27 Mart 2015 Cuma

Bağımsızlık Bayrağı



Bağımsızlık Bayrağı



23.05.2005 / Sayı:82
Yekta Güngör Özden


Müdafaa-i Hukuk ruhu, Kuva-yı Milliye ateşiyle kotarılan Ulusal Kurtuluş Savaşı’mız her alanda tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği ve aydınlanmayı amaç edinmişti. Demokrasiyi amaçlayan Cumhuriyet’i kazandıran ve Türk Mucizesi adıyla anılan bu kutsal savaşın başlangıcı 19 Mayıs Samsun çıkışıyla başlamış, Anadolu İhtilâli’nin bayrağı da “Bu ulusun bağımsızlığını, yine bu ulusun istenci ve kararı kurtaracaktır.” Maddesiyle ünlenen 22 Haziran 1919 günlü Amasya Genelgesi olmuştur. Yepyeni bir insan yepyeni bir toplum, yepyeni bir ulus, yepyeni bir devleti bize armağan eden Mustafa Kemal ve arkadaşları kurallardan kurumlara uzanan anlayış değişikliğini gerçekleştiren eğitimle bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir.” özdeyişi ulusal varlığımızın, ulusal yapımızın, bugünümüzün ve yarınımızın özünü yansıtan soylu bir düşünce ve duygu ortaklığının açıklanmasıdır. Ayrılıkçı, bölücü, Atatürk ilkelerine dayanan Türk Devrimini yadsıyan sapkınlarla geliştirilmeye çalışılan yıkıcı tutumların gömmek istedikleri karanlık şimdilerde dış güçlerle içimizdeki işbirlikçilerinin değişik alanlardaki dayatmalarıyla gündemdedir. Lozan’ın intikamını almak için 2. Sevr’i uygulamaya çalışanlar her yola başvurmakta, tüm değer yargılarını alt-üst ederek isteklerini elde etmeye uğraşmaktadırlar. Globalleşme, küreselleşme adıyla sömürücü kollarıyla dünyayı sarmayı beceri sayan emperyalist yayılmacı güçler hiçbir kural tanımamaktadır. Kendilerine yönelik en küçük kalkışmayı acımasızca bastıran, ana dili uygulamasından dönen, ulusal devleti savunan kimi Avrupalılar Türkiye söz konusu olunca karşı çıktıkları her şeyi geçerli saymakta, “terörist” ilân ettiklerinin yaptıklarından binlerce fazlasını yapan bizdeki kuklalarına toz kondurmamakta, destekçilerine madalyalar vermektedir. 19 Mayıs’larda “Atatürk olmasaydı neler olurdu, ne olurduk?” diye düşünmek, yılda birkaç gün değil sürekli Atatürk’ü anmak gerekir.

Hayret

Benim yazdığım “Gençlik Andı” Milli Birlik Komitesi’nce uygun bulunmuş, 10 Kasım 1960’dan bu yana her yıl 19 Mayıs törenlerinde Ankara 19 Mayıs Stadyumu’nda öğretmenler topluluğunca seslendiriliyordu. 1980 olayından sonra Devrim sözcüğünü inkılâp, ulus sözcüğünü millet, özgürlük sözcüğünü hürriyet yaparak okuttular. Milli Eğitim Bakanlığı ile Ankara Valiliği’ne yazıyla başvurdum, yanıt alamadım. Milli Eğitim Bakanlarından Metin Bostancıoğlu “Başbakanlık genelgesi gereği yeni sözcükleri kullanamadıklarını” söyledi. Önceki yıl imam hatipli öğrencilere Atatürk’ün Gençliğe Seslenişi’nin Atatürk’e yanıtını okuttular. Nasılsa bu yıl kısaltılmış yanıtın sonunda benim Gençlik Andı’mı öğrenci topluluğu yine aynen seslendirdi. Bu bir gelişme midir, sıkmabaşlıların özgürlük isterken kimilerinin “Atatürk’ün izindeyiz” demeleri gibi takiyye midir, göreceğiz.

19 Mayıs törenlerini bırakma, geçiştirme çabaları davranış, Milli Eğitim Bakanı’nın bulunmaması türü aykırılık ve çelişkiler yeni girişimlerle sürecektir. AİHM’deki “sözde türban” davasının temyiz duruşmasında Hükûmet adına yapılan konuşmanın onama istemiyle sonuçlanması da değerlendirilecek, anlaşılacaktır.

Aykırılıklar, iktidara yaranma çabasıyla sürmektedir. Ankara Özel Cebeci İlköğretim Okulu’nun Kocatepe Kültür Merkezi’ndeki gericilik gösterisi, kimi öğretmen ve yöneticilerinin gazetelere yansıyan tutumları nerede ve nasıl olduğumuzla birlikte yarın neler olacağını anlatmaktadır. Bir büyük gazetenin kızlarımızın eğitimi için başlattığı kampanyanın değişik ilgilerle sürdürüldüğü bir ortamda aynı grubun kimi yazarlarının bu konuda ilk ışığı yakan Atatürk’e ve Atatürkçülere karşı olumsuz tutumu çirkinliklerle birlikte birbirine eklenmektedir.

Kimi yazarlar da okundukça tiksinti uyandırmakta, mide bulandırmakta, rejim karşıtlarının cumhuriyetin nitelikleri, demokrasi ve ulusal ilkeler konusundaki yıkıcı tutumları ne yazık ki düşünce özgürlüğü ve demokrasi kapsamında değerlendirilmektedir. Bu ters yaklaşım yeni Türk Ceza Yasası’nda basına karşı yürürlüğe konulan kuralların gerekçesi sayılmaktadır. Akılla, mantıkla, gerçekle, insaf ve vicdanla hiç ilgisi olmayan gülünecek yorumlar, bilimsellikle bağdaşmayan değerlendirmeler, amaçlı anlatımlar güven duygusunu sarsmaktadır. Bu ortamda TÜBİTAK’la ilgili yasanın üç maddesi yeniden görüşülmesi için yasama organına Cumhurbaşkanınca geri gönderilmişse de yeniden yasalaştıracakları kuşkusuzdur. Bu arada Atatürk’ün vasiyetine aykırı biçimde devletleştirilen Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları’nın gerçek sahipleri üyelerine geri verilmesi, devletin isterse uygun bulduğu kuruluşları oluşturması gerekirken kurumları tümüyle yozlaştırma, ele geçirme ve kullanma amaçlı değişiklik istekleri duyulmaktadır.

Diyanet İşleri Başkanlığı’na 15 bin kadro verilmesine ilişkin yasa önerisi TBMM’nde beklerken yeniden 20 bin kadro verilmesi önerisi de gündemdedir. Her yıl 1500 yeni cami yapıldığından söz ettiği bildirilen yasa gerekçesi okullarımızın durumunu düşündürmektedir.

Sakallı cübbeli kimilerinin İstanbul’da belli yerleri dolaşarak tehditler savurdukları yanlı gazetelerin sütunlarını doldurmaktadır.

Bir parti lideri partisinin yitirdiği, alamadığı oyların nedenini anlamamış olacak ki “Kürt kimliğini benimsemek zorundayız” selâmıyla belli bölgelerde konuşmaktadır. Hepimizi kapsayan Türkiye Cumhuriyeti Yurttaşı-Vatandaşı kimliği az gelmekte, terörün Avrupa şımartması nedeniyle yeniden azgınlaştığı şu günlerde böyle sözlerle oy ve iktidar düşmektedir.

İçlerinde azınlıktan olduğunu söyleyerek övünen, azınlıkçı olduğunu böbürlenerek açıklayanların bulunduğu kimileri ırkçılık ve şiddet uyarısıyla kamuoyunun karşısına çıkmaktadır. Hak ve özgürlüklerin kötüye kullanılmasına, şeriatçı kalkışmalara, köktendinci ve partizan kadrolaşmaya, yolsuzluklara, Türk Devrimi ve Atatürk ilkelerinin budanmasına, hukukun gözardı edilmesine ses çıkarmamakta, “Çok seslilik ve farklılıklar” adı altında bölünmeyi, anarşiyi, ilkelerden ödünlerle yıkımı unutuyorlar.

Anayasa’nın Egemenlik kuralını AB’ye uyum için değiştirmek gerekmeden, kutsal ilke korunarak ortaklığın ve üyeliğin gerekleri yerine getirilebilecekken 1924 Anayasası’na dönme amaçlı değişiklik düşünceleriyle yetkili organların kullanma haklarını ellerinden alıp çoğunluk diktasına yol açma tehlikesi üzerinde durulmaktadır. İnsanlık dışı uygulamalarla, vahşet ve zulüm biçiminde süren Bush’un ölçüsüzlüğü ve pervasızlığına özenenler, Başkanlık Sistemi önerisiyle sakıncalı gidişlerini geçerli saydırmak isteyenler görülmektedir.

Eğitim-öğretim af yasalarıyla bozulması yetmiyormuş gibi zararlı tutumları nedeniyle geri çağrılan doktora ve master öğrencilerine katmerli af getirilmesi de düşündürücüdür. Hem üniversitelere yerleştirilecekler, hem de borçlarından kurtarılacaklardır. Demiştim ya “Bozmadıkları bir şey, bozulmadık bir şey kalmayacak.”

Gerçeğin Onuru

Atatürk karşıtları ödüllendirilmeye çalışılırken, Atatürkçülere ilişkin gerçekdışı değerlendirme, anlatım, değişik yayın organlarındaki çirkin yaklaşımlar birbirlerine yollama yaparak safsatalarını yaymaktadır. Bunlar bana sataştıkça daha çok aranıyor, daha çok kutlanıyor, daha çok destekleniyorum. Yazdıklarından böyle bilgim oluyor, yazacak bir şey bulamayınca kötü ruhlarının böyle yaptırdığını görüyor, gülüp geçiyorum. Kim olduklarını daha iyi belirten, kişiliklerini, niteliklerini tüm boyut ve düzeyiyle ortaya koyan yazılarıyla Atatürk ve Atatürkçülüğe açıkça söyleyemediklerini adımızı kullanarak söylemeye çalışıyorlar. Ben, görevinin ve mesleğinin gereklerine, yargıçlık niteliklerine aykırı davranmadan emekli olmuş, şimdi üniversitelerde yöneticilik ve öğretim görevliliği yapan, Atatürkçü gençleri destekleyen, hiçbir gazetenin kadrosunda olmayan, hiçbir gazeteden ücret almayan, yalnız kendi yazısıyla sorumlu olan, kitaplarını gençlere bağışlayan birisiyim. Üstelik hakkımda yazı yazanlardan kimilerini daha önceki saldırıları nedeniyle manevi tazminatla cezaya bağlamıştım. Ayrıca içinde bulundukları grubun haftada iki yazı yazmam için getirdiği öneriyi geri çevirmiş (belgesini saklıyorum) ve gazetelerinde bulunan kimileri nedeniyle aralarına katılamayacağımı söylemiştim. Kimileri gibi, geldiği görevlerde kalmak için her yola başvuran değil, tersine, gençleştirmek, yenileştirmek için yerini özveriyle bırakan, bir dönem daha kalma önerilerini kabûl etmeyen, her görevinde elinden gelen çabayı gösteren bir yurttaşım. Birinin kulaktan dolma yazısına dayanıp öbürü yazmakta, birinin yarım yamalak ya da yanlış duyduğunu, amaçlı iletileni, ters yansıttığını ele alıp gerçekdışı atılımlarla sataşmaktadır. Örneğin cumartesi 10.30’da düzenlenen, bir meslektaşımla konuşmacı olarak çağrıldığım konuşma için bir gün önceden yapılması gereken duyurunun aynı gün yapılmasını, salonun dolu olması gerekirken kimi sıraların boş olduğunu, bağnaz-yobaz takımının dayanışmayla kaldırımları bile doldurması karşısında aydınların duyarsızlığının düşündürücü olduğu gerçeğini söylememi “...konuşmama kimse gelmiyor diye yakındığım, dövündüğüm” biçiminde verenler o biçimler çıkıyor. Ben öğretmenim. Dersimde bir kişi olsa görevimi yaparım. Olması gerekeni söylemek yakınıp dövünmek değil, iyi ilâç acıdır türü, doğruya çağrıdır.

Soyguncuları, hortumcuları, kaçakçıları, sahtekârları, kumarbazları, ahlâksızları, rüşvetçileri, hırsızları, dönekleri, hainleri, faşistleri, bölücü-yıkıcıları, mezhepçi ve tarikatçıları, şeriatçıları, çıkarcıları, mafyayı, onursuzları, namussuzları, dolandırıcıları, korktukları, muhtaç oldukları kimselere, yoldaşlarını bırakıp kiralayan, satılan, komünist, faşist, kürtçü, köktendinci, kullanılan, kötülükleriyle damgalı birisi olmadığım için kimi bozuklar, ahmaklar, patron amigosu, medya maşası pisler bana saldırmaktadır. Türkiye’miz ne pisler, ne pislikler gördü bunlar da geçecektir. Patronlarına, başlarındakilere bir şey diyebiliyor, onları eleştirebiliyorlar mı? Medya mikroplarını besleyen doyumsuz kan emiciler, uslanmaz ve utanmaz Ali Kemal özentileri elele bakalım nereye düşecekler? Çiftçiyi azarlayanlara, Türkiye’yi azarlayanlara, aşağılayanlara, sıkmabaş için alanları doldurup devleti tehdit edenlere, cenaze törenlerinde ve her toplantıda teröristlerin resimlerini taşıyıp slogan atanlara, askerlerimizi şehit edenlere, genel kurullarında bayrak asmayan sözde demokratlara, kara çarşaflı, bohçabaşlı, kışkırtıcı erkeklerle destekli gerici gösterilere, iktidarın her alandaki tutarsızlık ve başarısızlıklarına bir şey demiyor, diyemezler, emzikleri ağızlarından alınmış olur. Yalanın yaldızı kara leke olur, gerçeğin onuru güneş gibi yükselir. Artıklar bunu anlayamaz, bilemezler.

Örneğin

Saddam’ın diktatörlüğünü ve kötülüklerini eleştirmekle yetinmeyip ABD ve destekçilerinin Irak’ı işgalini, art niyetlerini, petrol kaynaklarını ele geçirme amaçlarını kınayan, bağnazlığı, özgürlüğü, ülkesini savunanları bu yönden övenleri olmadık nedenlerle suçlayan yalancı yalakalar, Brüksel mızıkacıları türemiştir. Öylesine katı ve önyargılı ki Özbekistan olaylarını bile çarpıtmakta, dinci kalkışmaları demokrasi atılımları gibi karşılamaktadır. Gazetede değişik görüşlerin, değişik imzaların yer alabileceğini unutacak ölçüde uçuk kaçık kişilerden her şey beklenir. Sık sık zırvalıyorlar.

Kimi de Atatürkçülükte ekonomiyi, bir Atatürkçünün ekonomiye bakışını, Atatürk ilkelerini temel edinmiş rejimde ekonomideki uygulamaları göz ardı edip “Atatürkçü ekonomi” diye yeni bir öğreti dalı, bir kuram, bir açılım istemini sanmaktadır. Yargı metinlerini anlamak ve kavramak yetenek ister. Karşı oyları değerlendirmek için konuya yakınlık gerekir. Kaldı ki “Atatürkçü ekonomi” olsa ne sakıncası var? Atatürk’ün Türkiye’ye özgü koşulları ve yöntemi açıklaması ekonomi yönünden Atatürkçülüktür. Ekonominin Türkiye uygulamasıdır. 17 Şubat 1923 demeci bunun en güzel örneğidir. Atatürk’ün önerip öngördüğü, bağımsızlık olgusuyla değerlendirilmesi, ulusal yarar yönünden ele alınması, vurgulanması gereken tutum ve yöntemdir. Gidiştir, ilkedir. Bilimsel görüşler olumlu olumsuz eleştirilebilir. Bir şey bulmuş gibi hemen alaya kalkışıp küçültmek için eleştirmek doğru değildir. Çatacak başka kimse ele alınacak başka olaylar yokmuş gibi. Öyle ya Atatürk’e saldıranlar bize neler yapmaz ki? Özelleştirmeyi tümüyle yasaklamayıp getirilen yöntemin Anayasa’ya aykırı olduğunu söyleyince bizi eleştirenler yıllar sonra gerçeği görüp her şeyi yok pahasına elden çıkarmayı yanlış bulduklarını yazmaya başladılar.

Bir Atatürkçünün Atatürkçe düşünüp çalışması ve yaşaması görüşü genelleştirilip “En Atatürkçü düşünce yöntemi” denilmiş gibi veriliyor. Bir konuşma ya da yazının içinde kendi amaçlarına göre alınıp değiştirilerek verilen bölüm saptırılıyor. Doğru düşünmek, düşünmeyi öğrenmekle başlar. Bilimsel yöntemler, türleri, kişiye özgü uygulaması, alışkanlıkları vardır. Ama bir Atatürkçü için Atatürkçe, Atatürk gibi davranmak asıldır. Atatürk’ün ele aldığı sorunlarda ve konularda O’nun bugün yaşasaydı bu kazanımlar, bu olanaklar, bu toplumsal düzeyde, uluslar arası ilişkilerin getirdiği ortamda neler yapabileceğini düşünmekten söz etmek yadırganamaz. Bu benim görüşüm. Tersini savunanlar da olabilir. Bunlar için Atatürk’ün Misak-ı Maarif’i de yadsınır Misak-ı Milli de. Bunlar Said-i Nursi’yi, Recep Tayyip’i, Erbakan’ı, Türkeş’i önerebilir, dediklerini örnek alabilir. Atatürkçü eğitim bunlar için olacak şey değildir. Bunlar için Atatürkçü bir hukuk da olmaz. Yani Atatürk’ün hukuka yaklaşımı gibi yaklaşım düşünülemez. Atatürk’ün yaptıkları gibi yapmak, yapacağı gibi yapmaya çalışmak yanlış mı? Bana göre çok iyi ve çok güzel. Keşke herkes böyle davransa, böyle yapsa. Kaldı ki benim belli konularla sınırlı önerimi genelleştirip felsefe yöntemi gibi genelleştirmek tam bir çarpıtmadır.

Kimi de hiç ilişkim, ilgim olmayan, hiç tanımadığım ve birlikteliğim söz konusu olmayanlarla beni aynı çizgiye alıyor. Niye ben? Niye başkaları değil? Beni sokağa çıkıp halka sorsunlar. Halkımın sevgisi, ilgisi, saygısı bu kendini bir şey sanıp da hiçbir şey olmayanları çatlatır. Bu kimileri için Atatürkçü olmak suç. Benim için de tanımsız bir onur. Görevlerimdeki yansızlığım, bağımsız ve özgür tutumum, yazacak bir aykırılık bulmamaları aşağılık kimseleri çıldırtıyor. Bunların alçaklıklarını tanımlamayı kendime yakıştıramıyorum. Herkes ne çocukları olduğunu anlıyor. Bu asalaklar, bu âdiler, bu kakan-kokanlar yok yere sataşıp saldırdıkça ne kadar haklı olduğum daha iyi anlaşılıyor. Bunlar beni övse yanlış bir şey yaptığımı sanıp üzülürdüm. Atatürkçülüğüm bunları kudurtuyor. Ne tuhaf... Kendini ilerici sayan gericilikle eleştirirken, gericiler de ilericilikle-aşırılıkla suçluyor. İki uç da hasta. Hem de nasıl ve ne biçim...İnanıp inanmadığım kimseyi ilgilendirmediği gibi başkalarının inanıp inanmaması da beni ilgilendirmez. Herkesin inancına, inanıp inanmamasına saygı duyarım, o kadar. Ben, inanç sömürüsüne karşıyım. Baş açılarak bir şeyler sağlandığını ileri sürenler, başlar kapatılarak neler sağlamaya çalışıldığını unutup unutturuyor. Yazık.

Başka Örnekler

Gerçekdışı, terbiyedışı yazılarıyla tazminat ödettirdiğim, patronunun yanında eleştirip kınadığım, düzgün davranmak sözünü tutmayanlar yanında hiç tanışıp konuşmadığım kimileri de bir konuşma ya da yazımı değil doğrudan beni eleştirmeyi yeğliyor. Ne düşüklük. Bunlara haklı davranışları düğmelikle suçlayan yeni “ilikler” ekleniyor. Bolu İzzet Baysal Üniversitesi Rektörü’nün haklı davranışını iktidar bakışıyla kınamaya kalkışıyorlar. Sormadan, araştırmadan, öğrenmeden, incelemeden.

Kimileri kendini yazar sanıp Genel Kurmay Başkanı’nın görev konuşmasını “Askeri vesayet” sayıp atıp tutuyor, kimi de “28 Şubatların olmasına gerek kalmamalı” diyecek yerde iktidar okşamasıyla “Yeni bir 28 Şubat olmayacak” diyebiliyor. Hukuk dışılığı kimse istemez. Yeter ki iktidarlar hukuk dışına düşmesin. Bu bağlamda “Müslüman ülkesi, Müslüman devleti olmamayı” anlamayan, anlamak istemeyen de oldu. Devletin, ülkeyi ve ulusu kapsayan bir insan ve hukuk kurumu olduğunu bilmeyenler de var. lâiklik konusunda lisede, üniversitede bir şey öğrenmeden diploma alıp yine bilmeden karşı çıkanlar var. Çekinmeden Cumhurbaşkanı’nı inançlara saldırmakla suçlayan tarikatçılar var. Kahramanmaraş, Çorum, Sivas olaylarını, Hizbullah’ı, Hizbüt-tahrir’i, hücre evlerini, domuz bağlarını, aczmendi olaylarını unutanlar var. Şeyh Sait isyanını, Menemen kıyımını unutturmak isteyenler var. Bağımsızlığın kalmadığı görüşünü kötü, yanlış örneklerle anlatıp bağımlılığı savunanlar var.

Demokrasinin kaynağı, temel koşulu, olmazsa olmazı; siyasal, hukuksal ve ulusal birliğin dayanağı; Türkiye’mizin koşullarında, günümüzün ortamında özel bir yeri olan; aydınlanmanın, bilimselliğin, eşitliğin uygarlık ve insanlığın altın anahtarı; karşılaştığı gerici saldırıların belirlendiği ve amacı açık lâiklik Anayasa’nın Başlangıç’ı ve 2., 4., 14., 28., 42., 58., 68., 69., 82., 103., 134. Ve 174. Maddeleriyle önemi ve değeri vurgulanarak güvenceye alınmıştır. Özgürlük sav ve istemiyle korumasız bırakılmasını istemek asla demokratlık olmadığı gibi kötü amaca dayanması da aymazlıktır. Bu konuda iki doğru olmaz. Hukukla ilgisi olmayanların, “yayım”la “yayın”ı karıştıranların hukuk konusundaki görüşleri, büyüklenerek değerlendirmeleri, birbirlerine karşı olan iki görüşü de önemli bulmaları ciddiye alınamaz. Şakşakçılar ve karıştırıcılar inandırıcı olamaz.

Dış Olaylar

Sözde ermeni soykırımı tasarılarıyla çalkalanan sözde dost ülkeler Türkiye karşıtlıklarından dönmüyor. Avrupa Konseyi Zirvesi’ne katılan Başbakan RTE’nin konuşması, ardından Ermenistan Cumhurbaşkanı Koçaryan’ın sözleri sıkıştırmanın artacağını gösteriyor. Fransa’nın Avrupa Anayasası için yapacağı halkoylamasının sonuçlarını kestirmek güç. Olumsuz sonucu önlemek için komşu ülkelerden gözdağı sesleri çıkmaya başladı. Irak’taki intihar saldırıları ve ABD’nin protesto gösterileri Pakistan’a taşabiliyor. Çok amaçlı BOP’un tehlikelerinin çok yönlü olacağı, Türkiye’yi derinden etkileyeceği tartışılıyor. Barzani’nin Kerkük’ün Kürdistan’a katılacağı sözlerine gereken tepkinin verilmemesi düşündürüyor. PKK konusunda batılıların tutumu çelişkili ve ikilemli. Carlos’u terörist olarak niteleyen, Bader-Manhof çetesini bir gecede fotokopi çıkarır gibi ayı yöntemle öldüren Batılıların Apo’yu koruma çabaları ilginç bulunuyor.

Türkiye’nin üyesi bulunduğu Avrupa Konseyi’nin İnsan Hakları Komisyonu yerine geçen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AB’nin bir kuruluşu değildir. Apo konusundaki karar, Türkiye temsilcisinin de aralarında bulunacağı siyasal komitede incelenecektir. Türkiye, itirazlarını doyurucu biçimde ve kanıtlarıyla sunarsa gereksiz AİHM kararı değişebilir. Karar gereksiz, amaçlı, yanlı olsa da sonuçta Türkiye’yi bağlar. Zaman yeterlidir. Telâş da efelik de gereksizdir. Karara uymak, gerekeni yapmak, bu aşamada Anayasa’nın 90., 11. Maddelerini gözeterek Ceza Mahkemeleri Kanunu’nun 311. Maddesinin konuya ilişkin bölümüne dayanıp olumsuz karar da alabilir, bu maddeyi Anayasa’ya aykırı bulup Anayasa Mahkemesi’ne de başvurabilir. Anayasa Mahkemesi’nin kararını kestirmek güçtür. İktidar 311. Madde değişikliğini Meclis’te sağlayabilir. Ancak Yargıtay’a gelince 311. Maddenin Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesini istemekten başka doğrudan Anayasa Mahkemesi’ne başvurma yetkisi yoktur. Yerel savcılar için de durum böyledir.

Ülkemizde toplumsal tepki yok. Sıkmabaş için alanları dolduranlar bağımsızlık için, özelleştirme için, terörist kuklanın ayrıcalıklarını kınamak için ses çıkarmıyor. AİHM kararını sözlü kınamak, uygarca eleştirmek için yüzbinler alanları doldurmalı idi. Anayasa Mahkemesi kararlarının Anayasa kuralı değerinde olduğunu bilmeyenler sıkmabaş için Anayasa’da kural istiyorlar. Onurumuz için, geleceğimiz için dayanışmayı gözardı ediyorlar.

Bir Öneri

Önceki Ulaştırma Bakanlarından ve Anayasa Mahkemesi üyelerinden İhsan Pekel’in “Atatürk’ü Anlamak ve Anmak” adlı iki ciltlik kitabı Atatürk Araştırma Merkezi yayını olarak çıktı. Atatürk’ü ve ilkelerini yeterince tanımamaktan anlamamaktan çekilen sıkıntılara değinerek bu konuları kanıtlarıyla inceleyen yapıtı okuyuculara öneriyorum. Kişiliği, ilkeleri ve görüşleriyle Atatürk’ü doyurucu biçimde tanıtmaktadır.

http://www.turksolu.com.tr/82/ozden82.htm

.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder