27 Mart 2015 Cuma

Olumsuz Açılımlar,


Olumsuz Açılımlar,




Yekta Güngör Özden
06.06.2005/Sayı:83

Kurtuluş ve kuruluş aşamalarını, ulusal yaşam felsefesini, komşu ve dostların ikilemli yaklaşımını göz ardı ederek cemaat anlayışına uygun bir yapıyı edinmekten başka bir şey düşünmeyenler sakıncalı girişimlerini sürdürürken Batı’da olumsuz açılımlar birbirini izlemektedir. Eğilmeden ve ezilmeden AB’ye girmekten yana olanları suçlayan ödüncüler şimdi de Fransa’nın Avrupa Anayasası’na “Hayır” oyu vermesinin Türkiye için tehlike olmadığını savunarak kendilerini de aldatmaktadırlar. Evet’le hayır birbirinden farklı değil, aynı ise, “hayır”la evet denildiği de söylenebilir. Böylesine bir mantık çarpıklığı usla bağdaşmaz. İçimizdeki goygoycular yazgılarını kendi kişilik ve çabalarına değil, AB’ne bağlayan çıkarcılar için gerçekten dilin kemiği yoktur, kalem her yere oynar, istediklerini söyleyip yazabilirler. Fransa ve Almanya oylamaları, Federal Almanya seçimleri sonrası ortaya çıkarılacak senaryolara karşı hazır olmak gerekirken Anayasa oylamalarının nerdeyse lehimizde olduğunu savunacak ölçüde sapkınlığa düşmek bir anlamda tükeniştir.

14 Mayıs 1950’yi yeterince değerlendiremediğimiz ortada. Sonraki yılların Türkiye’yi nereye götürdüğü açık. Bunları yeterince incelemeden 27 Mayıs 1960 Devrimi’ni “Darbe” diye basite indirgeyip aşağılamaktan çekinmeyenler kendilerini ve karıştıkları olayları unutan aymazlardır. 19 Mayıs’ın değerlendirmesi de doyurucu olmamıştır. Mustafa Kemal ve arkadaşları 18 Mart 1915’de Çanakkale’de, 30 Ağustos 1922’de Dumlupınar’da Haçlıları durdurmasalardı, Türkleri yeryüzünden silmeyi amaçlayanlar kutsal toprakları da ele geçireceklerdi. Ulusal Kurtuluş Savaşı olmasa Türkler, 27 Mayıs Devrimi olmasa Cumhuriyet ne olacaktı, iyi düşünmek gerekir. 29 Mayıs 1453’de Fatih İstanbul’u fethetmiştir ama İstanbul’u Türkiye’yle birlikte yeniden kurtaran Mustafa Kemal’dir. Bu gerçekleri kökten dinci anlayışla tersine çevirerek toplantılar, törenler düzenlemek, yalan-yanlış anlatımlarla genç beyinleri koşullandırmak beyinsizliktir. Ortak değerlerimize birlikte sahip çıkıp onlarla övünmek onlara yaraşır olmaktır.

Önceden belirtmeye çalıştığım gibi on beş günlük yazılarla olayların fotoğraflarını sunmak çabasındayım. Geçenleri unutmamak, geleceğe bilinçli yürümenin koşuludur. Toplumsal belleğin zayıflığı, medyanın siyasal yandaşlıkları olup bitenleri karanlıkta tutmaktadır. İç ve dış olayların kimilerini sayfalara taşımakla toplum belleğini ışıklandırmak istiyoruz.

Dış dünya

“Türkiye Avrupa’dan defolsun !” diyecek ölçüde insanlık ve uygarlık dışına düşen Avrupalıların kıskançlık, korku, kuşku ve kuruntuyla örülen bakışları Avrupa Anayasası oylamalarında etkili olabilmektedir. Siyasal iktidarın onlara bahane veren davranışları “Değişim”in gerçek olmadığını, “Takiyye”nin sürmekte olduğunu göstermiştir. Düşmanlıkların sergilendiği ortamda ulusal, uluslar arası siyaset gerçeklere değil, varsayımlarla duygusallıklara oturur. Bu temel sağlıklı olamaz. Avrupa, Türkiye’nin değerini bilmemektedir. Oyalayıcı sözler, özellikle sözde ermeni soykırımı savları konusunda aldatıcı tutumlar, yasama organlarında karar almalar, anıt açmalar, Türkiye’yi suçlamalar, özde bir değişiklik olmadığının kanıtlarıdır.

İngiltere Başbakanı günübirlik Türkiye’ye geldiğinde hemen Fener Rum Patrikhanesi’ni ziyaret etmiştir. Kendisi ortodoks olmamasına karşın siyasal amaçlı kapı çalış ekümenlik konusunda Türkiye’yi etkilemeye yöneliktir. Siyasal iktidar kendilerine ses çıkarılmaması, desteklenmeleri koşuluyla Batı’nın her girişimine ilgisiz kalmakta, ödünlerle sakıncalı sonuçlara neden olmaktadır. Bunlara AB’ye katılmak için de olsa katlanılamaz. Tarihi unutanlar her şeyi yitirirler. Sorunların gereken kararlılıkla, dirençle, özgüvenle ele alınmaması yeni sorunları getirir. Lozan Barış Antlaşması’na karşın adaları silahlandıran Yunanlılara ses çıkarılmaması gibi Batılıların içişlerimize doğrudan karışmaları karşısında da gereken tepki verilmemektedir. Tepkileri topluma, kimi kuruluş ve kişilere bırakmak olanları önemsememektir. Patrikhane sorunu, Heybeliada Ruhban Okulu sorunu, öbür Ege ve Kıbrıs sorunlarıyla dayatılmaktadır. AB üyeliği nedeniyle ezilip büzülerek yaklaşım hiçbir şey kazandırmaz. Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın ermenilere mektubu, eşi ermeni ABD’li Hungtinton’un önerileri, tatlandırıcı değil sulandırıcı “AB içinde ayrıcalıklı konum” yetkili ağızlardan gereken yanıtları almamıştır. RTE’ın kendine en yakınlardan birine “Başmüzakereci” yapması, kendinin o görevde bulunmuş gibi sayılmasını istemesindendir. Teslimiyetçiliğin boyutları görüşmelerde belli olacaktır.

PKK terörü can almayı sürdürürken Türkiye’ye gelen Irak geçici Başbakanı Caferi’yle birlikte namaz kılmak RTE’ın cemaatini doyurmuştur. ABD Dışişleri sözcüsü Richard Boucher “Öcalan cezaevine ait bir teröristtir” derken (19.5. 2005) Hükümetin bu konudaki hoşgörüsü Irak dağlarını serinletmektedir.

Federal Almanya’da Sosyal Demokratlar Kuzey Ren Vestfelya seçimlerinde ağır yenilgiye uğradılar. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıkarak ayrıcalıklı ortaklıktan söz eden Angela Merkel’in Hıristiyan Demokrat Partisi iktidar yürüyüşünü %45 oyla güçlendirdi.

KKTC Başkanı MAT izolasyonun kaldırılması için ABD’nin öncülüğünü istedi (23.5.2005). Cumhuriyetçi Senatör Ed Whitfield başkanlığındaki ABD Temsilciler Meclisi Kurulu 30 Mayıs 2005’de Kuzey Kıbrıs’a geldi. Rum lideri Papadopulos’un “ziyaretin yasal olmadığı” görüşüne de karşı çıkan ABD’li kurul başkanının sergilediği tutumun yeni örneklerle geliştirilmesi gerekmektedir. Türkiye Başbakanı’nın ABD gezisinde Başkan Bush’la görüşmesinin buzları ne ölçüde erittiği, neler sağladığı, ne tür gelişmelere olanak verdiği görülecektir. Türkiye’nin ABD’nin eyaleti, üssü, sömürgesi, uydusu olmadığı herkesçe bilinmelidir. Afganistan’da terör Haziran başında 30’a yakın can aldı. Pakistan’da mezhep çatışmaları durmuyor. Irak’ta ölen ABD askeri 1630’a geldi. Terörü durdurmak, gidermek isteyenlerin yarattıkları terör herkesi düşündürmelidir.

İç dünyamız

Yürürlük günü ertelenerek düzeltmeleri beklenen Türk Ceza Yasası özlemler gerçekleşmeden, ertelenen içeriğiyle 1 Haziran 2005’te yürürlüğe girdi. Düzeltmelere ilişkin olup kaçak kurslar nedeniyle tartışılan yeni yasa yetişmediği için 5237 sayılı Yasa pek azı iyi, pek çoğu kötü kurallarıyla uygulanmaya başlanacaktır. Siyasal amaçlı yasa konusunda başlıca örneklerden biri olan bu düzenlemeyi “Devrim” diye nitelendirenler devrimin ne olduğunu bilmeyenlerdir. Bu yasayla birlikte Ceza Yargılama Yasası ve Önlemlerle Uygulanmaya ilişkin yasalar da yürürlüğe girdi. Uygulamacıları bekleyen sorunların ivedilikle çözümlenmesini ve tüm ilgililerin başarılı olacağını umuyoruz Toplumsal barışla ulusal esenlik için önemli bir dayanak olan yasaların ülkemizin aydınlığını arttırmasını diliyoruz.

PKK terörüne son bir yıl içinde 100’den fazla şehit verildi, 250’ye yakın yaralanan oldu. Tırmanışın Türkiye’yi zora sıkmak olduğu açık. İmralı yaşamının olanakları içinde buyruklarını kolaylıkla militanlarına ulaştıran elebaşı konusunda ciddi önlemler alındığını sanmıyoruz. AİHM kararına itirazın da sıkmabaş temyiz incelemesi gibi geçiştirici olması şaşırtmamalıdır. Başbakanın eşinin giyimiyle lâiklik karşıtlıklarını sürekli gündemde tutma çabası bu kestirmemizin, olasılıkların kanıtıdır. Partisinin İstanbul’daki bir toplantısında “Türbanı siyaset malzemesi yapmayacağız, yaptırmayacağız. ” sözü ile “Yüreğinin derinliklerindeki hıçkırık” ve “Zaman veriniz, bekleyiniz, sabırlı olunuz” sözleri inatlarından vazgeçmediklerini anlatmaktadır. TÜBİTAK Yasası konusundaki direnmeleri, kaçak kursları yaygınlaştırma çabaları da kafalarındaki düzeni gerçekleştirmek katılıklarına bağlanmalıdır. Lâikliğin ne olduğunu bilmeyen sözde dindarlar var. Bu konuda Türk Silahlı Kuvvetlerine çatacak ölçüde kendini yitiren, camilerde üst düzey görevlilere yer ayrılmasını isteyen RTE’nin kişisel eşyalarını milyarlar ödeyip kapışan insanlar var. Birlik Vakfı toplantısında yan yana gelin dünkü ve bugünkü kimi siyasetçilerin konuşması ürkütücüdür. Lisede uygulamalı din dersleri de zorunlu din derslerinin sorun olduğu bir ortamda iktidarın yönelişinin yeni bir göstergesidir.

İnançlarını lâiklik korumasında özgürce yaşamanın değerini bilmeyenler, hukuktan da anlamadıklarından Anayasa’da sıkmabaşla ilgili yasaklayıcı bir kural olmadığını söyleyip yaygaralarını sürdürmektedirler. Anayasa’da her konuda kural olmaz. Anayasa Mahkemesi’nin bir yasa nedeniyle aldığı karar anayasa kuralı düzeyindedir. Anayasa’yı yorumlamak yetkisi yalnızca Anayasa Mahkemesi’nde olduğundan onun yargısı herkesi bağlar. Anayasa’nın Başlangıç, 2., 11., 81., 103. Ve 153/ son maddelerini unutanlar, anlamlarını bilmeyenler, Mahkemenin işlevini kavrama yeteneğinden yoksun olan sözde siyasetçiler uluorta konuşurlar. Bağımlılıklarının, inancı oy aracı yapmak kurnazlıklarının esiridirler. Lâik Cumhuriyetin lâiklik karşıtlarının yönetimde olması daha nice aykırılık ve çarpıklıkları karşımıza çıkaracaktır.

Başbakanın eşinin sıkmabaşlı görünümü Suriye’deki uluslar arası toplantıda ülkemize ilişkin kanıları altüst etmiştir. Bu görünümüyle Mısır, Suriye, Azerbaycan Cumhurbaşkanlarının eşine “Asıl müslüman benim, siz değilsiniz” denildiği gibi konuk Başbakan eşleri için de aynı yaklaşımda bulunulmuş olunmaktadır. Bir bayan kendi kişisel tercihlerini resmî toplantılarda öne çıkaramaz. Temsil durumunda eğilimlerini bir yana bırakır. “Tüm Türk kadınları böyledir, böyle giyinir, ulusal giysileri budur” denilecek ortamlarda böyle kanı böyle izlenim uyandıracak kişisellikten kaçınmak gerekir. Eşinin görevi nedeniyle bir yerde bulunacak ya da y anında olacaksa ya çağdaş giyinir ya da katılmaz. Başka türlü davranmak hakkı yoktur, ülkemizi yanlış tanıtamaz.

Dincilerin, dincilikten başka anlayışları, ilkeleri, ortak nitelik ve yönelişleri yoktur. Siyasal, hukuksal, toplumsal, ekonomik vd. anlayışları, bilgileri, bağlı oldukları ulusal değerleri yoktur. Bu konulara önem vermezler. Amaçları şeriat olduğundan, devlet, demokrasi, hukuksallık, bağımsızlık, şehircilik, yapılanma, ulaşım, çevre, sağlık, eğitim, niceleri sayılabilir, hepsine din penceresinden katılıkla bakarlar. Her şeyin buna göre düzenlenmesini isterler. Aklı ve bilimi değil inancı ve varsayımı seçerler. İşte kaçak Kur’an kursları. Hem kaçak olup yasadışı konumlarını sürdürecekler, hem de yaptırımsız kalacaklar”Parasını ben veriyorum” diyerek Üniversite Rektörünün haklı tepkisini kınamaya çalışan Başbakanın bu sözleri gülünçtür. Sormak gerekir”Sizin paranızı, milletvekillerinkini, askerlerinkini, yargıçlarınkini kim veriyor, sen mi?” Bunlar yararsız ve yakışıksız sözlerdir. Ulusun parası devlet eliyle gerekenlere ödeniyor. Sizin imzanızla işlemler tamamlanıyor diye, yolluk ve ödeneklerini, aylıklarını, ücretlerini sen vermiş olmuyorsun. Parasını devletten alan herkes devlet yöneticilerinin kölesi, uşağı, buyruklarına göre davranacak bağımlısı mıdır?

Türkiye’mizin nice ciddi sorunları varken çocukça işlerle uğraşılıyor. Türkiye’de insan ticareti yapan 200 şebekeden söz ediliyor (basın, 21. 5. 2005) . AİHM’ne 1987’den bu yana Türkiye’den 9.591 başvuru yapılmış (basın, 28. 5. 2005). Bunları çözümlemek bir yana bırakılmış, sıkmabaş üzerinden siyaset yapıp yapmama konuşuluyor. ”Hassasiyetlerle uğraşmamak” uyarısı yapılıyor (basın, 29. 5. 2005). Duyarlık yalnız inanç alanında mı? Bizlerin bu konuda duyarlılığı yok mu? Ulusal konularda, örneğin bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, hukuksallık, ilkeler, lâiklik, Atatürk konularında duyarlık yok mu? Kadrolaşma, 80 bine varan atamalar ne oluyor? Kimin malı kimden kaçırılıyor? Herkese eşit yaklaştıklarını söyleyen Başbakan kimlere neler uygulanıyor, nasıl uygulanıyor, biliyor mu? Özelleştirmeler nasıl gidiyor, Seydişehir’de neler oluyor ayırdında mı?

Milletvekillerinin dokunulmazlıklarına benzetilmesi olanaksız yargı koşulları ve yöntemleri belli devlet görevlileri için söylenmeler sürüyor. Dokunulmazlık zırhına bürünenler kendileri ve yandaşları için çıkarılan yasalarla suçlarından kurtuluyorlar. Bu arada yargıç ve cumhuriyet savcılarına trafik cezası yazılıp yazılmayacağı tartışmaları yapılıyor. Cezaların nasıl verileceği kurallara bağlanmıştır. Bunları iyileştirerek, düzelterek eşitliği ve uygunluğu sağlamak varken suçlayıcı söylemlerle konulara yaklaşmak yanlıştır.

İktidar partisinin grup Başkanvekili kimi üniversiteleri terör yuvası gösteren ağır bir suçlamayı sonradan “Yanlış anlaşılma”ya bağlayarak geçiştirmek istemiştir. Ağızlarından çıkanları kulakları duymuyor. Hizbullah’ı, İbda-C’yi, hücre evlerini, domuz bağlarını, sopalı tarikatçıları, dergâh çarpıklıklarını, ahlaka aykırı ilişkileri, Müslimleri, Emineleri, terörü göz ardı edip bilim kuruluşlarını suçlamak asla doğru değildir. Her yerden her şey çıkabilir ama kötü örnek alınamaz. Cezaevlerindekilerin çoğu müslüman diye islam dini karalanıp suçlansa olur mu? Bu tür davranışlardan özenle kaçınmak gerekir. Toplumsal ırada bir sarsılma mı var kuşkusuna düşülüyor. Terörü, yolsuzlukları, ahlâksızlıkları, aykırılıkları, siyasal bozuklukları bırakıp ayrılıkçılara destek vermeye yeğleyen sözde aydınlar oldukça sorunlar tükenmez. Bu yanşaklar (densiz, geveze) oldukça insanlar birbiriyle uğraşır. Elini taşın altına koymayan, çıkarından başka bir şey düşünmeyen, sorunlarla ilgilenmeyen, bildirilere imza atmakla yetinen hazırcı öğretim elemanları üniversitelere gömülmüş durumda suskun, süklüm püklüm durmakta, bilimsel üretkenlikten uzakta zaman geçirmekte, kimi de medyada gösteri yapmaktadır. Kimi gösterişçi kurullar da, kurumlar da böyle tutuktur.

Türk Ceza Yasası’nın 163. maddesinin kaldırılmasının sonuçları bugünkü sorunlardır. “Tek kurtuluş hilâfet-Hilâfet elbet kurulacak-Müslümanların devleti raşid-i hilâfettir-Zulmün önünü ancak hilafetle keseriz” pankartları başkentte kolluk güçlerinin gözleri önünde açılıp yüzlerce kişi bu doğrultuda bağırıp çağırarak yürüyebiliyorsa yarınlarda daha yıkıcı saldırılar olacak demektir. Bunları bırakıp din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi lâikliği demokrasinin kaynağı, ulusal birliğin dayanağı, çağdaşlığın gereği olarak savunanlara saldıranlara ne demeli? Ermeni ve rum tırtılları, ajan tutumlu tulumlar, guguklar, AB ve ABD uydularına da... Birbirlerini sıkıca tutuyorlar. Atatürk Türkiyesi için vurdumduymaz olanlar, ermeniler için şaha kalkıyor. Bugün Atatürk sayesinde yaşamını sürdürüp de Atatürk Hava Limanı’ndayken “Bazen bir bardak su ama Atatürksüz olsun diyesim geliyor” diyebilenler var. Atatürk’ün akılcı (rasyonel) olduğunu miras olarak doğma değil, akıl bıraktığını söylediğini bilenler, örnekleme ve yorum yöntemlerini gözeterek “Atatürk yaşasaydı... ” söylemiyle sorunlara güncel çözüm arayınca kınayan aymazlar var. Atatürk’ün bedensel varlığının sonsuza göçtüğünü, geri gelmeyeceğini aklı olan herkes bilir. Ama değerbilir herkes Atatürk’ün ilkeleriyle, yarattıkları ve yaptıklarıyla yaşadığını da bilir. Koşulları ve ortamıyla O’nun yaptıklarını düşünüp bugün için neler yapılması gerektiğinin belirlemenin usdışı olduğunu söylemek için usunu yitirmek gerekir. Atatürk’ü benimsemeyenlerin, sevmeyenlerin, istemeyenlerin, adını anmaktan kaçınanların tersine yaklaşımları doğaldır. Kendilerinin bileceği iştir. Biz Atatürk’le övünüyor, Atatürkçü olmaktan onur ve kıvanç duyuyoruz. Söylemediklerimi, yazmadıklarımı söylemiş ve yazmışım gibi gösterip eleştiri için kendi yalanına sarılan pişkinlere yanıt vermeyi gereksiz buluyorum.

Değinmek gerekir

Zaman olsa, yer olsa yazacak, değinecek neler var. Ama yine de ele almak gerekiyor. Sorunları aşmak için neler olduğunu belirtmem zorunludur. Eğitimi dinselleştirmek, eğitim kurumlarını ele geçirmek sıkmabaşa güdümlü iktidarın amacıdır. Değişik saplantılarla bu yolda ileri-geri adımlarla sonuç almaya çalışmaktadır. İkinci bile değil, sözde cumhuriyetçilerle döneklerin desteğinde aşamalar kazanma uğraşındadır. Bağlı ve bağımlı hüt-döt iktidarının kalkışmalarının karşısına kimi aydınların bildiriler imzalamak, basın toplantıları, konferanslar düzenleyerek karşı çıkmaları dağınıklığı, karşıtlıkları giderip birleşmeye sağlamaya yararlı özveriler olarak düşünülmelidir. Sıkmabaşı bu iktidar kışkırtmaktadır. Ülkenin çözüm bekleyen nice sorunu varken boş yere kullanması anlaşılır tutum değildir. Özgürlükle asla ilgisi olmayan, tersine karanlığı, tutukluluğu çağrıştıran bir din-siyaset karışımı simge için insan ve zaman yitirmek bağışlanamaz.

Kendisi diktatörlüğü savunuyor, suç olmuyor. Siz demokrasiyi, hukuksallığı savunuyorsunuz, suç oluyor. Kendisi liberalizm tutkunu, siz bağımsızlık, ulusallık yanındasınız, o iyi, siz kötü. Tiksindirici bir anlayış, utandırıcı bir tutum. Bir gazete ya da dergide köşe kapmış, yazıp duruyor. Kendisi AB, ABD yanlısı olunca mârifet, siz Atatürk’ün dediği gibi “Türk Milliyetçisi” olunca rezalet. Milliyetçiliği ve ulusalcılığı birbirinden ayıran, tutuculuğu milliyetçilik, milliyetçiliği de tutuculuk sayan gericiler var. şimdi ulusalcılığa dönenlerin, ulusalcılığı savunan kimilerinin önceki yaptıklarına, sözlerine bakıp ulusalcılığı, bu soylu ve anlamlı kurumu ve kavramı kötülemenin anlamsızlığı açıktır. Dincilerin içinde pisliğe bulaşan yok mu? Liberalizmi savunanlar arasında kimler yok ki? Lâikliği benimseyenler içinde kötüler varsa lâiklik mi kötüdür? Milliyetçiyim, ırkçı-faşist değilim; ulusalcıyım, baskıcı, yasakçı değilim. Kuşkusuz ve tartışmasız Türk’üm ama Türkçülük çabasını uygun bulmuyorum. Bir kültür kurumu, kişisel aydınlanma, toplumsal barış ve dayanışma aracı olan dini karanlıklar kaynağı durumuna getirmek, dinsel sömürü oyuncularını tabulaştırmak, mezhep ve tarikat bozukluklarına hoşgörüşle yaklaşmak sakıncalıdır. Biz Atatürk’ü tabulaştırmıyor, akılcı ve gerçekçi tutumu-kişiliğini örnek alıyoruz. Kişilerin kendilerine özgü yöntem belirlemeleri başkalarını aynı yolu izlemek zorunda bırakmaz. Benim Atatürkçe düşünmem, O'nu örnek almam kimseyi ilgilendirmez. Benim yöntemimi uygun bulmeayanların kimleri ve neleri örnek aldıkları da beni ilgilendirmez.

Ermenilerle yandaşlarının yanlı, önyargılı konferans düzenlemeleri ne ölçüde yanlışsa onların ne olduklarını daha iyi gösterecek bu etkinliklerini engellemek de o ölçüde yanlış oldu kanısındayım. Yurtdışına kaçıp Türkiye düşmanlığı yapanların gazete köşelerinde yıkıcılıklarını serbestçe sürdürdüğü ortamda konunun uzmanı olmayanların ermenilere destek vermesi, kimilerinin “Katliam düzeyine varan bilinçli saldırı” diye yazması şaşırtmamalı, kimlerin, nerelere nasıl geldiği saptanıp yinelenmemesi için önlemler alınmalıdır. Terörü kınamayan, şehitlerine saygı duymayan, bağımsızlık ve ulusallık konusunda duyarlı olmayan kimse insan olamaz ki yurttaş olsun. Siyasetçilerin çoğu ilkeli değil. Yer kapmak, çıkar ve ün sağlamaktan başka düşünceleri yok gibi. Milletvekili olmak, seçilmek, yeniden seçilmek, başlıca amaçları. Seçilmeyeceğini anlayınca parti değiştirmek alışkanlıkları. Kimi kuruluşlarda da tanınmak, öne çıkmak, bir şeyler elde etmek amacıyla yerini bırakmamak için kuralları çiğneyen, oyunlara sapan, aykırılıklardan çekinmeyen yıllanmış etiket düşkünleri var. demokrasinin bir öğreti, bir disiplin, hak ve özgürlükleri kötüye kullanmadan olabildiğince yaşamasına olanak veren bir hukuksal ortam olduğunu unutup devlete çatmayı, karşıtlık ve aykırılıkları, bölücülük, yıkıcılık ve sapkınlıkları demokratlık, ilericilik, beceri sayan düşkünler türedi. Ahlâk, adalet, bilgi, deneyim göz ardı ediliyor, hemen “Milliyetçi eksenli popülist demogoji” suçlamasına kalkışılıyor. Milliyetçilik değil, onu sömürmek sakıncalıdır. Bunu anlamayanlara da acınır.

Geçenlerde bir yurttaş “Hep rumlar, ermeniler için çalışılıyor, Türkler ve Türkiye için yok sanki... ” dedi. Üzülmemek elde mi? Böyle bir kanı uyandıracak tutum ve davranışlar hepimizi düşündürmelidir.

Görevini yapanları suçlayan medya yardakçıları atıp tutuyor. Anayasa Mahkemesi anayasaya aykırılığı hatır için uygunluk olarak değerlendiremez. Yıllar önce Bursa’da bir toplantıda “Hukuka aykırı bir yasaya nasıl Anayasa’ya uygundur deniliyor?” sorusuna “Bu Anayasa hukuka aykırı, bu nedenle hukuka aykırı yasaya Anayasa’ya uygundur” yanıtı verildiğini anımsıyorum. İktidar maşaları boş durmuyor.

İsmet İnönü’yü eleştiren iki kişinin birbirlerine yönelmeleri, ağır suçlamaları ilginç.

İMF diktatörlerinin 11. 5. 2005 toplantısında, 26 Nisan 2005 günlü iyi niyet mektubuna dayanarak Türkiye ile üç yıllık yeni bir stand-by anlaşması ve yaklaşık on milyar dolarlık ek kredi verilmesini onaylamasının bedeli ağır olacağa benzemektedir. Sağlık alanında güçlük getireceği, borç ödemeye ağırlık vereceği, borçlanma hastalığının süreceği sezilmektedir.

Kudüs Patriği 1. İrineos’un azli için yapılan Ortodoks Kiliseleri Zirvesi konusunda da iktidar suskunluğu yeğlemiştir. Sorunlarımızın tümü AB’ne ve ABD’ne mi bırakılmıştır? RTÜK üyelerinin seçimi konusunda siyaset işbirliği de ibret vericidir. Bilimde, yargıda, kamu yayıncılığında yansızlık, bağımsızlık yararlı olmanın ilk koşuludur.

Düzeltme

TÜRKSOLU Gazetesi’nin 23. 5. 2005 günlü, 82. Sayısının 6-7’nci sayfalarında yayımlanan “Bağımsızlık Bayrağı” başlıklı yazımdaki dizgi yanlışlıklarını aşağıda düzeltiyorum:

Altıncı sayfa

- 1. Sütunun 1. Paragrafının 12. Satırının başındaki 1. Sözcüğünün ilk harfi (m) ,

- 2. Sütunun 1. Paragrafının 2. Satırının 1. Sözcüğü “çabalı”,

- 2. Paragrafının 2. Satırının 4. Sözcüğü “Ceceli”,

- 3. Sütunun 2. Paragrafının 9. Satırının 2. Sözcüğü “düşlemektedir”,

- 3. Paragrafının 10. Satırının 1. Sözcüğü “çıkarmıyor”,

- 5. Paragrafının 1. Satırının 2. Sözcüğü “öğretimin”,

Yedinci sayfa

- 1. Sütunun 1. Paragrafının 5. Satırının 1. Sözcüğü “bağımsızlığı”,

- 2. Paragrafın 6. Satırının 3. Sözcüğü “istediğimi”,

- 2. Sütunun son paragrafının 7. Satırının 3. Sözcüğü “belirginliği”,

- 3. Sütunun 1. Paragrafının 21. Satırının 3. Sözcüğü “aynı”,

- 4. Sütunun 3. Satırındaki “gereksizdir” sözcüğünden sonraki bölüm de “Karara uymak, gerekeni yapmak, bu aşamada Anayasa’nın 90., 11. Maddelerini gözeterek Ceza Mahkemeleri Kanunu’nun 311. Maddesindeki engeli aşmak gerekir. Bizim kurallarımız AİHM’ni bağlamaz. Onların kararını yerine getirmezsek Avrupa Konseyi ilişkilerimizle AB üyelik sürecini tehlikeye atabiliriz. Bunları göz önüne alınca çok şey yapılabilir. İlgili Türk Mahkemesi, Ceza Mahkemeleri Kanunu’nun 311. Maddesinin konuya ilişkin bölümüne dayanıp olumsuz karar da alabilir, bu bölümü Anayasa’ya aykırı bulup Anayasa Mahkemesi’ne de iptali istemiyle başvurabilir. Anayasa Mahkemesi’nin kararını kestirmek güçtür. İktidar, 311. Madde değişikliğini mecliste sağlayabilir. Ancak, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın dosya Yargıtay’a gelince 311. Maddenin Anayasa Mahkemesi’ne başvurma yetkisi yoktur. Yerel Savcılar için de durum böyledir. ” olacak.


http://www.turksolu.com.tr/83/ozgun83.htm

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder