28 Mart 2015 Cumartesi

Osmanlı'da Egemen Kürt Yapılanması ve Koçgiri İsyanı (1)


Osmanlı'da Egemen Kürt Yapılanması ve Koçgiri İsyanı (1)





Eser Özaltındere,



Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim



Anadolu'da Osmanlı-Safevi mücadelesi

Osmanlı'da devlet ve toplum "Sünni" bir "ümmet ideolojisi" çerçevesinde yönetilir ve "yerleşiklik" temellidir. Konar göçer Alevi Türkmen ise 
"yerleşikliğin" anti tezi "göçebedir" ve Sünnî Osmanlı'nın "rafizî", yani sapkın olarak değerlendirdiği bir inanç sistemini temsil etmektedir. 
Bu özelliklerinden dolayı Osmanlı konar göçer ve Alevi Türkmene düşmandır. Buna karşılık İran Safevi Devleti'ndeki durum bunun tam tersidir 
ve bu devlet "Alevi Türkmen"e dayanmaktadır. Dolayısıyla da devlet ve toplumun yönetim şeklinin üzerinde yükseldiği temel olan "din ideolojileri" 
arasındaki karşıtlık nedeniyle Safeviler, siyasî açıdan da Osmanlı için çok büyük bir tehlike teşkil etmektedirler. Bu bağlamda, Anadolu'daki tüm 
"Alevi Türkmen taife"; Doğu Anadolu'dan, Akdeniz'e ve Orta Anadolu'ya kadar Safevi Devleti'nin ve Şah İsmail'in saflarında yer alacak kıvamdadır.

Örneğin; Şahkulu ayaklanması ya da Şah İsmail'in şiirleri ile adının Anadolu'daki "Alevi Türkmen" aşiretleri arasındaki yaygınlığı ve saygınlığı 
bunun en güzel kanıtlarıdır. Bu şekilde Şah İsmail'in Anadolu'da gittikçe artan ve "inanç" ağırlıklı olan nüfûzu Osmanlı için varlığını bile tehdit 
edecek noktalara gelmiştir. İşte 1514 Çaldıran Savaşı bu Safevi ve Şah İsmail ile Osmanlı açısından sapkın "Alevi" ideolojisinin, beraberinde de 
"konar göçer Türkmen" tehlikesinin ortadan kaldırılmasına yöneliktir." Sünni devşirme Osmanlı", Alevi, aynı zamanda da "öz be öz Türk'ü" 
Anadolu'dan, özellikle de İran'la bağlantılı stratejik bölgelerden temizleme ve kökünü kurutma kararlılığı içerisindedir.

Bu savaş öncesi "arka cephenin" temizlenmesi adına "Sünni ve devşirme Osmanlı" tarafından bir Alevi Türkmen "katliamına" girişilir. 40.000 ilâ 
100.000 arasında rakamların zikredildiği bir kıyım gerçekleştirilir. Bu rakamlar abartılı olsalar da önemli bir katliamın söz konusu olduğu 
yadsınamaz.

Yavuz Selim-Şah İsmail mücadelesinde Şafi Kürtler ve Kızılbaşlar

1514 Çaldıran meydan muharebesi Doğu Anadolu'nun bütünüyle Osmanlı'nın eline geçtiği ve 1515'te tamamlanan bir sürecin de başlangıcıdır. 
Yani 1515'te, Diyarbakır'da dâhil olmak üzere Doğu Anadolu'da Osmanlı egemenliği kesin olarak sağlanmıştır. Çaldıran seferi sırasında, öncesinde 
ve sonrasında bölge ile çevresindeki Kürt aşiretleri padişah tarafından "yetkilendirilen" Nakşibendi Kürt Mollası İdris Bitlisi'nin yönetiminde İran'a 
dolayısıyla da "Alevi Türkmen'e karşı" Osmanlı'nın yanında yer almışlardır. Sosyolog Cemal Şener bu konuda şunları yazar:

"Yavuz Selim tarafından Erzincan valiliğine atanan 'dönme' Bıyıklı Mehmet Paşa ile danışmanı İdris Bitlisi bölgede terör estirirler… 
Bıyıklı Mehmet Paşa yönetimindeki Osmanlı ordusu ile İdris Bitlisi'nin topladığı 10 bin Kürt gönüllüsüyle; Munzur dağlarına çekilen Şah İsmail'in 
Erzincan valisi Nur Ali Halife'yi Haziran 1515'te Ovacık yöresindeki Tekir yaylağında bularak maiyetindekilerin bir bölümünü kılıçtan geçirirler, 
diğerleri kaçarlar. Dersim yöresinde Osmanlı ordusu ile Palu beyi Cemşit ve İdris Bitlisi komutasındaki Şafi Kürt gönüllüler; on binlerce Türk 
Kızılbaşı katlederler. Artık Yavuz'un adı Yezit ile birlikte anılmaya başlanır ve lanet okunur…"

O zamana kadar bölgede her açıdan ağırlık olarak "Alevi Türkmen"in yanında pek ismi cismi okunmayan Şafi Kürtler birdenbire "ön plana" 
geçmişlerdir. Görüldüğü gibi burada "Sünni devşirme Osmanlı" ile Sünniliğin içerisinde yer alan "Şafiliği" benimsemiş Kürtler "aynı cephede",
 "Aleviliğe karşı" bir "ittifak oluşturmuşlar" ve "Türkmen'e karşı" savaşmışlardır. Doğal olarak Yavuz'un bu Alevi Türkmen "kırımı" sırasında; 
hatta öncesinde ve sonrasında çok sayıda Alevi Türkmen aşireti "İran'a göç etmiştir." Dolayısıyla bir taraftan "kıyım", diğer taraftan "İran'a göç", 
Anadolu'daki, özellikle de doğusundaki Türkmen nüfusunun çok büyük ölçüde "azalmasına" neden olmuştur.

Eğer o dönem ve süreçler yaşanmamış olsaydı, bugün Doğu ve Güneydoğu Anadolu Türkmen kaynayacak ve oralarda Türkçeden başka dil 
konuşulmayacaktı. Bu arada Türkmen nüfusunun azalması başka çok önemli bir sonuç daha doğurmuş ve onlardan "boşalan topraklara" Şafi 
(ya da Sünni) Kürtler yerleştirilmiştir. Cemal Şener bu konu ile ilgili olarak ta "Türkmenlerin egemen oldukları beylik ve toprakları 'yurtluk ve 
ocaklık' adı altında Yavuz'un imzaladığı boş fermanları İdris Bitlisi doldurarak '400 Kürt aşiret reisine ve ağasına' vermiştir" demektedir.

Fakat tüm bunların da ötesinde, arkasında Osmanlı bulunan ve onun "ortağı pozisyonunu" elde eden Şafi (veya Sünni) Kürt aşiretleri bölgede aynı 
zamanda "toprak sahipliğinden de güç alan egemenler" durumuna gelmişledir. Yani 1514 Çaldıran Savaşı "Türk yurdu Doğu Anadolu"nun "
devşirme Osmanlı" tarafından "Türkmen'in elinden alınıp" "Kürt'e teslim edildiği" bir milâttır. Kürt aşiret ve ağalarının bu konumu; 
Tanzimat kesintisine rağmen daha sonra Abdülhamit'in "Hamidiye alaylarını" kurarak Kürt beylerine "eski imtiyazlarını" teslim etmesiyle tekrardan 
doğal mecrasına girmiş ve bu egemenlik tam 400 yıla yakın bir süre devam etmiştir.

Kürtlüğün daha doğrusu baskın olarak "Kırmançlığın" Doğu ve Güneydoğu'daki 400 yıllık hâkimiyeti çoğunlukla bölgede "Türklük aleyhine" 
işlemiştir. Hâliyle, Çaldıran Savaşı öncesi ve sonrası Alevi Türkmen'e dönük "yok etme" politikası İran'a göç edemeyen aşiretlerin büyük bir 
bölümünün kuş uçmaz-kervan geçmez yerlere kaçma, saklanma ya da sığınmalarına neden olmuştur. Sonuç olarak da bu ücra köşelerde "Alevi 
inançlarını "korumalarına rağmen oralardaki farklı etnik grupların içerisinde "Kürtleşmişler" veya "Zazalaşmışlardır."

Bu durum aynı zamanda, bölgede egemen güç durumuna getirilmiş Kürt Kırmanç aşiretlerinin "kanatları altına" girme bağlamında "isteyerek de" 
olmuştur. Çünkü, o feodal evrede bölgedeki "üretim araçlarını" temsil eden "büyük toprakları" elinde tutan ve o bağlamda "üretim ilişkileri", diğer 
bir anlatımla "üst yapının da" belirleyicisi olan "hâkim güç"; baskın bir şekilde Sünni veya Şafi Kürt (çoğunlukla da Kırmanç) aşiretleri ile onların 
"bey takımı" idi. Dolayısıyla yok edilme tehlikesiyle karşı karşıya bulunan diğer bir kısım bölünmüş, küçülmüş ve kendini koruyamayacak noktalara 
getirilmiş "Alevi Türkmen", kurtuluşu onlara tâbi olmakta bulmuş ve kendi isteği ile bu büyük Kürt aşiretlerine yamanarak zamanla "Sünnileşmiş" 
ve "Kırmançlaşmıştır."

Bu asimilasyon sadece "Alevi Türkmen" aşiretleri için geçerli olmamıştır. Osmanlı'nın "iskân siyaseti" çerçevesinde veya "konar göçer özellikleri" 
nedeniyle Kırmançlarla çok sıkı teşviki mesaide bulunan "Sünni Türkmen" aşiretleri de "asimilasyona" uğramıştır. Çünkü, 1514 yılında itibaren 
izlenen politika neticesinde çoğunlukla Kürt Kırmanç aşiretlerinin "bölgenin egemenleri" olarak ağırlıkları, üstünlükleri ve belirleyicilikleri ister 
istemez çevrelerinde konuşlanan "Sünni Türkmen" aşiretlerini "etkileri altına" almalarına zemin hazırlamıştır. Böylelikle bunların da "Kürtleşmeleri" 
kaçınılmaz olmuştur.

Çaldıran Savaşı'nın Doğu ve Güneydoğu'daki etkisi



1514 Çaldıran Savaşı


Özetlersek Çaldıran Savaşı süreci Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da;

a) Alevi-Türkmen nüfusu azaltmış ve onları çoğunluktan "azınlık" durumuna indirgemiştir.

b) Bu kitlenin "topraklarını boşaltmasına" neden olmuştur.

c) Bunlara ve o bölgedeki sair topraklara Sünni ve Şafi Kürt aşiretleri yerleştirilmiş beraberinde de Kürtler "nüfus olarak" ağırlık kazanmıştır.

d) Büyük toprak sahipleri olarak ve bölgenin yönetim erkini ele geçirmeleri açısından bu aşiretler ve yönetici aileler "egemen güç" durumuna 
gelmişlerdir.

Kürt (özellikle Kırmanç) aşiretlerinin "egemen ve yönetici güç" hâle gelmelerinin "maddi temellerini" elde etmelerini sağlayan süreç şöyle işlemiştir;

1) Önce, Yavuz Selim tarafından Sünni Kürt Molla Bitlisi'ye tuğralı bir ferman gönderilerek padişah adına bölgenin meselelerinin hâlli için "yetki" 
verilmiştir. Böylelikle Sünni ve Şafi Kürt aşiretlerinin bölgede "toprak sahipliği" ve "yönetici tabaka" olma konusunda "hâkim unsur" kimliği 
kazanması sağlanmıştır. Burada "hâkim unsur" olma olayının "padişah yetkisiyle" açılması önemlidir. Bu resmî bir yetkidir ve Osmanlı'nın 
"güvencesini" simgelemektedir. Yani burada Kürt aşiretler söz konusu avantajlarını kendi güçleriyle elde etmemişlerdir. İran'a veya diğer 
düşmanlara karşı Osmanlı'nın yanında yer almaları veya hizmetleri karşılığında bir bedel olarak kazanmışlardır. Diğer bir deyişle "önemsiz bir 
güçken" birdenbire "hazırlop" bir şekilde Osmanlı tarafından bölgenin "egemeni" ve onun "stratejik ortağı" noktasına taşınmışlardır. 
Verilen bu yetki ile birlikte bölge aynı zamanda Osmanlı'nın "idarî ve siyasî" sisteminin içerisine de dâhil edilmiştir. Çünkü bu yetki Yavuz Selim'in 
ihsan ettiği bir yetki olarak kalmamış, sonrasında Kanuni ve diğer padişahlar tarafından da "onaylanarak" devam etmiştir.

Örneğin, Kanuni Sultan Süleyman zamanında Irakeyn seferinden önce bu bölgede "yarı bağımsız" olarak yaşayan beylere yollanan bir "
emr-i şerif"te şöyle denmektedir:

"Yavuz zamanında İran'a karşı cephe alarak hayırlı hizmetlerde bulunan ve şimdi de devlete sadakatle hizmet ifa eden, bilhassa sefere katılarak 
yararlık gösterenlere 'öteden beri' ellerinde ve tasarruflarında bulunan yerler kendilerine 'temlik ve ihsan' eylenmiştir."

Böylelikle bu yapı Tanzimat'a kadar kesintisiz süregelerek kalıcılaşmış, kemikleşmiş ve o bölgede her alanı (özellikle dil) hegemonyasına alan bir 
"Kürtleşmeye" zemin hazırlamıştır.

2) Acaba bu Sünni ya da Şafi Kürt aşiretlerinin idarî ve yönetsel açıdan Osmanlı sistemine dâhil edilmesi nasıl olmuştur?

Ekrat, hükümet ve Mir sancakları

İşte bu noktada bölgedeki bu "aşiretlere" ve "bey ailelerine" Osmanlı tarafından verilen "imtiyazlar" ve sağlanan "özel statü" öne çıkmaktadır. 
Bu imtiyazları ve özel statüyü bölgede "Ekrat" ve "Hükümet" sancakları yapılanmasında görüyoruz.

Bu sancak teşkilatlanmaları Osmanlı'nın diğer bölgelerindeki uygulamalardan "farklılıklar" arz etmektedir ve sadece "bölgeye özgüdürler." 
Gerçi bölgede "klasik Osmanlı sancakları" da bulunmaktadır fakat, Doğu ile Güneydoğu'da Şafi ve Sünni Kürt aşiretlerinin "egemen unsurlar" 
hâline gelerek o coğrafyanın "Kürtleşmesinde" yüzyıllar boyu "belirleyici güç" olmalarını sağlayan bu "Ekrad ve Hükümet sancakları" yapılanmasıdır.
Bunlar "Klasik Osmanlı sancaklarından" farklıdırlar. Klasik sancaklarda mülkî ve askerî âmir olan sancak beyi "merkez tarafından" tayin edilmekte, 
gerektiğinde onun tarafından görevden alınabilmektedir. Dolayısıyla bir "imtiyaza sahip değillerdir. "Merkezin tasarrufuna tâbidirler. Buraların 
vergileri yapılan tahrirlere göre kanunlar çerçevesinde "devletçe toplanır." Buna karşılık "Ekrat ve Hükümet sancaklarında" durum farklıdır.

Bunlardan "Ekrat sancaklarının" "klasik Osmanlı sancaklarından" ayrılan taraflarını basitçe şu şekilde ortaya koyabiliriz;

a) Bu sancaklarda Sancak beyi "merkezden tayin edilmemekte" ve ihanet dışında "görevden alınamamaktadır." Bu statü "babadan oğula" veya 
bey ailesinden birine geçecek şekilde bir "sürekliliğe" sahiptir. Ayrıca ihanet nedeniyle merkez tarafından görevden alınıp yerine atanan sancak 
beyi dahi, yine "aynı aile" içerisinden olmaktadır. Bu sancaklarının beylikleri, o yörelerin köklü aşiret ailelerine verilmektedir.

b) Ekrat sancaklarındaki araziler bu bey ailelerine "yurtluk ve ocaklık" şeklinde tahsis edilerek onların tasarrufuna bırakılırlar. 
Bunların "kuru mülkiyetleri" devlete ait olmasına karşın bunlar üzerindeki "tüm haklar" ve "yönetim" babadan oğula (ya da aileden birine) 
geçecek şekilde" o aileye aittir. Yani toprakların tasarrufunda bir "irsiyet" söz konusudur.

c) Bu sancaklar tahrire (vergilendirmeye) tâbidir. Buralarda aynı zamanda merkez tarafından görevlendirilmiş ve bazı yetkilerle donanmış devlet 
memurları da bulunmaktadır.

Tüm bu "imtiyazlara" "hükümet sancakları" da sahip olmakla beraber bunlara ek olarak bu sancaklar "tahrire" (vergilendirmeye) kapalı tutulmakta 
ve merkezden gönderilmiş devlet memurları buralarda görev yapmamaktadır. Başka bir ifade ile aşiret beyi; kendisine "yurtluk ve ocaklık" olarak 
tahsis edilen topraklarda "irsî" bir "kullanım hakkının" dışında vergisini de kendi belirlemekte, toplamakta ve merkezde dâhil kimseye hesap 
vermemektedir.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki bu "imtiyazlı" ve "özel statülü" "Ekrat ve Hükümet sancaklarının" sayısı her ne kadar devirlere ve yıllara göre 
değişse de 22'si Ekrat ve 10'u da Hükümet sancağı olmak üzere toplam 32 tanedir.

Bu özel gruba bir de; aynı "ayrıcalıkları" kapsayan ve "hizmet ya da itaatleri" karşılığı "yurtluk ve ocaklık" statüsünde toprak bahşedilen 
"Mir aşiretliklerini" de katmak gerekir. Bunların sayıları da değişkenlik göstermekle birlikte 1600'lerin başlarında 400'e kadar ulaştığı ileri sürülür.

Oysa, bu özel statülü "Ekrat ve Hükümet sancaklarıyla" "Mir aşiretliklerinin" bölgedeki sayı çokluğuna karşılık "merkezin denetiminin" ağırlıkta 
olduğu "klasik Osmanlı sancaklarının" sayısı sadece 14'tür.

Bu tablo bile bize; Doğu ve Güneydoğu'da Osmanlı zamanında Yavuz'dan başlamak üzere Kürt aşiretlerine ne kadar büyük "ayrıcalıklar" 
tanındığını ve o bölgenin bütünüyle Kürt aşiretlerine bizzat "Osmanlı'nın eliyle" teslim edildiğini, aynı zamanda da o coğrafyanın tartışmasız tek 
"egemen gücü" hâline getirildiğini gösteriyor. Bu durum ise oralardaki yüzlerce yıl süren "Kürtleşmenin (ya da ağırlıklı olarak Kırmançlaşmanın) 
yoğunluğunun" derecesini ortaya koyuyor.

Her ne kadar buralarda "yurtluk ve ocaklık" şeklinde aşiret ailelerine tahsis edilen toprakların "kuru mülkîyeti" "devlete" ait olsa da, yüzyıllar 
boyunca bölgede bu sistemin geçerli olması bu arazilerin "özel mülkiyet" statüsü kazanması sonucunu doğuracak ve sonuçta da Kürt aşiretlerinin 
hegemonyasındaki "toprak ağalığına" dayanan "koyu bir feodal yapı" Doğu ve Güneydoğu'nun "Kürtleşmesinin" "maddi temelini" oluşturacaktır. 
Bu maddi temel üzerinde de onun "üretim ilişkilerini" yansıtan değerlerden, adetlerden, teamüllerden, töreden vs. oluşan "üst yapısı" yükselecektir. 
Görüldüğü gibi alt yapısından üst yapısına kadar, bölgedeki" "Türklük aleyhine" olan "Kürtleşmenin" baştan aşağı tek sorumlusu 
" ümmetçi ve devşirme Osmanlı"dır.

Yavuz Sultan Selim'den II. Abdülhamid'e Kürt aşiretlerinin durumu


II. Abdülhamid zamanında kurulan ve tamamına yakını Sünni Kürt aşiretlerden oluşan Hamidiye Alayları, Yavuz Selim’den beri yüzyıllardır bölgede "egemen güç olarak" Osmanlı sisteminde yer alan imtiyazlı "feodal Kürt aristokrasisinin" 
yeniden canlandırılmasından başka bir şey olmadığının en güzel göstergesidir.


Bölgede Kürt aşiretlerinin "despotik egemenliğine" dayanan ve "yüzlerce yıl" gibi bir süreçte varlığını sürdüren bu feodal sistemin kaçınılmaz bir sonucu olan Kürtleşmenin (yoğunluk olarak Kırmançlaşmanın) beraberinde de, içerisinde Türkmen aşiretlerinin de bulunduğu birçok "farklı etnik grubun asimilasyonu" söz konusu olacaktır. Nitekim, Kürtçe bünyesinde Süryanice, Ermenice, Rumca vs. kelimelerin yer almasının nedenlerinden biri de bu asimilasyondur. Dolayısıyla Kırmançi veya göreceli olarak da Zazakinin içeriğindeki Türkçe kelimelerin "bir bölümünün" varlığı, sistemin egemen kitlelerinin arasındaki bu "erimeyle" doğrudan bağlantılıdır. Kürtlerin (ya da Zazaların) tarihten gelen "kozmopolit" yapısı Anadolu'nun doğusundaki bu asırları kapsayan "Kürtleşme" (veya nispeten Zazalaşma) süreciyle daha da çeşitlenmiştir.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki "Kürt feodallerine" dayalı bu baskın yapı Tanzimat'a kadar sürmüş ve o periyottaki reformlarla "kısa bir süre" 
kesintiye uğramıştır. Bu dönem de, Fransız İhtilali'nin yansımaları bağlamında merkezî otoritenin güçlendirilmesi hedef alınmış ve bu çerçevede 
yerel aşiret ailelerinin nüfuzlarıyla hâkimiyetlerinin azaltılmasına yönelik uygulamalar öne çıkmıştır. 1870 Vilayet Nizamnamesi'yle gerçekleştirilen 
düzenlemeler hep bu amaca dönük çalışmalardır.




Fakat bu dönem fazla uzun sürmemiş ve II. Abdülhamit zamanında feodal Kürt beylerinin ve aşiretlerinin bölgedeki ağırlıklarının azalması nedeniyle Ermeni faaliyetlerinin yoğunlaşması bahane gösterilerek, geçmişte var olan Kürt feodal yapısının tekrardan ve "yeni bir anlayışla" oluşturulması adına "Sünni Kürt aşiretleriyle beylerinin" içerisinde yer aldığı "Hamidiye Alayları" hayata geçirilmiştir. Bu aşiretlerin tamamına yakınının "Sünni" oluşları; Yavuz Selim'den beri yüzyıllardır bölgede "egemen güç olarak" Osmanlı sisteminde yer alan imtiyazlı "feodal Kürt aristokrasisinin" yeniden canlandırılmasından başka bir şey olmadığının en güzel göstergesidir. Abdülhamit bu alaylar sayesinde; Sünni Kürt aşiretlerine "sahip çıkarak" eskiden beri saltanatın onların destekçisi olduğunu kendilerine hissettirmeyi ve bey ailelerinin de "hilâfet ile Saltanata bağlılıklarını" 
yeniden "güncellemeyi" amaçlamaktadır.

Görüldüğü gibi bütün hedef, Osmanlı sistemi içerisinde yüzyıllar boyunca "Egemen güç" olarak var olmuş "Sünni Kürt aşiretlerine" "Eski İtibarlarını" 
iade etmektir. Yani, Osmanlı'nın Yavuz Selim'den beri süre gelen "Kürtçülüğü" Abdülhamit'le yeniden hayat bulmaktadır.

http://www.turksolu.com.tr/347/ozaltindere347.htm

2 Cİ  BÖLÜMLE DEVEM EDECEKTİR


**

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder