12 EYLÜL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
12 EYLÜL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Kasım 2019 Pazartesi

Alparslan Türkeşli yıllar, BÖLÜM 2


Alparslan Türkeşli yıllar, BÖLÜM 2



Türk Milliyetçiliğinin Kutup Yıldızı: Alparslan Türkeş.,


Özcan YENİÇERİ
Eylül 2011 - 
Yıl 100 - 
Türk Yurdu DERGİSİ; Sayı 289


       Alpaslan Türkeş, Türk siyasi hayatının hikâyesi en zor anlatılabilecek liderlerindendir. Onu anlatmanın zorluğu çok yönlülüğü ve özgünlüğü dür. O, Askerdir, İhtilalcidir, Demokrattır, Mahkûmdur, Teorisyendir, Devlet adamıdır, Genel başkandır, Bilge’dir, Dava adamıdır, Liderdir, Ülkücüdür ve nihayet Başbuğ’dur.

       Hakkında olumlu ya da olumsuz söylenmedik söz, belirtilmeyen kanaat de neredeyse kalmamıştır. Türk siyasi tarihinde onun kadar ön yargılarla sorgulanmış, suçlanmış, itham edilmiş, iftiraya uğramış, haksızlık yapılmış insan da çok azdır. Soğuk savaş döneminin ideolojik kalıplarıyla teçhiz edilmiş guruplar tarafından Alpaslan Türkeş, algılanmaya, anlaşılmaya değil yargılanmaya tabi tutulmuştur.
       Diğer yandan Türk siyasi tarihinde Alpaslan Türkeş kadar takip edilmiş, örnek alınmış, alkışlanmış, sevilmiş, takdir edilmiş, yüceltilmiş, kurtarıcı olarak görülmüş ve güvenilmiş insan da çok azdır.

       Yaşadığı sürede millet hayatını etkileyen her kritik olayın önemli aktörü olarak temayüz etmiştir. Hayatında boşluk olmayan nadir insanlardandır. Her idealist için örnek teşkil edecek kadar iddialı bir hayat yaşamıştır. O, ihtilalden demokrasiye, tabutluk adı verilen hücrelerden başbakan yardımcılığına ulaşmış, bir elin parmakları kadar az sayıdaki insandan, fikirlerini milyonlarca insanın paylaştığı kitleleri ortaya çıkarmıştır. Türk milleti için ortaya koyduğu görüşleri, düşünceleri ve söylemleri yalnız bugünün nesillerini değil yarınki nesilleri de etkileyecek türdendir.

Alpaslan Türkeş’in sosyal ve düşünsel biyografisi özel hayatını aşmış insanlardandır. Takvim kişiliğinden ziyade tarihi bir şahsiyettir. Hayatını ideallerine adamış, ideallerini de hayata geçirebilmiş bir kişiliktir.
Gerçek bir reis-ül evvel olan Alpaslan Türkeş’in fırtınalı hayatının dönüm noktalarına kısaca değindikten sonra, toplum üzerinde bıraktığı etkiyi ve düşünce dünyasını, sınırlı biçimde irdelemeye çalışacağız.

Alpaslan Türkeş’in Biyografisi

Alpaslan Türkeş’in ataları Kayseri Pınarbaşı ilçesinin Yukarı Köşkerli köyündendir. 1860 yılında ailesi Kıbrıs’a göç etmiş. Alpaslan Türkeş, 25 Kasım 1917’de Lefkoşa’da dünyaya gelmiştir. Türkeş’in doğup yetiştiği yıllarda Kıbrıs, İngiltere’nin işgali altındaydı. 1933 yılında Alpaslan Türkeş’in ailesi Türkiye’ye tekrar geri gelmiştir. Alpaslan Türkeş, İzmit Mebusu Sırrı Bey ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın yardımıyla kayıt olduğu Kuleli Askeri Lisesi’nden 1936 yılında, 30 Ağustos 1938 yılında ise Harp Okulu’ndan mezun olmuştur.
Alpaslan Türkeş’in asteğmenliğe yükselişi ile ilgili kararname Atatürk tarafından tasdik edilir.

Artık o, Türk ordusunun genç bir teğmenidir. Piyade eğitimini tamamladıktan sonra önce Kars’ta sonra Isparta’da görev yapar. Daha sonraki görev yeri Gelibolu 58. Piyade Alayı olur. İkinci Dünya savaşı yıllarında da sırasıyla Balıkesir, Bandırma, Erdek ve Marmara adasıdır görev yerleri.
1944 yılı Alpaslan Türkeş’in fırtınalı hayatındaki dönemeç noktalarından birisi olur. 3 Mayıs 1944 yılında Türkçülük, Turancılık adıyla arşivlerde yerini alan davayla ilgili olarak tutuklanır, yargılanır ve beraat eder.
Alpaslan Türkeş, 27 Mayıs 1960’daki ihtilalin, tok sesli “kudretli albayı”dır. İçinde olmak zorunda kaldığı 27 Mayıs ihtilalinin imkânlarını kullanarak Türkiye’nin temel sorunlarını çözmek ve bu imkânı millet yararına değerlendirmek ister. 27 Mayıs İhtilali’nin partiler üstünde kalmasını ve milli biçimde bir reform hareketi olmasını arzulayan Türkeş, MBK grubuna katılmış, 25 Eylül 1960’a kadar Başbakanlık Müsteşarı görevinde bulunur. 19 Kasım 1960’da, Hindistan’da Hükümet Müşavirliği sıfatıyla ikamete mecbur bırakılmıştır. Doğrusu Alpaslan Türkeş, ideallerini uygulamaya koyma imkânı bulamadan Yeni Delhi’ye sürgüne gönderilmiştir.

21 Şubat 1963 tarihinde Türkiye’ye dönmüş ve 21 Mayıs 1963 tarihinde de tutuklanmıştır. 5 Eylül 1963 tarihinde tahliye olmuş, 31 Mart 1963 tarihinde CKMP’ye üye olmuş, 1 Ağustos 1965 tarihinde yapılan kongrede genel başkan seçilmiştir. Şubat 1969 tarihinde CKMP’nin ismi, Alpaslan Türkeş’in teklifiyle MHP olarak değiştirilmiştir. 1965 yılından 12 Eylül 1980 tarihine kadar dört dönem, Ankara ve Adana’dan milletvekili seçilmiştir. 1975 yılından sonra kurulan I ve II. Milliyetçi Cephe hükümetlerinde Alpaslan Türkeş, Başbakan Yardımcılığı görevinde bulunmuştur. 12 Eylül 1980 tarihinde yapılan askeri darbeden sonra tutuklanmıştır.

12 Eylül 1980 cuntasının savcısı tarafından Alpaslan Türkeş, “Anayasal düzeni, cumhuriyetçilik ve demokrasi ilkelerine aykırı olarak devletin tek kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak; Türkiye ahalisini birbiri aleyhine silahlandırarak toplu kıyama yönlendirmek, toplu kıyama neden olmak, bu cürümlere katılmak” iddialarıyla suçlanmış ve yargılanmıştır. Alpaslan Türkeş, 4 yıl, 5 ay, 28 gün hapishanede tutulmuş,  9 Nisan 1985 tarihinde serbest kalmıştır.

         Mamak’ta tutulan Alpaslan Türkeş özelinde düzenlenen iddianame Türk milliyetçiliğinin Marksist/sol bir algı ile yargılanması biçiminde tanzim edilmiştir. “Bir sağdan bir soldan” rövanşı içinde idam edilen masum vatan evlatları olmuştur. 12 Eylül yargısı, nesilleri daha doğrusu idealleri işkenceden geçirmiştir.
Alpaslan Türkeş’in Türk milliyetçiliğini yargılamaya cüret eden cunta savcısına yönelik olarak söylediği şu sözler bugün gelinen noktayı o günden görmek anlamına gelmektedir. O, şöyle der; “devlet ve millet adına görev ifa eden bir makamda bulunan kişilerin milliyetçilik fikrini suçlamaları, milli birliği sabote edilmek istenen bu ülkenin geleceğinde tahripkâr neticeler doğuracaktır” öngörüsü o yıllara aittir. Bugün 12 Eylül rejiminin tahribatını, milli meseleler karşısında oluşan duyarsızlık olarak şekillenen acı neticelerini yaşanılan hemen her olayda tanık olmak mümkün oluyor.
Zira Mamak zindanları yalnız bir tutuk evi değildir. İşkenceleriyle Mamak zindanları, bu ülkenin insanlarını millete, vatana, askere, ülkeye ve ülküye düşman etme yerleri olmuştur. O yılları ve Mamak iklimini, Agâh Oktay Güner’in şu tespiti yeteri kadar açıklamaktadır: “Mamak, yalnızca soğuk, çıplak acı hatıralar yumağı, bir tutuk ve ceza evinin adı değil, insanı eriten, insanı haysiyetsiz kılmak için yaratılmış çilehane’nin adıdır”. İnsanlar Mamak’ta işkencelerle her şeyden önce kendisine sonra da milletine, milliyetine, vatanına ve devletine yabancılaştırılmıştır. Günümüzde insanların vatana, millete, devlete milli meselelere ve ülkeye karşı ilgisizleşmelerinin, duyarsızlaşmalarının ya da “neme lazım” felsefesi edinmelerinin altında daha çok bu gerçekler vardır.

Kişiliği ve Karakteri.,

Alpaslan Türkeş’in hayatının biyografik yanından çok düşünceleri insanları daha çok da gençliği etkilemiş, Türk milleti ve Türklüğün dünya tasavvuru konusunda ortaya koyduğu görüşler, geniş kitleler tarafından benimsenmiştir.
Döneminde tek başına milletinin ruhu ve bir anlamda kaderi olabilmiş, tarihi ve abidevi bir kimlik ortaya çıkmıştır. İddiası, ilkesi ve ülküsüyle boşluk içinde yabancılaşmaya açık bir gençliğin kendisine dönmesini sağlamış ve onları Türk İslam ülkü ve idealiyle buluşturmuştur. Gerçek anlamda gençliğe peşinden gideceği bir amaç ve uğrunda prangalar yıpratacak bir anlam sunmuştur. Onun düşünceleri vatan evlatlarının tarihlerine daha fazla aidiyet duymasına, inançlarına daha sıkı sarılmasına, milli ve manevi değerlerine perçinlenmesine neden olmuştur.
Tek başına kaldığı zamanlarda dahi Türk İslam ülküsüne yönelik devasa boyutlardaki eleştiri ve saldırılara karşı koyabilmiştir. Eğilmemiş, bükülmemiş, yılmamış önüne çıkan ya da çıkartılan engellere de aldırmamıştır. O, Türk milletinin önüne çıkan ya da çıkartılan sorunların çözülmek, engellerin aşılmak, barajların ise yıkılmak için var olduğunu bir düstur olarak benimsemişti. Zulüm altında tutulduğu, iftiranın her çeşidine muhatap olduğu tabutluk diye adlandırılan tavansız hücrelerde dahi inandığının gereğini yerine getirmekten geri durmamıştır.

Türkiye’nin en çalkantılı ve istikrarsız dönemlerinde toplumsal ve siyasal gidişatı seyretmemiş, her türlü riski üstlenerek duruma doğrudan müdahil olmuştur. Herkesin sustuğu zor zamanlarda konuşmuş, Türk milletinin boğulmaya yüz tuttuğu dar bir zamanda da yüce milletinin hizmetine koşmuştur.
Nesli tükenen türden kahramanlar arasında milletinin kendisine “Son Başbuğ”  sıfatını yakıştırdığı Alparslan Türkeş’in Türk milletini milli ve manevi yönden yüceltmek davasında çok özel bir yeri ve konumu vardır. Fiziki yapısıyla maddi dünyadan ayrılmasına karşın açtığı yol, ortaya koyduğu fikirler yaşıyor ve yaşamaya devam ediyor.
Alpaslan Türkeş’i anlamak esasta Müslüman Türk Milletini, medeniyetini ve tarihini anlamak, anlamlandırmak ve kavramak demektir.

Gençliğe Emanet Ettiği Dava.,

Alpaslan Türkeş, Türk milletinin tarihinin, İslam dininin ve Türkiye coğrafyasının üzerinde oynanan emperyal oyunların farkında olarak, Türk, İslam ve Türkiye müktesebatının muhafazası için yapılması gerekenleri kendisine dava edinmişti. Türk kültürünü ve Türk milletinin üzerinde yaşadığı bütün coğrafyaları temel ilgi alanı olarak görmüştür.
Onun ortaya koyduğu davayı, yolu ve özelliklerini yazdığı şu satırlar açık bir biçimde ortaya koymaktadır: “Gayemiz Türk milletinin kurtuluşu içindir. Mücadelemiz, Türkiye’nin başındaki bütün felaketlerdir. Fikir ve haklı bir dava en büyük kuvvettir. Biz, Türk milletinin davasını güdüyoruz. Arkamızda hiçbir yabancı güç yok. Arkamızda Türk milleti var. Bundan üreten düşmanlarımız bizi hedef almışlardır. Bunun için yolumuz doğru ve sağlamdır. Allah bizimledir. Yenilmez insanlarız, çünkü imanımızı tamdır. Yenilmez olmamızın sırrı inançlardan, ülküden, büyük davadan dönmemek, taviz vermemek ve asla yenilmeyi kabul etmemektir”.
Bunlar, ancak kendine güven duyan, inançlarından emin olan, başını bir davaya tahsis etmiş bulunan inançlı bir müminin ağzından çıkacak sözlerdir. Bu sözleriyle o, gücünü davasından alan, kaderini yabana ya da yabancıya değil Allah’a emanet eden bir dava adamı olduğunu ortaya koymuş olmaktadır.
O, Türk milletinin yeteneklerine, potansiyeline ve davasının gücüne güveniyordu. Yüreği coşku dolu, sözleri heyecan yüklü olmasına rağmen gerçekleştirilebilir olmayan herhangi bir ütopya öne sürmemiştir. Yaşadığı sürece hiç bir maceraya yüz vermemiştir. Onun en önemli yanı da ortaya koyduğu düşüncelerin, çözüm önerilerinin ve yöneldiği istikametin doğru olmasıydı. “Buluşma yerimiz ne doğudur, ne batıdır, ne kuzeydir, ne güneydir. Buluşma yerimiz Büyük Türkiye’dir. Buluşma noktamız Türk’ün kafası, Türk’ün kalbi, Türk’ün cevher’i aslisidir.” Türkiye fikir piyasasında, Atatürk’ten sonra düşünce, duygu, görüş, yaklaşım, analiz ve sentezleriyle “Made in Türkiye” markasını ondan daha çok hak eden bir başka siyasi liderle Türkiye henüz tanışmamıştır. Her şeyi milleti için istemiş, onun şuna buna “el-avuç” açmasına büyük bir hırsla karşı çıkmıştır. Halkının içinde bulunduğu durumu aşağıdaki biçimde tasvir ettiğinde çok önemli bir mesaj da vermişti. “Dudaklar çatlak, mideler boş, köyler karanlık, dağlar tepeler çıplak, halk yoksul, millet düne küskün, gelecekten ümitsizdir”. Bu satırlar adeta Atatürk’ün Nutuk’ta İstiklal Savaşını başlatmak için “Samsun’a çıktığım gün umumi durum ve manzara” adlı bölümünü çağrıştırmaktadır. O, bu milletin önündeki insanları, yenmek için yemin ettiği geriliği, yolsuzluğu, inançsızlığı, ülküsüzlüğü ve cehaleti bir seferberlik duygusu içinde adeta çarmıha germeye davet etmektedir.

Topluma önerdiği reçete, gençliğe sunduğu ülküyü açıklıyor sonra da ülkeyi nereye taşımak istediğini belirliyordu. İlk iş olarak varılması amaçladığı “nihai hedefi” belirliyor, sonra o hedefe ulaşılması için yapılması gerekenleri sıralıyordu. Sonuçları hedef alan bir yönetim stratejisiyle ülke sorunlarını nasıl çözeceğini ortaya koyuyordu. O, bunu şöyle ifade etmişti:  “Her şeyden evvel biz nihai bir hedef tespit etmiş bulunmaktayız. Bizim tespit ettiğimiz nihai hedef Türk milletinin en kısa zamanda, en kısa yoldan ilimde, teknikte en ileri gitmiş, maneviyatta, imanda, ahlakta en yükseğe çıkmış, sanayileşmiş hiçbir kapıya avuç açarak yardım dilenmeyen kendi kudreti ile ayakta duran ve sözünü Dünya’nın her yerinde değil bağırıp söylemekte, hafif kaşını yıkmakla yaydırabilen bir Türkiye kurmak istiyoruz”.
Çaresizliğin, çözümsüzlüğün, yılgınlığın ve yorgunluğun onun hayatında yeri yoktu. Düşman karşısında beyaz bayrak çekmek, sorunlar karşısında teslim olmak ya da mücadeleden çekilmek ona göre bir şey değildi. Alpaslan Türkeş, önünün her kesildiğinde milletine hizmet davasını, gençliği harekete geçirme yöntemini ve toplumu uyarma görevini bir başka biçimde yerine getirmiştir.

Fikir, İdeal ve İlke.,

O, milletine kendi karnını kendi elleriyle doyurmaya, kendi sorunlarını yabancılar eliyle değil kendi elleriyle çözdürmeye, kendi gerçeklerini kendi insanlarının ellerine emanet etmeyi tavsiye etmiştir. Bilge Kağan’ın 1300 yıl önce taşlara yazdığı gibi “titreyip kendine dönmek”, el ele vermek ve geceli gündüzlü çalışarak sorunları aşmak gerektiğine sürekli bir biçimde vurgu yapıyordu. Şöyle yazmıştı: “Türkiye’nin yükselişi dışarıdan ithal edilen fikirlerle olamaz. Hiçbir yabancı, Türk milletinin menfaatlerini, Türk milletinin kendisi kadar düşünemez…/…Davalarımızın çözümü kendimize dönmek, sarsılmaz bir birlik halinde el ele vermek ve geceli gündüzlü çalışmaya girişmekle mümkündür” diye yazmıştı.
Türkeş, zehrin panzehirle; fikrin de ancak daha ileri bir fikirle yenilebileceği görüşündeydi. Kendi milli bünyemize uygun, ötekilerden daha yüksek ve daha ileri bir fikirle galip gelinebileceğine savunuyordu. Silahı fikirdi. Fikirler, ülküler ve inançlar silah kuvveti ile polis gücü ile veya kaba kuvvetle hiç bir zaman ezilemez, önlenemez ve yenilemez diyordu. Fikir temeli olmayan hiç bir hareketin başarı kazanamayacağına, özellikle dikkat çekmişti.
 “Milletler yabancı kuvvetlerin orduları ve diğer menfi güçleri tarafından yok edilmeden önce manevi ve fikri güçleri tarafından esaret altına alınırlar. Böyle bir duruma düşen toplumun esir ve yok olması kesin bir hale gelir.” Bu inanç, onu yabancıya karşı yerli, dışa karşı iç, kaba güce karşı fikri ön plana alan çalışmalar yapmaya sevk etmiştir. Yabancı doktrinler ve yönetim sistemleri taklit edilerek Türkiye’nin kalkınamayacağını bu anlamda da kapitalizm, komünizm ve liberalizmin ülkemizin gerçekleriyle bağdaşamayacağını ifade etmişti. Türkiye’yi kalkındıracak sistem ve görüş, ancak Türk milletinin özelliklerine uygun, Müslüman Türk milleti gerçeğini göz önünde bulunduran ve modern ilim ve tekniği yol gösterici kabul eden, milli bir görüş olduğunu savunmuştu.
Ortaya koyduğu görüşler ve gösterdiği hedefler milletinin hislerine tercüman olacak nitelikteydi. Milli unsurları, yerli ilkelerle ve milletinin özünde var olduğuna inandığı potansiyel kaynaklarla harekete geçirmeyi amaç edinmişti. İşaret ettiği büyük hedef oldukça anlamlıydı. O diyordu ki;

 “Ben Türk Milletini,

        Sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye,
        Rüşvet, hile, çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine,
        Ahlaktan mahrum bir hürriyete,
        Tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum.
        Türklük şuur ve gururuna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa,      Adalette yarışa, Birliğe, Kardeşliğe, kısacası.,        Hak yolu,       Hakikat yolu,  ALLAH yoluna çağırıyorum.”

Karnını doyurmak özgürlükten tavizi, özgürlüğü sağlamak için de aç kalmayı kader olarak görmenin yanlış olduğunu her fırsatta ortaya koymuştu. O, ünlü bir bilgenin dediği gibi milletine “hür bir kümeste hür bir tilki” özgürlüğü vaat edenlere karşı çıkmıştı. Ona göre, Türkiye’nin “aç hürler, tok esirler ülkesi” olmasına izin verilmemeliydi.
İnsan olmanın, insan gibi yaşamanın temel şartının özgür olmaktan geçtiğini, özgürlük için risk almayanların, insanlığının tehdit altına gireceğini söylemişti. Köleliğin şekline değil, özüne karşı olmak gerektiğinin altını çizmişti. Hangi yaldızlı söylem, uygulama ya da yöntem altında uygulamaya sokulursa sokulsun köleliğe karşı isyan etmenin insan olmanın zorunlu sonucu olduğuna dikkati çekmişti: “Köle olarak yaşamaktansa, hürriyet için can vermeyi, kan dökmeyi göze alamayan fertler ve milletler, hiçbir zaman, hiçbir devirde insanca yaşamaya layık olamazlar. İnsanca meziyetlerle uşaklık asla bağdaşmaz. Esaret ve istibdat zinciri ne kadar süslü olursa olsun, madeni ister altın, ister platinden bulunsun yine zincirdir. Böyle bir zincire vurulmak istenen insanların göstereceği en asil duygu ve hareket isyan ve başkaldırmadır”.
O, Türk Milletinin üstüne kâbus gibi çöken sefalet, ideolojik savaş ve ihanetlere karşı çağdaş bir çığlık gibi gençliğin yüreğinde yerini almıştı.
Yabancı ideolojilerin etki ajanı haline gelmiş olan taklitçi aydını da çok sert biçimde hem uyarmış hem de eleştirmişti.
Soysuzlaşmayı, özentiyi, taklidi, kopyayı, sığıntı olmayı yok edilmesi gereken alışkanlıklar olarak gördüğünü şu satırlardan anlamak mümkündür:  “En az iki yüz yıldan beri soysuzlaşma, milli benliğinden koparak başkalarına sığıntı olmak, yabancıları taklit etmek, Batının sefahat ve kaba dış görünüşüne özenmek, başka diyarların gerçeklerinden doğmuş sistemlerini kopya etmeğe kalkışmak gibi hareketler ezilip, bir daha hortlamamak üzere yok edilecektir.” Taklidin yabancı hayranlığını; yabancı hayranlığının da yabancı uşaklığını doğuracağını zamanında kavramış; gerekli ilke ve tedbirleri koymuştu. “Türk milleti için her çeşit yabancı ideoloji ve kültür saldırısına karşı dayanılacak kuvvet, Türklük ülküsü ve Türk milliyetçiliği şuuru ile Türk milliyetçiliği ideolojisidir.”  Tamamı özgün ve yerli, bütünüyle milli olan görüşleri büyük bir cesaretle fikir piyasasına sürmüştü.
Yabancılaşmış aydın tipinin sonuçta düşman kadar Türk milleti için tehlikeli olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle “Biz, eskicilerin döküntülerini kapışan, başkalarının sırtından çıkardığı elbiseleri giyerek efendiliğe kalkışan, arsız aydın tipini Türk milletinin baş düşmanı saymaktayız” demişti.
Alpaslan Türkeş, aydın ile halkı, din ile bilimi, devlet ile milleti, imam ile öğretmeni, Türklük ile İslamiyet’i karşı karşıya getirme faaliyetlerin yanlışlığına ve tehlikesine özel bir dikkati çekmişti. Milletin değerlerini ve müktesebatını birbirine karşıt getiren ya da gösterenlerin iyi niyetli olmadıklarını da ifade etmişti. Bu tür girişimlerin Türk milletine yönelik tehlikeli senaryolar olduğunu söylemişti. “Memleketimizde halk aydın ikiliğini ve küskünlüğünü görüyoruz. Halktan olduklarını iddia edenler hareketleri ile halka karşı bir tutum içindedirler. Millet kime inanacağını şaşırmış durumdadır. Bu imam-öğretmen, halk-aydın ikiliğinden ileri gelmektedir. Bu hal Türkiye’miz için felaketli bir durum arz etmektedir. Türk milleti Müslüman’dır, İslamiyet’e bağlıdır. Millete hizmet edenlerin (milletin) dinine uygun ve saygılı olmalarını istiyoruz”.

         Türkeş’e Göre Türkiye’nin İki Ana Sorunu: Üretim ve İnsandır

Sorunları tasvir ve tespitle yetinmemiş, sorunların nasıl çözümleneceğinin yolunu da göstermiştir. O, her türlü yoksulluğu, yozlaşmayı ve yabancılaşmayı aşmanın yolunun insan unsurunun kalitesinin artırmaktan geçtiğini tespit etmişti. Bunun için insana yüksek bir iman ve inanç müktesebatı verilmesini, onun yüksek bir ahlaka ulaştırılmasını ve bir de her insanın, uğruna rahatına kıyabileceği bir ideal sahibi yapılması gerektiğini zorunlu görmüştü.
Türkeş, insanın güç kaynağının insanın bizzat kendisi olduğuna dikkati çekerek insanın eğitilmesinin önemine vurgu yapmış ve şunları söylemişti: Ama eğitilmiş insan, ahlak sahibi, ülkü sahibi, iman sahibi insan, bilgi sahibi, bilgi ve teknik sahibi insan…Bu birinci ilkedir. İkinci ilke, çağa uygun en ileri seviyede ilim ve teknik sahibi olmak milletçe… Bunun da ana ilkesi dünya çapında en yüksek seviyede bir ilim adamları ve teknisyen kadrosu kurmaya dayalıdır. Her şeyden önce kalkınacak bir ülkenin dünya çapında liyakatli, iktidarlı ilim adamları ve teknisyenler kadrosu kurması gereklidir. Üçüncü ilke ise, ileri, modern sanayi sahibi olmak, sanayileşmek zorunluluğudur.
Ekonomik gücün, refahın ve kalkınmanın kaynağının üretimden, üretimin kaynağını da yetişmiş insan gücünden geçtiğini her fırsatta dile getirmişti. Üretilenin adil bir biçimde paylaşımı için sosyal adaletin sağlanması gerektiğini söylüyordu. Barışın ve huzurun, ancak sosyal adalet ve sosyal güvenliğin tam olarak sağlanmasıyla mümkün olacağını işaret ediyordu. Bunun için hayatın her safhasını kapsayan, lekesiz, gölgesiz bir hak, hukuk ve adalet düzeni kurmayı planlıyordu. Yoksun ve yoksul kesim için yeni bir yapılanmanın gerekli olduğuna dikkat çekmişti. Bu bağlamda “Sosyal Yardımlaşma ve Güvenlik Teşkilatı kurulmasını zorunluluk olarak görüyordu. Ancak bu yolla “memlekette, arkası varmış yokmuş, iltiması varmış yokmuş, parası varmış yokmuş gibi bir lüzum, bir durum ortadan kalkarak bütün vatandaşlara ihtiyacı olan yardımın sağlanması, ihtiyacı olan himayenin sağlanması mümkün” olabileceğini söylemişti.
Alpaslan Türkeş, çeşitli iktidarlar tarafından devrim, reform, çağ atlama adı altında ortaya konulan iddialı bir çok uygulamanın nitelik itibarıyla Batı ülkelerini taklitten ibaret kaldığını, gerçekte ülkeyi kalkındıracak, refaha götürecek ve zenginleştirecek üretimi sağlayamamasını “büyük hata” olduğuna dikkati çekmişti.

 “Batı memleketlerinin dış görünüşünü, batı memleketlerinin milletimizi kalkındırmakla hiçbir ilgisi olmayan birtakım lüzumsuz adetlerini, modalarını taklit etmek, kopya etmek sadece ve sadece Türk milletine israfa mal olan, Türk milletinin kazancını, değerlerini israfa sebep olan batı tüketimini taklitten ibaret kalmış, buna karşılık memleketin asıl acısını, asıl derdini teşkil eden üretim sağlama faaliyetleriyle ilgilenilmemiştir. Türkiye’nin karşılaşmakta olduğu ana meselelerden birisi de budur. İstihsal, üretim ve üretimle dengeli tüketim…”

 Millilik ve Milliyetçiliği.,

Hataların bile, ancak milletin öz evlatlarının yapabileceğine dikkati çekiyor; her şeyde, yerde ve şartlarda milli bir politikanın ve bakış açısının geliştirilmesi gerektiğini ihtar ediyordu: “Bir ihtilal, hangi millet hesabına yapılırsa yapılsın; mutlaka onun öz evlatlarının eliyle yapılmalı ve onun elinde kalmalıdır.” diyordu. Günümüz Türkiye’sine baktıkça onun o gün söylediklerinin anlamını bugün çok daha iyi anlaşılıyor.O Temel Görüşler adlı eserinde şöyle yazmıştı: “Devlet işlerinin başına, devletin kurucusu olan kavimden başkaları geçince, o devlet yıkılır. Yani millet istiklalini kaybeder.”
Ona göre Türk milletinin istiklal ve istikbalini korumak, yüceltmek ve ebedi olarak var etmek fikrinin üstünde hiç bir fikir olamazdı. “Biz her türlü emperyalizmi ve yabancı kültürleri reddediyoruz, merde de, namerde de muhtaç olmadan yaşayan bir Türkiye görmek istiyoruz.” O tam bağımsız, anti emperyalist, demokratik ve insan haklarını esas alan bir milliyetçilik anlayışını milletinin önünü koymuştu: “Her şey Türk milleti için, Türk milleti ile beraber ve Türk milletine göre” biçiminde bir ilkeyi gönüllere nakşetmişti.
Milliyetçilik anlayışını ise şöyle ifade etmiştir: Türk milletini, Türk vatanını ve Türk devletini sevmek, bunların iyiliği için ve yükseltilmesi için köklü bir ihtiras ve şuur sahibi olmak demektir.
O, Türk milliyetçiliğinin gayesini, devleti güçlü ve bağımsız, milleti hür ve müreffeh kılmak olarak belirlemiştir. Yine Türk milliyetçiliğinin karakterinde güçlü devlet adına hür milletten, zengin birey adına da bağımsız devlet idealinden feragat etmek gibi bir tercih asla olamayacağının altını çizmiştir.
Türkiye’nin bugünkü sınırları dışında kalan diğer Türklerle ilgilenmek ve onların iyiliği için, kurtuluş ve selameti için elinden geleni yapmaya çalışmak Türk milliyetçiliğinin kutlu bir vazifesidir.
Her şart altında düşüncelerini ifade etmekten çekinmemiş ve geri adım atmamıştır. Şu sözler ona aittir: “Ne yaptımsa, bilerek ve isteyerek yaptım. Türkiye ve Türk Milleti için yaptım. Milliyetçiliği suç kabul ediyorsanız, ölünceye kadar bu suçun faili olacağım” diyerek başladığı mücadelesine gerçekten ölünceye kadar sürdürmüştür. Hapishaneleri dahi vatan köşesi kabul etmiş ve dik başını hiç bir zaman eğmemiştir. Değme aydınların dahi bir pil kadar ışık saçamadığı zamanlarda o adeta bir güneş gibi Türk gençliğinin yolunu aydınlatmıştır.

        “Tehlikelerin gözünün içine bakmak, zafer için şarttır” diyerek ülkesinin yüce geleceği için kendisini her türden tehlikeye atmakta hiç bir sakınca görmemiştir. Tehlikeler bizden korkup kaçacaklardır... Millete ve memlekete hizmet yolunda bela arıyoruz.. Belaaa..” diyerek haykırırken, adeta Namık Kemal’in
        “Felek her türlü esbabı cefasın toplasın gelsin Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten.”

                Mısralarındaki anlamı eyleme geçiriyordu. İftiralar, karalamalar, sürgünler, hapishaneler onu yıldırmamış, yormamış, yıpratmamış ve her türden zulümden sonra “nerede kalmıştık” diyerek, bıraktığı yerden yoluna devam etmiştir. Onun şanssızlığı ciğerleri, yüreği, zekası ve vicdanı kendisi kadar güçlü az sayıda insana rastlamasıdır. Hâlbuki liderleri kahraman yapan “kendisinden akıllı ve dirayetli” insanları etrafına toplayabilmesinde saklıydı. Talih ve tarih bu yönden ona pek cömert davranmamıştı. Bir konuşmasında “zaman zaman bitmiş, tükenmiş bir vaziyette bazı insanların kendisine gelerek umutsuzluk ve bezginlik sergilediklerini” acı acı hikâye etmiş ve ardından da “tükenmiş piller gibi bunların sürekli şarz edilmeleri gerektiğini” itiraf edivermişti. Güneşin doğuşuyla doğabilmek ve her gün mücadeleye adeta sıfırdan başlar gibi başlayabilmek ona has bir meziyetti.

        Ülkücülüğü ve Gerçekçiliği.,

        Alçak gönüllülük ile alçaklığı bir birine karıştırılmaması gerektiğini hatırlatmıştı. Vaat ettiği şeyin kolay olmadığını, kısa yoldan iktidar umanların yanına yaklaşmamasını istemişti. İnsanları ideallerini anlamaya ve onun için mücadeleye davet etmişti. Makamların, koltukların, zevk ve sefanın iştahıyla kervana katılmak arzusu içinde olanların başka kapılara başvurmaları gerektiğini anlatmıştı. Yiğit olanlar, cesur olanlar ve gerçekten inananları kafileye katılmaya davet etmişti. İnanmış kişilerin yenilemez olduğunu belki de en etkili biçimde o ifade etmişti.
Ülkücülük anlayışını bir cümle ile şöyle formüle edivermişti: “Türk milletini en ileri, en medeni, en kuvvetli bir varlık haline getirme ülküsüdür.”  İşte bu ülkü için asla almayı düşünmeden, daima vermeyi göze alan fazilet savaşçılarını göreve çağırmıştı. Şöhret, koltuk, ikbal ve şan duygusuna esir olmadan ve hiç bir şeyden korkmadan feragat ile mücadele edecek ahlak timsali kişileri göreve çağırmıştı. Ömrü boyunca fiyatı olmayan kişileri bir Diyojen gibi elinde fenerle aramış durmuştu.
O öyle demişti, öyle oldu. Rüyasının kısmen de olsa hakikat olduğunu görmüş ender insanlardan birisiydi. Gözlerini kapadığında içinde ukdesini taşıdığı birçok hayalin, inanılmazın ve idealin “gerçek” (reel) olduğunu görmüştü. “Türk birliğinin bir gün hakikat olacağına imanım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi bu dünyaya, onun rüyaları içinde kapayacağım.” Türk ülkeleri kurultaylarını yaparken ki mutluluğu görülmeye değerdi. O bu anı görmenin Türkiye’de iktidar olmaktan da, devlet başkanı olmaktan da daha önemli olduğunu defalarca söylemişti.
“Ülkücülük ve gerçekçiliği birlikte yoğurarak yeni ufuklara doğru Türk milletinin kanatlanışını sağlamalıyız”diyordu. Hedefleri yüce olmasına karşın ayaklarını sıkı sıkıya bulunduğu zemine basıyordu. Ütopya, hayal, macera ve romantizm ile gerçeği çok iyi ayırmasını becerebilmişti. O, komünizm çökecek dedi, çöktü. SSCB’nin hegemonyası altındaki Türk illeri bir gün kurtulacak dedi, kurtuldular. Türk dünyasının bir gün bir gerçek olarak doğacağından söz etti, bugün Türk dünyası güçlü bir hakikat olarak Alpaslan Türkeş’ini arıyor.
 “Biz ırkçı değiliz. Fakat biz dünyanın değil, kâinatın neresinde bir Türk varsa onunla ilgilenmeği, ona sevgi beslemeği bir görev sayıyoruz. Milyonlarca esir Türkün bulunduğu dünyanın bu haliyle huzura kavuşacağına inanmıyoruz. Bunun için bütün Türklerle ilgileniyoruz. Fakat burada bir prensip koyuyoruz. Türkiye dışındaki Türklerle ilgilenirken, Türkiye’ye en ufak bir tehlike gelmemelidir. Her şey Birleşmiş Milletler Yasası’na göre yürütülmelidir, diyoruz.”
 Ona, vatan, millet ve din düşmanları söylenmedik söz, atılmadık iftira bırakmadılar. Ancak o, hiç bir zaman insanlığı, aklın ve gerçeğin dışında bir yol ve yönteme tevessül etmedi. İçi insanlık daha çok da doğal olarak Türklük sevgisiyle doluydu. Bu sevginin duygularını değil aklın hizmetinde olarak nesillerden nesillere ulaştırılması gerektiğini savunuyordu. Siyasi sınırlarımız dışında fakat kültür sınırlarımızın göbeğinde bulunan kardeşlerimizle ilişkilerimiz sıklaştırmalı, yoğunlaştırmalı ve geliştirmeliyiz diyordu. Bizim koyacağımız, tuğlalar zamanla kutlu dava Turan’ın temellerini oluştururlar. O göreceksiniz çok kısa süre sonra Sovyet zulüm imparatorluğu çökecektir demişti. Onu takip eden birçokları bile bu öngörüyü çok iddialı bulmuştu.

        İhtilal’den Demokrasiye Alpaslan Türkeş.,

        Alpaslan Türkeş, yıllarca 27 Mayıs ihtilalinin müsebbibi olarak gösterildi. Rusya ve Çin yanlısı Marksistler tarafından “faşistlik”le suçlandı. Ön yargılılar, onun demokratik ve insani yanını hiç görmek istemediler.

Alpaslan Türkeş’in 27 Mayıs’ta yaşadığı tecrübe, sonraki hayatında onu demokrasi ve özgürlüklerin savunucusu bir kişi konumuna getirecektir. Türkeş, her fırsatta halka rağmen halka hizmetin mümkün olamayacağını, iktidara gelmenin tek yolunun demokratik usullerle yapılan seçimleri kazanmak olduğunu ısrarla vurgulamıştır. O bunu ülkenin aydın ve vatansever insanlarına da şöyle tavsiye etmiştir: “Ben 27 Mayıs tecrübesini geçirdikten sonra, o kanaate vardım ki, ihtilal yoluyla bir memlekete hizmet etmek mümkün değildir. Ne kadar eksik ne kadar aksayan tarafları olursa olsun hukuk yoluyla bir memlekete hizmet en iyi yoldur…/…Memleketin aydınlarına, vatansever insanlarına tavsiyem şudur; en kötü hukuk nizamı, en iyi ihtilaldan iyidir”. Şu söz de ona aittir;  “En kötü demokratik idare en iyi ihtilaldan daha iyidir”. Halka ve Hakka dayanmayan hiç bir idare ve projenin millet nezdinde başarı şansının olmadığını ve olmayacağını açıkça ortaya koymuştur. Her fırsatta iktidara gelmenin yolunun, güçten değil gönül fethinden geçtiğini ifade etmişti. “Gönül Seferberliği” adı altında topladığı yazılarında da bu hususa özellikle dikkat çekmişti.

        Demokrasi konusundaki sorunun yasalar ya da şekil sorunu olmadığını, aksine zihniyet sorunu olduğuna, sürekli vurgu yapmıştır. O, bu hususta şunları söyler: “Daima keramet anayasada görülmüş devrimlerin ruhu şekillere mahkûm olmuş, muhtevaya ve özele inilmemiştir. Sandıktan geçen demokrasi bir tahta sandık olarak değerlendirilmiştir. Oysa demokrasi insan varlığına sevgi ve insan iradesine saygının bir ifadesidir”.

İhtilal ile ilgili görüşlerini ise 17 Mart 1963 tarihinde Tercüman gazetesine verdiği bir beyanatta çok keskin ve net bir ifade ile şöyle ortaya koyar: “Bugün, değil hazırlamak ve yapmak, ihtilalı düşünmek bile vatana ihanet olur”.
Milli iradeye herkesin, her zaman saygılı olması gerektiğine vurgu yapmış, milli iradenin de çoğunluğun iradesinden ibaret olmadığını ifade etmiştir. Ona göre milli iradeye herkes gereken saygıyı her zaman olduğu gibi göstermelidir. “Ancak milli iradenin milletin bağımsızlığını yıkma ve vatanı parçalama hareketlerine meydan vermek demek olmadığını da herkes iyi bilmelidir. Milli iradenin herhangi bir seçimde oy çoğunluğunu sağlayan partinin genel başkanın tek başına temsil edemeyeceği devletin tarihinden gelen köklü müesseselerin de milli iradenin temsilinde yetkili ve milli bağımsızlığın korunmasında görevli olduğu unutulmamalıdır”.

Uzun tahlillere girmeden Alpaslan Türkeş’in demokrasi anlayışının ne olduğunu yakın mesai arkadaşlarından birisi olan Yaşar Okuyan’ın anlattığı bir anı ifade etmeye yetecek niteliktedir. Okuyan, “O Yıllar” adlı kitabında şunları anlatıyor: 41. Cumhuriyet hükümeti 21 Temmuz 1977’de kuruldu. Hükümetin kuruluşu sırasında MHP’ye biri başbakan yardımcılığı olmak üzere beş bakanlık verilmişti. MHP’ye düşen bakanlıklara atanacak isimler kendi yetkisinde olmasına karşın Türkeş konuyu MHP GİK’e getirdi ve tartışmaya açtı. Türkeş, “Biri başbakan yardımcılığı olmak üzere toplamda beş bakanlık olacak. İçtüzüğe göre kimin bakan olacağına karar verebilirim. Ancak ben konuyu sizin değerlendirmenize açıyorum. Herhangi bir isim telaffuz etmeyeceğim. Başbakanlık yardımcılığı dâhil kimlerin bakan olacağına siz karar verin”.

Alpaslan Türkeş’in milletin üzerinde hiçbir vesayeti kabul etmediğini büyük bir açıklıkla ifade etmişti. Milletin devlet ya da kurumları için değil, aksine devletin ve kurumların millet için olduğunu 1978 yılında Dizgi Baskı'dan yayımlanan genişletilmiş birinci baskı "9 Işık" isimli kitabın 260'ıncı sayfasında şöyle ifade edecektir: Milli Demokrasinin diğer müesseselerini, bilhassa TRT'yi, Anayasa Mahkemesi' ni, Danıştay' ı, Yargıtay'ı, Üniversiteyi, Yüksek Hâkimler Kurulu'nu, milli menfaat ve güvenliğimize uygun olarak değiştirip yeniden kuracağız.
Tarihe not düşmek bakımından Ziya Gökalp ile Alpaslan Türkeş’in yargılandığı ve suçlandığı hususlardaki benzerliğe dikkat çekmek analizimizin bu aşamasında bir zorunluluk halini almıştır. Bu nedenle Ziya Gökalp’in 1919 yılında, Alpaslan Türkeş’in ise 1944 yılında muhatap olduğu sorular ve bu sorulara verdikleri cevaplar aşağıya alınmıştır.

Ziya Gökalp ve Alpaslan Türkeş’in Yargı Kardeşliği.,

Ziya Gökalp, 27 Nisan 1919 Pazartesi günü, kendisini Mustafa Nazım Paşa’nın harp divanı karşısında bulmuştur. 28 Ocak 1919’da, Edebiyat Fakültesi’nde, derse girmeye hazırlanırken tutuklanmıştır.[1]
Savcı Mustafa Nazmi Bey, İttihatçıları boy hedefi seçmişti. 1913 yılında tek başına iktidara geçmiş olan İttihat ve Terakki, tüm örgütüyle her şeyden sorumluydu. Büyük ve vahşî katillik ve ihtikâr hareketleri onun eseriydi.
İttihatçılar, grup grup yargılanmışlardır. Ziya Gökalp'in grubunda Mithat Şükrü, (Küçük) Talât, Rıza, Atıf, Cevat (Paşa) beyler vardır. Ziya Bey ve arkadaşları, İttihat ve Terakki'nin işlediği ağır suçlara (cinayetlere) ikinci derecede katılmış sayılıyorlardı.
Mahkeme 17 Mayıs 1919'da son bulmuştur. Ziya Bey ve arkadaşları, Limni ve Malta adalarına sürülmüşlerdir.

Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki'ye yüklenen tüm suçlardan sorumlu olarak yargılanmıştır. Asıl ilginç olanı, Divanıharp, Ziya Bey’le beraber Türkçülük ideolojisini de sıgaya çekmiştir.
O gün: 14 Mayıs 1335 (1919).
Mahkeme « Reis » i Mustafa Paşa, Mütareke döneminin kinci ve tarafsızlığını yitirmiş bir yargılayıcısıdır. Sıra, Türkçülük ideolojisinin hesabını sormaya gelmiştir. Aşağıdaki satırlar, bu yargılama sahnesini, olduğu gibi, yansıtacaklardır:
Reis — Ziya Bey, sizin «Yeni Mecmua» namında bîr mecmuanız var mı?

Ziya Bey — «Yeni Mecmua» bir mecmuadır. Bendeniz oraya yazı yazarım.
Reis — Orada «Turancılık» gibi bir makaleniz var mı? Bu makale, Osmanlılık sıfatına Turancılığın tercihi hakkında imiş. Bu baştaki içtihadınızı izah eder misiniz?
Ziya Bey — «Turan nedir?» diye bir makalem var. Orada gösteriyorum ki, bugün tasavvur edebilecek Turan, harsı (kültürel anlamına) Turan'dır. Yâni Osmanlı Türkleri bir hars (kültür) yapacaktır. Sonra bunu diğer Türkler kabul ederse, işte harsı Turan budur. Ve bu da Osmanlı devleti için faydalıdır. Çünkü bir kere, memleketimizde Osmanlılığın esası olan Türklük terakki edecek, tabi devlet de kuvvetlenecek, sonra da bütün Türkler, bu Osmanlı Türkçe’sini kabul edecekler. Harsî Turan'dan maksat, Azerbaycan Türkleri zaten başlamışlardır, Osmanlı Türkçe’sinin yayılması, Osmanlı edebiyatının millî edebiyat olarak kabul edilmesi, tabiî Türkleri buraya kalben bağlı bırakacak. Buradaki eserler bütün Türk âleminde okunacak, gazetelerimizin, kitaplarımızın okuyucuları çoğaldığı gibi, tabiî muharrirler de, edipler de eserlerinden daha çok fayda görürler. Makale bu suretle baştan nihayete kadar Osmanlılığa faydalı olacağına delâlet ediyor ve açıkça ifade ediyor.

Reis — Bu, anasırı, Müslüman olmayan unsurları bazı kötü duygulara (günâ hissiyata) düşürmez mi?

        Ziya Bey — Hayır efendim. Bütün anasırı Osmaniye kendi harslarında muhtardır. Yani her unsur kendi milli harsında muhtardır. 
Kendi edebiyatını, kendi harsını, kendi lisanını neşredebilir. Binaenaleyh bu usul onları gücendireceğine bilâkis memnun eder, çünkü; aksi fikirde bulunanların 
yani «Türk milleti yoktur, Türk harsı yoktur, Osmanlı harsı vardır» diyenlerin fikri, anâsırı gücendirir. Çünkü; tabiî diğer milletleri tanımaz. 

Yalnız Osmanlı milliyeti var der. Hâlbuki bendenizin itikadıma göre, Osmanlı tâbiri devletindir. Devleti Osmaniye’ye bağlıyız. Fakat Devleti Os­maniye içinde 
Arap milleti, Türk milleti, Ermeni milleti var. Müteaddit milletler var. Bu bilâkis her milletin milliyetin tasdik ediyor ve Osmanlı devletinin de kuvvetlenmesini 
temin ediyor. Çünkü Osmanlı Devleti ancak karşılıklı saygı esasına dayanan ittihadı anasıra (Osmanlı İmparatorluğundaki çeşitli unsurların birliğine) istinat edebilir. 

Yoksa «hepimiz Osmanlıyız, milliyetimiz yoktur» demekle ittihadı anasır olamaz. Bilâkis bunu unsurlar reddederler.

        Reis — Milliyet iddiası başka. Fakat Osmanlılık birçok milletlerden teşekkül ettiği için onların arasındaki ilişkiyi güçlendirmek gerekir. Yalnız içlerinden bir 
kısmını seçip de onların milliyetini meydana koymaya çalışmak, tabiîdir ki, diğer unsurların hattâ belki Müslüman olan diğer unsurların kalplerinin kırılmasına 
yol açmaz mı?.

        Ziya Bey — Hayır efendim, her unsur...
Reis — Osmanlılık nâmı altında içtima etmişler. Hattâ bunlardan bazıları, pek çok Hıristiyanlar, zatı âliniz daha iyi bilirsiniz ki, Türkçe’den başka lisan bilmezler. Kendi lisanlarını bile konuşmuyorlar. Osmanlılık yüce adı altında toplanmış olan kavimlerin yek diğerine olan bağlılığı güçlendirilecek yerde onların bazı özellikle bazı güna inkisarını mucip olacak bu gibi makalelerden ne fayda bekliyordunuz?

        Ziya Bey — Eskiden Türkçeden başka lisan bilmeyen Rumlar bilâhare çocuklarını Atina'ya gönderdiler, Rumcayı öğrettiler, Ermeniler de öyle. Ermeniler deli insanlarını ihya ettiler. Bu asır milliyet asrıdır. Bahusus “Wîlson Prensipleri” de bunu büsbütün meydana çıkardı. Her millet milliyetine doğru gitmek mecburiyetindedir. Fakat bu milliyet Osmanlı tabiiyetine halel getirmez. «Osmanlı» kelimesi siyasi bir cümledir; bir devlettir. Bir devlet dâhilinde müteaddit milliyetler olabilir. Fakat o milletin âhengine, ittihadına belki mâni olacak şey, milliyet prensibinin inkâr edilmesidir. Milliyet yoktur demekle, tabi unsurların kaynaşmaları engellenmiş olur.
Aslında Gökalp’ın bu Reise karşı verdiği cevaplar çok daha uzun. Ziya Gökalp bu konudaki görüşleri özetle şöyledir.
Turan, Türklerin oturduğu, Türkçenin konuşulduğu ülkelerin tamamı olan bir coğrafyadır. Bu büyük vatanda, bütün Türk milleti, kültürce özgür, uygarlıkça bağımsız olarak bir devlet kuracaktı.
Gökalp, 1918 yılında «Rusya'daki Türkler ne yapmalıdırlar?» sorusuna da çözüm aramıştır. İlk aşamada, Türk kolları bağımsız devletler (Şube hükümetler ya da Nahiyeler) kurmalıydılar. Başlarına geçecek reislerini, Oğuz Han yönetimine göre seçecekler ve onlara kayıtsız, şartsız «itaat» edeceklerdir. Bugünkü dille «federe» diyebileceğimiz bu devletler eşrafçı (Ağa'cı) ve «Bolşeviki» politikalarına dayanmayacaklar», «tesanütçülük» (dayanışmacılık) sistemini uygulayacaklardı.

İkinci aşamada, devletlerin reisleri, genel bir kongre toplayarak, içlerinden en kahramanını «umumî reis» seçeceklerdir. Bu reis'in unvanı «Serdar» ya da «Sahipkıran» olacaktır. Böylesine bir büyük adam, kendi içlerinden çıkabilirdi. Yoksa Osmanlı Türkleri arasından gönderilebilirdi[2].
Üçüncü aşamada, Osmanlı Devleti’yle birleşilecek, Turan kurulmuş olacaktı.

Ziya Bey'in, çizdiği tabloya bazı Türkçüler daha da açıklık getirmek istemişlerdir.
Ömer Seyfettin'e göre, Turan yüz milyonu aşkın Türk'ü toplamak, bölünmüş «millî vücud»u tanımlamak, inancına dayanıyordu. Türkçülüğün «iktisadi mefkûresi» (ekonomik ülküsü) Çin ve Hind yollarına hâkim olmayı» zorunlu kılıyordu. Turancılık bir «cihangirlik ve emperyalizm» değildi. Tek Hakan'a bağlı, büyük ve tek İlhanlık (devlet)ti.

Alpaslan Türkeş: Atatürk’ün ardından onun ideallerini istikbal ve istiklalin teminatı haline getirmeye çalışanları, bırakın desteklenmeyi, aynen işgal altındaki İstanbul’da İngilizleri memnun etmek için Ziya Gökalp ve arkadaşlarının yargılanması gibi yargılanmışlardır. Bu defa hâkimin karşısında Alpaslan Türkeş ve arkadaşları vardır. Sürgün yeri de Malta değil tutuklu oldukları “tabutluk” adlı yerdir.

1944’te genç bir üsteğmen, üniforması ile çıkarıldığı mahkemede “Irkçılık-Turancılık” diye tarihe geçen davada hâkimin sorduğu sorulara aşağıdaki cevapları verir[3]:

Hâkim- Türkiye’de mevcut saf bir soydan gelme ve karışık ırktan olanların bulunmayacağı hakkındaki düşüncenizin ne olduğunu öğrenmek istiyoruz?
Türkeş- ...... Benim şahsi kanaatim mühim işlerimizi görecek şahsiyetleri ya tamamıyla Türk olan, yani temsil olunmuş ve kendisini Türk’ten başka bir şey saymayan ve yahut ta Türk Irkından gelen kimseler tarafından idare olunmasını uygun bulurum.

Hâkim- Karışık ırklar hakkında ne olacak?

Türkeş- Arzettim efendim. Mademki Türkleşmiştir, dedesi veya ninesi şöyledir diye aranmasını doğru bulmam.

Hâkim- Turancılık hakkındaki fikirlerinizi söyleyiniz?
Türkeş- ....Turan, yani Türk Birliği yalnız Asya’dakiler değil, bütün Türklerdir. Yani ilmi manasından başka olarak bütün yeryüzündeki Türklerdir. Yani Türk Birliği yalnız Asya’ dakilerle değil, Bulgaristan’ daki, Yunanistan’ daki vesair yerlerdeki Türkleri de içine olan bir mefhumdur.
Hâkim- Hazırlık tahkikatında: “Küçük nüfuslu milletler tehlikeye maruzdur”. Onun için ilk fırsatta bütün Türklerin birleşmesi lazımdır diyorsunuz?
Türkeş- Bunlar benim istikbale ait temennilerim den ibarettir. Bir devletin kuvvetini teşkil eden birçok unsurlar vardır. Bunlardan birisi de devletin nüfusudur. Bu, Türk birliğine ait temennilerimiz den birisidir.
Başkan Paşa- Peki bu fırsattan istifade nasıl edilebilir?
Türkeş- Mesela 1917’de olduğu gibi, 1965 de veya 1999’da Rusya’da bir ihtilal zuhur edebilir. O zamana kadar Türkiye Harp Endüstrisi bakımından da, ilim ve irfan bakımından da ilerlemiş bulunur. Ve Türkiye'nin müzahereti ile bu birliğe doğru yürünebilir. İşte fırsat budur.
Türkeş tabutluktan çıktıktan otuz altı yıl sonra tekrar 1980’li yılında yeniden benzer suçlamalarla hâkim karşısına çıkarılacak ve uzunca bir süre ömrünü dört duvar arasından geçirmek zorunda bırakılacaktır. Ancak idealleri aynen devam edecektir. Türkeş’in idealini yansıtan bir ifadesi. “Türk Birliğinin bir gün hakikat olacağına imanım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi bu dünyaya, onun rüyaları içinde kapayacağım”.
Türk milletinin geleceğine yönelik olarak ifade edilen bu görüşlerden yeterince yararlanılmış mıdır? Buna olumlu cevap vermek mümkün değildir.

                    Ziya Gökalp’ın yargılanırken 27 Nisan 1919’da söyledikleri 1989’da gerçek olmuş, fakat Türkiye yeni oluşum ve gelişmelere kültürel, siyasal ve ekonomik yönden hazırlıksız yakalanmıştır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün  “Sovyetler de bir gün yıkılacaktır” “hazırlıklı olun!” emrini verdiğinden 59 yıl sonra SSCB dağılmıştır. Türkiye yine hazırlıksız yakalanmıştır. 
Alpaslan Türkeş 1944’te söylediği Türk Birliği, 54 yıl sonra beş Türk devleti ve onlarca Türk soylu topluluklarla dünyanın gündemine girmiş, fakat Türkiye’nin siyasetini yönetenler bu duruma hazırlıksız yakalanmıştır. Bütün bu olguların temel nedeni stratejik düşünce sahibi olmanın sanıldığının aksine her devlet yöneticisinde bulunmayacağı gerçeğinde saklıdır.

                    Sonuç Yerine.,

        İdealleri hayata geçirmek için öncelikle hakka dayanması ve güçlü müntesipleri olması gerektiğine dikkat çekmişti. O, bu konuda şöyle demişti: Cemaat demek kalabalığın olduğu yer demek değildir. Hak kimin yanındaysa cemaat odur…/… Velevki o insan dünyada tek başına dahi olsa… Az fakat doğru ve haklı olanların, çok fakat yanlış ve haksız yolda olanlara galip geldiği çok görülmüştür.
Kendi özüne dönme mücadelesinin verildiğini, köylünün, fakir fukaranın emeğine, hakkına el atanlara, tefecilere, rüşvete, karaborsaya karşı savaş açtığına özel vurgu yapıyordu.
O, “ne başkalarına uşaklık etmeyi, ne de başkalarını uşak olarak kullanmayı kabul etmeyiz” diyordu. Karşı olduğu zihniyeti de bir konuşmasında şöyle tarif etmişti: İnsanlık haysiyetine saygı duymayan, Türk insanına karşı gönlünde sevgi taşımayan, Türk milletini Türk halkını hor gören zihniyete karşıyız.
Paslanmış beyinleri, kirlenmiş damarları asli cevherine döndürme gayreti içindeydi. Bitmiş, tükenmiş, yürümeye ve düşünmeye mecali kalmamış birçok insana aktivite kazandırmış ve onları yeniden harekete geçirebilmiştir. Onun idealleri adeta, sefilleri kahraman yapacak bir aşı gibiydi. Onun kaybıyla daha önce deve dişi gibi görünen birçok insanın sessizliğe, yokluğa ya da inzivaya çekilmesi bu yüzdendi. Işığını, su içtiği pınarı ve her gün kendisini motive eden bir efsaneyi bir anda kaybeden birçok insanın vurgun yemiş gibi şoktan çıkamamasının asıl nedeni buydu.
Tarih Türkeş’i hem haklı çıkardı hem de beraat ettirdi. Tarihi milletler mücadelesi, olarak ortaya koyup o günkü milletler arası mücadelenin esasını da, milli kültür ve ideolojiler teşkil ettiğini söylediğinde, sokaklar onun aleyhine birçok afişle doldurulmuştu. Tarihin sınıf mücadelesinden ibaret olduğunu ifade eden “Marksist, Leninist ve Maoist” mihraklar dı bu afişleri sokaklara asanlar. Onlara göre din, millet ve milliyetçilik gibi kavramlar burjuva dönemine aitti. O dönemde tarihin çöplüğünde kalmıştı. Tarihi materyalizme göre toplumlar “Avcı ve toplayıcı, tarım, feodal, kapitalist, sosyalist ve komünist” aşamalardan geçecektir. Bu tarihin amansız kanunudur. Onlar Türkeş’in, milliyetçiliği, milletler mücadelesini ve dini savunmakla tarihin akışını geri çevirmekle suçlamışlardı. Bu yüzden Türkeş’i darağacında idam edilen bir adam olarak resmettikleri afişin altına şunları yazmışlardı.

Adı: Alparslan Türkeş
Suçu: Tarihin akışını geri çevirmek
Cezası: İdam.

      Bu Afişi yazanlar, bu fikri savunanlar ve bu sloganları seslendirenler tarihin Komünist Ülkelerdeki amansız takibini bugün bile yapabilmiş değiller. 
Daniel Bel’in “İdeolojinin Sonu” ya da Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu ve Son İnsan” isimli görüşlerinin tamamının onların maruf ideolojilerinin dramıyla 
ilgili olduğunu da anlamış değillerdir. 
      Zira gücünü ya da kurtuluşunu kendi çalışmasına ve emeğine değil de yabancı iklimlerde arayanların tutuldukları hastalıktan kurtulmasına henüz tarih şahitlik etmemiştir. Bu bakımdan tarihin akışının ithal kafalıların arzuları dışında olmasının onların ütopyalarına herhangi bir etki yapması da düşünülemez. 
      Ama bilinen bir şey varsa o da 1989 yılında Gorbac Gorbacov dar ağacına sosyalizmin bilumum değerlerini asmıştı Komünizmin kirli çamaşırlarını yıkama görevi de Türkiye´deki yerli uşaklarına kalmıştı

O şimdi rızasını kazanmak için hayatını ortaya koyduğu Allah´ının huzurunda Adam gibi yaşadı ve öyle de öldü Şiddetli bir kış gününde iki milyondan fazla insanın omuzları üzerinde dualarla defnedildiği ebedi istirahatgahında uyuyor Maddi yönüyle ayrıldığı milletinin kalbinde manevi bir ışık olarak her zaman yaşayacaktır Napolyon ünlü Alman düşünürü Goethe´yle ilk karşılaştığında "Ecce Homo" demişti Bu söz "adam gibi adam" anlamında tarihin ilk dönemlerinden beri kullanılmıştır. 
Belki de bu kavramı Türkçe´ye " Yüzde Yüz adam " olarak çevirmek ve Başbuğ için de " Yüzde Yüz adamdı " demek daha doğru olur!


https://www.turkyurdu.com.tr/yazar-yazi.php?id=1622


***

27 Mart 2019 Çarşamba

12 EYLÜL 1980 İHTİLALİ SONRASI TÜRKİYEDEKİ SİYASAL DEĞİŞİM. BÖLÜM 2

12 EYLÜL 1980 İHTİLALİ SONRASI TÜRKİYEDEKİ SİYASAL DEĞİŞİM. BÖLÜM 2


IV-1999 SEÇİMLERİ VE SONUÇ DEĞERLENDİRMESİ

        Baykal’ın baskısıyla yaklaşık bir yıl önceden kararlaştırılan erken secimler 18 nisan 1999 günü yapıldı. Belki de 20.yüzyılın son seçimleriydi. Sonuç Türkiye’de yeni bir donum noktasını gösteriyordu.(BILA Hikmet,a.g.e,s.423)
CHP tarihinde ilk kez barajı geçememiş idi. Secimin galibi ise DSP ve MHP’ydi. Merkez sağ parlamentoya girmişti;fakat oyları barajın biraz üzerindeydi. ANAP ve DYP liderleri arasında bitmek bilmeyen kavgalar,iki partinin gerileme nedenleri arasında sayılabilirdi.

İki yıpranmamış parti, DSP ve MHP ön plana çıktı.

Seçmen geçmişte yolsuzluk olaylarına bulaşan, din sömürüsü ve din tüccarlığı yapan, Türk ordusuyla kapışan, itici, kavgacı ya da yalancı olarak bilinen partilerle birlikte onların genel başkanlarını da cezalandırdı.(COLASAN Emin,Secimin Ardından Kısa Kısa,Hürriyet Gazetesi,20.04.1999)
Devletle ve rejimle kavgaya giren FP’de önemli ölçüde oy kaybetmişti.(BILA Hikmet,a.g.e,s.423)

MHP’nin yükselişinin nedenlerinden PKK terörüne karsı tutarlı tavrını,şehitlere ve şehit yakınlarına sahip çıkmasını,radikal söylemden uzaklaşmış olmasını söyleyebiliriz.

   Her iki partiye yönelişin ortak nedenini, Türkiye'nin yeni rotasında aramak gerekiyor. Bu nedenleri şöyle sıralayabiliriz;

             1- Seçim sonucu, halkın, Türkiye'nin Avrupa'dan dışlanmışlığına tepkidir. Avrupa Birliği'ne üyelik ve PKK terörü konusunda Batının Türkiye'ye karşı aldığı olumsuz tavır, ülkede "ulusalcılık" tercihini ön plana çıkarmıştır.  

             2- Bu tercih "ulusal sol"u savunan DSP ile "ulusal sağ"ı temsil eden MHP'yi zirveye taşımıştır. İki partinin bir koalisyonla ortak iktidar olması, seçmenin tercihiyle çelişmeyecektir. Ortak paydaları "ulusalcılık"tır. "Milliyetçi Cephe"leşme herhalde yanlış olur.   

             3- ANAP ve DYP'deki gerileme, iki partinin de çözüm üretemeyen politikalarından kaynaklanmıştır. Şahsi ve oportünist politikalar ANAP ve DYP'yi de, liderlerini de eritmiştir.    
             4- Önce Refah, sonra Fazilet çizgisi de seçmendeki değişim beklentisini karşılayamamıştır. Kaddafi İslamcılığına kadar uzanan din istismarcılığı, milliyeti Türk olan halkın Müslümanlığıyla örtüşmemiştir.

             5- PKK terörüne karşı DSP ve MHP'nin politikaları yakınlaşmıştır. Terör ile insan haklarını birbirine karıştıran, insan haklarını ayrımcılığa kalkan olarak kullanan söylem ve tavırlara karşı öfke, 18 Nisan'da patlamıştır.

             6- Seçim sonuçları, 28 Şubat'ın tercihleriyle de uyuşmaktadır. Halkın 28 Şubat'ı benimsemediği, sandıktan 28 Şubat karşıtı bir sonuç çıkacağı yolundaki öngörü ve beklentiler suya düşmüştür.

              7- ANAP ve DYP için geçerli olan bütün olumsuzluklar CHP için de geçerlidir. Oportünist, günübirlik politika, çözümsüzlük CHP'yi baraj partisi haline getirmiştir. Atatürk'ü, bu işe karıştırmak yanlıştır.

              8- Dürüstlüğün erdem olduğu bir kez daha anlaşılmıştır. DSP lideri Ecevit'in adının, ta başından beri dürüstlükle birlikte anılması anlamlıdır. MHP lideri Bahçeli de yeni bir lider olarak kamuoyuna bu imajı vermiştir.

              9- Şimdi din istismarcılarının, ayrılıkçıların ve günübirlik politikacıların şapkalarını önüne koyup düşünmeleri gerekiyor. Türkiye'yi "Doğu"ya doğru iten Avrupa'nın da...


        DSP ve MHP 12 Eylül öncesindeki husumeti bir kenara bırakarak ANAP’I üçüncü ortak olarak alıp koalisyon hükümetini kurdular.


V- 2000’li YILLARA GİRERKEN TURKİYE’DEKİ SİYASAL DURUM

21.yüzyılda Türkiye’nin gündemini hem iç hem dış dinamikler açısından iki temel sorun belirleyebilir gibi görünmektedir.
Bunlardan birincisi, “globalleşme” ile daha da önem kazanan “Türkiye’nin dünya üzerindeki yeri” sorunudur.

İkinci sorun ise yine dış dünya ile bağlantılı olarak “Siyasal İslam” ve “Güneydoğu” sorunları çerçevesinde bir rejim tartışması gibi görünmektedir.
İnsan hakları sorunu da siyasal gündemin en başındaki sorunlardan birisi olarak da söylenebilir.(KONGAR Emre,a.g.e,s.310)
“Avrupa Birliği ile bütünleşme” sorunu gündeme egemendir. Bu sorun da bir yandan Türkiye’nin dünya üzerindeki yeri ve bir bölgesel güç olarak çeşitli rolleri ile ilişkili olmakla birlikte öte yandan yeri ekonomik ve siyasal düzenlemeleri gerektirmesi acısından doğrudan doğruya ekonomik yapı ve siyasal rejim sorunlarıyla bağlantılıdır.

Toplumsal olarak kentleşmenin ve yükselen beklentiler devriminin bütün bu siyasal sorunları etkileyeceğini bilmek gerekir.(KONGAR Emre,a.g.e,s.329)

   a) Yeni bir oluşum ve Recep Tayyip ERDOGAN: Türk siyaseti, Recep Tayyip Erdoğan ismiyle 27 Mart 1994'te tanıştı. 
       Bu tarih, aynı zamanda Refah Partisi'nin altın çağını yaşadığı 1994 seçimleri... 
       Refah Partisi, İstanbul ve Ankara'nın da içinde bulunduğu 5 Büyükşehir ve 26 ilin belediye başkanlığını kazanmıştı ama en önemlisi 
       İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı Recep Tayyip Erdoğan'ın sahneye çıkması oldu. Milli görüş tabanının yakından tanıdığı bu isim, 
       İstanbul ve Türkiye için yeni bir yüzdü...
     
Recep Tayyip Erdoğan, Necmettin Erbakan'ın muhalefetine rağmen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na aday olmuş, Erdoğan üniversiteyi, 1980'de yani 12 Eylül'de bitirdi. Bu tarihe kadar bir yandan futbol oynarken diğer yandan da Milli Selamet Partisi'nin İstanbul Gençlik Kolu başkanlığını yürütüyordu. Erdoğan ve çevresindekiler bu dönemi sorunsuz atlattılar ama 12 Eylül herkes gibi Erdoğan'ın da siyasi yaşamını kesintiye uğrattı. Erdoğan, o dönemi sıkıntısız atlatmaktan gururlu:   
"12 Eylül gençlik kolları başkanı olduğum dönem. Tabi üniversite öğrencisi olduğum dönem, üniversitelerde sıkıntıların olduğu dönem, bizim de il başkanı olarak gençlik kolları başkanı olarak özellikle sorumlusu olduğum gençliğimi bu anarşinin içinde bulundurmamak ve onları oradan çekebilmek ve hamd ediyorum ki İstanbul'da benim gençlik kollarımda görev yapan arkadaşlarımın hiçbiri bu olayların içinde bulunmamış ve bu anarşik eylemlerden dolayı da ne ilde ne ilçelerde böyle bir sıkıntı yaşamadık."(http://www.hurriyetim.com.tr/dosya/tayyiperdogan/tayyip.asp)
  
Erdoğan'ın Ziya Gökalp'e ait dediği, sonradan Cevat Örnek'in olduğu anlaşılan şiir nedeniyle; Diyarbakır DGM, 21 nisan 1998'de Erdoğan ile ilgili mahkumiyet kararı verdi. Erdoğan, bir yıl hapis ve 860 bin lira ağır para cezasına çarptırılmasının yanı sıra artık siyasetten de men edilmişti.(Hürriyet Gazetesi, 22 Nisan 1998, Çarşamba)
Erdoğan'ın yargılanma süreci devam ederken, 16 Ocak 1998'de Refah Partisi de "laiklik karşıtı eylemlerin odağı" olduğu gerekçesiyle kapatıldı.

  1)    Yeni parti Pinarhisar’da kuruluyor   

        Erdoğan cezaevindeyken, yeni parti kurma hazırlıkları da başladı. Cezaevinde bir yandan yurdun dört bir yanından kendisine gelen destek mektuplarını tek tek cevaplayan Erdoğan, bir yandan da Türkiye'nin yakın siyasi tarihini incelemeye başladı. Ancak o günleri anlatan Erdoğan'ın dikkat çektiği en önemli noktalardan biri gelecekte kurulacak partinin ön hazırlıklarının da artık başladığıydı...

          Partinin adı "Adalet ve Kalkınma Partisi"ydi. Recep Tayyip Erdoğan, 16 Ağustos 2001'de yaptığı ilk kurucular kurulu toplantısında genel başkanlığa adaylığını koydu.

  2) 3 Kasım 2002 seçimleri ve AKP’nin zaferi: 3 kasım seçimleri Türkiye için beklenmeyen bir sonuç çıkarmıştı. Seçimler sonunda geçen dönem 5 partinin girmeyi başardığı TBMM'ye,sadece iki parti yüzde 10'luk seçim barajını aşarak girebildi. 
 AK Parti ile daha önce parlamento dışında olan CHP, oyların yaklaşık yüzde 55'ini alarak Meclis'e girdiler. TBMM, 1954 yılındaki CHP ve DP'li parlamentodan 48 yıl sonra ilk kez sadece iki partiden oluştu. Bu sonuçla oyların yüzde 45'i parlamentoda temsil şansına sahip olamadı.
 AK Parti 1987 yılında kurulan Özal Hükümeti'nden sonra 15 yıl koalisyonlarla yönetilen Türkiye'de, yüzde 34 oy alarak tek başına hükümet kurma olanağına da sahip oldu.
 "Türk seçmenlerin ülkeyi derin bir ekonomik krize sürükleyen siyasi yapıyı cezalandırmak istediği için oy vererek politik bir deney yapmıştır. AKP kendini merkez sağda göstererek “Avrupa’daki Hıristiyan demokratlara” benzetmektedir. (Washington post newspaper, 4 Kasım 2002)

           'Batıda insanlar Türkiye'yi laik, demokratik, Müslüman bir ülke olarak takdir ediyor. Partinizin aslında İslamcı bir parti olmasından ve ülkenin karakterini değiştireceğinden endişeliler'' yorumlarına  Erdoğan, ''bizim partimiz İslamcı değil. Dine dayalı değil. Ancak Türk medyası bizi bu kategoriye yerleştirmeye çalışıyor gibi demeçler vermeye başlamıştı. Erdoğan’ın ve siyasi arkadaşlarının geçmişi sürekli olarak ortaya sunuluyor ve “laiklik” ilkesinden odun verilip verilmeyeceği merak ediliyordu. Tayyip ERDOGAN ve arkadaşları ise sürekli değişimin olduğunu vurguluyorlardı.

Siyasi bir parti İslamcı olamaz. İslam bir dindir ve parti sadece siyasi bir kurumdur'' dedi.(Hürriyet Gazetesi,11 Kasım 2002)

  3) Diğer partilerin secim sonrası durumu: DSP,MHP,ANAP,DYP ve SP istediklerini bu seçimlerde bulamamış hatta barajı asamamışlardı. Özellikle bir önceki seçimlerin 2 galibi DSP ve MHP’nin meclise girememiş olması Türk siyasetinde ilk kez görülen bir durumdu. Parti liderleri secim sonrası istifa edeceklerini açıkladı ve bu partilerde de yeni oluşumlar ortaya çıkmaya başladı. Adeta Türk siyasetine değişik kanlar geliyor.

b) Genç Parti Türk Siyasetinde: İşadamı Cem Uzan’in başkanlığında İslamiyet ve Milliyetçilik unsurlarını sürekli olarak vurgulayan GP kuruldu ve 3 kasım seçimlerine girerek 3 büyük parti olan ANAP,DYP ve MHP’nin oylarını toplayarak çok büyük bir oy potansiyeli kazandı. Çoğu kimselere göre bu partilerin oy kaybetmesinde en büyük etken olarak GP’ yi göstermekteydi.


Parti Oy oranı (%)
ANAP            45.15
HP               30.46
MDP             23.27
BAGIMSIZLAR  1.12

1983 Genel secim sonuçları


ANAP        36.3
SHP          24.8
DYP          19.1
DSP            8.5
RP             7.2
MCP           2.9

1987 Genel secim sonuçları

DYP              27.0
ANAP            24.0
SHP              20.8
RP                16.9
DSP              10.8

1991 Genel secim sonuçları

RP                 21.4
DYP               19.2
ANAP             19.6
DSP               14.6
CHP               10.7
MHP                8.2
HADEP             4.2


1995 Genel secim sonuçları

DSP                   22.2
MHP                   18.0
FP                     15.4
ANAP                 13.2
DYP                   12.01
CHP                     8.71
HADEP                 4.75

1999 Genel secim sonuçları

AKP               34.28
CHP               19.39
ANAP               5.13
DYP                 9.54
MHP                 8.36
DSP                 1.22
SP                   2.49
GP                   7.25


VI-DEĞERLENDİRME

        Secim sonuçlarını değerlendirdiğimizde gördüğümüz sudur ki; ANAP 1983 seçimlerinden bu yana çok büyük bir oy kaybı yaşamıştır. Bu durumun aynisi DYP’de de yaşanmıştır. MHP’de 1991 seçimlerinde gösterdiği basariyi 2002 ‘de gösteremeyip meclis dışında kalmıştır. RP’nin parçalanması ile de Erbakan yandaşları da giderek eriyerek oy oranları aşırı derecede düşmüştür.
Secim sonuçlarına baktığımızda AKP ve GP’nin bir anda oy oranlarını arttırdıkları görülür. Buradan su çıkarımı yapmamız belkide yanlış olmaz;halk artık yeni politikacılar denemek istiyordu. Aslında bu tabloyu 1999 seçimleriyle MHP’de de görmüştük.
  
SONUÇ

             Türkiye’de sağ-sol bağlamında klasik siyasal saflaşma devam etmektedir. Bu saflaşmanın içerik ve temsili bakımdan değişikliklere uğradığı görülmektedir.
Türkiye’de siyasal kimlikler birkaç kategori ile tasnif edilir:Milliyetçi,Muhafazakar, Sosyal Demokrat, Sosyalist, Atatürkçü, İslamcı, Liberal vb...gibi
1980’den bu yana ülkede bir çok hükümetler kuruldu. Partiler kapatıldı ardından yeni partiler  kuruldu. Belki de sonu olmayan bir kaosa sürüklendi.
80 sonrası merkez sağın hakim olmasına rağmen yükselen “siyasal İslam” trendi ile RP iktidara geçti;fakat sebepleri bir turlu açıklanamayan bir şekilde o büyük içerisinde bir kuvvet olan parti adeta parçalandı. İster kendiliğinden oluşan bir oluşum olsun isterse bir güç ama görülen o ki Türk siyaseti yeni çığırlara sahne olacağa benziyordu.
Ve birden yeni bir ses duyulmaya başladı:Recep Tayyip ERDOGAN...Belediye başkanlığıyla başlayan macerası bir şiirle son bulacakken simdi Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı oldu. Bu kendiliğinden oluşan bir basari mi?, bir mucize mi?,yoksa 80 yıllarındaki gibi siyasi hayatımıza karışan büyük bir gücün etkisi miydi?

BIBLİYOGRAFYA

ANADOL CEMAL,Olaylar belgeler hatıralar ve MHP,Burak yayınevi,İstanbul 1995
BARDAKCI İlhan,Türkiye’yi 12 Eylül’e sürükleyen olaylar zinciri ve Türkiye üzerindeki oyunlar,aydınlar ocağı yayınları,İstanbul 1987
BILA Hikmet,CHP1919-1999,Doğan kitapevi,İstanbul 1999
BILDIRICI Faruk,Siluetini Sevdiğimin Turkiyesi,Doğan kitapevi,İstanbul 2000
CEMAL Hasan ,Kimse kızmasın kendimi yazdım,Doğan kitapevi,İstanbul 1999
COLASAN Emin,Secimin Ardından Kısa Kısa,Hürriyet Gazetesi,20.04.1999
Dr. Arslan Tekin, Milliyetçi Hareket' te Yeni Dönem ve Dr. Devlet Bahçeli, 2bs.,İstanbul 1998,s.88-90
GERGER Haluk, O yıllar, Dost kitapevi,Ankara 1987
http://www.hurriyetim.com.tr/dosya/tayyiperdogan/tayyip.asp
Hürriyet Gazetesi,11 Kasım 2002
POYRAZ Ergun,Refah’in gercek Yüzü-1,Poyraz yayınları,ANK 1996,s.92
Washington post newspaper, 4 Kasım 2002

*  Ecevit’in kapatmaya karsı hazırladığı bir açıklamayla TRT’de yayınlandı.

http://www.mevzuatdergisi.com/2004/10a/01.htm



****

12 EYLÜL 1980 İHTİLALİ SONRASI TÜRKİYEDE Kİ SİYASAL DEĞİŞİM. BÖLÜM 1

12 EYLÜL 1980 İHTİLALİ SONRASI TÜRKİYEDE Kİ SİYASAL DEĞİŞİM. BÖLÜM 1



Yelim Nur ŞİRİN
Özet

1980 Sonrası Türkiye....
            
1980 yılı,ülkemizi her alanda(ekonomik,hukuki ve siyasi...) etkileyen,belki de milat yıl olarak kabul edilebilecek bir donemdir. Kargasının çok yüksek olduğu,insanların nefretle baktıkları,sadece bununla da kalmayıp sebepsiz yere birbirlerini öldürdükleri bir donemden çıkarak peşine baskıcı bir yönetimin hakim olduğu,hukuki alanın yürütme tarafından sinirlandirildigi,tüm gücün yürütmeye verildiği bir doneme geçmişlerdir.

 İşte bu dönem  kargaşanın bitişini sağlayan  “son mu?” yoksa yeni bir kargaşa donemi için“başlangıç mi?”. 1980 donemi kargaşanın bitmesi yerine huzur ve barisin ihsan etmesi için hükümete karşı yapılmış bir askeri darbenin tarihidir. Yalnız bu sadece bir askeri darbe değildi tabi ki... Ülkemizde birden siyasi değişimler olmaya başladı. 2003 genel seçimleri ile Türkiye belki de yeni bir kimlik kazandı.1980 ve 2004 yılı arasındaki siyasi çalkantı neydi?  

Bu Makalede 1980 darbesinin Türkiye’ye getirdikleri ve goturduklerini bulacaksınız. Özellikle 2003 genel seçimlerinden sonra ülkemizin siyasi yapısının değişiminden bahsedeceğiz.           

I-12 EYLÜL 1980 İHTİLALİ ONCESİNE BAKIŞ

Türkiye’de 1980’li yıllarda hakim olan üç olgu bulunduğunu söyleyebiliriz; baskı,adaletsizlik ve şiddet... Ülke öyle bir hal almıştı ki tam bir iç kargaşa mevcuttu. Sağ ve sol olmak üzere insanlar iki kutuba bölünmüştü. 1980 tarihi öncesi Türkiye için bambaşka bir donem olmuştu diyebiliriz.

a) Ekonomik bakımdan: Ekonomik alanda ülkemizde önemli olumsuzların mevcut olduğunu görmek mümkündür. Özal’ın 24 ocak kararlarının bile ekonomik iyileşmeye sebep olduğunu söyleyemeyiz. Kimi yazarlara hatta o donemi yasamış kimi insanların yaptıkları açıklamalara göre şiddetin bu kadar ön planda olmasının sebeplerinden birinin ekonominin kötüye gidisinin de olduğunu söyleyebiliriz.

b) Siyasal bakımdan: Ülkemiz ekonomi gibi siyasette de tam anlamıyla kaos içindeydi diyebiliriz. Üst üste kurulan hükümetler, kimi partiler tarafından yapılan yorumlar, istikrarın sağlanamamış olması siyasi ortamın gerginleşmesine sebep olduğunu görebilmekteyiz.

c) Toplumsal bakımdan: Tam bir kargaşa döneminin hakim olduğunu,insanların nefretle dolu olduklarını ve insanların psikolojisinin ne kadar bozuk olduğunu donemi incelediğimizde varacağımız sonuçlardan biri olabilmektedir.

II-12 EYLÜL 1980 İHTİLALİ

1979 Kasım'ında Demirel başkanlığında, dışarıdan Milliyetçi Hareket Partisi(MHP) ve Milliyetçi Selamet Partisi(MSP) destekli Adalet Partisi(AP) azınlık hükümetinin kurulması da siyasal istikrarsızlığı sona erdirmeye yetmedi. Bu arada günde 25-30 kişinin yaşamına mal olan siyasal ve toplumsal şiddet olayları da bütün hızıyla sürüyordu.
İstikrarsızlığın yanı sıra giderek artan şiddet olaylarından tedirgin olan ordunun üst kademesi, 27 Aralık 1979'da Milli Güvenlik Kurul Başkanı sıfatıyla Cumhurbaşkanı Fahri Korutuk'e bir uyarı mektubu gönderdi.
Korutürk'ün 2 Ocak 1980'de kamuoyuna duyurduğu uyarı mektubunda, ülkenin içinde bulunduğu durumun değerlendirilmesi yapıldıktan sonra şöyle deniliyordu:
               
                "Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizden bir an önce, milli menfaatlerimizi ön plana alarak, 
anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere 
karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir."

 Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün kamuoyuna duyurduğu, terör ve bölücülük olaylarının artışıyla ilgili uyarı mektubu gerek iktidar gerekse muhaletef partileri tarafından görmezden gelindi. Her iki taraf da bu mektubun muhatapları olmadıklarını açıkladılar. Bu durum öteden beri bir müdahale hazırlığı içinde olan ordunun üst kademesinin bu yöndeki hazırlıklarını hızlandırdı.

  Ordunun mektubu adresini bulamadan ortada kalırken, 6 Nisan 1980'de Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün görev süresinin dolması mevcut bunalımlara bir yenisinin eklenmesine yol açtı. Siyasi partiler bir isim üzerinde uzlaşmaya varamayınca yeni cumhurbaşkanını seçmek bir türlü mümkün olmadı.
Bu görevi Cumhuriyet Senatosu Başkanı İhsan Sabri Çağlayangil aylarca vekaleten yürüttü. 1980 sonbaharına gelindiğinde kriz bütün hızıyla sürüyordu ve birçok ilde sıkıyönetim ilan edilmiş olmasına rağmen şiddet olayları her geçen gün tırmanıyordu. Bu arada bazı kesimler ordunun duruma bir an önce müdahale etmesi için sabırsızlık gösteriyorlardı.
12 Eylül 1980 günü sabah saatlerinde Türk Silahlı Kuvvetleri, emir-komuta zinciri içinde yönetime doğrudan el koydu. Darbeyle birlikte Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiralı Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun 'dan oluşan 5 kişilik bir Milli Güvenlik Konseyi kuruldu.
 MGK Başkanı Kenan Evren darbenin gerekçelerini aynı gün öğle saatlerinde yaptığı radyo ve televizyon konuşmasında kamuoyuna açıkladı. Yine aynı gün yayımlanan 1 numaralı MGK bildirisi şu satırları içeriyordu:

  " MGK Devlet yönetimine doğrudan el koymuştur. Her türlü siyasi faaliyet her kademede durdurulmuş, parlamento ve hükümet feshedilmiş, bütün parlamenterlerin yasama dokunulmazlıkları kaldırılmıştır. Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiş, ikinci bir emre kadar sokağa çıkmak yasaklanmış, yurtdışına çıkışlar durdurulmuştur. Yasama ve yürütme yetkileri MGK tarafından kullanılacak ve kısa zamanda bir bakanlar kurulu oluşturularak yürütme sorumluluğu bu kurula bırakılacaktır."
Bu arada siyasi parti başkanları MGK kararıyla, "can güvenliklerinin sağlanması amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri'nin koruma ve gözetiminde" belirli yerlerde ikamete tabii tutuldular. Demirel ve Ecevit, Gelibolu Hamzakoy'a, Erbakan da İzmir Uzunada'ya gönderilirken, bazı milletvekilleri ile DİSK'in üst düzey yöneticileri gözaltına alındı.

III-İHTİLAL SONRASI SİYASİ PARTİLER

 a) CHP-SODEP-DSP: 29 ekim 1980 günü MGK Genel Sekreterliğinin yayınladığı bildiriden sonra Bülent Ecevit, Cumhuriyet Halk Partisi(CHP) Genel başkanlığından istifa etti. Siyaset yasağını çiğnediği gerekçesiyle sürekli olarak tutuklanıp cezaevine konuyordu.(Bila Hikmet,CHP-1919 1999,Doğan kitap,İst 1999,s.357)

16 Ekim 1981 günü MGK Siyasi partilerin feshine ilişkin  yasayı kabul etti. Partilerin kapatılmasıyla 62 yıllık CHP tarihi sona eriyordu. Buna tek tepki ise Bülent Ecevit’ten* geldi.
              
1- DSP ve SODEP’nin siyaset sahnesine çıkışı: Halkçı Partinin (HP) kurulduğu ayni donemde  Erdal İnönü de Sosyal Demokrat Partisi(SODEP)’nin kuruluş bildirgesini İçişleri Bakanlığına teslim etti. SODEP’in yani sıra Bulent Ecevit’in esi olan Rahşan Ecevit’in başkanlığında da Demokratik Sol Parti kurulmuş ve HP ise DSP’ye katılma kararı almıştı.(Bila Hikmet,a.g.e,s.375) 13 Eylül 1987’de Bülent Ecevit DSP’nin liderliğine getirildi;fakat 1987 genel seçimlerine katılan DSP barajı geçememişti.  

2- 1991 seçimleri ve sol: 1991 seçimlerine HEP ile ittifak yaparak giren SODEP bati’dan istediğini alamamış doğuyu ise HEP kazandırmıştı. SHP’nin seçimlerde basarisiz olması parti içerisinde muhalefet seslerine sebep olmuş,7. Olağanüstü Kurultayda Baykal,İnönü karsısında  yenilgiye uğradı. 12 Eylül’ün kapattığı partiler tekrardan kurulmaya başladılar. Bunlardan birisi de CHP idi. 12 Eylül öncesi CHP’nin Genel Sekreter Yardımcısı Erol TUNCER’in başını çektiği bir grup partinin tekrar açılması için çalışmalara başladılar. İnönü yeni CHP’nin SHP’ye katılmasını istiyordu.

3- Deniz BAYKAL yine sahnede: 9 Eylül 1992’de yapılan kurultayda Deniz Baykal Genel Başkanlığa seçildi. Ve çok geçmeden de CHP’ye akın başladı.

  4-Donemin 3 önemli olayı: 1993 yılı baslarken SHP’yi eritecek olan Türk talihinde 3 önemli olay gerçekleşir.
 İlkin Cumhuriyet gazetesi yazarı Uğur MUMCU’nun 24 Ocak 1993 tarihinde faali meçhul bir cinayete kurban gitmesi... Ve bu donemde Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü’nün katillerin bulunacağına dair söz vermesine rağmen hala bulunamamış olması.
 İkincisi ise Pir sultan senlikleri için Sivas’ta bulunan Aziz NESIN ve aydın-sanatçı  topluluğu kaldıkları Madımak Otelinde bazı çevreler tarafından ateşe verildiler.
   “Ben siyasi sorumluyum.”(BILA Hikmet,a.g.e,s.396) diyen Erdal INONU büyük tepki gördü ve Alevi kitlenin SHP’den uzaklaşmasını sağlayan etkenlerden biri oldu diyebiliriz.
    Üçüncü olay,ISKI skandali ise ISKI genel müdürü Ergun GOKNEL’in halkın paralarını kendi özel ihtiyaçları için kullanması ve bir kısmının SHP’ye aktarıldığının öne sürülmesi idi.
Bu üç olayın SHP’nin ülkedeki itibarini sarstığını söyleyebiliriz. Secimler yaklaşırken CHP’den DSP’ye doğru bir yöneliş vardı. 24 Aralık 1995 seçimleri hem sol hem de Türkiye için şaşırtıcıydı. RP birinci parti olmuş DSP ve CHP umduklarını bulamamıştı. Sol için tam bir hayal kırıklığıydı.

 b) REFAH PARTISI: 12 Eylül 1980 ihtilali bu parti yöneticileri için sadece parti kapatılması ve yöneticilerinin cezalandırılmasından öteye gitmedi.
   
Necmeddin ERBAKAN’da diğer parti liderleri gibi tutuklandı ve İzmir Uzunada’da üç hafta kaldı. Erbakan’ın yakın siyasi arkadaşı olarak bilinen Yasin HATIPOGLU tutukluluk günlerini söyle anlatıyordu:
  “Bu konseyciler sakin bizi hapishaneye atalım derken bilmeyerek yanlışlıkla cennete atmış olmasınlar. Elimizi uzatsak her istediğimiz meyve,tatlı.yiyecek. Kısacası hersey elimizde.”(POYRAZ Ergun,Refah’in gercek Yüzü-1,Poyraz yayınları,ANK 1996,s.92)

Daha sonraki duruşmalarda Erbakan ve arkadaşlarının beraat etmesi herkes tarafından şaşırtıcı olmuştu.

1-Refah partisi kuruluyor: Siyasi yasakların da sona ermesiyle 19 Temmuz 1983 tarihinde “emanetçi” Ali TURKMEN adında bir avukatın genel başkanlığında kuruldu. MNP ve MSP’nin devamı olduklarını her fırsatta belirtiyorlardı. 11 Ekim 1987 tarihinde yapılan 2.Olağan kongre ile Necmeddin ERBAKAN genel başkanlığa seçildi.
2-1991 seçimleri ve RP: 1991 seçimlerinde IDP ve MCP ile ittifak yaparak girdi. Tek başına hükümet olacaklarını düşünüyorlardı. %16.7 oyla 62 milletvekili çıkardı.
3- RP’nin yan kuruluşları: 12 Eylül öncesinde MSP’nin belli başlı yan kuruluşları Akıncılar,Milli Türk Talebe Birliği ve Avrupa Milli Görüş Teşkilatları ve bunlara bağlı kuruluşlardı.
          
12 Eylül’den sonra MSP yerini RP’ye akıncılar IBDA-C’ ye;MTTB ise yerini MGV’a bıraktı.(POYRAZ Ergun,a.g.e,s.124) Erbakan hareketinin planlı ilk safhası Milli Gençlik Vakıflarıdır. Bu vakfın bütün illerde merkez şubeleri,ilce örgütleri bulunmaktadır.
 24 Aralık 1995 seçimlerinde 1.parti oldu. 1980’den sonra başlayan hızlı yükseliş ilk tohumunu atmıştı ve ilk sırayı aldı. Kimilerine göre RP,hükümet olursa Laik Cumhuriyetin tehlikeye düşeceği söyleniyordu. Kimilerine göre ise RP’nin seçimlerden 1.parti çıktığı,iktidarı hakettigi,dışarıda bırakılırsa radikalleşeceği yorumları yapılıyordu.

  4- Partinin radikal hareketleri: Çok geçmeden partinin bazı unsurları on plana çıkarıldı. Ekonomik ve sosyal sorunların çözümüne yönelme yerine Taksime ve Çankaya’ya cami yapılması,üniversitede türbanın serbest bırakılması,devlet dairelerinde mesai saatlerinin cuma namazına göre düzenlenmesi gibi konular gündemin ilk sıralarına oturtuldu ve gerilim politikası esas alindi.
Erbakan’ın başbakanlık Konutu’nda sarıklı tarikat liderlerine yemek vermesi,RP’li milletvekili ve belediye başkanlarının çeşitli yerlerde Atatürk,Laik cumhuriyet aleyhinde sert konuşmalar yapmaları RP’ye bakisi değiştirmeye başladı.
1 Şubat 1997 tarihinde Sincan’da RP’li belediye başkanının himayesinde düzenlenen,Iran büyükelçisinin de izlediği bir tiyatro oyununda şeriat ayaklanması temasının islenmesi,bardağı taşıran son damla oldu. 4 Şubat günü Genelkurmay’in emriyle tanklar Sincan sokaklarındaydı.

  5- 28 Şubat sureci ve RP: Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakki KARADAYI 28 Şubat’ı silahsız kuvvetlerin yönetime doğrudan el koyması olarak belirtmişti. Erbakan’da istemeye istemeye 28 Şubat bildirisini imzalamak zorunda kaldı.
 28 Şubat kararlarına şöyle bir baktığımızda laiklik ilkesinden odun verilmeyeceğini;tarikatlarla bağlantılı özel yurt,vakıf ve okullar,devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak Tevhid-i Tedrisat kanunu gereği MEB’na devri sağlanması gerektiğini,dini tesislerin siyasi istismar olarak kullanmaması gibi dinin kullanılmasını önleyici maddelere yer verilmiştir.

 c) ANAP-DYP: 1980 ihtilali ile DYP Genel Başkanı Süleyman DEMIREL’de gözaltına alınan liderlerden biriydi. Ve ihtilal öncesi hükümetin de başbakanıydı.
  
       ANAP içinde birleştirdiği öne sürülen dört eğilim;liberal sağ,mukaddesatçı sağ,milliyetçi sağ ve demokratik sol idi.(KONGAR  Emre,21.yüzyılda Türkiye,remzi kitabevi,s.218) 6 Kasım 1983 seçimlerine “veto”engelini asabilen üç siyasi parti katildi;ANAP,HP ve MDP. 1983 seçimleri Anavatan Partisi için büyük bir supriz oldu ve 211 milletvekili kazandı. Ayni basariyi 1984 seçimleriyle de 1. parti olarak gösterdi. DYP için de veto kalkmış ve yerel seçimlere katılabilme hakki kazanmıştı. Fakat umduğunu bulamayıp 3. sırada yerini almıştı.

      29 Kasım 1987’deki genel seçimlerde ise ANAP tek basına iktidara gelmiştir. DYP’de SHP’den sonra gelerek 3. parti olmuştur. 26 Mart 1989 yerel seçimleri ise ANAP için bir hayalkirikligi oldu. ANAP seçimlerden önce sahip olduğu 59 il belediye başkanlığından 57’sini kaybetmişti. 9 Kasım 1989’da Turgut OZAL,Kenan EVREN’den Cumhurbaşkanlığı görevini aldı.
 1991 seçimleri sağ için büyük bir galibiyet olmuştu. DYP secimin lideri,ANAP ise
2. sıradaydı. Secim sonuçlarıyla DYP-SHP koalisyonu ortaya çıkmıştı.
 1993 yerel seçimleriyle de siyasi tablo silinmemişti ayni kalmıştı. Daha secimin Şoku atlatılamadan unlu 5 Nisan kararı geldi.
 DYP-SHP koalisyonu 24 Ocak 1980 kararlarını hatırlatan bir acı reçeteyi yürürlüğe koydu. Yeni ekonomik paket, halktan yine kemer sıkmasını istiyor,yeni vergiler koyuyor,sok zamlar getiriyor ve tarımın desteklenmesine son veriyordu.
 d) MHP:1980 ihtilalinden sonra tutuklanıp cezaevine konan liderlerden birisi de Alparslan TURKES idi. İhtilal sabahı bütün liderler evlerinden toplanmış bir tek TURKES bulunamamıştı. Eski Ülkü Ocakları ve MHP Gençlik Kolları genel başkanlarından, MHP Genel Başkanlığına adaylığını koyan Ramiz Ongun 12 Eylül 1980 darbesini günlerinde Türkeş' in durumunu yakından bilen bir isim. Şunları anlatmıştı:
            
    "11 Eylül akşamı 8.00 civarında telefon geldi. Turhan Koçal Bey' in evindeymiş. Beni oraya çağırdılar. Genel Başkan orada biz biraz özel konuştuk. Bana bir şeyler olduğunu söyledi. Ben oradayken Mustafa Mit, Yaşar Okuyan ve gençlik kollarından bazı arkadaşlarımız da geldiler. Orada karşılaştırdığımız yer Halil Şıvgın' ın evi oldu. Halil Şıvgın bir arkadaşımız ama MHP' li olarak, ülkücü olarak da pek bilinmeyen bir arkadaşımız... Hanımı da ülkücü gelenekten gelen Taşer ailesinin çok şuurlu bir kızıydı. Onun için orayı emniyetli bulduk. Oraya götürdük. Öyle bahsedildiği gibi çok yer falan gezmedik. Direk götürdük. İşte bazı MHP' lilere gidildi, onlar kabul etmedi, oraya gidildi, falam yok. İlk kararlaştırdığımız yer orasıydı, oraya götürdük.

Ertesi günü teslim oldu.' (Dr. Arslan Tekin, Milliyetçi Hareket' te Yeni Dönem ve Dr. Devlet Bahçeli, 2bs.,İstanbul 1998,s.88-90)
Milliyetçi Hareket'in 12 Eylül 1980 müdahalesinin etkilerini atlatarak yeniden partileşme süreci 7 Temmuz 1983'te Muhafazakâr Parti'nin kurulmasıyla başlamıştır. Ne var ki Muhafazakâr Parti, 6 Kasım 1983'te yapılan seçimlere Milli Güvenlik Konseyi'nin engellemeleri yüzünden katılamamıştır. 6 Eylül 1987 tarihinde 12 Eylül Askeri yönetiminin getirdiği yasaklar son bulmuş ve 4 Ekim 1987'de düzenlen ikinci Olağanüstü Kongre'de Alpaslan Türkeş Milliyetçi Çalışma Partisi Genel Başkanı seçilmiştir.
1987 seçimlerinde de %2 oy alarak meclis dışında kaldı. 1989 yerel seçimlerde de %2’lik oyu %4’e çıkarmış olmasına rağmen yine umulan gibi olmamıştı. 1991 seçimlerinde de RP ile ittifak yaparak meclise girebilmişti.
Alparslan Türkeş’in 1996’daki vefatıyla yerine Devlet Bahçeli genel başkanlığa getirildi.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***