22 Mart 2015 Pazar

Neler Oluyor?





Neler Oluyor?


Yekta Güngör  Özden,



Memurların aylıklarına yapılacak ek konusunda Bakanlar Kurulu’nun kararı beklenirken Sosyal Sigortalar Kurumu hastanelerinin Sağlık Bakanlığı’na Başbakanın kişisel istenciyle devri olayına karşı çıkanların toplu gösterileriyle Kasım ayının son haftasına giriliyor. AB’nin görüşme günü belirlemesi konusunda umut ve ödün karışımı etkileme çabaları sürüyor. Gün verilmesi sonucun güvencesi değil. Ama siyasal iktidar AB’ne girilmişçesine şamatalarla erken seçimi bile gündeme getirebilir. Dinsel duyguları okşamaktan başka yararlı bir çalışması görülemeyen iktidar sözde türban gerçekte sıkmabaş reklâmlarıyla tabanını tutmak çabasındadır. Bavyera’da alınan sıkmabaş yasağını bile bile yandaşı ve goygoycusu medya ile sıkmabaş dayatmalarını yenileyip hızlandırma bu eğilimin kanıtıdır. Kimilerinin 17 Aralık nedeniyle suskunluğa, hattâ donukluğa bürünmeleri yanında Fethullah Gülen’in karıştırıcı konuşmaları her olasılığı düşündürüyor. Futbol karşılaşmaları sırasında bıçakla öldürülen 16 yaşındaki çocuk, herkesi derin acıya boğdu. Sorunun “Futbol terörü mü, değil mi?” tartışmasına indirgenerek öbür boyutlarının gözardı edilmesi yerinde saymamızın değişik bir görüntüsüdür. Yeni Türk Ceza Yasası ve uygulama yasası nedeniyle suçluların bir bir salıverilmeleri, çağdaş uygulamadan, etkin yaptırımdan, topluma kazandırma koşullarının yerindeliğinden başlayacak bilimsel çalışmaların nasıl savsaklandığını ortaya koymaktadır. Suçtan caydırma yetisi olmayan kuralların zararlı düzenlemeler olduğunda duraksanamaz, AB ülkelerinin koşullarıyla Türkiye’nin koşulları bir değildir. Geçiş süreci gözetilmeden sağlanan hoş görü, suça özendirme sayılır. Trafik kazalarıyla suçlara ilişkin çizelgeler incelendiğinde toplumsal düzene ilişkin endişelere katılmamak olanaksızdır.

Bir kez daha

AB’ne girmek için girilmedik kılık kalmadı. Eşit, onurlu, saygın giriş özeni, yerini herşeye karşın giriş paspallığına bıraktı. Türkiye Cumhuriyeti’nin 1930’lardaki saygınlığı, Avrupa diktatörlerin elinde inim inim inlerken Atatürk’ün önderliğinde kazandıklarımız, Milletler Cemiyeti’ne çağrılmamız, Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi (12.1.1934), yabancı devlet büyüklerinin Atatürk’ü görmeye gelişleri unutuldu.
Yalpalamalar, ödünler, ezilip büzülmelerle sonuç alınmaya çalışılıyor. Yeni yeni çıkışlarla, oyunlar ve saptırmalarla AB süreci dalgalanıyor. Şimdi de Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın “Hepimiz Bizans’ın çocuklarıyız” sözünün değişik yankıları gündemi şişiriyor. Chirac’ın bu sözü dostluğa vurgu yapan, kültürel benzerlik ve birlikteliklerin önemini yineleyen bir açıklamadır. Asla soy-köken birlikteliği belirtmesi değildir. Ne var ki birçok kişi, AB’ne yaranmak için İlerleme Raporu’nda değinilen sözde azınlık sorunlarını bizde de tırmandıranların yanılgı ve yanlışlıklarına destek verdi. Yeterli bilgiyi edinmeden, siyasal ve hukuksal özelliklerin bilincine varmadan salt ideolojik saplantılar, iktidara yaranma ve konum edinme çabasıyla kaleme alınan yazılar yanında azınlık ve Bizans konularına doyurucu biçimde değinenler de oldu. Örneğin azınlık konusunda Aydın Akbay, Öztin Akgüç, Mehmet Türker, Kurtul Altuğ, Özdemir İnce herkesin anlayacağı açıklıkla değerlendirme yaptı. Erol Ertuğrul, İskender Özturanlı, Bertan Onaran da. İlhan Selçuk, Mümtaz Soysal’la Oktay Akbal’ın güçlü değinileri yararlanılacak bilgiler içermektedir. Konuya yalın anlatımla bir kez daha değinmek yararlı olacak sanıyorum.

Türkiye’de Lozan Barış Antlaşması’yla belirlenen “müslüman olmayan yurttaşlar”la Bulgaristan’la yapılan anlaşmada anılanlar dışında asla azınlık yoktur. Yurttaşlarımızın soy ve inanç kökeni ne olursa olsun hepsi birbirine eşittir, hepsi devletin gerçek sahibidir. Aralarında hiçbir ayrım yoktur. Yurttaşlar arasında sınıf, derece vs. bir fark bulunduğunu akıl ve vicdan sahibi hiç kimse söyleyemez. Kürt kökenlilerin gelmedikleri kat, edinmedikleri olanak kalmamıştır. Ne olmamışlardır? Çoğunluğun içinden çıkıp azınlık olma isteminin mantıklı hiçbir yönü yoktur. Amaç, özerklik, bağımsızlık yoluyla ayrı devlet kurmak ve Türkiye’den toprak koparmaktır. Ne durumdan nereye gelindiği unutulmuştur. Büyük Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir. -Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözlerini anlamayanlar Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ve Lozan’ın intikamını almak isteyenler birleşmişlerdir. Devletin adı bile onları yanıtlamaktadır. Tarih, toplumbilim, Türkçe, siyaset, hukuk bilgisi olmamak bir yana okumak-öğrenmek alışkanlıkları, dinlemek terbiyeleri de yoktur. Fransa’nın kendi ülkesindeki azınlıklara, Korsika’lılara neler verdiği, nasıl davrandığı açıklıkla ortada iken Türkiye’ye dayatmalarına aldananlar uyanmalıdır. İşgüzarlık yaparak, bilgiç geçinerek rapor yazanların incelenmesi, bugüne kadar yazdıklarının ve yaptıklarının irdelenmesi kimbilir neleri kanıtlayacaktır? AB’ni arkalarına alıp demokrat görünerek, bilgiçlik ve ilericilik taslayarak kendi ilkel milliyetçilik duygularına esir olup olmadıkları anlaşılacaktır. Ne eksik, neleri yok, bunları söylemiyorlar. Uygulamadan kaynaklanan haksızlıklar hepimiz için geçerli. Kürt kökenlilere kötülük yapan kürt yok mu? Ceza ve tutukevlerindeki müslümanlara bakıp müslümanlık nasıl kötülenemezse, kimi kötülüklere karışmış kişilere bakıp Atatürkçülüğü ve lâikliği kötülemek de asla geçerli olamaz. Ulusal Kurtuluş Savaşı birlikteliğiyle Avrupalıların adını koyduğu topraklarda “çoğunluğun adı adımız, dili dilimiz” ilkesini benimseyerek yurt edinmenin, ulus olmanın kıvancını yaşamak varken bölücülük yapmanın anlaşılır yanı yoktur. “Türkiyeli” ya da “Anadolu Devleti” devletin kurucu varlığını, insan topluluğunu dışlayan bir yetersizlik taşımaktadır. Konuşma dilinde “Türkiyeliyim” her şeyi karşılamamaktadır. Halk arasında doğum yeri, memleketi de söylenmektedir “Sivas’lıyım, Tokat’lıyım” gibi. Yabancılarla konuşurken ülke adı verilebilir. Yeni bir şey değil. Bu söyleniyor. Toprağı anlatan bu belirleme ya da belirtme yurttaşlığı açıklamıyor. “Nerdensin, nerelisin?” sorusunun yanıtı olsa da “Kimsin, nesin?” sorusunun yanıtı değil. Bu sorunun yanıtı yurttaşlık bağıdır. “Türkiyeli” ya da “Anadolulu” sözcükleri yurttaşlığı ortaya koymaz. “Türkiyeli” denilince bahane yapılan kürtlük de açıklanmış olmuyor. Anayasa Mahkemesi’nin DEP’in kapatılmasına ilişkin kararında şu tümce, ilgilisini kapsayan, ilgisizini dışlayan doyurucu bir içeriktedir:

“Devletin tek’liğinden, ülkenin tüm’lüğünden, ulusun bir’liğinden ödün vermeden herkes soy ve inanç kökenini özgürce açıklayarak Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlığı kurumu kapsamında tam eşitlikle kucaklaşır.”

Geriye hiçbir şey kalmamaktadır. Yurttaş-vatandaş olarak Türk olduğunu söylemek kürt, çerkez, laz, boşnak, arnavut vs. kökenini kimsenin elinden almamaktadır. Nasıl ki hristiyan, musevi, olanların dinini ellerinden almadığı gibi. Yurttaşlık-vatandaşlık devletle olan bağın adıdır. Anayasal bir kurum, anayasal bir konumdur. Anayasal bir niteleme, anayasal bir bağdır. Irkı belirlemez. Önemli olan yurttaşlığın tanımıdır. Yürürlükteki Anayasa’nın 66. maddesi vatandaşlık başlığı altında vatandaşlığı tanımlayacakken Türk’ü tanımlamıştır. Bu da Türklüğün vatandaşlık olarak algılanması biçiminde yorumlanmaktadır. Ancak hem bir ırk tanımıdır, hem de Türk gerçeğinin ters yorumlanmasına neden olur. 66. madde bana göre “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkının oluşturduğu Türk Ulusunun bireyleri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır” olmalıydı, olmalıdır. Çoğunluğun adıyla anılan ulus ezici, eritici değil, birleştiricidir. Tito, küçük kültürleri bağımsızlaştırarak birliği sağlayacağını sandı, Tito gitti, Yugoslavya bitti. Atatürk küçük kültürleri ulusallaştırdı. İşbirlikçi sapkınlara, sözde dostlara, tüm düşmanlara karşın ayaktayız. Apo’yu şaşırtan ve aşan önerilerle ulusal birliğe zarar verenleri kınamak yetmiyor. Toplumu bilgilendirmek gerekiyor. İktidarın yetersiz tepkisi, yanlış boşluk doldurması da yarardan çok zarar getiriyor. Ümmetçiler ulusalcı olmadıklarından, ulus bağı yerine din bağını istediklerinden onların umurunda olmayabilir. Türk toplumunun yaradılışı ve yapısı, ulusal varlığının başlıca dayanağıdır. Kimliksizmişiz gibi, kimliğe gereksinimimiz varmış, kimlik arıyormuşuz gibi görünüm veren olumsuz çabaların, kendini yadsıma aymazlığının getirdiği sonuçlarla Chirac’ın sözleri birleştirilebilir. Karen Fogg çocuklarından Bizans çocuklarına uzanan çizginin sorumluları da azınl ıkçılardır. Türkiye şamar oğlanına çevirilmek isteniyor. Rauf Denktaş bir ara “Fogg çocukları”nın ne anlama geldiğini yaraşır olanlara söylediğini anlatmıştı. Bizans, yayılmacı Doğu Roma İmparatorluğu’nun mirasçısıdır. Biz bırakınız Bizanslı, Osmanlı da değiliz. Türkiye Cumhuriyeti’nin, Atatürk’ün çocuklarıyız. Dostluk, kültür, ekonomik, siyasal işbirliğini dışlamıyoruz. Atatürk, Fatih’ten sonra İstanbul’u ikinci kez alan Türk büyüğüdür. Aynı yerde doğmak ve oturmak, aynı olmayı gerektirmez. Biz başkası değil, kendimiziz. Roma İmparatorluğunun parçalanmasıyla oluşan Bizans bizimle ortadan kalkmıştır.

Anayasal Vatandaşlık

Kültür benzerliği ve kimi birliktelikleriyle tanımlamalardan korkacak, dostluk yaklaşımlarını geri çevirecek değiliz. Ama emperyalist açılımlara kesinkes karşıyız. AB Türkiye’yi balmumu gibi avucunun içine almak çabasındadır. Avuçları yanabilir. Bir ara anayasal vatandaşlık gibi öneriler ortaya atılınca Anayasa Mahkemesi’nin 32. kuruluş yıldönümü töreninde Başkan olarak yaptığım konuşmada buna da değinmiştim. Mahkeme arşivlerinde bulunması gereken basılı metnin o bölümünü olduğu gibi buraya alıyorum:

“... Temelde anayasal bir kavram ve kurum olan, başka türlü düşünülmesi olanaksız vatandaşlığı, aykırı örnekler vererek, devleti, ülkeyi ve ulusu dışlayarak, özgün adını anmayarak “anayasal vatandaşlık” biçiminde önermek, yanlışlıktan ötede yanılgıdır. Bireylerin oluşturdukları ulus, devletin kurucu öğesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin adını bölmeye ve paylaşmaya, böylece etnik özellikleri siyasal ayrımlarla somutlaştırmaya yönelik çabalara olur verilemez. Her devletin bir adı olur, yurttaşlar da etnik kökenleri ne olursa olsun, yurttaşları oldukları devletin adıyla tanınır, onun vatandaşlığını taşırlar. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk, içindeki tüm değişik topluluklarla Türk Ulusu’dur. Ülkemizde uluslar arası andlaşmalarda belirtilenler dışında, özellikle müslüman azınlık, herhangi biçimde azınlık sayılacak ya da çoğunluktan çıkarılıp azınlığa indirilecek bir topluluk yoktur. Hiçbir uluslararası kural da böyle bir sav’a, kendi yazgısını belirleme hakkı vererek ayırmaya elverişli değildir. Ülkemizde bir etnik topluluk sorunu değil, değişik ülke sorunları içinde değişik etnik topluluklar vardır. Yapay sorunlarla ulusal birliği bozmak isteyenlere yeni savlar olanağı verecek, Türk Ulusu yapısına ve bilincine aykırı ödünsel tanımlara gerek yoktur. Anayasa’nın 66. maddesinin birinci fıkrası, ayrılık ve ayrıcalık için değil, birlikteliği vurgulamak, kimi yersiz çekinmeleri gidererek kimliği açıklama özgürlüğünün engellenmediğini göstermek için düzenlenmiştir. Bu, bir ırk belirlemesi, vurgulaması ya da üstünlüğü değil, vatandaşlık adının belirtilmesidir. Öngörülen, “Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı”dır. Ayrılık ve ayrıcalığı önleyen, birleştirici ve tümleyici tanım, vatandaşlığın adını öngörmektedir. Türk Ulusu’nun bireyi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşı olmaktan başka anlama gelmeyen, her zaman açıklanan etnik köken bağını kaldırmayan anlatım biçimi yurttaşlar arasındaki eşitliği de vurgulamaktadır. Irka dayalı bir tanım söz konusu değildir. Yurttaşlık niteliği ve ulusal birlik vatandaşlıkla anlatılmıştır. Türk Ulusu da ırkçılık anlayışı üzerine değil, insanlık temeli üzerine kurulmuştur. Bu konu özellikle ele alındığında aynı doğrultuda başka yazılış biçimleri, görüş ve öneriler de açıklanabilir. Dayatmalarla Cumhuriyet’in temeli olan ulusal nitelik değiştirilemez, ulusal yapı bozulamaz. Tekil devlete aykırı istemler ve ayrı ulus savı dinlenemez.

Anayasa Mahkemesi’nin siyasal partilerle ilgili kararlarında yinelediği gibi kimsenin etnik kimliği, soy kökenini açıklaması yasak değildir. Böyle bir özgürlük bulunmadığı savı da gerçek dışıdır. Devlet dili Türkçe olup özel yaşamda anadil kullanılması yasağı da yoktur. Gizlendiği, aşama aşama ortaya çıkarılacağı anlaşılan aykırı istemlere ortam ve olanak hazırlama niteliğindeki çabalarla yöntemler geçerli olamaz.”

On yıl önceki bu konuşmanın önsezilerden ilerde sayılacak bir gerçekçiliği yansıttığı kuşkusuzdur. Yabancıların kollarında, kucaklarında, ellerinde olanlar, yabancı vakıfların temsilciliklerini yüklenenler, yabancı kuruluşların sponsorluğunda halkımızı aldatanlar tarihi, özellikle Atatürk’ün Büyük Söylev’ini yeniden okumalıdırlar. Çevremize bakmaları yeter, anlayacaklarsa.

Neler Oluyor?

Çelişkiler, çarpıklıklar siyasal güç gösterileriyle sürüp giderken olaylar yatak ve kanal değiştiriyor. Oyalama ve avutma da öylesine. Çoğulcu, katılımcı, kurallar ve kurumlar düzeni olan demokrasiyi herkesin istediği gibi davranacağı, aklına eseni yapacağı, konuşup yazacağı bir başıbozukluk, disiplinsizlik düzeni gibi algılamanın belirtileri tüm sakıncalarıyla yaşanmaktadır. Soygunlardan kapkaçla ra, töre uygulamalarına, spor anarşisine değin her çirkinlik kol gezmektedir. Hakkını aramak isteyenlerin yıllarca beklediği, sonunda en sağlıklı güvencemiz yargıya bile güven duymama durumuna gelebildiği söylenen bir ülkede kimse rahat olamaz. Gösteri, tutku, şaşkınlık, bilgisizlik, çocukluk, gençlik, görgüsüzlük, şımarıklık ne denirse densin olaylar, bayram öncesinde, sırasında ve sonrasındaki trafik kazaları ürkütücüdür. Yalnızca Ramazan (Şeker) Bayramı’nda 81 kişi öldü, 261 kişi yaralandı (Milliyet, 18/11/2004). 19 kişi de cinayette yitirildi. Emniyet Genel Müdürlüğü açıklamasın da 2004 yılının 9 ayında 262589 asayiş olayında 5602 kişi öldü, 70872 kişi yaralandı. 14403 kapkaç olayı saptandı. Bu sürede kayıtlara geçen 352895 trafik kazasında 2277 kişi öldü, 81978 kişi yaralandı. Savaşlarda bile bu ölçüde insan yitirilmiyor. Bakınız tersliğe, Irak’ta da savaştaymışız gibi ABD ve İngiltere askerlerinden sonra en çok ölü veren Türkiye’dir. Bugüne değin (23.11.2004) Irak’ta 63 yurttaşımızı yitirdik. Ulusumuz bu sorunların etkin girişimlerle çözümünü beklerken milletvekillerinin ödeneklerini artırmaya çalıştıklarına ilişkin haberler basında yer almaktadır. Irak’ta bir hafta içinde 7 Türk öldürülüyor, cılız sitemlerle tepkimiz sınırlı kalıyor. Anayasa gereği uyulması zorunlu yargı kararlarını gözardı edenler, bu kararlarla bağdaşık milletvekili andını unutanlar, Anayasa’nın değiştirilmesinin önerilmesini bile yasakladığı cumhuriyetin lâiklik niteliğini tartışmaya açanlar sıkmabaş için alanları doldurup camileri kullanırken, eğitim-öğretimi kesintiye uğratırken Irak’ta ölen yurttaşlarımız için derin bir sessizliğe gömüldüler. Bu da yetmiyor, yine Anayasa’nın değiştirilmesini, tersine işlem ve uygulama yapılmasını yasakladığı devletin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütünlüğünü, dilini, tekilliğini, ulusal yapıyı tartışmaya açıp bunların yıkılmasına çalışıyorlar. Bu bozgunculukları ve kendilerini yadsıyıp demokrasi ve özgürlük adına yürütüyorlar.

Kendilerine yasalara aykırı biçimde, yetkili ve ilgililerin anlamsız hoşgörüsünden yararlanıp “AK Parti” diyen Adalet ve Kalkınma Partililer, doğanın ak örtüsüyle ansızın karşılaştılar. IMF ilişkileri, özelleştirme bildirileri, işçi olayları, memur etkinlikleri, öğrenci gösterileri, ekonomik sorunlar birbirine eklenirken 17 Aralık’ı atlatmaya öncelik verdikleri anlaşılmaktadır. Bu duruma anamuvafakat partisi de kendi içindeki çalkantılarla destek olmaktadır.

Muhalefet değil, Muvafakat

Gerçek muhalefeti oluşturacak güçlerin dağınıklığı ülkemiz için talihsizliktir. Bu durum sürdükçe lâik cumhuriyet karşıtı gericiler iktidarı bırakmayacaklardır. Aydın geçinenlerle, aydın sanılanların yapay sorunlarla, çocukça sayılacak nedenlerle uğraştığı günümüzde gericilerin ilke ve parti gözetmeksizin dayanışmaları demokrasinin gerçek gücü olan muhalefet yoksunluğunu ortaya koymaktadır. Yasama organına giren ikinci parti de anamuhalefet olmaktan ötede anamuvafakat partisi durumundadır. AB’ne Başbakanla gitmeyi onur saydığını söyleyen liderlerin kadrolaşma, lâik cumhuriyetin temel değerlerinden verilen ödünlerle kimi hukuksal, ekonomik ve siyasal uygulamalar konusundaki yavaşlığı yavanlık sayılacak niteliktedir. Bu soruna parti içindeki kavga düzeyine gelen çalkantılar eklenmiştir. Bir İlçe Belediye Başkanı’nın çıkışları çok yönlü düşünülecek özellikler sergilemektedir. Ülke düzeyinde iktidarın amacını, yöntemindeki sakatlıkları bir fırtına etkisiyle duyuracak demokratik çabalara tanık olunamamaktadır. Uygar atılımlarla demokrasinin erdemini halka tattırmak muhalefetin görevidir. Üstelik taşkınlıklara karşı da en iyi örneği oluşturmaktır. Kimi yasaları Anayasa Mahkemesi’nin uygunluk denetimine sunmaktan ötede doyurucu bir muhalefet girişimi görülmemektedir. Yeni Türkiye Partisi ile birleşme de şimdilik bir sonuç getirmemiştir. Birleşmelerin yararı ve zorunluluğu yönünden anlamlı bir başlangıç sayılabilir, o kadar. Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi ile Bağımsız Cumhuriyet Partisi’nin örnek, öncü olarak birleşmesinin kimilerinin kendi imzalarına ters düşen tutumlarıyla sonuçsuz kalması, siyasal tarihte değerlendirilecek bir engellemedir.

Öbür muhalefet partileri de ilkeler konusunda yeterli duyarlık ve özenden yoksundur. Sıkmabaşa verdikleri önem kadar başın içine önem verseler, lâik cumhuriyetin anlam ve değeriyle amacını tam kavrasalar muhalefet görevlerini yerine getirirler. Dinsel inançları oy aracı saymak anlayışı sürdükçe siyasal oluşumların çağdaş görünümlerini, olumlu sonuçlarını yaşamak olanaksızdır. AB zoruyla biçimsel değişiklikler, “uyum” adıyla kimi düzenlemeler de yapılsa özde bir ilerleme olasılığından söz etmek bile güçtür.

Daha başka şeyler de var

Kızılay saygın kurumlarımızdan biriyken hukuksal bozuklukların yaşandığı bir ortama sürüklenmiştir. Anayasa Mahkemesi ve Danıştay kararları yerine getirilmemekle, oldubittilerle sonuç alınmaya çalışılmakla, siyasal iktidar yandaşları kendilerini güvenceye alarak hukuka karşı çıkmakla büyüyen suçlamalar birbirine eklenmektedir. Yargı organlarının yansızlığı, bağımsızlığının doğal sonucudur, gereğidir. İktidar etkisinde kalınacağını, ona açık durulacağını sanmıyorum. Yargı kararlarının yerine getirilmesini sağlamak, iktidarın görevidir. Yargı kararlarının uygulanamadığı bir devlet hukuk devleti olamaz. Uygulanmasını sağlayamayan, tersine tutum sahibi bir yönetim de geçerli sayılamaz. Kızılay’ın adına, onuruna uygun durum, tüm ilgililerin vicdan borcudur.

Ayrıca, Sayıştay üyeliği seçimlerini kendi istediklerinin seçilmesi, Sayıştay’dan kadrolaşmanın gerçekleşmesi için geciktiren iktidar TBMM Bütçe Plân Komisyonu’nda haklı eleştirilere uğramaktadır. Kadrolaşma çabaları yargı organlarını aşarak, kimi yargısal görevler verilen Sayıştay’ı da kapsamına almıştır. Kimileri kadrolaşmanın Sayıştay’da başladığını da ileri sürmektedir. Nerede olursa olsun, siyasal kadrolaşma sakıncalıdır, tehlikelidir, bugünün iktidarının karşısına muhalefet düştüğü zaman çıkacak en büyük engeldir. Ne yazık ki iktidar kadrolaşma hırsından vazgeçmiş görünmemektedir.

Açılışlar, çekilen nutuklar, korunan yandaşlar, savsaklanan görevler, ele alınmayan dokunulmazlık dosyaları, medya destekleri ortadadır. Her yere siyaset girmiştir. Yalnız kendilerini akıllı sananların akıllarından zoru olmasa da kuşku duyulur. Erzurum’da liselerarası basketbol şampiyonasını izlemeye gelen lise öğrencilerinin kızlar ve erkekler olarak haremlik-selâmlık biçiminde ayrı ayrı oturtulmalarını savunmak ilginç bir ölçüsüzlük örneğidir. Okullarda kız-erkek karma düzene geçildiği yılı anımsayıp şimdi yöneticilik yapan öğretmenlerin tutumuna bakınca üzülmemek elde değil. İktidara yaranmak ve bir yerlere gelebilmek için mesleğin gereklerini bırakıp dinciliğe soyunmanın hiçbir anlamı yoktur. Milletvekili ve Bakan olabilmek için ilkeleri gözardı edip her partiye girebilen, parti parti dolaşan, göze girip yandaş görünerek bir yerlere gelmek isteyen kişiliksiz ve niteliksizler demokrasiye, kurumlara, mesleklere, topluma, kendilerine zarar vermekten başka bir şey yapmış olmazlar.

İşte Sayılar

Yabancıları edindiği taşınmazlara ilişkin sayılar giderek kabarmaktadır. Kasım 2004 ortasında yabancı uyruklu kişilerin Türkiye’de sahip oldukları taşınmazların 271 bin dönümü bulduğu duyuruldu (Gözcü, 12.11.2004, sayfa 1). Habere göre taşınmazlar 44215’e ulaştı. Bunların %31.4’ü Yunanistan uyrukluların. %28.5’i Federal Almanya, %12.8’i İngiltere, %11.5’i de Suriye uyruklularındır. Gelecekte karşılaşılacak istekler, öneriler, oyunlar, dayatmalar, dış baskılar için ortam hazırlanmakta olduğu kuşkularını doğrulayacak hızda yabancılar taşınmaz edinmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin CHP’nin iptal başvurusunu görüşmesinden sonra dinleme kararı aldığı yazılmıştır. Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümezliği ilkesi, sonuç iptal olsa bile, tehlikeleri hafifletemez.

Kıbrıs konusunda seçime gitmeyi zorunlu kılan olumsuzluklar yaşanmaktadır. AB ülkelerinin desteği, ABD’nin baskısıyla gelinen durum içaçıcı değildir. Kıbrıslı soydaşlarımız kandırılmıştır. AB Parlamentosu’nun aylar sonra yardımı onaylaması sorunları çözecek ağırlık taşımamaktadır. Tersine AB üyeliği için Güney Kıbrıs Rum yönetimini Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıması koşulunun Türkiye’yi düşüreceği durum bundan da kötü olacaktır.

Kimi tasarıların TBMM’de görüşülmesinin öngörüldüğü günlerde 17 Aralık sonrası siyasal yaşamın neleri getireceği de kestirilmeye çalışılmaktadır. Görüşme günü alacak iktidarın güç gösterilerine girerek kimse için bir şey kazandırmayan sözde uyum yasalarından sonra Anayasa değişikliklerine kalkışacağı, YÖK Yasası ile sıkmabaşı da içine alan yeni açılımlar deneyeceği, yargıda etkinliği daha artıracağı, kadrolaşmayı her organa, her birime yayacağı konuşulmaktadır. AB ülkelerinin karşı çıkarak üyeliği tehlikeye sokacak kimi uygulamaları iktidarın 17 Aralık sonrasına bıraktığı, ertelemelerle AB ülkelerine şirin görünmeyi yeğlediği söylenmektedir. Onlar da bu tutarsızlıkları, bu kurnazlıkları ayırdedemeyecek düzeyde değillerdir. Bu nedenle neler olacağını o zaman göreceğiz.

Bu vesile ile Atatürk’ün büyüklüğü her gün yeniden ve daha büyük oranda anlaşılıyor. Olanları izledikçe, olacakları düşündükçe, O’na olan hayranlık, bağlılık ve saygı daha artıyor. 5 Mart 1931 günü milletvekili aylıklarını 350 liraya indiren yasa TBMM’de kabûl edilmişti. 1932’de Milletler Cemiyeti Türkiye’yi üyeliğe çağırmıştı. Nerden nereye gelindi. Açıklık, saydamlık, gerçekçilik, içtenlik, kararlılık, etkinlik, onurluluk O’nun zamanında doruktaydı. Saygınlık tanımı güç ölçüde büyüktü. Güvenirlik de öyle. Şimdiki kimi siyasetçiler seçmenlerine minnet döneminden sonra sanki cinnet dönemine girmişçesine onlardan uzaklaşıp kendi çıkarlarına düşüyor.

Bu arada şeriat kurallarına ilişkin tartışmalara katkıda bulunmak amacıyla bir açıklama yapmak gereğini duydum. Türkiye tarafından Cidde’de imzalanan ve 3.8.1996 günlü, 4163 sayılı yasayla onaylanması uygun bulunan “İslâm Ülkeleri Arası Yatırım ve İhracat Kredi Sigortası Kurumu Kuruluş Anlaşması”nın şeriatı öngörmesi nedeniyle ilgili Bakanlar Kurulu kararının imzalanması aşamasında zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i arayarak gereken açıklamayı yapmam üzerine kararname üç paragraf ve üç fıkrasına “ihtirazî kayıt” (hakları saklı tutma açıklaması) konularak imzalanmıştır (Resmî Gazete, 19 Mart 1997, Sayı 22938, sayfa 1).

Fethullah Gülen’in sözleri

Beni kötüleyen konuşmalarını yayınlarda izlediğim F. Gülen’in daha önce gönderdiği övücü mektuplara anılarımda değineceğim. Adamlarının konuşma için çağrılarını, gelip gitme isteklerini, geri gönderdiğim kitap paketlerini, armağanları da anlatacağım. Gazetesinde gerçekleri çarpıtıp amaçlı değerlendirmeler yapmakta, kamuya yanlış tanıtma çabalarını kendileriyle görüşme isteklerini kabûl etmememe karşın konuşmuşum gibi yayın yapmaktadırlar. Türkiye’de yaşanacağını söylediği kötü olaylar bugünkü iktidar karşıtlarının değil, kanımca, yandaşlarının neden olduklarıdır. Nasıl sıkmabaş için sessizliği seçmişler bekliyorlarsa, güvendikleri ve kendilerine dayanan iktidarı güç duruma düşürmemek için, yine kanımca, parmakları tetikte, bir elleriyle namlunun ağzını tutarak bekliyorlar. Bu iktidarın yerine başka bir iktidar, ilerici bir iktidar olsaydı yalnızca sıkmabaş için alanları cami önlerini, üniversiteleri kan gölüne dönüştürmeleri işten bile değildi. Irak olayları sıkmabaştan daha az mı önemli ki susuyorlar? AB üyeliği için verilen ödünler ondan az anlamlı mı ki duruyorlar? Şimdi aydınlara saldırılmamasının nedeni iktidarı sarsmamak içindir. İktidar yıpranmasın diye sabırlılar. Takiyyeleri anladıkları, bildikleri için bekliyorlar. Şimdiye kadar hiç gericilerden öldürülen oldu mu? Öldürülenlerin hepsi ilericiler. Demekki öldürtenler de, öldürenler de gericilerdir. Dindarlığı köktendincilikle gölgeleyen, islâmiyetle terörizmi yanyana getirten, inanca en büyük kötülüğü yapıp en büyük zararı veren dinden anlamayan, dini kötüye kullanan, lâikliğin dini vicdana yerleştiren değerini gözardı edenlerdir. Din bilginlerine, toplumbilimlerinin değişik dallarında ün yapmış bilimadamlarımıza karşın eğitim ve öğretim düzeyi bilinen F. Gülen’i dinlemenin, ABD’nin müslümanlığa ve müslümanlara karşı tutumunu onaylarcasına onun korumasına sığınan kişiye kulak vermenin anlamsızlığı açıktır. Müslümanlıkta Allah ile kulu arasında hiçbir araca yer yoktur. Kur’an dışında kaynak aramak ta boştur. Yansıyan ve yayımlanan demeçlerle iç ve dış ilişkileri, bilgilerin kaynağı iyice araştırılmalı, yargı evreleri üzerinde durulmalı, hakkındaki yayınlar değerlendirilerek hiçbir haksızlığa neden olmayacak duyarlıkla gerekenler savsaklanmadan yapılmalıdır.

Yurtiçi, özellikle yurtdışı ilişkiler, olanaklar, emanetçiler, sözde yöneticiler, yabancı ülkelerdeki varlığın kaynakları, dayanakları, temsilciler vd. ne varsa didik didik edilmelidir. Demokrasiler, hesap sorma, denetim düzenleridir. Gizli ilişkiler, kapalı sistemler demokrasiyle bağdaşmaz.

Irak yarası

“Türkiye tek başına girmeliydi, ABD’ye kolaylık tezkeresi Meclis’te kabûl edilmeliydi” tartışmaları sürerken ABD Irak’ta Irak’lı bırakmamacasına kıyım yapmaktadır. Bush’un yeniden seçilmesiyle artan şiddet eylemleri gelecekte başka ülkelere yönelme olasılıklarını da gündeme getirmektedir. ABD’nin tutumu tüm anlaşmalara aykırıdır, hiçbir kural tanımamaktadır. Kuralı kendisi koymakta, kendisi uygulamaktadır. Gerçekdışı savlarla girdiği Irak’ta hergün biraz daha bataklığa saplanmakta, gelecekte her ülkeye zararı olacak oluşumların tohumlarını atmaktadır. Terörle savaş adına en ağır terör estirilmektedir. Irak’ın kuzeyinde yuvalanan PKK-Kongra/Gel örgütüne hoşgörüsü Türkiye’ye dostluk sözlerine karşın en yumuşak biçimde sürmektedir. Irak’ta devletini, ülkesini korumak isteyenler terörist sayılıyor da Türkiye’yi bölüp parçalamak için onbinleri öldürenler niçin terörist sayılmıyor? ABD’nin Irak’ta ne işi var? PKK-Kongra/Gel örgütü ve destekçileri milliyetçi, yurtsever sayılıyor da ülkesini yabancı işgalcilere karşı koruyan Irak’lı nasıl terörist oluyor? İşin utandıracak yanı müslümanların suskunluğu, tepkisizliği, dağınıklığı yanında Avrupa ülkelerinin pısırıklığıdır. Kendilerine dokunmayan teröre ses çıkarmadıkları gibi ABD zulmüne ve vahşetine de katlanmakta dinsel ve siyasal nedenlerle ölümleri seyretmektedirler. Müslümanların böyle bir ortamda Ramazan Bayramı’nı kutlamaları bile düşündürücüdür.

Irak sorunu üzerinde dururken Turgut Özal’ı anımsamamak olanaksız. Hâlâ onu öven, doğal, olağan gelişmeleri, artan uluslar arası ilişkiler nedeniyle gelinen düzeyi tümüyle ona bağlayanlar var. Kötülüklerle köktendinciliğin sakıncalarına değinmemizi küçümseme ve alayla değerlendirmekten ötede hakaretle karşılayıp kötüleyen aşağılıklar, affedersiniz, alçaklar var. Kimi marksist, kürtçü, bölücü, ırkçı-turancı, faşist, şeriatçı, terörist kendileri gibi olmadığımız, Atatürkçü olduğumuz için bize saldırıyor. Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, çağdaşlığı, demokrasiyi, aklı, bilimi, gerçeği, kişiliği, onuru, namusu, ahlâkı, adaleti, insanlığı savunduğumuz için karalanıyoruz. Yalancıların, sahtekârların oyunlarına geliniyor. Duruşumuz, Türkiye karşıtlarını kudurtuyor. Özal’ın Kürt devleti, federasyon konusunda etki yapmaya, kandırmaya, nabız yoklamaya geldiği yargı organlarında aldığı sert yanıtlar ilgililerce bilinmektedir. Onun başlattığı aykırılıklar sayılmayacak kadar çoktur.

Kerkük’de kürt çoğunluğu sağlamak için belediye seçimlerinin ertelenmesi, Irak genelinde güvenlik gerekleri sağlanmadan genel seçimlere karar verilmesi Türkiye yönünden çok önem taşıyan olgulardır. Bakalım iktidar ne yapacak, nasıl davranacak? İnsan Hakları Danışma Kurulu’na yapılan atamalar iktidarın inadının açık belirtisidir. Kamuoyunun yakından tanıdığı kimi yandaşlarla yanaşma çabasında olanlardan kimileri iktidarı okşayan görüşleri, yazıları ve tutumları nedeniyle kurula alınmışlar, kurul yöneticilerinin önerileri geri çevrilmiştir. Azınlık konusu başta kimi görüş, değerlendirme ve önerilerine katılmasak bile alanında uzman, yansız, siyasal katılığı olmayanların dışlanması uygun olmamıştır. Bunlar iktidarın bildiğini okumayı sürdüreceğini, hattâ daha çok yandaşını bir yerlere getirerek kadrolaşmayı yayacağını göstermektedir.

Rumların Kıbrıs’ta kadınlara saldırdıklarına, erkekleri öldürdüklerine ilişkin kıyım açıklamaları kimilerinin aklını başına getirip gözlerini açacak mı bunu da göreceğiz. Kıbrıs seçimlerini de.

İnanç bağımlılığı ve çıkar düşkünlüğü beyinleri kerpiç-tezek durumuna getirirse önemli sorunların hiçbir değeri yoktur. İnsanları aldatmak, amacına erişmek için en kolay yol inanç sömürüsünden geçmektedir. Batıda da, doğuda da yumuşak karın budur. Namus, onur, saygınlık, bağımsızlık, özgürlük, kişilik, soyluluk düşünülmezse çekilecek sıkıntıların, yaşanacak güçlerin kesilmesi olasılığı yoktur. İbretlik yazarlar bunun kanıtıdır.

Medyanın Plakları

Atatürkçü gençlerin temiz duygular, iyi düşüncelerle çalışmaları kimi Atatürk karşıtlarını öfkelendiriyor. Kezlerce yazmamıza, açıklamamıza karşın yakıştırmalarından ve yalanlarından vazgeçmeyen medya papağanları bilmedikleri ve bilmek istemedikleri konuları çarpıtarak sapkınlıklarını sürdürüyor. Atatürk’ü, Atatürkçülüğü, lâikliği, cumhuriyeti, demokrasiyi, hukuku, insan haklarını kavrayamadığı görülen kimi aymazlar, diktatörlüğüne karşı olduğumuz Saddam’ın ülkesini işgalci dış güçlere karşı savunmasını uygun bulmamızı Saddamcılıkla suçladı. Yazılarımızı kadrolu yazar olarak, ücret alarak yazmadığımızı, sorumluluğumuzun kendi görüşlerimizi içeren yazılarımızla sınırlı olduğunu vurgulamamıza karşın bir dergide yazan herkesin bir örgüt üyesi gibi birlikteliği ya da işbirliği ileri sürüldü.Yargıda olan konu için yargıyı etkileyici açıklamalar yapıldı. Görevin, ordunun çağrının ne olduğunu bilmeyen, tersine silâhlı kuvvetleri “zaptiye” nitelemesiyle küçümseyip alaya alan kimileri kendi geçmişlerini unutup marksist, kürtçü, şeriatçı, bölücü olmayan onurlu insanlara saldırdı. Kendi yazdıkları gazetedeki tüm yazarlar aynı çizgide, aynı düşüncede, aynı ahlâk değerleriyle donatılmışlar gibi atıp üfürüyorlar. Bir gazete ya da dergideki imza sahiplerinin bağımsızlığı, kişilikleri, özellikleri unutuluyor. Çünki işlerine böyle geliyor. Varlığımıza, değerlerimize yönelik saldırıları gözardı ediyorlar. İkinci Meşrutiyeti Kurtuluş Savaşı’ndan önemli bulan, lâiklik ve Atatürkçülüğü tehlike, ve belâ sayan zıpırlıklar onları mutlu ediyor. İnsanlık, ahlak, yurttaşlık anlayışları böyle. İktidar çığırtkanlığı, çıkar düşkünlüğü öyle düşürüyor ki ne yapacaklarını bilmiyorlar.

“Atatürkçülüğün-Kemalizmin olmadığını” savlayacak kadar ileri giden şirretler var. Düzeyimiz ve kişiliğimiz gerekeni söylemeye engel.

Hele öyle bir düşüğü var ki. Görevde olduğum zaman yargıçlık niteliklerine, meslek gereklerine büyük özen içinde davranarak anayasal ilkeleri savunmam nedeniyle çöreklendiği köşeden sık sık bana saldırırdı. İrticanın iktidar yürüyüşünün ayak seslerini ilk sezenlerden biri olarak tehlikelere değinmem bu yalakayı rahatsız ediyordu. Hiçbir kişiye, kuruluşa, kuruma dalkavukluk yapmadan, hiçbir şeye sığınmadan, bağımsız ve özgür bir yurttaş, sorumluluk bilincine gölge düşmemiş bir hukukçu olarak duyarlığım ve özenimden gocunan içte ve dıştakiler ne söyleyip yazacaklarını şaşırıyorlardı. Kuyrukları yine boş durmuyor. Açtığım dâvalardan aldığım tazminatları, dağıttığım vakıf ve derneklere ilişkin makbuzları da sahiplerine gösterdim. Hangibirini sayayım? Dosyalarına bakarlarsa 1993’lü yıllardan bu yana yalanlarının, saldırılarının, haksızlıklarının belgelerini bulurlar. Terbiye kişiliğin, kişilik de insanlığın özüdür. Her havlamaya başını çeviren yolda yürüyemez. Eleştiriyi terbiyesizliğe dönüştüren ve yalanla dolduranlar, insanlıkdışı düşenlerdir. Hâlâ ödemeden kaçınan, özür dilemesini bile bilmeyen aymazları var. Babasının yanında kısa pantolonla yaramazlık yaparken, hukuk danışmanı ve köşe yazarı olduğum gazetede stajyer muhabirken tanıdıklarımın zamanla ne durumlara düştüğünü görünce içim burkuluyor. 1955-60’da ortaokul öğretmenleri olduğum iki çocuk (biri akıl hastahanesine de alındı) 30-35 yıl sonra benimle hiç konuşmadan, hiç görüşmeden köktendinciliğe kaymaları nedeniyle gülünç eleştiriler yazdı. Biri de şimdi gericilerin atadığı önemli bir yerde ama güç durumda. Arafat’ı terör dışı savaşımıyla övdüm, yitirilmesinden büyük üzüntü duydum. Arafatçı değilim.

Biraz ilgi

Hiçbir siyasal kuruluşun üyesi değilim. Hiçbir dernek ve vakfın yöneticisi değilim. Bir üniversitede öğretim görevlisi, bir üniversitenin ilköğretim ve lisesinde yönetim kurulu üyesiyim. Karşılıksız yapmaya çalıştığım bu hizmetlerden başka görevim yok. Olmasını da düşünmüyorum. Tek adresim evim. Buna karşın yıllar önce çalıştığım yerlere kart ve mektup gönderiliyor. Yanıtta gecikiyorum. Oysa benim gönderdiklerimde adresim açıkça bellidir. Demek ki yeterli ilgi gösterilip not alınmıyor. En büyük kazancım dostlarımdır. Onlardan kopamam, onları unutamam ve onların adres yanlışlığına katlanamam.

http://www.turksolu.com.tr/70/ozden70.htm

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder