti’nin içine doğduğu dış şartlardır. İktidara geldiği ilk aylarda, Irak’ı işgale hazırlanan ve bu konuda ciddi yardım isteyen önemli bir müttefik, ABD vardı. Bu yardım talebinin 1 Mart tezkeresinin Meclis’te azımsanmayacak sayıda AK Partili vekilin de katıldığı “hayır” oylarıyla kıl payıyla reddedilmesi, iki ülke ilişkilerinde orta vadede ciddi bir krize neden oldu. 

< AK Parti’nin ve gücü sınırlandırılmak istenen her sivil iktidarın mücadele etmek zorunda kaldığı görünürdeki en önemli güçlerden biri yargı olmuştur. >

Hemen hemen aynı süreçte Avrupa Birliği ile ilişkilerde de yine “tamam mı devam mı” anlamına gelen kritik görüşmeler yapılıyordu. AK Parti AB ile ilişkileri ülke çıkarlarını feda etmeden sürdürme eğilimini gösterdi. Başta AB ile ilişkilerde olmak üzere dünya karşısında genellikle zor durumda kalınan Kıbrıs sorununun çözümü için de adada her iki toplumun ortak çözümünü destekledi. Annan Planı’nın Türk tarafınca AK Parti’nin de desteklemesiyle kabulüne rağmen Rum tarafının reddetmesi ve buna rağmen AB’nin sözünü tutmayarak Rum tarafını AB’ye üye yapması uzun vadede ciddi krizler yaşanmasına neden olacaktı. 

Bu krizler yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.

Hükümetin her iki alandaki krizleri, ilişkileri koparmadan yürütmeyi becermesi, zaman içinde Türkiye’nin elinin güçlendiği fırsatlarla birleşince, bugün ilişkiler, Türkiye’nin her istenilene “evet” demediği, zaman zaman da karşı tarafa “evet” dedirttiği eskisine göre “çok daha eşit” bir statü kazandı.

1 Mart tezkeresinin reddedilmesinden sonra Arap dünyasıyla ilişkileri ve imajı birden bire aşırı pozitif hale dönüşen Türkiye, bir yanıyla Filistin meselesinde İsrail’le ters düşmeyi göze aldı. Öte yandan tezkere sonucuna bakarak tehditler savuran ABD yönetiminin gün gelip Irak’tan çekilirken ya da Mısır’da olaylar patladığında, Suriye yeni yeni karışırken veya Afganistan’da saldırılar yoğunlaştığında yardım ve öneri almak istediği bir Türkiye ile muhatap olmasını sağladı.

Bütün bu gelişmelerde Washington’da neo-conların yerine Obama’nın iktidara gelmesi kadar zamanın Türkiye’nin tezlerini haklı çıkarmasının, Türkiye’nin Ortadoğu, Kafkaslar, Kuzey Afrika ve Balkanlar’daki tarihsel bağları, tecrübesi ve artan ağırlığının da büyük etkisi oldu. Türkiye, Sırplarla Boşnaklar arasında; Gürcistan’la Rusya arasında; Suriye ile İsrail arasında; Lübnan’da Cumhur başkanlığı krizinde olduğu gibi daha nice ülkede aktif, güvenilir bir müttefik ve ara bulucu haline geldi.

Davos’ta “one minute” çıkışı veya BM’de İran hakkındaki yaptırımlara “hayır” oyu kullanmanın felaket olacağını iddia edenler, tıpkı AK Parti iktidarında ülkenin satılacağını, Kıbrıs’ın terk edildiğini, ekonominin çökmek üzere olduğunu savundukları gibi yanıldılar. 

Hiç kuşkusuz, dış politika, adı üstünde, muhataplarınızın pozisyonlarının da sizin 
hamlelerinizi, düşüncelerinizi sınırladığı bir alandır. Bu açıdan bakıldığında Türk dış politikasının bütün eğilim ve girişimlerinin 2 önemli sınırı bulunuyor. Bir tanesi her bir ülkenin sizin görüş, söz ve eylemlerinize vereceği cevap. Bunlar içinden 3 tanesi Türk tezini sınırlamaya devam ediyor; Rum Kesimi, Ermenistan ve İsrail. Her üçü de uzatılan eli ve önerilen çözümü kabul etmedi. Ancak, Türkiye, kendi teklifi kabul edilene kadar hiçbir teklifi kabul etmek niyetinde değil. Bu tutumu sürdükçe de her 3 ülkenin de kaybı Türkiye’den büyük olacak.

Ermenistan kendi dar sınırları içine hapsolmak; çözümsüz bir tartışmalı toprağa bağımlı kalmak; Rusya’nın kontrolünde yaşamak seçenekleri dışındaki tüm seçenekleri dışlamış oluyor Türkiye’yle anlaşmayarak. Ermenistan’la anlaşmamak Türkiye için hayati bir sorun değil; Türkiye bekleyebilir. Ancak Ermenistan için çok daha önemli olan bu konular ne kadar bekleyebilir, bunu zaman gösterecek.

<  Hükümetin ABD ve AB ile ilişkileri, Türkiye’nin her istenilene “evet” demediği, zaman zaman da karşı tarafa “evet” dedirttiği eskisine göre “çok daha eşit” bir statü kazandı. >

İsrail’in Gazze’ye yardım götüren Mavi Marmara gemisindeki sivillere saldırıp 9 Türk vatandaşını öldürmesi, Türkiye ile ilişkilerini geri dönüşü zor bir sürece soktu. Ancak, İsrail, bugüne kadar en büyük yardımı aldığı ABD’den bundan sonra da aynı şekilde destek ve kollanma görebilecek mi, orası çok tartışmalı. Süreç, bir Filistin devletinin kurulması konusunda hemen bütün dünyada bir ittifakın oluştuğunu gösteriyor ve İsrail’in kendi iç dengeleri de göz önüne alındığında buna ne kadar direnebileceği belli değil. Ayrıca, Türkiye ile ilişkilerdeki bu düzeyde bir kopuş, İsrail açısından yarım asırlık önemli bir ilişkiyi kaybetmek anlamına geliyor. Bulunduğu coğrafyaya bakıldığında Türkiye ile ilişkilerdeki bu kayıp öncelikle İsrail’in kaybı.

Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB ilişkilerinde Türkiye’ye koyduğu baraj ise uzun zamandır Türkiye için ciddi bir sorun. Ancak, buna karşılık Türkiye’nin elini güçlendiren yeni imkânlar doğuyor. Bu yeni imkânları sağlayan en önemli gelişme, bölgede değişen dengeler. Tunus’ta başlayıp Mısır’la devam eden, Libya ve Suriye’de kan dökülmesiyle yol alan ve muhtemelen bölgedeki bütün ülkelerde yaşanacak yeni bir dönem başladı. Bu, kendi silahlı kuvvetlerini oluşturmak yerine müdahale etmesi gereken noktaları NATO bünyesinde çözmeye çalışan AB için önemli bir sorun. Bu konu son dönemde daha fazla gündeme gelmeye başladı ve işte tam bu noktada Rum Kesimi’nin AB üyesi 
olarak NATO toplantılarına katılmasını da Türkiye engelliyor. Önümüzdeki süreç, ister Rum Kesimi ister diğer ülkelerden gelsin, Türkiye’nin kendisine konulan kimi barajlara karşı ambargolar koyabileceği bir süreci barındırıyor

Bölgede yeni bir düzenin kurulacağını işaret eden bu gelişmeler, Türk dış politikasının kimi temel çizgilerinin büyük avantaja dönüşeceğine kimilerinin de köklü değişikliklere uğrayacağına işaret ediyor. Sonuç olarak, bölgedeki dünyayı sarsan dönüşüm daha büyük ve bölgesel güç olma iddiasındaki Türkiye’nin hem içeride Kürt meselesi hem dışarıda ABD, AB, Ermenistan, Kıbrıs ve İsrail’le ilişkilerinde yeni imkânlar sağladığı gibi, yeni sınırlamalar da getirmektedir. 

V. HAZİRAN 2011 SEÇİMLERİNDEKİ MUHTEMEL TABLO

AK Parti’nin 2011 seçimleri kampanyasını üç sacayak üzerine kurduğu söylenebilir. AK Parti’nin 8,5 yıllık iktidarında ekonomik ve demokratik alanda yapılanların dökümü, seçim meydanlarında Başbakan Erdoğan ve adaylarının temel argümanı olacaktır. Her ne kadar başka seçim sloganları kullanılıyor olsa da AK Parti’nin vatandaşın karşısına “seninle başardık/yine seninle başaracağız” diyerek çıktığı söylenebilir. AK Parti’nin ekonomik istikrar ve sürdürülebilirlik konusundaki titizliği, küresel mali krizin özellikle ihracat bölgesi AB’yi vurması ve kendi krizinin bütün dünyayı etkileme potansiyeli nedeniyle ABD’nin 2011 ve 2012 yıllarındaki performanslarını hassas bir şekilde takip etmeyi öngörüyor. 

Bu da, özellikle içinde bulunduğumuz süreçte ekonomik hedefler ve planlardan milim sapmayı bile kabul etmeyen bir bakış açısını gerektiriyor. 
Bu çerçevede, AK Parti, CHP’nin yoksulluk üzerinden yürütmeyi tasarladığı belli olan seçim stratejisinin de etkisiyle, varoşlardaki etkinliğini sürdürmek ve tahkim etmek üzere yeni icraat, proje ve öneriler geliştirmektedir. Makro ekonomik politikalardan taviz vermeden kaynakların kullanımında bu yönde kimi yenilikler ve gelir dağılımının dengesi üzerine diğer faktörlerden daha fazla çalışmak AK Parti’nin yeni stratejisinde etkili olabilir.

AK Parti’nin seçim stratejisinin ikinci ayağı ise demokratikleşme bağlamında yeni anayasa’dır. Birbirlerinden farklı gündemlerle de olsa, mevcut bütün siyasi partilerin Cumhuriyet’in 89. yılında sivil bir Anayasa hedefine sahip olması önemlidir. AK Parti, iktidara geldiğinden beri, demokrasi talebine öncülük etmesi, ağır bedeller ödemekle karşı karşıya kalsa bile demokratikleşme adımlarını atmaktan geri durmaması ve 12 Eylül 2010 referandumuyla toplumun sivil Anayasa taleplerine karşılık vermesi dolayısıyla, yeni Anayasa söyleminin siyasi imkânlarından yararlanacaktır. Meydanlarda yeni anayasa kadar, bugüne kadar yapılan demokratik gelişmeler, hak ve özgürlükler konusunda atılan somut adımlar da AK Parti’ye yadsınamaz bir desteği kanalize edecektir. 

< Bölgede yeni bir düzenin kurulacağını işaret eden bu gelişmeler, Türk dış politikasının kimi temel çizgilerinin büyük avantaja dönüşeceğine kimilerinin de köklü değişikliklere uğrayacağına işaret ediyor. >

Seçim beyannamesinden anlaşıldığı üzere, AK Parti kampanyasının üçüncü ayağını yerel ölçekteki kimi projeler oluşturmaktadır. Uzun süre merakla beklenen ve sonunda açıklanan çılgın proje ‘Kanal İstanbul’a ek olarak, İstanbul’da iki yeni şehrin kurulması, konut projelerinin devamı, yeni üniversitelerin kurulması, 81 olan il sayısının artırılması, sağlık ve eğitim alanında yapılan icraatların hem anlatılması hem de yenilerinin sözlerinin verilmesi, gibi konular da miting kürsülerinde yer bulacaktır.

Meydanlarda, partinin seçim beyannamesinin özünü oluşturan bu temel stratejiler dışında doğal olarak günlük politikanın yansımaları da etkili olacaktır. YGS sonrasında yaşananlar veya Yüksek Seçim Kurulu’nun bağımsız adayları önce veto eden sonra kararı geri alan tuhaf icraatları gibi her hafta meydana gelebilecek yeni bir olay partiler arasında tartışmalara, bu tartışmaların miting meydanlarına taşınmasına neden olacaktır. 

<  Seçim sathına girilmişken, Türkiye’de muhalefetin genel ve kronik sorunu olan projesizlik, AK Parti’nin icraatlarından sonraki en önemli kozu olarak görünüyor.  >

Seçim sathına girilmişken, Türkiye’de muhalefetin genel ve kronik sorunu olan projesizlik, AK Parti’nin icraatlarından sonraki en önemli kozu olarak görünüyor. Türkiye’nin en temel sorunları olarak bir çırpıda herkesin üzerinde ittifak edeceği bir liste çıkarılsa belli ki işsizlik, gelir dağılımı, Kürt sorunu, demokratikleşme, AB gibi başlıklar önde çıkacaktır. Bu ve akla gelebilecek diğer konularda CHP ve MHP’nin ne düşündüğü konusunda halkın neredeyse hiçbir fikrinin olmaması, bu iki parti yetkililerinin açıklamalarındaki önerilerin de halk tarafından akla yatkın bulunmaması onlar için dezavantaj, AK Parti içinse avantaj sağlamaktadır. Siyasal istikrarsızlıktan uzun yıllar muzdarip olmuş halkın Türkiye’nin sorun alanlarında ne yapacağını somut olarak ortaya koyamayan iki partiye de fazla pirim vermemesi kararsızların oylarının da büyük oranda AK Parti’ye gitmesine yol açacaktır

SONUÇ

12 Haziran 2011 seçimlerine gidilirken Türkiye’deki ortamı, siyasal partilerin durumunu ve AK Parti açısından muhtemel senaryoları, son 10 yılın önemli iç ve dış gelişmelerini/kırılmalarını izleyerek analiz etmeye çalışan bu metnin, sonuçta geleceğe yönelik ihtimalleri maddeler halinde sıralayark bitirmek isteriz:. 

• Yapılan araştırmalara bakıldığında 12 Haziran 2011 seçimlerinin galibinin AK Parti olacağı bellidir. AK Parti büyük olasılıkla tek başına iktidar olacaktır.
• AK Parti’nin kaç milletvekiliyle iktidar olacağı önemlidir. AK Parti’nin aldığı oy 
oranı ve çıkardığı milletvekili sayısı, partinin üçüncü iktidar dönemindeki siyasal 
öncelikleri üzerinde etkili olacaktır. Kürt meselesi başta olmak üzere, AK 
Parti’nin demokratikleşmeye yönelik tutumu, yeni Anayasa’nın zamanlaması ve 
içeriği, yeni Türkiye’nin hangi parametreler üzerinde ve ne sürede inşa edileceği 
gibi unsurlar, büyük oranda AK Parti’nin aldığı seçim sonucu tarafından tayin 
edilecektir. 
• AK Parti, aldığı seçim sonucuyla diğer siyasi partilerin akıbeti üzerinde de etkili olacaktır. 

CHP’nin seçim sonucu, parti içindeki değişim süreci ve iktidar mücadelesi  üzerinde doğrudan etkili olacaktır. MHP’nin baraj altında kalması veya barajı kıl payı geçmesi, hem MHP’deki iç dengeleri, hem de MHP’nin Türkiye siyasal yaşamındaki yeri ve kalıcılığı ile ilgili bir tartışmayı gündeme taşıyacaktır. 
BDP’nin alacağı sonuç ise Kürt meselesinin çözüm süreci, yöntemi ve vadesi 
üzerinde doğrudan etkili olacaktır. Sonuç olarak, AK Parti, 12 Haziran seçimlerinde alacağı sonuçla, sadece kendisinin siyasal denklemdeki yeri ve kalıcılığı üzerinde bir etkide değil, kendisi dışındaki bütün siyasi partilerin kaderi üzerinde de etkili olacaktır.
• AK Parti’nin Türkiye siyasal hayatında uzun süredir görülmeyen bir seçim başarısına imza atarak üçüncü iktidar dönemine başlayacak olması, üzerindeki 
sorumluluğu arttırdığı gibi maruz kalacağı muhtemel riskleri de arttırmaktadır. 
AK Parti’nin ilk iki iktidar döneminde gerçekleştirdiği reformlar, Cumhuriyetin 
yüzyıllık sorunlarını gündemin ilk sıralarına taşımış durumdadır. Kimlik sorunlarından gelir dağılımına, idari sistemden siyasal rejimdeki iktidar denklemine birçok konu ertelenemeyecek bir sürece girmiş durumdadır. AK Parti, üçüncü iktidar döneminde, özellikle yeni anayasa bağlamında bu sorumluluklarla sınanacaktır. 
• AK Parti, üçüncü iktidar döneminde, yerel seçimlere girecektir. AK Parti iktidarının tarihsel ilerleyişinin büyükşehirlerdeki yerel seçim başarılarıyla başladığı göz önüne alındığında, düşüşünün de yine bir yerel seçimle olacağı tahmin edilebilir. Bunun anlamı, önümüzdeki yerel seçimlerin son 10 yılın en sert yerel seçimi olacağıdır. 1960 yılında kurulan gayrı yasal ama meşrulaşmış “iktidar çatısı”nın çökmesinin ardından muhalefet partilerinin seçim yaralarını sardıktan sonra legal siyaset alanında daha aktif ve daha radikal olmaları kaçınılmazdır. Bunun işaretleri bugünden görülmeye başlanmıştır. Genel seçimlerden sonra girilecek yerel seçimlere muhalefet ilk defa “gerçek birer siyasal parti” gibi projeleriyle, alan çalışmalarıyla, teşkilatlarını tam seferber ederek ve seçim sonrasındaki iç savaşların ardından çatlaklarını kapatmış yapılar olarak girecektir. AK Parti ise, yerel seçimlere, çözülmeyi bekleyen yüzyıllık sorunlar karşısındaki performansı, 12 yıllık iktidar yorgunluğu, halkın eskiyle bugünü kıyaslama yeteneğinin azalması gibi olumsuzluklarla girecektir. Daha diri ve toparlanmış gerçek siyasal partilerle yapılacak bu yarışta AK Parti’nin şüphesiz en büyük gücü ekonomik ve siyasi istikrar konularındaki yaratıcılığı olacaktır. 


<  AK Parti’nin aldığı oy oranı ve çıkardığı milletvekili sayısı, partinin üçüncü iktidar dönemindeki siyasal öncelikleri üzerinde etkili olacaktır.  >


Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) 2002 yılında kurulup Türk siyasal hayatının önemli aktörlerinden birisi haline geldiğinde hem içinden çıktığı Milli Görüş çizgisi, hem de Türkiye derin bir kriz içindeydi. Milli Görüş geleneğinin yaşadığı kriz AK Parti’nin doğuş sebebi olurken, ülkenin yaşadığı kriz, bu partinin tek başına iktidar olmasının yolunu açtı. 2001 ekonomik krizi toplumun önceki krizlerde yaptığını yapmasına neden oldu ve sorumlu gördüklerini tasfiye etti.

AK Parti’nin ikisi genel, ikisi yerel toplam 4 seçimden üstünlükle çıkmasının ve arada iki de referandumu kazanmasının en önemli unsurlarından birisi ekonomide sağladığı başarıdır. Seçmen eğilimleri üzerinde etkili olan birincil faktör, ekonomi ise, hiç kuşkusuz ikinci faktör de demokrasi, özgürlükler, temel haklarla ilgili politikalardır. AK Parti, bu iki faktörün birbirini etkilediği bilinciyle hareket ederek, bir yandan ekonomik istikrarı sağlamaya yönelik politikalar geliştirirken, aynı zamanda siyasi istikrar sağlayacak, toplumun hak ve özgürlük taleplerini karşılayacak politikalar geliştirdi.

12 Haziran 2011 seçimlerinde AK Parti’nin kaç milletvekiliyle iktidar olacağı önemlidir. 

AK Parti’nin aldığı oy oranı ve çıkardığı milletvekili sayısı, partinin üçüncü iktidar dönemindeki siyasal öncelikleri üzerinde etkili olacaktır. Kürt meselesi başta olmak üzere, AK Parti’nin demokratikleşmeye yönelik tutumu, yeni Anayasa’nın hazırlanması, yeni Türkiye’nin hangi parametreler üzerinde ve ne sürede inşa edileceği gibi unsurlar, büyük oranda AK Parti’nin aldığı seçim sonucu üzerinden tartışılacaktır. 

AK Parti, bu seçimlerde aldığı sonuçlarla diğer siyasi partilerin akıbeti üzerinde de etkili olacaktır. CHP’nin seçim sonucu, parti içindeki değişim süreci ve iktidar mücadelesinin rotasını belirleyecektir. MHP’nin baraj altında kalması veya barajı kıl payı geçmesi, hem MHP’deki iç dengeleri, hem de MHP’nin Türkiye siyasal yaşamındaki yeri ve kalıcılığı ile ilgili bir tartışmayı gündeme taşıyacaktır. BDP’nin alacağı sonuç ise Kürt meselesinin çözüm süreci, yöntemi ve vadesi üzerinde doğrudan etkili olacaktır. 

Sonuç olarak, AK Parti, 12 Haziran seçimlerinde alacağı sonuçla, sadece kendisinin siyasal denklemdeki yeri ve kalıcılığı üzerinde bir etkide değil, kendisi dışındaki bütün siyasi partilerin kaderi üzerinde de belirleyici bir rol oynayacak tır.

Yaşar Taşkın KOÇ

1965 yılında Ankara’da doğan Yaşar Taşkın Koç, Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Radyo Televizyon Bölümü mezunu. 1984 yılında Ulus Gazetesi’nde başladığı gazetecilik hayatında, Yurt Haber Ajansı Ankara Temsilciliği, Kanal 7 İstihbarat Şefliği ve TV 5 Televizyonu Ankara Temsilciliği görevlerinde bulundu. 2006’dan bu yana çalıştığı Kanal 24’te son 4 yıldır Ankara Temsilciliği görevini sürdürüyor.

Eski iş adamlarından Nuri Demirağ’ın hayat hikâyesiyle belgeselciliğe başlayan Koç, İstiklal Madalyası, Keşke Olmasaydı, Köşk’ün Öyküsü, Abdullah Gül’ün Yaşam Öyküsü, Endülüs, Erdem Beyazıt, TBMM, SEKA gibi çok sayıda belgesele imza attı. Son çalışması Ulucanlar Cezaevi’nin tarihçesi üzerine olan Koç, 2010 yılında da merhum Başbakan Adnan Menderes’in hayat hikâyesinin anlatıldığı 10 bölümlük Ali Adnan/Başvekil’i yazdı ve yönetti. Birçok kurum ve dernekten en başarılı belgeselci ödülünü aldı.

SETA | SİYASET, EKONOMİ VE TOPLUM ARAŞTIRMALARI VAKFI
Reşit Galip Cd. Hereke Sokak No: 10 
GOP Çankaya 06700 Ankara TÜRKİYE
Tel:+90 312.405 61 51 | Faks :+90 312.405 69 03 
www.setav.org | info@setav.org
SETA | Washington D.C. Office
1025 Connecticut Avenue, N.W., Suite 1106
Washington, D.C., 20036
Tel: 202-223-9885 | Faks: 202-223-6099
www.setadc.org | info@setadc.org


***


12 EYLÜL’DEN 12 HAZİRAN’A SİYASİ PARTİLER. BÖLÜM 2

12 EYLÜL’DEN 12 HAZİRAN’A SİYASİ PARTİLER. BÖLÜM 2



II. AK PARTİ’NİN MÜESSES NİZAM’LA İKTİDAR MÜCADELESİ 

Türkiye’deki iktidar çatısının AK Parti hükümetinin kurulduğu günkü yapısı 2002 yılına ait bir çatı değildi. 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden bu yana yerleşmiş, dolayısıyla da, kökü en geçmişe uzanan bir çatıydı. Bu çatıya göre iktidarın doğal ortakları arasında askeri ve sivil bürokrasi, yargı, onlarla uyumlu yüksek burjuva zi ile hem onun hem bürokrasinin etkisi altındaki medya vardı. Ortakların payları ve güçleri zaman zaman değişse de halkın oylarıyla iktidara gelmiş siyasal partilerin tek başlarına muktedir olmalarının önünde böyle ciddi bir baraj bulunmaktaydı. AK Parti’nin bu çatıyla mücadelesi ilk gün başladı şüphesiz ama galip gelmesi uzun sürecekti.

Bugün ortaya çıkan belge ve deliller üzerinden görünen manzara, iktidarın doğal 
ortağı oldukları düşüncesinin alışkanlığıyla davranan kimi general, gazeteci, işadamı, yazar, bürokrat grubunun o dönemde ciddi planlamalar yaptıkları ancak komuta kademesinde birlik sağlanamadığı için bu planların akim kaldığı yönündedir. Akim kalan planlar, AK Parti’nin ekonomik istikrarı sağladıkça, kendine güvenini artıran, bir müddet sonra siyasal alanda da hamleler yapmasını kolaylaştıran bir zemin oluşturdu.

<  AB sürecinin gerektirdiği yasal dönüşümler yapılarak kimi alışkanlıklara, yasal olmayan ama meşru kabul edilen hareketlerin tamamına kâğıt üzerinde ciddi önlemler getirildi. >

2004 yerel seçimlerindeki başarı ve Avrupa Birliği konusundaki sonuç alıcı girişimler ve bunun sonucunda yapılan reformlar her geçen gün AK Parti’nin elini güçlendirdi. Aynı dönemde Kopenhag Zirvesi’nin halktaki karşılığı umut ve güvendi. MGK’nın yapısında siviller lehine gerçekleştirilen değişiklikler ve Kurulun Genel Sekreteri’nin sivilleştirilmesi bu dönemde gerçekleşti.

Çetelerle Mücadele,

AK Parti iktidarı döneminde önemli bir hadisenin gözden kaçırıldığı tespit edilmektedir. Hükümet, güvenlikle ilgili olarak önce sokakları temizledi. Kapkaçtan park mafyasına kadar günlük hayatın içinde çok sayıda mini mafyoz uzantılar sokakları egemenliğine almıştı. Kısa sürede etkisiz hale getirildiler. Bunun anlamı, onların üzerindeki orta ve büyük boy mafyaların sırasının geldiğiydi; nitekim öyle oldu. Hükümetin her sokağa kadar girmiş yani toplumun tüm hücrelerine sinmiş organize çeteler, örgütlerle mücadelesi büyük bir temizliği ve güveni getirdi; bunların bağlı olduğu kanallara güç ve para devşiren mekanizmayı da kesti.

Ardından AB sürecinin gerektirdiği yasal dönüşümler yapılarak kimi alışkanlıklara, yasal olmayan ama meşru kabul edilen hareketlerin tamamına kâğıt üzerinde ciddi önlemler getirildi. Yine de bu önlemlerin hayata geçirilmesi için elinde silah tutanların ve onların destekçilerinin de zihnen ya da fiziken bundan vazgeçirilmeleri gerekiyordu. 

Bunun yapılması için harekete geçilmesini geciktiren hamle, AK Parti’ye karşı 2007 seçim zaferinin ardından açılan kapatma davası oldu. 

Temel gerekçenin başörtüsü konusundaki yasakların kalkmasını sağlamaya yönelik Anayasa değişikliği olarak görülen ama aslında iktidar mücadelesinde kaybedilmeye başlanılan mevzilerin tekrar ve daha sağlam biçimde kazanılmasını sağlayacak olan bu hamle başarılı olsaydı, bugün çok başka bir Türkiye ve siyaset analizi yapıyor olacaktık. Davaya bakan Anayasa Mahkemesi Türkiye’nin kaderiyle oynamak yerine, tarihsel tavrından uzak şekilde sadece uyarıyla yetinen bir karar aldı. Hamlenin yapılması ve boşa çıkması, AK Parti’yi sivil iktidarların alanını sınırlayan kesimler hakkında daha erken ve daha güçlü karşı demokratik hamleler almaya itti.

Sermayenin Dengelenmesi,

Türkiye ekonomisinin büyümeye devam etmesi, sermayenin yapısının tekelci olmaktan çıkıp önemli miktarda yeni elemanlar kazanmasını da beraberinde getirdi. Bu yeni aktörler klasik Türk burjuvazisinin reflekslerine sahip olmadığı gibi ideolojik olarak onların karşısında bir konumda, iktidarın ortağı olmaya değil demokrasinin gelişmesine katkıda bulunmaya hazır bir kesimdi. Bu aynı zamanda kendilerinden önceki tekelci burjuvaziye karşı paradoksal olarak yine de sınıfsal bir yaklaşımdı; eğer düzen değişmez, tekelci burjuvazi yönetimleri sürerse kendileri gibi insanlar asla bu sınıfa katılamayacaktı. 

Bu sınıfa katılabilmeleri, burjuvazi ve darbecilerin ekonomik yönelimleri 
istedikleri gibi belirlemelerinin önüne geçilmesiyle mümkündü. Onlar da doğal olarak kendi çıkarlarına uygun olanı tercih ettiler. Bu tercihin sınıfsal bakış kadar bu yeni kesimin büyük oranda AK Parti ideolojisini oluşturan temel değerlerden birisi olan muhafazakârlığı benimsiyor olmalarından da kaynaklandığını belirtmek gerekiyor.

< Türkiye ekonomisinin büyümeye devam etmesi, sermayenin yapısının tekelci olmaktan çıkıp önemli miktarda yeni elemanlar kazanmasını da beraberinde getirdi.  >

Tekelci sermaye darbeler, darbe girişimleri ve hatta kapatma davasında net bir tavır göstermedi, belki de göstermesine gerek kalmadı. Ama ekonomik olarak AK Parti iktidarında kazançları da, büyümeleri de aynı oranda arttı. Yeni gelenlerin kendilerini rahatsız edecek bir konuma gelmelerini bekleyecek vakitleri vardı belki de; belki de onlar da artık mono blok bir yapıda değillerdi: kimisi demokratik bir gelişmenin kendi pozisyonları büyümeleri ve kârları için daha avantajlı bir zemin oluşturduğunu düşünüyordu.

Medyanın Çeşitlendirilmesi,

Sermaye sınıfının bu yeni karışımı darbelerdeki öncü ve katalizör rolü üstlenen medyanın tekelci yapısını da değiştirdi; sermaye sınıfının yeni üyeleri, tıpkı kendilerinden öncekiler gibi medya alanında da etkin olmak istediler ki Türkiye gibi bir ülkede bu aynı zamanda hayati bir ihtiyaçtı. Yeni sermayedarların medya alanındaki etkinliğinin artmaya başlaması medyadaki tek sesliliği önlerken aynı zamanda çoğulcu demokrasinin yerleşmesine katkıda bulundu. 

Medya sahiplik yapısının kısmen de olsa değişmeye başlaması ve tek sesliliğin son bulması önümüzdeki süreçlerde darbe girişimlerinin, cuntaların medyada destek bulmasını zorlaştıran bir etki yaptı. Yeni medya düzeninde darbeyi destekleyenler kadar itiraz edenlerin de seslerinin duyulacağı belli olmuştu. Darbelerle ilgili tarihsel formül olan “cunta+sermaye+yargı+medya” denklemin de sermaye ve medya denklemden düşmek üzere ya da aynı ağırlıkta yer alamamaktaydı.

Ergenekon Soruşturması,

Gerek komuta kademesindeki ayrışmalar, gerek sokaklardan başlayarak temizlenen mafya ve benzeri oluşumlar ve gerekse hukuki düzenlemelerle zor bir döneme giren klasik cuntacı anlayışın sonunu getiren ise Ergenekon soruşturması oldu. Bir gecekonduda başlayan el bombalarının ucu, bugün kuvvet komutanlarından işadamlarına, gazetecilerden akademisyenlere kadar geniş bir kitlenin darbecilik suçlamasıyla yargılanmasına vardı.

Yargı’nın İktidar Ortaklığından Çıkarılması,

AK Parti’nin, yasal olmayan ama tarihsel olarak meşrulaşmış iktidar ortaklarını sırayla ve tek tek bu ortaklıktan kendi anayasal çizgilerine doğru süpürdüğü gidişte son hamlenin yargıya geleceği kaçınılmazdı. Tüm darbeler incelendiğinde yargının rolünün en az cuntalar kadar sorunlu olduğu anlaşılmadan bu gücün cuntacı damarıyla mücadelenin ne kadar önemli ve zor olduğu anlaşılamaz. 27 Mayıs 1960 günü darbecilerin sözcüsü Alparslan Türkeş’in gazetecilere yaptığı “Demokrat Partililer de yöneticileri de haklarında suç isnadı varsa bağımsız mahkemelerde yargılanır ve eğer suçlu bulunursa cezalarını çeker. 

Bu gerçekleşene kadar da hür vatandaşlar olarak hayatlarını sürdürebilirler
” cümlesinin sonu bir başbakanın ve iki bakanının asılmasıyla sonuçlandı. Süreci 
bu cinayetlere kadar götüren mantık ve yol göstermenin dönemin Anayasa hukukçularının marifeti olduğu bugün açıkça bilinmektedir.

< Medya sahiplik yapısının kısmen de olsa değişmeye başlaması ve tek sesliliğin son bulması önümüzdeki süreçlerde darbe girişimlerinin, cuntaların medyada destek bulmasını zorlaştıran bir etki yaptı. >

Günümüzde ise yakın tarihten örnekler kolayca ve peş peşe hatırlanacaktır: 28 
Şubat’ta cuntacıların taleplerini alkışlayıp brifinglerine topluca katılan, iktidardaki Refah Partisi hakkında kapatma davası açan, partiyi kapatan, yerine kurulan Fazilet Partisi’ni kapatan, Recep Tayyip Erdoğan için okuduğu bir şiir yüzünden “muhtar bile olamaz” manşetleri attıran, Cumhurbaşkanlığı seçimi için akla hayale gelmeyecek bir formülle Meclis’in önünü tıkayan, halkın yüzde 60’ının oy verdiği 2 partinin girişimi ve 550 milletvekilinin 411’inin oyuyla yapılan Anayasa değişikliğini yok sayan ve sonunda yine 4,5 yıldır 3 seçimle sınanmış iktidardaki parti için kapatma davası açan yargının ta kendisiydi.

Dolayısıyla yargının halkın oyuyla iktidara gelmiş ve ortalama 2 yılda bir sandıkta sınanan sivil iktidarların ortağı olmaktan vazgeçirilmesi diğer hamlelerin de anlam kazanması için şarttı. Darbelerin kaba bir genellemeyle “cunta+ medya+ sermaye+ yargı” 4’lüsüyle yapıldığı saptamasının süreç içinde ortaya çıkardığı ilginç gerçek de bu dörtlüden herhangi birisinin eksikliğinin diğerlerini de güçsüz bıraktığıdır.

Yargı, bütün gücüne, tecrübesine, içindeki cuntacı zihniyetin güçlü ve tarihsel bir arkaplanına rağmen sıra kendisine geldiğinde en çok direnen olmasa da diğer 3’lünün desteği olmadığı/kalmadığı için Anayasal çerçeve içindeki sınırlarına ve görevine döndürülebildi. 

Bunu başarabilmek için 12 Eylül 2010’daki referandum öncesinde, sırasında 
ve hatta sonrasındaki yaşananlar hala belleklerdedir.

Bütün bunlar sokaktaki mafyadan organize suç örgütlerine kadar büyük bir temizlikten, hukuk ve idari alanda ciddi atılımlardan, anayasal suçlara karşı önemli ve büyük soruşturmaları başlatıp sürdürebilmekten geçerken; hepsinin arkasında, zemininde de istikrarlı bir ekonomi ve iktidar yapısını ayakta tutmak şarttı. AK Parti bütün bunları başardı ve her seferinde milletten de destek ve güç aldığını gösterdi. Bunların herhangi birindeki bir aksaklık bugün bu analizin bambaşka şeyler yazmasına neden olacak kadar kritik önemdeydi.

PKK’nın anlamı net olarak ortaya konulamamış birden bire artan ve büyük yankı yapan önemli saldırıları; dış politikada zaman zaman ABD, zaman zaman AB, son olarak hala kriz halindeki İsrail’le ilişkiler; demokratik açılımdaki kimi tökezlemeler; Ermenistan ve Kıbrıs politikalarında umulan karşılıkların gelmemesi ve bütün dünyayı sarsan global ağır finans krizi gibi süreci zehirleyebilecek ciddi gelişmeler de yaşandı. 

Buna rağmen AK Parti kimisi planladığı, seçim beyannamelerinde, hükümet programlarında açıkladığı, kimisi ise hesaplaşmak zorunda kaldığı meselelerle günümüze kadar geldi.

< Yargının halkın oyuyla iktidara gelmiş ve ortalama 2 yılda bir sandıkta sınanan sivil iktidarların ortağı olmaktan vazgeçirilmesi diğer hamlelerin de anlam kazanması için şarttı. >


Muhalefet Cephesi,

Bütün bu süreçler yaşanırken bir siyaset öznesi olarak AK Parti’nin ve 8 yılı aşkın sürede hükümet olarak icranın sorumluluğunu, yıpranma paylarını taşımasına rağmen nasıl olup da alternatifsiz, bugün bile hala iktidarın tek başına en güçlü adayı olduğunun üzerinde ayrıca durulması gerekiyor. Bu durumdan yukarıda anlatılan, 1960 darbesiyle oluşturulan gayrı resmi ama fiilen geçerli iktidar çatısının ciddi payı olduğu düşünülebilir. Halkın sandıkta verdiği kararın yerine darbeler, müdahaleler, post-modern darbeler, parti kapatmalarla yapılan her türlü girişimin sonucu bir başka partiye iktidar armağanı olarak sonuçlandı. 

Bu parti de genellikle CHP oldu. Bu geleneğin, tarihsel olarak halktan çok devletin partisi olmayı tercih eden CHP yönetimlerinin, sandıkta başarılı olamadıkça iktidarın bu şekilde de olsa kendilerine verilmesinden de kaçınamadıkları sonucunu doğurdu. Ancak, bu sefer bütün denemelere rağmen 
yukarıda aktarılan süreç AK Parti’nin yasal olmayan ama meşru kabul edilen iktidar ortaklarıyla mücadelesinde de muhalefet tarafından yalnız bırakılmasına neden oldu.

AK Parti’nin bu mücadeleyi kazanmasının muhalefet partilerine üç büyük sonucu 
oldu: ilk olarak, AK Parti’nin mücadeleyi kaybedeceği ve iktidarın kendilerine verileceği beklentisi, muhalefet partilerini projesiz bıraktı. Sol, sosyal demokrat bir parti olarak tanımlanan CHP çok uzun zamandan beri varoşlardan ve işçilerden oy alamıyor. 
CHP, bu kadar basit bir gerçek üzerine bile yeterince düşünmedi, düşünse de gereğini yapmadı. Kürt meselesine ilk sahip çıkan geleneğin temsilcisi de olan CHP, bu tarihsel misyonunu bile unuttu, AK Parti’nin demokratik açılımlarının karşısında durdu. Güneydoğu Anadolu Bölgesini PKK/DTP/BDP çizgisi ile AK Parti arasındaki mücadeleye terk etti. Benzer bir yaklaşım tersinden MHP’de görüldü. 

İkinci olarak, bürokratik müdahaleler karşısında en azından sessiz kalmaları muhalefet partilerinin halk tarafından soğuk karşılanmasından başka bir sonuç getirmedi. Demokratik açılımlara karşı çıkan, komşularla ilişkilerin tarihsel sebeplerle bozuk kalmasını önlemeye çalışan dış politikaya karşı çıkan, Kıbrıs’ta çözümsüzlüğü çözüm olarak kabul eden, Kürt meselesinde tavır alamayan, öneri getirmeyen ama yapılanlara da karşı çıkan muhalefet partileri toplum yararına da yapılsa hiçbir hükümet icraatını desteklemedi. İki büyük muhalefet partisi de referandumlarda hem Meclis’te hem sandıkta karşı oy çağrısı yaptı. Hukuk dışı, halka karşı, halka rağmen halk için, toplum mühendisliklerine bel bağlayan tutumlar projesizlikle birleşince sandıkta üst üste yenilgiden başka bir şey getirmedi.

< AK Parti’nin bürokrasiyle mücadeleyi kaybedeceği ve iktidarın kendilerine verileceği beklentisi, muhalefet partilerini projesiz bıraktı. >

Son olarak, seçimlerde başarısızlık her parti için en önemli mağlubiyettir. İktidarı verili şartlarda nasıl alabilecekleri bir muamma olan ve 2002’den bu yana dört seçim, iki referandum mağlubiyeti yaşayan muhalefet partileri iç istikrarlarını sağlamakta büyük zorluklarla karşılaşmaya başladılar. Özellikle CHP’de Deniz Baykal’ın gidiş tarzı ve sonrasında yaşanan ve bugün hala süren çalkantıları ile MHP’li seçmenin 12 Eylül referandumundaki parçalanmışlığı bunun somut örnekleridir.

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***