Yekta Güngör Özden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yekta Güngör Özden etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Nisan 2020 Perşembe

Atatürk Devrimciliği,

 Atatürk Devrimciliği, 




Yekta Güngör ÖZDEN, 
Aralık 2001

Ulusal ve tarihsel değerlerimizin simgesi Atatürk, Türkiye'mizle özdeşleşerek kurumlaşan niteliğiyle Türkiye aydınlanmasının kaynağıdır. Ölüm kalım savaşı verilerek yoktan var edilen Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusunu her gün artan bir özlemle arıyor ve anıyoruz. Resmi tören toplantılar ve belli günlerle sınırlı övgülerle sunulan saygının içtenlikliği kuşku yaratmakta, Atatürk'e bağlılık ve eserlerini koruma duyarlığı tartışılmaktadır. Terörün küreselleştiği gücün haktan üstün tutulduğu, insan haklarıyla demokrasinin yayılmacı sömürgeci ve anamalcı odakların uygun gördüğü ölçüde yaşama geçirildiği bir dönemde padişahlık ve halifelik önerilerini yıllar önce elinin tersiyle iten bir halk adamı unutulamaz. Kongrelerle, müdafa-i hukuk ruhu ve kuva-yı milliye ateşiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne uzanarak eşitlikçi yurttaşlar düzeni, gerçek bir halk demokrasisi olan Cumhuriyet'i soyut ve somut tüm dayanaklarıyla yepyeni bir yapı olarak kurmak Türk Mucizesi'nin dünyanın saygı ve hayranlıkla karşıladığı tarihsel gerçeğidir.

Yoksunlukları, isyanları, ihanetleri göğüsleyerek yalnız iç düşmanlarla değil, içerdeki yönetimle de savaşarak bağımsızlık, özgürlük ve ulusal egemenlik temelinde yükselen çağdaş yapıyı kazandırmak, askerlikten siyasete, eğitimden ekonomiye, sanattan spora her alanda gerçekleştirilen devrimler tebaa (kul-köle), ümmetten ulus yaratmak, din bağı yerine, "inanıyorum o halde varım"dan "düşünüyorum o halde varım" düzeyine yükselterek usun ve bilimin öncülüğünü benimsetmek, birbirini izleyen atılımlarla uygarlığın olanaklarını kazandırmak, laik ve barışçı anlayışı egemen kılarak yarınlara coşkuyla koşturmak insanlığa ve ulusa en yararlı katkı ve hizmettir. Günümüzde soygunlar, hortumlamalar, rüşvet, sanığı belirsiz öldürmeler, işkence, ayrımcılık, ayırıcalık, küreselleşme ve özelleştirme adıyla dayatılan olumsuz uygulamalar ABD'nin tutumu, AB'nin dayatmaları, verilen ödünler, edilgen ve güdümlü durum, ekonomiden başlayarak siyasal alana yayılan bağımlılık, borcu borçla ödeme aymazlığı, aydınların tembelliği, okuyanların ve okuduğunu anlayanların giderek azalması, Anayasa değişikliği aldatmaca ve oyalaması Osmanlı'nın son yıllarını anımsatmaktadır. O günlerin koyu karanlığı, öldürücü ağırlığını Mustafa Kemal ve arkadaşları nasıl kaldırmışlar, Sevr'i tarihin çöplüğüne atıp Lozan'ı edinmemizi nasıl sağlamışlarsa onlara yaraşır olmayı onur ve erdem bilen çocukları, Atatürk Devrimcileri de umutsuzluğa, karamsarlığa düşmeden sorunları çözecek, Büyük Ulusumuzun gönenci ve erinci için çabalarında başarıya ulaşacaklardır. "Ramazandan ramazana müslüman, bayramdan bayrama kahraman" kılığına giren yalancıları kendiyle çelişerek yabancılaşanları utandıracaktır.

Türkiye'mizi ve Türk Ulusu'nu kucaklayan bir insan ve hukuk kurumu yapısıyla demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti en kutsal varlığımızdır. Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan, Atatürk'ün "En büyük Türk Devrimi, erdem" dediği bu "hazine" hepimizin yaşamını adadığı, sonsuza değin bağımsız yaşaması için büyük sorumluluklar yüklendiği bir değerdir. Kuratarıcımız ve kurucumuz Atatürk, tutsak ulusların bağımsızlık uğraşına güç veren örnek kişiliğiyle hepimizi adında kaynaştıran en büyük Türk'tür. O'nun gösterdiği yönde çizdiği yolda "Avrupa'nın Türkiye'si"ni değil, Türkiye'nin Türkiye'sini yaratmak görevdir. Yeni sömürgecilik, yeni mandacılık düşünüp amaçlayanların kursağında kalacaktır. Tutsaklığın azı-çoğu, büyüğü-küçüğü olamaz. Demokrasiler, güçlerin sorgulandığı yönetimler olduğuna göre ulusuna her zaman hesap verecek anlayıştaki insanların eğitimle artmasına özen gösterilmelidir. Devletin malı ulusun malı değilmiş gibi halka verileceğini söyleyenlerin "özelleştirme felesefesi" diye saptırdıkları işlemler belli kişilerin tekeline varlıkların devrinden başka bir şey değildir. Eşit konumda AB üyeliğinde direnecek yerde üstüste ödünler verip dizleri titreyerek uluslararası kuruluşların kapısında beklemek düş kırıklığı yaratmıştır. Rastlamakla, izlemekle üzüldüğümüz ikiyüzlülükler, döneklikler , maskaralıklar, şaklabanlıklar, şakşakçılıklar, siyasal palyaçoluklar, kuklalık, uyduluk ve uşaklık, sapkınlık, aymazlık, bağnazlık ve yobazlık, yıkıcılık ve köktendincilik Türkiye'mizin geleceğine yönelik tehlikelerden başlıcalarıdır. Nasıl rozet takmakla, nutuk atmakla, resim asmakla Atatürkçülük olmazsa, ulusal çıkarlarla bağdaşmayan tutumlarla da yurtseverlik olamaz. Kimi demeçlere, bildirilere, özel defterlere yazılanlara kanmayınız. Kendinizi eleştirip sorgulayarak, gerçeği arayıp özümseyerek yaşamınıza anlam veriniz. Dalkavukluğun her türünü, terörün her türü gibi dışlayınız. Övgülerden çok yergileri gözeterek davranışlarınızı düzenleyiniz. Bağımsızlığımızın önemli simgesi dilimizin kirlenmesini, dilimize yabancı sözcüklerin alınmasını önleyiniz. Soytarılığa soyunarak siyaseti yozlaştıranları örnek davranışlarla uyarmak için gençlerin siyasete girmesi zorunludur. Barış isteyen savaş karşıtlarıyla savaş isteyen şeriatçıların aynı zamanda gösteriye başlaması ilginçtir. 2. cumhuriyetçilerle köktendincilerin ve etnik terör sürdürenlerin birlikteliği, demokrasiyle diktatörlükler için, laikliğiyle köktendinci düzenler için kötü örnek sayılan Türkiye'mizin ortak hedef olduğunun kanıtıdır. Bu tiksindirici, çirkin ve alçakça oyunu gençlerimiz bozacaklardır. Maoculuk ve Kürtçülükle damgalananların şimdilerde "Kemalizm" diye tutturmaları işlerine geldiği sürece kullanıp sonra bırakacaklarını söylemeleri yanında Atatürk'e ve Atatürkçüler'e saldıran kökten dincilerle etnik ayrımcıların tutumları da birer terördür. Düşünceleri ve inançları zorla değiştiren, kendi düşünce ve inancını zorla dayatan, ölümle sonuç almaya çalışan da teröristtir. Atatürk'ün ışıklı yolu usla, ahlakla, adaletle, insanlıkla, eşitlikle, yürekten inanıp benimsemekle, uygarlıkla örülmüştür. Atatürk, bir anlamda bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, demokrasi ve hiç kuşkusuz "Türkiye" demektir.

Her biri birer "altın ok" olan, Türk devriminin temellerini oluşturan Atatürk ilkelerini özetleyen "Altıok"u ve Kemalizmi sömüren sahte Atatürkçülerle Altıok’u budamaya çalışanlar, Altıok'a ve Kemalizm'e saldıran eski faşist, yeni şeriat körükçüsü, çıkarcı sözde liberal, sözde demokrat, sözde ilericiler, uyduruk milliyetçiler birbirinin aynıdır. Altıok’a katlanamayan milliyetçi ve demokrat olamaz, yurtsever olamaz. Atatürk'e saldırarak oy toplamaya çalışanlar bile Atatürk'e sığınıyor. 11 Eylül ABD olayı "Afganistan Operasyonu" Atatürk'ün ve laikliğin önemini bir kez daha vurgulamıştır. Tito küçük kültürleri bağımsızlaştırarak birliği sağlayacağını düşünmüş. Tito gitmiş, Yugoslavya bitmiştir. Atatürk ulusallaştırarak birliği gerçekleştirmiş ve güçlendirmiştir. Bunca kötülüklere karşın Cumhuriyet'in 78. yılını kutlaması tarihsel bir olgunun bayraklaşmasıdır. Ulusal kimliğini yadsıyan, yurttaş olamaz. Çoğunluğun içindekileri azınlık kılma ve alt-üst kimlik çatışmalarıyla sürdürülen bölme parçalama çabaları, bağımlı kılma girişimleri, devletin ülkesi ve ulusuyla oluşturduğu tümlüğü yıkma oyunları gençlerimizi düşündürmelidir. Atatürk'ün değindiği karşı devrim olayları değişik biçim ve kılıkta sürmektedir. 1800'lerden bu yana Mustafa Kemal Atatürk, Cumhuriyet, Laiklik yokken girişilen gericilik kalkışmaları yeni yapay sorunlar ve aşağılık bahanelerle sergilenmektedir. Dış destek de kesilmemiştir. Patrona isyanı, 1839 ve 1856 Fermanları, 1876 Kanuni Esasisi, 1908 Meşrutiyeti 1909/31 Mart gerici kıyımı iyi değerlendirilmelidir. O zaman Mustafa Kemal yalnız sonuncusunda Harekat (Hürriyet) Ordusu Kurmay Başkanı idi. 1925 Şeyh Sait isyanı, öbür isyanlar, Dersim, Çorum, Kahramanmaraş, Sivas, İBDA-C, Hizbullah olayları asla unutulmamalıdır. Geçmişi unutan geleceğe çıkamaz. Gençlerimiz her şeyi okumalı, önce ve mutlaka Atatürk'ün söylevini okumalıdır. Gerçek bir Atatürk Devrimcisi, kendi öğretisini herkesten iyi bilmelidir. Tarikat tehlikesinin ayırdında olmalıdır. Koşullara göre davranmalı, onlarla savaşmalıdır.

Atatürk'ün, Cumhuriyeti koruyacak özgür düşünceli, özgür inançlı, sağlam yapılı, sağlam ıralı (karakterli) gençler öğüdü bizleri her zaman uyarmalıdır. Devingen olmayan, devrimci olamaz. Dizleri titreyerek ayakta durulmaz. Gençlerimiz kimsenin önünde boyun eğmemeli, boynu bükük durmamalıdır. Eğitimle bilgili, sorumluluk duygusuyla bilinçli yurttaşlar olarak Atatürk'ü yorumlamalı, "Atatürk bugün yaşasaydı ne yapardı, nasıl düşünür, neler söylerdi?" diyerek, Atatürkçe yaşayıp çalışarak sorunlara çözüm bulmalı, O'ndan aldığı hızla yarınlara koşmalıdır. Saldıracaklardır. Öldüreceklerdir. Atatürkçüleri öldürseler de Atatürkçülüğü öldüremeyeceklerdir. Büyük bir olgunluk ve kararlılıkla gerekirse dağa çıkacağını bilerek sokaklarda değil, bilimsel alanlarda, düzeyli etkinliklerle halkımızı uyaracak, kötülükleri önleyecektir. Bunaklar, sarsaklar, nankörler, kindarlar, inatçılar, arsız ve yüzsüzler, kişiliksizler, niteliksizler, her tür kötüler birleşip engellemeye çalışacaklardır. Atatürkçü olmak kolay değildir. Beyin ve yürek yoğunluğu temel koşuldur. Karanlık ve karışık kimseler bu onur yüceliğine erişemez. Büyük Atatürk'ün her alanda bize sonsuzluğu açan güzel, anlamlı, özdeyiş nitelikli sözlerini yineleyerek, O'na yaraşır çocukları olmaya çalışarak vatanımıza borcumuzu ödeyebileceğimizi her Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı, insanlık andı bilmelidir. Atatürkçü Düşünce ödünsüz izleyeceğimiz ilkemizdir.

Yineliyorum: Türkiye Atatürk'tür, Atatürk Türkiye'dir. Bu anlamda Atatürk'te anlaşmak, Atatürk'te buluşmak, Atatürk'te kaynaşmak, Atatürk'te çoğalmak, Atatürk'te büyümek, Atatürk'te güçlenmek, Atatürk'te yücelmek, Atatürk'te ölümsüzleşmek, Atatürk'te bayraklaşmak ödün verilmez ilke olmalıdır. Hiçbir çıkar ve kişisel yarar düşünmeden, alnı açık, yüzü ak, başı dik sonsuzluğa koşacak Atatürk devrimcileri durmayacak, konuşacak, uyaracak, önerecek, örnek olacaktır. Atatürk Devrimcisi asla korkmaz, asla yorulmaz, asla yılmaz. Atatürk Devrimcisi için ölmek de yok, dönmek de yok!

Atatürk'ümüzün Gençliğe Seslenişi (1927) ve Bursa Konuşması (1933) onurlu sorumluluğun ve uyarıcı önerinin belgeleridir. Birer tarihsel çizelge ve izlence olarak Gençliğe verilen ödevleri içeren bu belgeler hepimiz için birer kaynak ve dayanaktır. Ne mutlu Atatürk Devrimcilerine!

Yekta Güngör ÖZDEN, 
Aralık 2001

http://www.guncelmeydan.com/pano/ataturk-devrimciligi-yekta-gungor-ozden-t32858.html


***


Üçüncü Meşrutiyet,

Üçüncü Meşrutiyet,




Yekta Güngör ÖZDEN,
31 Ekim 2002 Çarşamba,

Bıkkınlıktan ötede tiksinti veren olayları izledikçe karamsarlığa kapılmamak olanaksız. Birbirine eklenen aykırılıklar, çelişkiler, yanlışlıklar ve sakıncalı eylemler, aydınlığımızın üzerine ağır gölgeler biçiminde düşmekte, yolumuzu kesmektedir. Türkiye aydınlanmasının önündeki bağnazlık, aymazlık, sapkınlık engelleri yıllardır ırkçı-faşist, köktendinci-şeriatçı, bölücü-kürtçü akımlarla, çıkarcılık güdüsü ve mezhepçilik çabalarıyla desteklenerek sürmektedir. Tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, çağdaşlığı amaç edinmiş Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın özünü oluşturan Müdafaa-i Hukuk ruhu, Kuvva-yı Milliye ateşi, Misak-ı Milli ereği tümüyle unutulmuş, ABD etkisi AB dayatmaları IMF buyrukları doğrultusunda nereye varılacağı, ne olacağı düşünülmeden küreselleşme sarmalının dişlileri arasına katılma yarışına katılınmıştır. Onur, saygınlık, ilkelilik, eşitlik, adalet gözardı edilmiştir. Tüm bu olumsuzluklar siyasal öncülerin (liderlerin) özendirmesi, tartışma ve eleştirme kabul etmez tutumlarıyla giderek artmaktadır. Daha ileri gideceğimize daha geri gitmekteyiz. Tarihimizde acılı bölümleri de olsa umutla karşılanan 1. ve 2. Meşrutiyet, saltanat-hilafetle özetlenen teokratik oligarşiden (dinci tek kişi yönetiminden) halkın katılımı anlamındaki Meclisli yönetime geçişe yönelmekle ileriye gidişi anlatırken, şimdiki durum, demokrasinin yönetimdeki adı, yaşama geçiş biçimi olan cumhuriyetten geriye gidişi, tersine dönüş olduğundan tam bir irticadır. Siyasal irtica, günümüzden geçmişe dönmenin, azınlık yaratma, dinsel yönetim özlemlerinin, bunlara yol açan öneri ve düzenlemelerin başka anlamı yoktur. Hepsi 3. Meşrutiyet’in ağır belirtileridir. Siyasal Partiler Yasası, Seçim Yasaları, Anayasa kuralları ve öbür yasa kuralları olduğu gibi durmakta, siyasal parti liderlerinin saltanatı sürmekte, içerdeki sapkın, bağnaz, aymaz ortaklığıyla dışardaki sözde dost (gerçekte düşman) işbirliği, amaçlarına ulaşmak için her yolu denemektedir. Karalama, kötüleme, yalan, bilgi ve terbiye yoksunluğu yansıtan davranışları, kişilik bozukluğunu sergileyen tutarsızlıklarıyla yerleştirilip yerleştikleri medya köşelerinden Türk mucizesi ve en büyük Türk Devrimi olan laik cumhuriyete saldırmaktadırlar. Yaşam felsefemiz, ulusumuza özgü dünya görüşü Atatürk ilkeleri, işlerine gelince adını arsızca kullananlara “modası geçmiş...” olarak nitelenebilmektedirler. Şeriat tellallarıyla, AB tamtamcılarının ulusal kimliği yadsıyan goygoycuların varlık nedenlerini kavrayamamaları bir yana, çıkarları için, evrensel değerlerle örtüşen ulusal değerlerimizi, ulusal dayanışmayı, toplumsal barışı, sürekli yenilenmeyi, tam bir mütarekeci yapısıyla yıkma uğraşları acıdır. 1. ve 2. Meşrutiyetler mutlakiyetten kurtulma iken 3. Meşrutiyet mutlakiyete dönüş, cumhuriyetten kaçış dönemidir.

1919-1922 içteki yönetimle birlikte yayılmacı sömürgeci dış güçlere karşı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlandığı yıllardır. 1923-1938 demokrasiyi amaçlayan cumhuriyetin ilanıyla birlikte devrimler dizisinin gerçekleştiği, kuruluşun tamamlanarak bayındırlık çabalarının doruğa ulaştığı, İkinci Dünya Savaşı yıkımından uzak kalındığı yıllardır. Tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni, tam bir halk demokrasisi, kimsesizlerin kimsesi olan Türkiye Cumhuriyeti, yozlaştırılan siyaset sulandırılan demokrasi ile tanınamaz duruma gelme aşamasındadır. Bundan daha iyi meşrutiyet olur mu?

Son günlerdeki sözde demokratik, siyasal oyunlar düşündürücü değil mi? Birkaç kişiye bağlanmış kısır ve yüzeysel bir demokrasi anlayışı, çoğulcu-katılımcı, kurallar ve kurumlar düzeni demokrasinin temeli hukuku dışlamaya kalkışmıştır. Yabancı sözcükler, alıntılar ve aktarmalarla süslenen konuşma ve yazılarla sonuç alınmaya çalışılmaktadır. Demokrasi suçu işlemiş, ulusu inanç ve soy bağı ayrımlarıyla bölmeye, birbirine düşman olmaya kışkırtmış, bundan böyle de aynı tutumu daha sakıncalı biçimde izleyeceği belli kişileri kurtarmaya yönelik önerilere, görüşlere, eleştirilere, çirkinliklere eğilmek yeter. Anayasa değişiklikleri içinde hukuk devletini güçlendirme, yargının bağımsızlığı ile devletin tüm işlem ve eylemlerinin bağımsız yargının denetimine açık olma, yasama sorumsuzluğu korunmakla birlikte milletvekili dokunulmazlığını sınırlama, af yolunu kapatma, uluslar arası tahkimi kaldırma, cumhuriyet senatosunu kurma, siyasal yaşamı demokratik kılma, Devlet Güvenlik Mahkemelerini kaldırma, milletvekili sayısını azaltma, yolluk ve ödeneklerini düzenleme, yasama denetimlerini etkin kılma, KHK’lerin görüşülmesini sağlama vd. konularda bir atılım yok. Yasama organı, suçluların sığınağı değildir. Her suç, kamu düzenine aykırı eylemdir. Demokrasinin bir öğreti, eğitim, terbiye ve disiplin düzeni olduğunu unutup oy toplamak ve hoş görünmek için, kimilerine yaranmak için ırasını (karakterini) bozmak bağışlanamaz.

Partilerin durumu, başta liderleri kimi siyasetçilerin tutumu, başkanlık sistemi hevesleri apaçık ortada iken cumhuriyeti “ismi var, cismi yok” durmuna getirmeye karşı, “meşrutiyet” yakıştırması yadırganamaz. Hangisinde çağdaşlık, bilimsellik, hukuksallık, demokratlık, bağımsızlık, ilkelilik, nitelik ve düzey özlemi var? 1950’lerden bu yana izlediğim seçimlerin öncekilerden daha olumsuz sonuçlar verdiğini saptamanın üzüntüsüyle doluyum. İnsan hakları ve barışçılık yerine başıbozukluk, başıboşluk ve kavga var. Ayrımcılık var. Batılılaşma çabası olarak gündeme gelen 1. Meşrutiyet (23.12.1876-13.02.1978) siyasal yaşamda bir umudun doğuşu idi. 1808’deki Sened-i İttifak’ın Padişahla varılan anlaşmayı içermesi, dış baskıların da ağırlık koyduğu 1839 Tanzimat, 1856 Islahat Fermanları’nın yön çizmesi 1867-1875’lerde Paris’te Jöntürkler’in yayımladığı Genç Osmanlılar bildirilerinin etkilemesiyle eşitlik, özgürlük, adalet, insan hakları, seçimli meclisle yönetim ilkeleri gündeme gelmişti. 20.03.1877’de Padişahın söyleviyle açılan meclis, 31.08.1876’da tahta çıkan II. Abdülhamit’in 23.12.1876 günlü Kanun-i Esasi’nin 113. maddesindeki yetkiye dayanan kararıyla 14.02.1878’de kapatıldı. Hükümdarın yetkilerini parlamentoyla paylaşması, hükümdarın oluruyla yasa önerileri verilebileceği öngörülen meşrutiyet, bir tür koşullu monarşi, Osmanlılar için teokratik monarşidir. Dinsel ağırlıklı, kişisel yönetim.

Genç Osmanlılar hareketinin yayılması, asker ve sivil öğrencilerin örgütlenmesi, Şam’da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin kurulması, Makedonya’daki 3. Ordu’nun ayaklanmasına Edirne’deki 2. Ordu’nun katılması, Manastır’da ilanından iki gün sonra Abdülhamit’i 23.07.1908’de 2. Meşrutiyet’i ilan zorunda bıraktı. 1876 Anayasası yeniden yürürlüğe konuldu ve Meclis açıldı. Böylece halka, özlediği düzelme ve gelişme olanakların sağlanacağı sözü verildi. 08.08.1908 değişikliğiyle sıkıyönetim ilanını öngören 113. maddedeki padişahın aşırı yetkisi kaldırıldı. Özgürlükler güvenceye bağlandı. Abdülhamit, iktidarına ortak olmak isteyen asker-sivil bürokrasinin yetkilerini sınırlamasını durdurmak için dine sarılarak panislamizmle imparatorluğu sürdürmek istiyordu. Bu yol, saray ve saraydışı kutuplaşmasını, zıtlaşmasını getirdi. Mutlak monarşi yerine uygulamaya geçirilen meşruti monarşi bilinçli bir seçim değil bürokrasinin imparatorluğu kurtarma çabalarının bir açılımı idi. Batı yanlısı meşrutiyetçiler, gerçeği Atatürk’le yaşanan insanlık, akıl, bilim, kültür ve sanat ortamıyla uygarlığın ve çağdaşlığın simgesi sayılan “Batı”nın etkisinde idiler. Batıya bağımlılık o gün bile bugünkü boyutta değildi. Değişik düşünce akımları birleştirici bir sonuca ulaşamamıştı.

2. Meşrutiyet 21.12.1918’e kadar sürdü. İlk iki sadrazam (Başbakan) Said Paşa ve Kamil Paşa idi. 1908-1920’de Meclis-i Mebusan 4 kez dağıtıldı, 24 hükümet değişti. 2. Abdülhamit 31 Mart 1909’da tahttan indirildi. 2. Mahmut’la başlayan yönetimde yenileme çalışmaları biçimsel olmaktan öteye geçemedi. Akçalı durumun kötüleştiği, meşrutiyetleri satıldığı, halkın güvensizlik ve yoksulluktan bunaldığı günlerde Abdülaziz tahttan indirilip yerine V. Murat getirilmiş, onun yerine de Anayasa ve Meclis açma sözü veren II. Abdülhamit tahta çıkarılmıştı. Tutucuların direnmesine karşın Rüştü Paşa’nın yerine gelen Mithat Paşa 11 bölümden oluşan 119 maddelik Kanun-i Esasi’ye benimsetmişti. Genel Meclis, padişahın Meclis-i Mebusan üyelerinin yarısını geçmemek üzere yaşamboyu görev için atadığı Heyet-i Ayan ve Meclis-i Mebusan yapısı yasama bölümünü oluşturmaktaydı.

Toplumsal ve güncel gereksinimlerle benimsenen batıya yönelme, batılılaşma, batıyı örnek alma ve batının baskısını durdurma çabalarına bağlanacak meşrutiyetler, ulusal yapıyı kökten değiştirerek uygarlığın tüm olanaklarını edinmeye, çağdaşlığın kazanımlarını yaşamaya odaklanmışTürk Devrimi ve Atatürk ilkeleriyle asıl amacına ulaşmıştır. 20.1.1921 günlü Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 1. maddesi “Egemenlik bağsız koşulsuz Ulusun olup yönetim biçimi halkın geleceğini kendisinin belirleyerek kendisini yönetmesidir” içeriğiyle varılan doruğu belirlemiştir. Bu temel, günümüzdeki ulusal egemenlik ilkesinin kaynağıdır. 1961 Anayasası’ndan bu yana ulusumuz egemenliğini yetkili organlar eliyle kullandığından, egemenliğin yaşama geçtiği alan, yalnız yasama organı olmadığından, TBMM egemenliğin yasama alanında yetkili kılınan bir organdır. Yineleyelim, egemenlik TBMM’nin değil, ulusundur.

1. ve 2. Meşrutiyetler, günlerinin devrimi sayılabilecek gerekli ama yetersiz atılımlardı. Padişahlık düzeninde, yoksunluklar yalnızlıklar ve karışıklıklara karşın bir Anayasa yürürlüğe koymak azımsanacak ve küçümsenecek bir olay değildir. Tersine, bu uğurda başlarını veren yöneticiler gözetilirse, o günlerde olanlarla bugünlerde olması gerekenler karşılaştırılırsa, meşrutiyetlerin önemi ve değeri daha iyi anlaşılır. Osmanlı Hazinesi’nin tam takır olduğu, Rumların Edirne’yi geçip Yeşilköy’e kadar dayandığı dönemlerde asker-sivil bürokratların yurtseverliklerinin kazanımı olan meşrutiyetler, sömürge durumuna düşmüş Osmanlı İmparatorluğu sonrasını da etkileyen siyasal oluşumlardır. Deneyimleriyle bilinçlenen Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekçiliğinin, ileri görüşlülüğünün ulusumuzu nerden nereye taşıdığını iyi bilmeliyiz. Biçimsel düzenlemeler öze dayanmadıkça, özlemleri gerçekleştirmeyi akıl ve bilim ağırlığıyla amaçlanmadıkça, yaşama geçip somutlaşmadıkça yararlı olamaz. Batılılaşma, batıya yönelme, çağdaşlaşma bir özenti ve gösteri değil, “Batı” sözcüğüyle özetlenen ve bu sözcükte simgeleşen insanlık değerlerinin, yaşamın her alanıyla ilgili gelişme zenginleşmenin uzandığı ulusal bir erektir. Bu sonucun, tam bağımsızlık ilkesi özenle korunarak, günümüzün gerektirdiği askeri, ekonomik, siyasal işbirlikleri ve ortaklıklarda eşitlik gözetilerek sağlanması yaşamsal koşuldur. Barış, güvence, yenileşme ve düzelmeyi özgürlük ve adalet temelinde öngören meşrutiyet hepsini kapsayan, çağımızın en gerçekçi, en yararlı düzeni olan cumhuriyetçi demokrasiyle erişeceğimiz düzeyde bir devrim atılımı olarak anılacaktır. Ülkemizin geleceği, çıkarlarından başka şey düşündükleri kuşkulu anamalcı dernek ve vakıfların, yabancı destekli tekelcilerin, yeni Sevr’cilerin, bir kesimi terör aygıtından beter medyadaki tetikçilerin, mütarekeci ve mandacıların, numaracı, soyguncu ve hortumcuların, mafya bağlantılarının, mutlakiyet özlemcilerinin, kiralık ve satılık kalem ve ağızların, bağımlılığı benimsemiş uyduların eline bırakılamaz. Siyaset soylu, ahlaklı, ve adaletli bir yönetim sanatıdır. Palyaçoların, maskaraların, madrabazların, kuklaların, hacıyatmazların, korkakların ve ürkeklerin sahnesi, cambazların sirki, döneklerin pisti, ajanların tüneme yeri değildir. Ülkeyi eğitimsizliğin ve karşıdevrim koşullanmışlığının karanlığından kurtarmak, kafaların arındırılmasına bağlıdır. Bu da meşrutiyet yerine laik cumhuriyet donanımlarıyla gerçekleşir. Yoksa yerimizde sayar, geri gider, yıkılırız.

Yekta Güngör ÖZDEN, 
Ekim 2002


***

Bağımsızlık Tutkusu,

Bağımsızlık Tutkusu,



Yekta Güngör ÖZDEN,
Bağımsızlık Tutkusu


  Kişisel yaşamda özgür, istediği gibi davranma ya da serbestlik anlamına gelen bağımsızlığın, ulus ve devlet bağlamında ülke sınırları içerisinde hiçbir devletin koruması, el atması ve etkisi olmadan egemenlik hakkını kullanarak kendini yönetmesi, içe ve dışa karşı yetkilerinin gereklerini yerine getirmesi biçiminde tanımı yapılabilir. Bağımsızlık yalnızca siyasal ve yönetsel bir olgu türü olarak algılanırsa sınırlanmış, daraltılmış bir kavrama dönüşür. Gerçek bağımsızlık, yargıda, yürütmede-yönetimde, askerlikte, ekonomide, her alanda bağımsızlık demektir. Özetle, tam bağımsızlıktır. İlke olarak bağımsızlığın benimsenmesi, Anayasalarda ve Yasalarda öngörülmesi, kurulların ve kurumların çalışma düzenlerinden, yapılanmalarından söz edilirken bağımsızlığın sözcük olarak kullanılıp vurgulanması gerçekte bağımsız olunduğunu göstermez. Kağıt üzerinde bir amaç, bir özlem, bir erek olarak kalmaktan çok yaşama geçmesi, sınırsız, koşulsuz, gerçekten yaşanması gerekir. Giderek küçülen dünyanın ülkeleri, kentleri, insanları da birbirine yaklaşmakta, uzaklıklar yakın olmaktadır. Birliktelik nedenleri arttıkça ilişkiler yoğunlaşmakta, kimi değişik tür ortaklıklar gündeme gelmektedir. Anlayış, özveri, uyum, uzlaşma, karşılıklı ödünle sağlanan denge, bağımsızlığın sınırlanması sayılsa da eşit konum bağımsızlığı temelde korumakta, yitirilmesini önlemektedir. Bu nedenle güvenlik, ekonomi, siyaset, bilim, sanat, kültür ve spor alanlarıyla başka konularda ortaklıklar kurulmuştur. Özde, evlilikle oluşan aile kurumu da bireylerin bağımsızlıklarının karşılıklı özveriyle, esenlik ve mutluluk kazanmak için sınırlanmasıdır. Aile, eşlerin ortaklığıdır. Uluslararası ortaklıklar (örgütler, paktlar vd.) ilgili devletlerin bağımsızlıklarından ortak yarar için karşılıklı ödün vermeleriyle çalışır. Bağımsızlığı ilke alarak, aykırı, çelişkili, gölge düşürecek durumlardan kaçınmak, bağımlı saydıracak ilişki ve oluşumlardan uzak kalmak özeni devletler için geçerlik koşulu, varlık nedenidir. İnsanlık tarihi, bağımsızlık için çekilen sıkıntıları, katlanılan güçlükleri, girişilen savaşları, dökülen kanları, verilen canları anlatır. Bağımsız olmayan devlet devlet değildir, Anadolu İhtilali’ni gerçekleştirip tam bağımsızlık temel amaçlı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanan Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının bağımsızlığa ne ölçüde önem verdiklerini, bu konudaki özen ve duyarlıklarını yansıtan nice olay ve unutulmaz sözleri vardır. Bu bir insanlık aşkıdır. Bu bir soylu, kutsal ,benzersiz tutkudur. Bağımsızlığı karakteri bilen onurlu kişilerin köle, uşak ve uydu ruhlularla, mandacı ve mütarekecilerle anlaşması olanaksızdır. İlkesiz ve ülküsüzler kiralanabilir, satılabilir, her yol ve yöntemle sapkınlık yapabilir. Bağımsızlığı erdem bilenlerin bu ilkeden herhangi bir nedenle ödün vermesi düşünülemez.
Son yıllarda giderek artan dış borç yükü, siyasette karşılaşılan bozukluklar, beceriksizlikler, yalpalama ve sapmalar yabancı ülkelerin yardımını gerekli kılınca, istenen karşılıklar da artmıştır. Doyumsuz, yayılmacı, yeni sömürgeci dış güçler bağımsızlıkla bağdaşmayacak isteklerde bulunmayı doğal saymışlar, ekonomik ve siyasal destek arayan iktidarlardan kolaylıkla ödünler koparmışlardır. ABD’nin gericileri konuk edercesine koruması bir yana, “İslamcı Hükümet” nitelemesiyle açıkladığı umudu TBMM kararıyla suya düşünce, yöneticilerinin sinirli davranışları, sakıncalı ve sert sözleri, kırıcı tutumları birbirini izlemiştir. ABD Başkanı Bush’un kimi sözleri kendi kişisel zayıflıklarının, bağımlılıklarının, sınırsız güdülerinin yansıması da olsa devletinin gidişine ilişkin bir açıklıktır. Birleşmiş Milletler Anlaşması'nın 51. Maddesi’ne aykırı Irak saldırısının BM Güvenlik Konseyi’nin 678, 679 ve 1441 sayılı kararına dayanılarak savunulması güçtür. “Koalisyon” adını verdikleri saldırı ortaklığının eylemi, tam bir işgaldir. Güvenlik Konseyi kararı olmadan, Irak’ı denetlemek ve tehlikeli bir durumu olduğunda hemen yönelmek varken yaralanmalara, sakatlanmalara, yıkımlara, ölümlere neden olan bir savaşa girişmenin haklı bir yönü yoktur. Ortadoğu’dan başlayarak coğrafya deşikliklerini kendi çıkarlarına göre gerçekleştirmek, petrol kaynaklarına el koymak, ekonomik sarsıntıları savaşla durdurup iyileştirmek gerçek uygar, gerçek demokrat bir yönetimin işi değildir. Kıbrıs’ta birleşmeye zorlayanların Yugoslavya’da olduğu gibi Irak’ta dağıtmaya, parçalamaya çalışmaları ağır bir çelişkidir. Perle, Cheney, Rumsfeld, Halilzad, Powell ekibinin şahinliği barış istemleri karşısında giderek kararmakta, kınanmaktadır. Günümüz Başbakanının “Yeni talepler gelebilir” sözüyle beklediği ABD Dışişleri Bakanı Powell ile görüşen Dışişleri Bakanı Gül’ün “koalisyonun içindeyiz” sözü ulusal ilkemiz “Ülkede Barış Dünyada Barış”la çatışmaktan ötede ABD ve ortaklarıyla saldırıya katılma, savaşta yer alma, taraf olma açıklamasıdır. Her yönüyle yanlı ve sakıncalıdır. Daha iktidar olmadan yapılan geziler, gerçekleştirilen görüşmelerle Kıbrıs ve AB üyeliği konusunda ödünlere hazır duruma girilmiştir. “Stratejik müttefik” sloganıyla ateşe girmenin, içte ve dışta büyük sakıncalar olasılığına yol açmanın hiçbir anlamı ve yararı yoktur. İki Bakanın konuşmasıyla hemen değiştiği söylenen ilişkilere güvenilmesi de yanlıştır. 1991 Körfez Savaşı’na ilişkin sözlerini tutmayan, Musul ve Kerkük'teki Türkmenler için ciddi hiçbir söz vermeyen, Irak”ın kuzeyindeki Kürt aşiretlerine ayrıcalık tanıyıp destek sağlayan, PKK-KADEK konusunda susan ABD Türkiye için güvenilir olmaktan çıkmıştır. Ama asıl kriz bugünkü iktidardır. Bizim olmayan bu savaşta, Güvenlik Konseyi’nin kararıyla, Birleşmiş Milletler üyesi olmanın gerektirdikleri dışında bir katkımızın olamayacağını başta beri anlatmak olanağını ödünlerle yitirdik. Bu ödünler iç siyasetteki açılımlara karşı aranan destek nedeniyle olmuştur.
Lozan’da gözlemci bulundurup Antlaşmayı imzalamayan ABD ile Sevr kursağında kalan Avrupa, kendi çıkarları için Irak savaşı konusunda ayrılsa bile Irak’ın kuzeyi için hepsi Türkiye’ye karşı birleşmiştir. Bu ilginç durum, Türkiye karşıtlıklarının, AB üyeliği, Kıbrıs, Yunanistan, Ege denizi konularına değin uzanan ikilemli, özel amaçlı, yan tutmalarının kanıtıdır. Günümüz iktidarını bu sorunların Türkiye zararına çözümlenebilmesi için elverişli bulmuşlardır. Musul-Kerkük ve Türkmenler konusunda oyalayıp aldatmaca, Kürt aşiretleri konusunda avutup kandırmaca, böylelikle açıklanıp tanınma aşamasına gelen Kürt devletini meşrulaştırma çabası, ABD için, ağırlık ve öncelik kazanmıştır. Dünya kamuoyunu yönlendirmede medyanın büyük desteği, sansür sayılacak tutumlarla, oyunlarla, yalanlarla, dedikodularla haklı görünme çabası sırıtmaktadır. Ama evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Katı ve koyu ırkçılık, önlenemez çıkar ve egemenlik hırsı, diktatör baskısından bunalan bağımsızlıkçı Irak halkının istencine yenik düşmektedir. Olanaklar, sayılar gözetilirse Koalisyon zafer kazanmış sayılamaz.
Birleşmiş Milletler’i, dünya halklarını, kendi ülkesindeki karşıtlıkları, insan hak ve özgürlükleriyle demokrasiyi hiçe sayarak yürütülen savaş, geleceğe ilişkin sorunların tohumlarını atmaktadır. Ateşle, kanla, zulümle ve ölümle alınan sonuç geçerli olamaz. Böyle bir saldırı, uluslararası terördür. Dünya nüfusunun %4’ünden biraz fazlasını barındıran ABD’nin dünya ekonomisinden %30’u bulan pay alması bile ona yetmemektedir. Egemenliğini kurmak için işgale, yok etmeye, kıyıma ve yıkıma başvurmaktan çekinmemektedir. İsteğine uymayanları tehditten de geri kalmamaktadır. Kapitalizmin acımasızlığı ve doyumsuzluğu, komünizmin kanlı uygulamalarıyla yer değiştirmiştir. Kapitalizm, yozlaştırılmış komünizmin sonucudur. Tıpkı Türkiye’de bugünkü iktidarın dünkü iktidarın eseri olduğu gibi.
Bağımsızlığımızı onur bilerek ödünsüz korumalıyız. Para için pazarlıklarla siyaset yapılması diplomasi rezaletidir. İktidar için, kimi sorunları çözmek için, kimi kazanımlar sağlamak için savaşa kalkışmak ya da savaşanlar yanında yer almak insanlık suçuna ortak olmaktır. Türk Ulusu’nu komşu ülke halklarıyla karşılaştırmak, savaştırmak, kin ve düşmanlık yaratarak parçalamaya kalkışmak sözde dostların bilinen yöntemleridir. Tarih bu kötülüklerin acı örnekleriyle doludur. Kan dökerek, yakıp yıkarak almaya çalıştıkları sonuç unutulmaz sorunlar, onarılmaz yaralar, doldurulmaz boşluklar çıkaracaktır. Dünyanın her yerinden yükselen barış seslerini güvenlik güçlerini kullanarak susturmaya çalışanlar, yarın kendi tepelerinde Koalisyon güçlerini görebileceklerini de düşünmelidirler. Çok kötü de olsa, bu bir olasılıktır. Ülkemizin uydu ve uşak olmadığını, sömürge olmadığını, işgal edilemeyeceğini, ulusumuzun güdülemeyeceğini Atatürk ve arkadaşları en anlamlı biçimde kanıtlamıştı. İçimizdeki korkakların, çıkarcıların, karşıdevrimcilerin ve işbirlikçilerin fırsat bulduklarını sanmaları yanılgıdan ötede büyük bir aymazlıktır. Ajan, besleme, kiralık, odalık ve satılıkların kışkırtması kimseye yarar sağlamaz. Yeşil sermaye ve köktendinci desteği, güç katmaz. Tarihten ders almayanlar uslanmazlar ve eninde sonunda yitirirler. Mustafa Kemal’in TBMM’nin gazi ünvanıyla mareşallik rütbesini vermesi nedeniyle 21 Eylül 1921’de Başkomutanları olarak Ordu’ya iletisinden iki tümceyi aktarmakla yetineceğim:
“Ulusumuzu yabancıların elinde köle olmuş görmemek için giriştiğimiz bu savaşta (Sakarya Savaşı) ..-Yirmi bir gün yirmibir gece ulusun bağımsızlık fikriyle, başka bir ulusun işgal ve yağma fikri birbiriyle boğuştu. Sizin, başınızı eğmeye katlanmayan bağımsızlık fikriniz, ilerleyen düşmanı geri çekilmek zorunda bıraktı. Kızgın bir ufuk üzerinde tüten ve yanan yüzlerce köyümüzü arkasında bırakarak düşman ordusu, ceza önünden kaçan bir katil gibi, geldiği yerlere gidiyor. Halbuki o bir savaş değil yalnız bir akın düşünüyordu. Fikir ve imanın kesin kudretinin gücüyle kazandığımız zafer kadar büyük bir kanıt olamaz. Zulme uğramış ulusumuzu tarihin tehlikeli bir zamanında yeniden ışığa ve kurtuluşa kavuşturan savaşta sizin Başkomutanınız olduğum için bir insan yüreğine dolabilecek en derin mutluluk ve kıvancı duydum.”
Medyada barıştan çok savaştan söz edilmesi, çocukların ruh sağlığını bozucu görüntülerin yinelenmesi, saldırganlara akıl verilip yol gösterilmesi üzüntüyle karşılanmaktadır. Savaş çılgınlığına medya terörü de eklenmiştir. İktidar, kadrolaşmayı hızlandırmıştır. THY’den sonra Diyanet İşleri, TRT, Milli Eğitim Bakanlığı ve öbür Bakanlıklar ve Genel Müdürlükler, okullar ele geçirilmektedir. Özellikle, TBMM’de temsilcisi bulunan siyasal partilerin daha etkin olmaları beklenmektedir. Köktendincilerin, iktidara destek için suskunluk ve uslulukları dikkat çekicidir. Muhalefette olsalar, yapmayacakları şey kalmazdı. 

Atatürkçülerin dağınıklığı da teslimiyetçi iktidara yaramaktadır. İkinci Dünya Savaşı’ndan Türkiye’yi koruyanlar ışıklar içinde yatsın.

Bağımsızlık için can adanır. Bağımsızlık, onurlu varoluştur. Yaşamsal olmayan savaşlar, savunmayı aşan kalkışmalar, acıya biten serüvenler olmaktan ileriye gidemez. Ulusların bağımsızlık ve özgürlük tutkusunu hiçbir araç söndüremez. Bu, kutsal bir ateştir, sahibini aydınlatıp gönendirir, karşıtını yakar, kavurur. Haklı ve geçerli olmayan savaşın kazananı olamaz. Kullanılmaya, aldatılmaya elverişli olmayanı da kimse kullanamaz, aldatamaz. İnsanlık, dostluk ve barış. Dünyanın esenliği için tüm uluslar, her birey uğraş vermelidir. Asıl savaş açlıkla, yoklukla, hastalıkla, kötülükle, yıkımla, kıyımla, baskı ve ölümle savaştır. Yaşatmayı düşünmeyenlerin yaşamak hakkı tartışılır. Düşmanlıklara son verip içtenlikli dostluklar kurarak, birbirini destekleyip güçlendirerek, kalkındırarak evrensel aydınlığı ve mutluluğu arttırabiliriz. Kargaşa, kavga ve karşıtlıklar karanlık getirmekten başka bir şeye yaramaz. Gözyaşları ve yürek acıları düşmanlıkları körükler. Karşılıklı saygı ve güvenle geleceği kurtarabiliriz. Hukuk tanımazlık, hukuk bilmezlikle birleşirse güvencesiz kalırız.

KAYNAK;
http://www.turksolu.com.tr/ileri/15/ozden15.htm


http://eyvatan1923.blogspot.com/2015/09/bagmszlk-tutkusu.html


***

Atatürkçülük Üzerine,

Atatürkçülük Üzerine,




Yekta Güngör ÖZDEN,
2003

Atatürkçülük üzerine çok yazdım, söyledim. Bu kez değişik biçimde değinmek istedim. Aslında ne kadar yazılıp söylense azdır.

Anlaşmasını, birleşmesini, dayanışmasını bilmeyen Atatürkçülerin Cumhuriyet’imizi yüzyıl yaşatacaklarından kuşku duyduğumu söylersem kimse beni ayıplamasın. Son yıllarda, üstelik seçimle geldiğim görevlerde özverilerle sürdürdüğüm tüm çabalarıma karşın bir türlü sonuç alamamamın kırgınlığıyla değil, içtenlikli bir kanı olarak açıklıyorum. Bencillik, tembellik, korkaklık, aymazlık, çıkarcılık hatta sapkınlık denilebilecek olumsuzluklar sergileyerek karşıdevrimcilerin güçlenmesine neden olmaları sanırım beni doğrulamaktadır. Yalnızca rozet takarak, nutuk atarak, resim asarak Atatürkçü olduğunu sanan sahte Atatürkçüleri; Atatürkçü görünerek Atatürkçülere zarar veren amaçlı kimseleri; açıktan ve doğrudan Atatürk düşmanlığı yapan bağnaz, yobaz, ikiyüzlü, dönek, nankör, bilgisiz, bağımlı, uydu-uşak yaradılışlı kiralık ve satılıkları; gerici ve şeriatçıları; Tanzimat, Mütareke kafalı mandacıları; İkinci Cumhuriyetçi siyaset palyaçosu medya militanlarını; kişisel bozuklukları belirgin, terbiye yoksunu şakşakçıları; soyguncu, hortumcu, rüşvetçi, hırsız, ahlaksızları; düşünce ve inanç sömürücüsü bölücü ve yıkıcıları; sakıncalı tutumlarla demokrasiyi yozlaştıran kopyacıları, saldırganları bir yana kendi durum ve tutumlarıyla başbaşa bırakmak gerekir. Bunların düzelmesi olasılığından söz edilemez. Kendi görüşleri ve amaçları yönünde her şeyi geçerli, bunlara ters düşenlere aykırı bulup kişiliklere onura saldırırlar. Çekinmeden de demokrat ve ilerici geçinirler. Bu sayrılı tipleri tanımayan yok gibidir. Kurtuluş ve Kuruluş bilgileri yanında insanlık ve yurttaşlık bilinçleri de yoktur. Hangi koşullarda, nereden nereye, nasıl geldiğimizi unutmuşlardır. Bunlar için tam bağımsızlığın, özgürlüğün, ulusal egemenliğin hiçbir önemi yoktur. Yaşanılan kötülükleri, çekilen acıları kavrama yeteneklerini yitirmişlerdir. Uluslararası ilişkileri ve olayları gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirip gelecekte nelerle karşılaşılabileceğini kestirmekten kaçınırlar. Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni yıpratıp yıkmak başlıca amaçlarıdır. Varlık nedenleri ilkeleri, ulusal değerlerini canlarını adayarak savunacak yurtseverlerin tepkilerini önleyip bastırmak için ABD ve AB desteğine gereksinim duyduklarından, aşağılanmaya, dışlanmaya, avutulup oyalanmaya aldırmadan, el-etek öperek onlara sığınırlar. Tarihi ve gerçekleri utanmadan yadsırlar. Bunların hiçbir önemi olmadığını, en büyük yargıç tarihin yargısının büyük bir yansızlıkla her şeyi belirleyeceğini yinelemek yeter.

Düşündürücü ve üzücü olan, “Atatürkçü geçinenler” de değildir. Bunların iplikleri de pazara çıkmıştır. 12 Eylül 1980’den bu yana yaşananlar, yıkılanlar, yitirilenler, sarsılanlar, bozulanlar, değişenler, küçülenler ortadadır. Atatürk’ün Vasiyeti bile göz ardı edilebilmiştir. Çığırtkanlar ve goygoycuların, maskara ve madrabazların kışkırtmalarına kapılarak neden olunan kötülükler, siyasal iktidarların yavanlıkları ve yüzeysellikleri, partizanlık ve ödünleriyle birbirini izleyen olumsuzluklar ulusal yapının her alanında büyük gedikler açmıştır.

Başkent’te etnik terör yandaşları karanlık yüzlerini, kanlı dişlerini göstermeye, kökten dinci teröristler ülkenin her yanında eylemlerini sürdürme çabalarını sürdürmeye kararlı olduklarını açıklayabilmekte, kimi komşularımızla sözde dostların Lozan’ı geçersiz kılıp Sevr’i daha kapsamlı biçimde gerçekleştirme çabaları her gün yeni bir boyutla gündeme getirilebilmektedir. Hiçbir tartışmaya girişilmeden, hiçbir doğru anlatılmadan, hiçbir gerçek belirtilmeden, AB’nin oyalayarak istediği her ödün verilerek AB’ye girmek için “Kopenhag kriterleri ile birebir örtüşerek içerikte uyum yasalarının çıkarılması” gazete duyurularıyla önerilebilmektedir. Daha AB’nin ne olduğu, ne getirip götüreceği halka iyice anlatılmadan. Önce karşı olanların şimdi körü körüne yandaş olmasının nedenleri araştırılmadan. AB’ye uyum için çırpınanların ülke içinde ayrılık ve çelişkilerini çekinmeden sürdürdüklerine, tarikatçı kadrolaşmaya, nice antidemokratik kurala dayanmaya, bunları yenilerine eklemeye çalıştıklarına bakmadan.

Tüm bunların nedeni, Atatürkçülerin dağınıklığı, birbirlerine kişisel ve duygusal karşıtlıkları, başlangıçta özetle belirtmeye çalıştığım davranışlarıdır. Bu duruma güvenen, hatta dayanan karşıdevrimciler takiyye yöntemiyle, kimi zaman kabadayılık ve külhanbeylikle yol almaktadır. Kimi usta ve uzman sanılanlar da zamansız, anlamsız sormacalarla, amaçlı sayılacak yanıltıcı sorularla gerçekleri tersine çevirme, iyilikleri kullanarak kötülükleri benimsetme yarışına katılmışlardır. Güvenilmezlik kanıtı bu çabalar kişileri daha iyi tanıtmaktadır.

Eğitimdeki yanlışlıklar, amaçlı uygulamalar gerçeklerin öğrenilip benimsenmesinin önündeki en etkin engeldir. Türk Devrimi ve Atatürk İlkeleri konusundaki tutum en iyi örnektir. Atatürk’ün Büyük Söylevi’ni okumamış, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını bilmeyen yüksek öğretim son sınıf öğrencileri vardır. “İnanıyorum o halde varım”dan “Düşünüyorum o halde varım” düzeyine çıkarılmanın önemini tartışamayan üniversite bitirenler vardır. Çok dilli, çok dinli, çok ırklı, çok hukuklu bir toplumdan, ümmetten ulusa gelmeyi değerlendiremeyen, yurttaşlık kimliğini anlamak istemeyen, tebaa ile onur ve erdem sayılan hakları, özgürlükleriyle kişilikli ve nitelikli birey durumuna yükselmeyi değerlendiremeyen yurttaş vardır. Kimi Atatürkçü tanınan da, genelde alışılmış, geleneksel, yöresel başörtüsü adıyla ve “türban” yalanıyla yaygınlaştırılmak istenen siyasal islamın belirtisi sıkma başı yükseköğrenim kurumlarında açıkça yasaklayan Anayasa Mahkemesi’nin 1989 yılındaki iptal kararını, bunu yineleyen 1991 yılındaki yorumlu red kararını, Danıştay’ın bu doğrultudaki kararlarını unutarak ya da küçümseyerek “...bu konuda yargı organlarımızdan çıkan kararlar da maalesef tartışma götürür kararlardı” diye yazmaktadır.

Kısaca değinmekte yarar bulduğum kimi kavramlar, kurumlar, ilkeler ve değerler için yapacağım vurgulamalar bir yineleme olabilir. Büyük bir kesiminin terör aygıtı gibi çalıştığını, ulusalcı olmadan ulusal olmayacağını söylediğim medyanın çirkin saldırıları nedeniyle bunları bir kez daha yazıyorum. Özetle ve içtenlikle.

Mustafa Kemal Atatürk, sömürgeci ve yayılmacı güçlerle dinci ve baskıcı kişisel yönetimden yurdumuzu ve ulusu kurtaran, Osmanlı ile hiçbir ilgisi bulunmayan, demokrasi amaçlı, her yönden yepyeni laik Cumhuriyet’i kuran, ulusal değerlerimizle varlıklarımızın simgesi, Türkiye aydınlanmasının kaynağı, Türkiye’miz ile özdeşleşerek kurumlaşan bir ilkeler anıtıdır. Türk Mucizesi’nin yaratıcısı, ilkelerinin temelinde gerçekleştirdiği Türk Devrimi’nin unutulmaz önderidir. Müdafaa-i Hukuk ruhunun, Kuva-yı Milliye ateşinin özüdür. Tam bağımsızlığın, özgürlüğün, ulusal egemenliğin, aydınlanmanın savaşçısı ve öncüsüdür. Eşsiz komutanlığı, her alana el atan yetkin devlet adamlığı, örnek insanlığıyla evrensel bir kişidir. “Ne mutlu Türk’üm diyene” özdeyişini kıvançla söyleyecek herkesin kendisine bağlılıkla övünebileceği en büyük, en gerçekçi, en çağdaş Türk milliyetçisidir. Yabancıları Anadolu topraklarından kovup kutsal bilinen topraklara sokmamakla yalnız Anadolu Müslümanları’na değil, dünya Müslümanları’na en büyük iyiliği yapmış, namusumuzu ve onurumuzu kazandırmış bir ölümsüzdür. Bağımsızlık demektir, özgürlük demektir, ulusal egemenlik demektir, aydınlanma demektir, onur demektir, erdem demektir, ahlak demektir, adalet demektir, demokrasi demektir, Türkiye demektir.

Atatürkçü, Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekleştirdikleriyle amaçlayıp önerdiklerine sahip çıkan, bunları güncelleştirip yenileyerek, özünü koruyarak güçlendirip ve yaygınlaştırmayı görev bilen ilerici, demokrat, nitelikli, bilgili, bilinçli, onurlu, dürüst, çalışkan, insancıl, sevecen, kişilikli, özverili, yürekli, çağdaş, yurtseverdir. Kemalizm, Atatürkçülük bir dogma değildir. Türkiye’ye özgü, kendini yenileyen çağdaş bir öğretidir. Kemalistleri/Atatürkçüleri 1930’larda kalmakla suçlayanlar, 1950’den sonraki yöneticileri bırakıp Atatürk’ü ve İsmet İnönü’yü suçlayanlar 1919 ve sonrasını unutanlarla unutturmak isteyenlerdir. O altın yılların coşkusunu, devingenliğini, saygınlığını, devrimciliğini, ilkeliliğini, başarılarını bunlar karşısında gözleri kamaştığından göremeyenlerdir. Güçlükler, yoksunluklar, isyanlar ve ihanetler göğüslenerek girişilen bir ölüm-kalım savaşının kazanılmasıyla yoktan var edilen bir ulusal yapının değerini bilmeyen zavallılardır. 1930’larla 2000’lerin ayrılığını, koşullarındaki özellikleri akıl taşıyan herkes bilir. Atatürk ilkelerinin ruhu, özü, anlam ve amacı korunup onlara bağlı kalınarak, o soylu anlayış ve yurtseverlikle bugünün koşullarını gözeterek sorunları çözümlemek gerçek Atatürkçünün görevidir.

Gerçek Atatürkçünün eylemiyle söylemi birdir. Büyüklenmez. Kimseyi küçük görmez. Yalandan tiksinir. Kavga ve kargaşa istemez. Tartışarak, çalışarak, güven verip inandırarak sonuç almaya çalışır. Kimsenin değil, ilkelerin adamıdır. Yağmaya, kıyıma, gereksiz ve zamansız özelleştirmeye, bağımlılığa karşıdır. İşbirlikçilerle birlikte olamaz. Yeni kapitülasyon nitelikli tahkime, yabancı sermayeye ayrıcalıklara, kamusal değerlerin ve alanların talanına olur veremez. Düzenli, disiplinli, gerçekçi, özverili, çalışkan ve örnek kişidir. Bozguncu, kilitçi, hizipçi, şarlatan, uyumsuz kimseler ona asla yanaşamazlar. Yaranma çabasına girmez, ödül ve armağan beklemez, çıkar gözetmez. Ödüncü değildir. Arsızlarla yüzsüzler, gösterişçilerle kuklalar ondan hoşlanmazlar.

Gerçek Atatürkçüleri sahteleriyle birlikte gösterip suçlayan, karalayıp kötüleyen dönek, saplantılı ve sapkın kimileri de Atatürk düşmanıdır. Karanlık ve karışık kimileri sızamadıkları, barınamadıkları yerlere, yüz vermeyen Atatürkçülere değişik biçimlerde saldırmayı beceri saymaktadır. Kiralık ve satılık kimilerine araç olanlar, o kapı bu kapı dolaştıktan sonra kendine sahne hazırlayanlar kendilerini bir şey sanarak ya da göstererek gezinmektedir. Gerçek Atatürkçü, gençlik taslamaz. Yaşı ne olursa olsun gençtir. İlkelerini özümseyen, aykırı davranışlardan kurtulamayan, yurttaş olamamış, dalkavuk yapılı, ulusallık karşıtları asla Atatürkçü olamaz. Niteliksiz, düzeysiz, kişiliksiz kişi Atatürkçü olamaz. Atatürkçü olmak bir onur işidir. Bu onuru her baş, her omuz, her yürek taşıyamaz.

Günümüzün laik Cumhuriyet düzeni için başlıca tehlikesi, tehdidi, krizi olan iktidara yaranma çabalarıyla kararıp küçülenler artmaktadır. Kimi üniversitelerde, kimi yargı yerlerinde, kimi yönetim birimlerinde ve yasama organında, en başta özellikle yerleştirilip beslenerek çöreklendikleri kimi medya kuruluşlarında yakınma konusu ayrılıklar, karşıtlıklar, görevleri kötüye kullanma anlamında çirkinlikler duyulmakta, izlenmektedir. Bunlar acı veren çirkin belirtilerdir. Ayrıca her “Atatürkçüyüm” diyen gerçekten Atatürkçü olsaydı bu durumlara düşmeyeceğimiz de doğrulanan bir toplum gerçeğidir. Yapay Atatürkçüler, Atatürkçünün Atatürkçüye saldırmayacağını, Atatürkçünün Atatürkçüyü karalamayacağını, engellemeyeceğini bilmez. Ama ortada o kadar çok Vahdettin, Ali Galip, Ali Kemal, Damat Ferit, Derviş Vahdetî, Şeyh Sait, Fethullah var ki.

Bir de “Atatürkçü olmamak”la övünen bağnaz, yobaz sakatlar var. Atatürkçü olmanın ne anlama geldiğini yukarda belirtmiştim. Bunlara karşı olanlar insan olabilir mi ki inançlı olsun? Yurttaş olabilir mi ki seçkin, saygın ve nitelikli olsun? Atatürk karşıtı olmakla övünenler de bunlar gibidir. Ben, Atatürkçü olmakla her zaman övünüyorum. Her an daha iyi, daha gerçekçi Atatürkçü niteliğimi dokumak, güçlendirmek, artırmak istiyorum. Bana göre Atatürkçü olmak, yazımda hemen değindiğim nitelikleri taşımak, ilkeleri savunmak yanında özellikle Türkiye’miz bağlamında yurttaş ve adam olmaktır. Hem de her yönden ve gerçekten. Hiçbir ulusallığı olmayan yaklaşımları “milli görüş” sanıp benimseyenlerin kavramın sözlük anlamından yaşamsal durumuna, yandaşlarına değin bir kez daha düşünmesini salık veririm. Atatürkçülükte ulusalcılık belirgin ıra(karakter)dır. Ulusal çıkarlarımızı, ulusal güvenliği, geleceği düşünmeden, körü körüne, üstelik ödünler vererek AB’ye girmeye çabalayanlar da düşünmelidir. Eşit konumda, yaraşır biçimde AB’ye girmeye, insan hakları ve özgürlükler konusunda güzellikler yaşamaya, teknolojik gelişmelerden yararlanmaya kim karşı çıkar? Karşı çıkılan, sömürülmektir, aşağılanmaktır, bölünmek ve esir edilmektir, bağımlı olmaktır. Onursuz kalmaktır. Ulusun eşit öğelerinden Kürt kökenli yurttaşlarımızı azınlık saymak, bu yolda kışkırtmak olası Kürt devleti için alt yapı hazırlamaktır. Ulusal değerlerimize saldırmak başta silahlı kuvvetlerimiz olmak üzere laik Cumhuriyet bekçilerini yıpratmak ve dışlamaktır.

Kötülükleri, sakıncaları, olumsuzlukları kınamayanlar, bunlarla birlikte olanlar, destekleyenler ve pisliklerden yararlananlardır. Kimi maşalardır. Kimi kuyruklardır. İnsanlıktan, dostluktan, adamlıktan anlayan patron buyruğundaki mafyalaşmış tiynetsizlerdir. Kullananlar, en az kullandıkları kadar iğrençtir. Dışardan düşmana gerek olmadığı da savlanabilir. Teslimiyetçi, ver kurtulcu, kapkaççı, lopçu, kural tanımaz, ahlak dışı yaşamları eleştirilen yalancı yazar ve sözcülerin sayrılıkları, delilikleri, zorbalıkları çok kimseyi tiksindirmektedir. İlgili konularda bunların yaptığını Yunanlı, Rum ya da bilinen bir Türk düşmanı yapmamaktadır. Aykırılıkları gidermek, kötülükleri önlemek için uyaracak, önerecek, düzeltmek için çalışacak yerde yıkmak ve yok etmek için bu ölçüde devletine, ülkesine, ulusuna düşman olan kimselere başka yerlerde güç rastlanır. Bunlar elbet Atatürk’ü ve Atatürkçüyü sevmez. Sevmeleri çelişki olur, Atatürkçüyü üzer. Bunlar, ABD’yi, AB’yi, Yunanistan’ı, Kıbrıs Rum kesimini düşündükleri kadar Türkiye’yi düşünmezler. Tehlikeli ve sakıncalı tutumları bilinen bir imamı tutarlar, bilim adamını tutmazlar. Apo’yu severler, Atatürk’ü sevmezler. Okuduklarını anlamayan kötü amaçlılar haklı tepkileri ve uyarıları “Saddamcılıkla” suçlayıp kendilerine yaraşır yalanlarla Atatürkçüleri gözden düşürmeye uğraşırlar. Bunca çabaları Atatürkçülerin ne ölçüde haklı, yararlı ve güçlü olduğunun, etkin bilindiğinin kanıtıdır.

Örtünmeyle Türkiye gündemini değiştirme, ulusu avutup oyalama oyununa eşlik edenler, araç olanlar Atatürkçülüğü ağızlarına alamazlar. Kendini Atatürkçü bilen ve gerçekten bu onuru taşıyanlar da Atatürkçülüğü tekellerine almazlar. Tersine çıkışlar, Atatürk karşıtlığının bir başka yöntemidir. Atatürkçü, Atatürkçülüğü benimseyenin, özümseyenin artmasını ister. Donup kalmak gibi azalıp kapanmaya da karşıdır. Atatürkçü çoğaldıkça mutlu olur, sevinir. Susarak ya da başka biçimde karşıdevrime olur verenler, utançlarını Atatürkçüleri suçlayıp kendilerinin de Atatürkçü olduğunu söyleyerek hafifletip saklamak isterler. Atatürkçü, Atatürk’e yaraşır olmak çabasıyla onu geçercesine çalışıp ilkelerini savunup koruyandır. Atatürk’ü anlayıp anlatan, tanıyıp tanıtandır. Tabulaştırma ve tapma yakıştırmalarıyla hiçbir ilgisi olmayan, aklıyla vicdanıyla doğruları bulup paylaşan katılımcı, uygar kişidir. Akılla inancı, gerçekle varsayımı, bilimle dini ayıran atılımcıdır. Dinlerin olduğu yerde bulunan; din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi; demokrasinin, bağımsızlığın, insanlığın kaynağı; siyasal, hukuksal ve ulusal birliğin dayanağı; eşitlik ve bilimselliğin, kardeşlik ve dostluğun iklimi laikliği savunarak inanç sömürüsünü önler. Tüm sömürülere ve terörün hangi nedenle olursa olsun her türüne karşı çıkar. Bilir ve unutmaz ki Atatürkçülük bayrağı ancak gerçek Atatürkçülerin elinde dalgalanıp yükselir. Yalancıların ve yabancıların elinde değil, yabancılaşanların elinde değil.

Son zamanlarda Kemalizm/Atatürkçülük karşıtlarının us dışı görüşler ileri sürmesi bir rastlantı değildir. Dıştan kuşatma ve çevirmenin içten yıkma çabalarıyla birleşmesi Osmanlı’nın son yıllarında da görülmüştü. Arap, Ermeni, Rumlardan Türk düşmanı olanlarla Avrupalı karşıtlarımız içimizdeki sapkınlarla birleşerek başlattıkları saldırıyı geliştirirler. Önceleri nerede oldukları, ne oldukları bilinen kökten dinci, ırkçı-faşist ve kimi Maocu komünistlerin Atatürk düşmanlığı Türkiye’nin toplumsal dayanağını ortadan kaldırma amacına bağlıdır. Kökten dinci bir yayın organında hıncını ve hırsını kolayca açıklayan yabancının çalışması bundandır. Atatürk ve Kemalizm sözcüklerinin, kavram ve kurum olarak anlamlarının değiştirilmesi önerileri bundandır. Dünyanın tanınmış asker, sivil kişilerinin övdüğü Atatürk’ten gocunanların saçmalıkları bundandır. Kimileri de “Atatürk sömürüsü”nden söz ederek her gün andığımız, aradığımız, özlediğimiz Atatürk’e bağlılığı kıskanır ya da kendince tehlikeli bulur. Atatürk’ü sömürerek bir yere gelene, bir varlık edinene, herhangi bir şey kazanana rastlamadım. Tersine, ülkemizin ortamında Atatürkçü olduğu için bir çok şey yitirenlere rastladım. İnanç-din sömürüsü yapanlara, halkı aldatıp kandıranlara, soyanlara bir şey söylemeyenlerin tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma doğrultusunda Atatürk’e bağlılığını ve ilgisini açıklayanlara sataşması bir başka çelişkidir.

Anayasa değişikliği çabaları, Türk Ceza Yasası’nın değişiklik tasarısı, İş Yasası, Birleşmiş Milletler’in Siyasi ve Medeni Haklar ile Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmelerinin içeriği, Başbakan’ın bürokrasi yakınmaları göz ardı edilmektedir. Gerçekte, hukuk tanımazlıklarını açıklamaktadırlar. Bağlılık andı içtikleri Anayasa’yı kendi amaç ve açılımlarına uygun duruma getirmek istedikleri, ayrılıklarını uygun bulmayan hukuka karşı oldukları bellidir. Ustaları zamanında sık sık açıklanan “Herkese kendi hukuku” aymazlığını cemaat düzeniyle gerçekleştirmeye koyulmuşlardır. Değiştirilmesini bile öneremeyecekleri laiklik konusundaki tutarsızlıkları, kavgaları başka anlam taşımamaktadır. Kökten dinci terörün kıyıma dönüşen saldırıları, cinayetleri gözetilerek Turgut Özal’ın kaldırttığı Türk Ceza Yasası’nın 163. Maddesi’ni inanç sömürüsünü önlemek, inancı güvenceye almak için yeniden getirmeleri daha olumlu karşılanır. Oysa iktidar hepsini bırakmış, muvafakat partisi durumuna geçen sözde muhalefeti büsbütün silmeye, sindirmeye koyulmuştur.

Kim Atatürkçülükten, laiklikten ne zarar görmüştür? Anlamak olanaksızdır. Atatürkçülüğü laikliğe indirgemek eleştirisi de yanlıştır. Atatürkçülük bir tümdür. İlkelerin hiçbiri birbirinden ayrılmaz. Ayrı ayrı önemleri birinin öbürüne üstünlüğü değildir. 1950’den sonra özellikle laiklik konusunda ödünler verilip toplumsal barış sarsıldığından, olumsuzluklar bu alanda izlendiğinden laiklik konusu daha fazla konuşulup yazılmıştır. Zaman zaman değişen durumlara, saptanan olaylara göre ilkelerin daha çok ve daha sık tartışılması doğaldır. Asıl sorumluluk, Atatürk’ün “Kimsesizlerin kimsesi -En büyük Türk Devrimi- Erdem- Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürüdür- Demokrasinin yaşama geçiş biçimi ve yönetimdeki adıdır” dediği Cumhuriyet’in 1950 sonrası siyasetinin yozlaşması nedeniyle amacına ulaşmamasına neden olanlardadır. Kusur ya da suç Cumhuriyet’te, Atatürk’te, Atatürkçülükte değil, bunlara yaraşır olmayan yöneticilerdedir.

Kökü ve kaynağı belli günümüzün iktidarı “Hükümet olsalar da iktidar olamadıklarından yakınıyor. Öğrencileri “Lekeli” diyerek suçlayıp (kendisine ne demeli?) yaptıklarını unutan ve unutmak isteyen, tesettür defileleriyle yapay törenler arasında mekik dokuyan, sözde dinsel gerekleri uygulama görüntüsü altında şeriat özlemlerini yansıtan baylara ve bayanlara söylenecek çok söz vardır. Devlet adamı olmak için de önce adam olmak gerekir sözümü bir kez daha tüm ilgililer için yineliyorum. Yalakalığa soyunan kimi medya ilgililerinin kışkırtmasıyla “gaza gelen” iktidar başının buraya yaraşır olup olmadığı, hangi suçlardan sanık tutulduğu, özlediği iktidarın dikensiz gül bahçesi nitelikli, yetersiz bilgi ve eğitimiyle yerleştirmeye çalıştığı gerici bir düzen olduğu iyi bilinmelidir. Böyle birisinin bir de Cumhurbaşkanı olabileceğini düşünmek sürekli uyanık kalmak için yeter de artar bile. Ajan tutumlu körükçülerin, Atatürk’le kazandığımız amalıdır. Kendilerine umut bağlananlar, ülkesi için bir şeyler yapması beklenenler birbirleriyle, hatta kendileriyle kavga ederken bizi boğmak isteyen çember giderek daralmaktadır.

İş çevrelerinin tutumu, tarımdaki yıkım da buna eklenince ekonomik güçlükleri aşmaya çalışan ülkemizin çıkmaz sokaklarda kaldığı açıktır. İnsan hakları, özgürlükler, demokratik gelenekler, eğitim, bağımsız yargı, laiklik vd için tutarlı, ciddi, gerçek hiçbir söz etmeyen iktidarın etnik ve dinci terörü önleme konusunda da yetersiz kaldığı, bunun işine geldiği anlaşılmaktadır. “Yeniden Atatürk! Yine Atatürkçülük!” diyerek onurlu, soylu, namuslu, akılcı, yurtsever siyaset yoluyla aydınlık yarınlara koşmanın kıvancını yaşamak dileğiyle bu yolda sapkınlığa düşenleri kınıyor, uğraş verenleri kutluyorum.

Yekta Güngör ÖZDEN, 2003
KAYNAK;
http://www.turksolu.com.tr/ileri/16/ozden16.htm


http://www.guncelmeydan.com/pano/ataturkculuk-uzerine-yekta-gungor-ozden-t32959.html


***

Sözde Aydınlar,

Sözde Aydınlar, 


Yekta Güngör ÖZDEN,
KİMİ AYDINLAR.. SÖZDE AYDINLAR..,


“Aydınlık, aydınlanma, aydın” sözcüklerinin anlamları, çağdaş açılımların insanlık bağlamında öngördüğü güzellikleri, iyilikleri, olanakları, uygarlık düzeyinin özlenen boyutlarını kapsar. Saydamlığı, gelişme ve kalkınmayı, yüceliş ve yükselişi, esenlik ve dinginliği, atılım ve devrimleri içerir. İlgili olduğu alanı anlatan sözcükle birleştiğinde aktöreden bilimselliğe, bağımsızlıktan özgürlüğe, siyasetten ekonomiye, eğitimden sanata ileriliği, uygunluk ve yaraşırlığı özetler. Işıklı, pırıl pırıl bir yaşamın herkesi doyuran etkin yapısını anlatır. Çoğulcu, katılımcı, kurallar ve kurumlar düzeni demokrasinin açıklığının temel koşulu, çağdaş yaşamın temel öğesi niteliğiyle, kavramlar olarak, özgür değerleri vardır.

Aydınlığı sağlayacak, kazandıracak aydınlanma için yüzyıllarca uğraş verilmiş, savaşlara girişilmiştir. İnsanlığın mutluluğunu amaçlayan edinimlerin aydınlanmayla elde edileceği gerçeği, milyonlarca insanın yaşamına malolmuştur. Batı’nın krallık ve kilise karşıtlığını giderip halk yönetimlerini egemen kılması, kalkınmayı gerçekleştirip yaşam düzeyini yükseltmesi için reform ve rönesansı başarması aydınlanmayı getirmiştir. Bilimsel çalışmalarla siyasal anlayışların güçlenip saygınlık kazanarak birbirini desteklemesi, sanatın katkısıyla toplumsal bilincin gelişmesi, karanlıkları aydınlığa dönüştürmüştür. Uygarlık koşusunun önünde aydınlar yer almıştır. Önderlik ve öncülüklerini soylu düşünceleriyle, bilimsel çabalarıyla edinen aydınlar, toplumun umudu, dayanağı ve güvencesi olmuşlardır. Bağımsızlık ve özgürlük savaşlarının ateşlerini de aydınlar yakmışlardır. Düşünceleriyle tuttukları ışıklar insanlığın yolunu aydınlatmış, sorunların çözümünde, amaçlara ulaşmakta bilgileri ve tutumlarıyla etkinliklerini kanıtlamışlardır. Özgün ve örnek kişilikleriyle topluma yön vermiş, yol göstermişlerdir.
“Aydın”ın değişik tanımları yapılabilir. Okur-yazar olmak, belli bir eğitim ve öğretim yapmış, bir diploma almış olmak, güzel yazmak ve konuşmak aydın olmak, aydın sayılmak için yeterli değildir. Bencillikten, önyargılı ve koşullanmışlıktan kurtulmuş, kendini yenilemeyi ve aşmayı başarmış, duygu ve düşünce soyluluğu, ahlâk yapısı, insanlık nitelikleri, kişilik düzeyiyle seçkin, saygın, onurlu, topluma katkıları, gelişmelere etkileri olan, çalışkan, özverili, duyarlı, sorumluluk bilinciyle güvenilir kişilere “aydın” denilir. Kendini aydın sananlarla, aydın sanılan kimilerinin kuşku, güvensizlik, hattâ nefret duyuran tutumları sözde aydınları çağrıştırmaktadır. Sözlüklerdeki tanımlara bakılarak aydın değerlendirmesi yapmak yanlıştır. Giyim kuşamına, okuyup yazmasına, yaşamına bakılarak değil, durumuna ve tutumuna bakılarak aydın nitelemesi yapılır. Günümüzde, özellikle ülkemizde aydın sömürüsü ve yanılgısı yaygındır. Kendinden başkasını düşünmeyen, topluma hiçbir katkısı bulunmayan, kavgacı, çıkarcı, yalancı, dönek, sapkın, ikiyüzlü, dolandırıcı kimsenin aydın sayılması olanaksızdır. İlkel, yavan, yapay, kişiliksiz, değişken, bilinçsiz, yüreksiz kimse bilimsel kimi sanlara, ilgi çeken kimi sıfatlara sahip olsa da gerçek aydın sayılamaz. Bunlar sözde, sahte aydınlardır.

Bu konuda çok şey söylenip yazılabilir. Beni düşündüren ve üzen konum (mevki, makam, rütbe, sıfat) ve çıkar (para, olanak, yetki) düşkünlerinin giderek artmasıdır. Rozetçi, lâfçı, plâketçi, ödüncü sahte aydınlar çoğalmakta, düşüncesini öğrenmek, sesini duymak istediğimiz, özlediğimiz aydınlara az rastlanmaktadır. Gerçek aydın niteliklerinden yoksun, bir yer edinmek için kapı kapı dolaşan, el-ayak öpen, uyduluğu, yalakalığı, şakşakçılığı yeğleyen, nabza göre şerbet veren, hatır için haksızlık yapan, bozulmayı, kötüleşmeyi, çıkara kapılıp ideoloji tutsağı olmayı ve karakter değiştirmeyi gelişme sayan, ilkesiz, tutarsız, düzeysiz kimseler aydın olamazlar.

Yerlerinde kalmak için ağızlarını açmayanlar, karşı çıkmaları gereken durumlara olur verip katılanlar, kendilerine dokunulmadıkça kötülükleri izlemekle yetinenler, ilkeler bozulup budandıkça uyumlu iletiler yayımlayanlar, etkilerini, ağırlıklarını anlamlarını yitirenler, giderek değersizleşenler, disiplinsiz demokrasi, sınırsız özgürlük anlayışlarıyla “ezber” ve “resmî tarih” suçlamasına yanıt vermekten kaçınanlar, aşağılanıp dışlanmaya katlananlar aydın değildir. Bunlar yarınlarda nasıl sokağa çıkacak, nasıl başkalarının yüzüne bakacak, çocuklarının ve torunlarının kınamasından nasıl kurtulacaklardır?

Aydın olmak sanıldığı kadar kolay ve ucuz olsaydı aydınlığın değeri, aydınlanmanın önemi olmazdı. Aydın baskıcı, köktendinci, tutucu, çıkarcı olamaz. Aldatmaz ve oyalamaz. Gerçekten ve doğrudan yana olur. Yobaza alkış tutmaz, bağnaza omuz vermez, aymazı desteklemez. Sözüne güvenilir, varlığından ve yandaşlığından güç alınır. Her tür sömürünün, alçaklığın ve satılmışlığın karşısındadır. Aydınlığın kavgasını verir, gözünü budaktan esirgemez, can derdinde koşmaz.

Sözde ayın bu tür erdemlerin uzağındadır. Tembeldir, yozdur, bozuktur, bozguncudur. Okumaz, okuduğunu anlamaz, anlamış görünse de yorumu bencil, düşüncesi yoksuldur. Ismarlama yazı yazar. Düzmece anılarla gerçekleri saptırır, kin kusar. İlkesiz, tutarsızdır. Korkak, yılışık ve şımarıktır. Arkadaşını engeller, onu uzaklaştırıp yerine geçmeyi beceri sayar. Karalar, gammazlar, suçlar amacına ulaşmak için her yolu ve her yöntemi geçerli sayar. Tabularından ayrılamaz. Patronlarına tapar. Uşaklıktan çekinmez, araç olur, ajan olur. Değerbilmezliği bir yana değerlere saldırır, yıkmaya çalışır. Kıskançlığı belirgin, kendisi tedirgindir. Ruhsal ve beyinsel bozukluğunu örtmek için tartışmalara sığınır. Yapamayacağı kötülük yoktur. Değişik ve aşağılık düşkünlükleri vardır. İmzasız ya da sahte imzalı mektuplarla kıskançlığının ve kininin kölesi olarak oraya buraya başvuran, karaçalma ve yalanlarla onurlu kişilere saldıran “liboş” ve “entel”leri medya yoluyla gösterilerini sürdürmektedir. Kimini bilimsel sanıyla bir şey sanıp ekranlara çıkarmakta, kürsülere, kurullara taşımaktadırlar.

Sözde aydınlar potansiyel tehlikedir. Hattâ yakın tehlikedir. Herkesle işbirliği yaparlar. İşlerine gelirse şeriatçıların, bölücü ve yıkıcıların amaçlarını bile bile onlara özgürlük kalkanı olurlar. İlkelerin oyulması onları ilgilendirmez. Rektörlerin Atatürkçülükten söz etmesine katlanamazlar. Lâik cumhuriyetin, çağdaş Türkiye’nin Atatürk’le özdeşleşmesi onları çılgına çevirir. Karşıtlıkları o kadar belirgin ki Atatürkçülük ve Atatürkçüleri başlıca düşman sayarlar. Ne diyeceklerini, nasıl karalayıp suçlayacaklarını şaşırırlar. İlericilere sahip çıkmanın temsil ettikleri kurum ve ilkeler nedeniyle doğal olarak Türkiye’ye ve cumhuriyete sahip çıkmak olduğunu, bu değerleri savunmak olduğunu kabûl edemezler.

Safsatayı ve sapkınlığı “düşünce özgürlüğü” kapsamında gören aymazlarla, düşünce özgürlüğünün “sınırsız” olduğunu savunan bilmişler var. Tıpkı, sıkmabaş ve bohçabaşı “başörtüsüne elatılıyor” diye yalanla savunan bağnaz-yobazlar gibi. Düşünce açıklamayı düşünmeyle bir tutup düşünceye karışılıyormuş gösterirler. Aydın, siyasal yaşama düzey ve onur kazandıran kişidir. Karanlığın her türüyle savaşan bir yurtseverdir.

Televizyon izlenceleri (programları) ne çıkarak çok kimsensin benimsediği konuları kendi özgün görüşüymüş gibi anlatarak doğruları savunan birisi görünür. Oysa, derlemeci ve taklitçidir. Yetişemediği insanları akıllı-uslu pozlar vererek gerçekdışı durumlarla eleştirir, karalar. Konuşurken, yanınızda ve yakınken nezaketini beğendiğiniz insan biraz eleştirilip görüşlerine karşı çıkılınca birden hiç beklenmeyecek biçimde kabalaşır. İş istediği, kimi olanak ve ayrıcalık beklediği kapılarda saatler geçirmekten usanmaz. Beklentileri nedeniyle kurduğu ilişkiler kınanacak düşüklükler sergiler. Bir yazı, bir çağrı için aşındırmadığı merdiven, çalmadığı kapı bırakmaz. Armağan almayı sever, bir kez bile incelik göstermez. Mektuba, kara yanıt vermez, gönderilen kitaplara teşekkür etmeyi bilmez. Üstünlük ve seçkin kuruntusunun tutsağıdır.

Türk Mucizesi’ni sürdüren eşsiz ve örnek Türk Devrimi’nin amacını kavramamış, Türkiye’nin sonsuza değin bağımsız yaşaması, lâik cumhuriyetin tüm çağdaş nitelikleriyle güçlenip korunması için yükümlülüklerini unutmuş kişinin aydın olma savı dinlenemez. Sıkmabaşları, bohçabaşları açtıramamış, karşıdevrimcilikten döndürememiş, yıkıcılıktan alıkoyamamış, yandaş kazanamamış, kendi kendileriyle konuşup bir tür kapalı etkinliklerle yetinmiş sözde Atatürkçüler gibi sözde aydınların da hiçbir yararı yoktur. Tersine zararları çoktur. Özellikle gençlere gerçek aydının ne olduğu iyi anlatılmalıdır. Sözde aydınlar, aydınlığın düşmanıdır. Yanıltarak, tiksindirerek kişileri soğutur, uzaklaştırır, karşıya kazandırırlar.

Daha başka anlatımlarla, örneklerle yazıyı sürdürebilirim. Ancak fazla yer ve zaman almamak için bitirmek istiyorum. Bu konuyla ilgili “En Tehlikeli Toplumsal Hastalık: Umursamazlık” başlıklı yazım 3.7.1984’de, “Ölü Toprağı” başlıklı yazım 30.1.1989’da, “Aydınların Aymazlığı” başlıklı yazım da 31.7.1998’de Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasında yayımlandı. Çağdaş Türk Dili dergisinin Kasım 1991 sayısında yayımlanan yazımın başlığı “Aydınların Karanlığı” idi. Sanat Çevresi dergisinin Temmuz 2001 sayısındaki yazım da “Adam Olmak” başlığını taşıyordu. Uzak-yakın çevremize baktığımızda aydınlar konusunda düş kırıklığı yaşadığımızı göreceğiz. Sözde aydınlar, sözde ilericiler, sözde demokratlar, sözde milliyetçiler, sözde Atatürkçüler, sözde dindarlar, sözde yurtseverler, sözde lâikler, sözde siyasetçiler hakkımız olan değerlerin başlıca engelleridir. Ulusal bağlamdaki olayların oluşumların önde gelen sorumluları bunlardır.

Düzmece rapor hazırlayan bilirkişiler (!), isteğe uygun düşünce veren bilim adamları (!), akıl öğretmeye kalkışan medya bülbülleri, demokrasi baykuşları, ihaleciler, aracılar, işbitiriciler, köşedönücüler bunların arasından çıkar. Kirli ve pis işlerin danışmanları, rehberleri bunlardan kimileridir. Birkaç yabancı sözcükle yaban ellerinden gazel okuyan muzıkacılar, yosunlu köşe taşları da bunlardandır. Kimi üniversitelerde kadroları bunlar oluşturur, bunların ağırlığı, yoğun yaşanır. Türk Devrimi ve Atatürk ilkelerine saldırı bunlardan gelir. Gençleri bunlar kışkırtır ve yanıltır. Gericilerin dayanağı, vitrini de yine bunlardır. Yüzleri kızarmaz. Yalvarıp yakarmakta, isteyip almakta, yalayıp yutmakta ustadırlar. İşbirlikçi, mandacıdırlar. Yabancılardan para almaktan, proje adıyla başvuruda bulunmaktan kaçınmazlar, çekinmezler. Kullanılmakta sakınca görmezler. Ceplerini doldurmayı iyi bilirler. Her iktidarın gözdesi bunlardır. Bunlardaki uyum yeteneği kimsede olmadığı gibi gerekçe uydurmada da üstlerine yoktur.

Bencillikleri sınır tanımaz. Onlardan bilgili, becerikli, uyanık kimse olamaz. Hep kendilerinin en önde, en üstte, en çok aranan ve dinlenilen kimse olmasını isterler. Yönetimde üst ve egemen olmazlarsa bir şeye karışmaz ve katılmazlar. Mızıkçılık için bulamayacakları bahane yoktur. Hiçbir yol bunlarla sonuna dek birlikte yürünmez. İnsanı yarı yolda bırakmaktan, üst perdeden konuşmaktan zevk alır, atıp tutarlar. Ellerini taşın altına sokmazlar. Tartışmayı kavgaya dönüştürür, sıkıyı görünce başkalarını öne sürüp kaçarlar. Aşırmayı, kopya çekmeyi, başkasının üstüne suç atmayı, pazarlığı olağan gösterirler, savunurlar.

Tutsaklıktan bağımsızlığa ve özgürlüğe, dinci ve baskıcı saltanat-hilâfetten cumhuriyete, kula kul olmaktan kişilikli yurttaşlığa, ümmetten ulusa gelmenin, yurt kurtarıp devlet kurtaranların, aklın özgürlüğü ve devletin dinden bağımsızlığı demek olan lâikliğin, bilimselliğin, çağdaşlığın değerini bilmeyen, bu kazanımların kaynağı ilkeleri savunmayan, varlıklarını yabancılara kaptıran kimse aydın olabilir mi? Kadın erkek eşitliğini tanımayan, dini dayanak, ulemayı yolgösterici sayan, aydınlıktan değil, karanlıktan yanadır. Ülkesinin, ulusunun sorunlarıyla ilgilenmeyen, çözümleri dışarıdan ve yabancıdan bekleyen, bir şey almada vermeyi düşünmeyen kimse aydın olamaz. Havuz başlarında, köşklerde, konaklarda, yatlarda, lüks otellerde, renkli sofralarda, loş salonlarda nutuk atmakla, caka satmakla, afra tafra ile aydın olunmaz. Ülkesini ve yurttaşını tanımayan, yabancılaşıp uzaklaşan, fildişi kulesine çekilip keyfine bakan, işi oluruna bırakan, insanlık ve yurttaşlık borcunu unutan kimse hiçbir şey olamaz ki aydın olsun.

Parçalanmışlığın, dağınıklığın nedeni bunlardır. İlkelerde birleşmeyi, genelde ve temelde anlaşmayı savsaklayıp ayrıntıda ayrılarak Türkiye karşıtlarına, gericilere, bölücü ve yıkıcılara güç verirler. Çoğunun dostluğu sahtedir. Görevle, makamla geçerlidir. Bunlarla sınırlıdır. Yetkili ve etkili olmaktan çıkınca sizi önce onlar unutur.

Ülkemiz ortamında aydınların önemini yadsımak olanaksızdır. Kalkınma ve gelişmede, büyüme ve güçlenmede aydınların öncülüğü beklenmekte ve özlenmektedir. Ancak, aydınların toplumsal yükümlülüklerinden kaçındıkları, halkla birlikte olmaktan, aydınlatma çabalarından uzak durdukları bir gerçektir. Kimi aydınların biriki, donanımı umulandan iyi de olsa, “adamlık” nitelikleriyle itici düştükleri görülmektedir. Yaklaşımları beğeni toplayan, güven veren, umut dağıtan, katkılarından yararlanılan aydın sayısı giderek azalmakta, sözde aydınlar çoğalmaktadır. Aydınları özürlü, aydınları yetersiz ülkelerin yarınlarının aydınlık olması beklenemez. Sorun bu nedenle çok önemlidir.
Nitelik-kişilik seçkinliğini gözardı edip “Aydın”ı bir diplomaya, toplumsal belirginliğe, akçalı güç başta olmak üzere değişik albenili durumlara bağlarsanız eğitimi, bilgiyi, kültürü, bilinci, ahlâkı, deneyimi, karakter üstünlüğünü hiçe saymış olursunuz. Her okumuş, her diplomalı, her eli kalem tutan, ağzı lâf yapan, belli bir yerde oturup belli görevlerde bulunan kimseler aydın olsalardı Türkiye’miz bugünkü karanlığı yaşamazdı. Çalışkan, dürüst, yürekli, düşünceleri ve görüşleriyle topluma ışık tutup öncülük edecek düzeydeki kişiler “aydın”dır. Bağımlı, uydu ve uşak ruhlu kişiler, çıkarcılar, ikiyüzlüler, dönekler ve sapkınlar asla aydın olamaz ve sayılamaz. Gerçek aydın bir ilke ve davâ adamıdır.

“Aydın” diye boy gösterenlerin çoğu bu niteliğe yaraşmayan, sıradanlığı şöyle dursun düzeysizlikleri sırıtan kimseler. Kendini aydın sanan ya da aydın sanılan bu tipler, toplumda tepki uyandırmakta, öncelikle “aydın” niteliğine zarar vermekte, güven ve inan duygularını altüst etmektedirler. Kiminde kalem, kiminde fırça, kiminde bir enstrüman. Kimi kürsüde, kimi sahnede, kimi podyumda, kimi ekranda, kimi koridorda, kimi de her yerde. Gösterişi, nutuk atmayı, bildiri dağıtmayı, ileti yayımlamayı, basın toplantısı yapmayı, etkinlik düzenlemeyi çok sever, çok iyi becerirler. Ama uğraşa, kavgaya, savaşıma gelince değişik bahanelerle kaytarırlar. Yoksunluğa katlanmayı, güçlüğe dayanmayı, haksız işlemlere karşı koymayı bilmezler. Görev katları biraz yükseltilmese bile aynı tutuldukça, aylıkları düşürülmedikçe ses çıkarmazlar. Hele görevde ve aylıkta yükseltme olunca keyiflerine diyecek yoktur, kötülediklerini alkışlamaktan da çekinmezler. Çabuk değişir, kolay saf, renk ve çizgi değiştirir, ucuza alınıp satılırlar. Kolaycıdırlar, birbirlerini tutarlar ama az sonra yıkmaya, bitirmeye çalışırlar. Gerçek aydınların üzerindeki gölgelerdir.

Bir örgüte üye olurlar, ödenti vermezler. Katıldıkları toplantıları karıştırırlar. Uzun ve sıkıcı konuşmalar, gereksiz sataşmalar ve önerilerle zaman yitimine neden olurlar. Ön sıralarda oturup görünmek, eleştirmek, gösterişli etkinlik varsa bulunmak, yoksa çağrıları yapay özürlerle karşılayıp kaytarmak bilinen becerileridir. İzlencelere çıkıp gazete köşelerine kurularak herkese akıl vermeye çalışırlar. Türkçe bilmezler, dil uzmanı, “dilci” geçinirler. Yalan söyler, takma ad kullanır, kadınsa erkek, erkekse kadın resmi altına sığınırlar. Yüklü paralar alırlar. Eğitim için, iyilik için, bir yardım için tek kuruş bağış yaptıklarına rastlayamazsınız. Bir etkinlik için arasanız gidiş-dönüş uçak bileti, en lüks yerde kalmayı ve konuşma ücretini ister. Varlıklı olmasına karşın paraya düşkünlüğü ve ısrarı hayretle karşılanacak ölçüde fazladır. Katılma sözünü verir ama tutmaz. Kendisi yararlı bir şey yapmaz fakat kimseyi beğenmez. Özellikle kendi düşkünlük ve düşüklüklerini belirgin kılacak nitelikli kişileri karalar, durumunun ortaya çıkmaması için onlarla birlikte olmaktan kaçınır. Yeterli eğitim-öğretim görmemiş olmasına aldırmaz, bilgiçlik taslar. Kimi zaman kapısından bile geçmediği eğitim kurumlarını bitirdiğini söyler.

Kimi gün fıkra anlatarak, kimi gün şiir ve şarkı söyleyerek, kimi gün siyasal eleştiriler sıralayarak kendini gösterir. Bu tip-tipler aydın değil, “aydıncık” bile olamaz. Havuz, otel, kort, renkli ışıklar, çılgın müzik, şık giysiler, kumar masaları, dost kasaları, evler, taşıtlar, yatlar, içki âlemleri, sayısız nikâh, hattâ imam nikâhı, çirkin ilişkiler, bir sürü pislik bunlar için geçerli ve olağandır. Küçük yaştakilerle birliktelikler, yurtdışı gezileri, pahalı armağanlar yaşamlarını süsleyen eklerdir. Patron buyrukları gözlerini parlatır, adımlarını değiştirir. Yabancı hayranlığı, işadamı düşkünlüğü, siyaset tutkuları ağır basar. Evleriyle, eşleriyle gereğince ilgilenmezler. Doğru dürüst okudukları bir kitap yoktur. Okuduklarını anladıkları da kuşkuludur. Tartışma, kavga, gürültü en elverişli ortamlarıdır. Dinsel söylemlerle yandaş bulmayı, sıkmabaşla ilgi çekmeyi övünülecek davranış sayarlar.

İnsan haklarını, eşitliği, sosyal adaleti savunur görünürler, bu konularda en belirgin aykırılıklar bunlardan gelir. Ayrıcalıklı olduklarını sanırlar. Ayrımcılıktan çekinmezler. “En önde ben olayım, en üstte ben oturayım, benim dediğim doğrudur, benim istediğim olmalıdır” diye kasılırlar. Çocukları kışkırtanlar, yıllardır terör can alırken ses çıkarmayanlar, 12 Eylûl’de dut yemiş bülbül gibi susanlar, arkadaşlarını gammazlayıp darbecileri alkışlayıp onların verdiği görevlere uçarak gidenler, onlar ayrılınca arkalarından atıp tutanlar yine bunlardır. Kendini işe alanın, göreve getirip yükseltenin, seçtirenin ayağını kaydırıp yerine geçen, iktidara hemen ayak uydurup kasket giyen, bıyık bırakan, sıkmabaşa giren, namaza duran yine bunlardır. Görünmeyi, yanaşmayı, yaranmayı ustalık sayarak kişiliksizlik sergileyenler, gerçek aydınları güç durumlara düşürenler aydın olma savındaki kimi zavallılardır.

Çocukluklarını bilirsiniz. Babalarının arkadaşı, ağabeyleri, amcaları bilerek yakınınızda oldukları günler uzak değildir. Hattâ kimileri de akrabanızdır, dayısı olursunuz. Bir yere yerleştiler mi, ideolojik bir saplantıya kapıldılar mı artık sizi unutur, tanımazlar. Patrona tapmaya, para yığmaya başlayınca kötüleyip karalamaktan da utanmazlar. Çünkü, sevgiyi, saygıyı, insanlığı unutmuşlardır. Yanınızda staj yapanlardan da böyleleri çıkar. Ülkesinin, ulusunun, devletin yararını düşünmeyen, toprağının değerini bilmeyen, içtiği suyun, yediği ekmeğin, soluduğu havanın bilincinde olmayan, ırkçılık ve dincilik oyunlarıyla gözleri dönen, varlığını borçlu olduğu kişi ve kurumları, yaşamsal ilkeleri yadsıyan, AB destekleriyle kiminin sağında kiminin solunda yer alan, ABD hayranlığıyla sarhoş olan, kendi toplumuna ne verebilir ki? Dün ırkçı-faşist, bugün demokrat-neoliberal. Bugün köktendinci, yarın ateist. Unvan, şan, şöhret peşinde koşmaktan yorulmazlar, ama küçük bir yarayı sarmaya yanaşmazlar. Nankörlük bunların karakteri olmuştur. Bellekleri tozlu, vicdanları kara, yürekleri kerpiç, beyinleri taştır. Asla güvenemezsiniz. Oysa, aydın, aydınlığın kaynağıdır. İnsanlığın, dostluğun, arkadaşlığın, yararlı yurttaşlığın en düzeylisidir. Davranışları, yaşamı, görüş, düşünce ve yapıtlarıyla seçkin ve saygın kişidir. Kişiliğiyle örnek, varlığıyla önderdir. Kendini bilen, sevilen, aranan, başvurulan, özlenen insandır. Gerçek aydına bu niteliği kendisi değil, başkaları yakıştırır. Gerçek aydın alçakgönüllüdür, içtenliklidir. Yalanı-dolanı, yalvarıp yakarması yoktur. Haha-hihi, yemek-içmek değil, yararlı olmak, yaratmak peşindedir. Sözde aydınların karanlığı önlenemedikçe gerçek ve hakkımız olan aydınlığa kavuşamayız. Siyasette, ekonomide, hukukta, eğitimde, sanatta, her alanda sözde aydınlar yapıları- yaradılışları gereği değişik bozukluklarıyla etkin olmaktadırlar. Oysa edilginlerdir. Gerçek aydınlar seslerini çıkarmalı, ülke sorunlarına sahip olduklarını çözüm önerileriyle açıklamalıdır. Sahipsiz bırakılan alanlar başkalarının olur.

Kötülüklerden ve olumsuzluklardan sorumlu olanlar ilgisiz ve tepkisiz kalıp ilişkilerini düzenlemeyenlerdir. Davranışlarıyla çelişkiler ve aykırılık içinde yüzen sözde aydınlara ne olduklarını ve ne olamayacaklarını anlatmak gerekir. Kendilerinden başka kimseye saygıları yoktur. Gösterir gibi oldukları saygı da yapaydır. Türkiye’ye karşı olayların içinde bulunmuşlar, ülkede kötü örnek olmaları yetmiyormuş gibi yurtdışında arap ve kürtçü teröristlerle düşüp kalkmışlardır, iğrenç tutumlarla düşman kamplarda eğitilmişlerdir, sonra Türkiye’ye dönüp yazarlığa soyunmuşlardır. Bunlarla ilişki kurulmuş, yüksek ücretlerle iş verilmiştir. Beş metre dilleri vardır, beş paralık katkıları yoktur. Eskilerin “Kadı yoran” dedikleri bu kendisiyle kavga eden aydın taklitçileri çok kimsenin “Gerçek, geveze, ukalâ” nitelemesine hak verdiren alışkanlıklarından kurtulamazlar. Dernek, vakıf, parti kuruluş çalışmalarına ön sırada katılırlar, zaman geçip gönüllerinde yatan gösterişli yeri vermeyince mızıkçılık çıkarır, bir bahane ileri sürerek yolu yarısında terkederler. Bir süre kalanlar da başka partilerden milletvekilliği adaylığı olasılığı söz konusu olunca kaçar gider. Gazete, dergi çıkarırken kurulan birlikteliğinizi sayfayı, köşeyi, parayı beğenmeyince bozarlar. Doymayı bilmezler. Saygıyla dinlemek, yansız değerlendirmek, kararlı yürümek yetenekleri yoktur. Saygı gösterip efendilik yaptıkça tepenize biner, arsızlık ve yüzsüzlükleriyle kınanırlar.

Darbelerde askerleri alkışlar, terörle mücadeleye gelince demokrasi havarisi kesilip askere engel olmaya çalışırlar. Ekranlarda görünmeyi severler. Gösteriş budalalıkları, karşı cinslere, hattâ birbirlerine düşkünlükleri, sık sık eş değiştirmeleri söylenti konusu olur, eleştirilir. Tarihi, gerçekleri, yasal belgeleri yadsır, karalar, tersine çevirir, karıştırırlar. Hak etmedikleri paraları çekinmeden alırlar. Devletten para alıp devlet karşıtlığını kimseye bırakmazlar. Başkalarına görünmek için 10. Yıl Marşı’nı söyler, tersi savlarla ad yapmaya çalışırlar.

Aydınlık ve aydınlar için söylenecek güzel sözler, verilecek değerli örnekler vardır. Gerçek aydınları dışarıda tutarak, aydınları gölgeleyip lekeleyen sözde aydınlar için saptamalarımızı özetledik. Kendini sorgulamayan, özeleştiriye bağlı tutmayan kimse aydın olamaz. Daha açıkçası adam olmayan aydın olamaz. Kendini bilmeyen kimselerden gelecek zararı gidermek güçtür. Aydın olmak kolay olsaydı her yer aydınlık olurdu. Çoğu olumsuz direngen (huysuz), inatçıdır. Yanlışları kendilerinin değişmez doğrularıdır. Alıntı yapar, kaynak göstermezler. Kopyacıdırlar.

Bunlar her yerde, her hatta, her görevde bulunur. Giyimleri, konuşmaları, çantaları, ellerindeki gazete, dergi, kitaplarla konuştukları kimseleri görünce gerçek aydın sanılır. Biraz söyleşiyi sürdürür, ilişkiyi artırır, bir toplantıda izlerseniz notunuzu verir, aldandığınızı anlarsınız. Her kılık ve biçime girerler. Haksızlıklarını, yanlışlarını, yanılgılarını asla kabûl etmezler. Sizin zamanında, yerinde, doğru ve gerçek savlarınızı çürütemeyince sizi çürütmeye çalışırlar. Her parmağında onlarca kara vardır. Yalanları, iftiraları hazırdır. Öyle inandırıcı ses ve pozla konuşurları ki sizi tanımayanlar hakkınızda koşullanmış, önyargılı duruma gelir.

Elleri ceplerine gitmez. Bir ilke için, bir uğraş için, bir ürün ya da bir ortak edinim için gidere katılmazlar, özveride bulunmazlar. İşlerine gelmeyince sizi yalnız bırakıp kaçarlar. Korkaktırlar. Kimi izlendiği kuşkusu içinde yaşar. Kimi de resmî bir kovuşturmaya bağlı tutulacağını sanarak “etliye-sütlüye” karışmaz. Hani kimilerinin “suya-sabuna dokunmaması” gibi. Sözde aydınlarla yola çıkmak karanlıkta uçuruma düşmeyi göze almaktır. Çok çabuk görüş, yer, çizgi ve parti değiştirir.

İdeolojik bağımlılıkları, saplantıları koyudur. Halkını en çok bunlar aldatır ve yanıltır. Bulundukları yere, görev sanlarına bakılınca inanılacak nitelikte sanılır. Kimi gazetelerin köşelerine başyazılarına bakmak yeter. Neleri nasıl savunup nasıl sunduklarını görünce tiksinti duymamak olanaksızdır. Dün şuradaydı, bugün burada, yarın karşı yanda olabilir. Yazdıklarının tersini hiç çekinmeden bu kez başka yerde yazar. İnancı, ilkesi, bilinci çıkarının olduğu yerindir.

Kendileri için çok duyarlı, başkaları için “vurdum duymaz” sözünü anımsatan en iyi örneklerden biri biçiminde duyarsızdır. Türk Devrimi ve Atatürk ilkelerini ya yanlış tanıtır, ya da amaçlı biçimde sömürür. Kimi zaman yıkmak, bozmak için aranıza katılır. Lâikliği, kökten dincilerin müslümanlığı yaptığı gibi, sıkmabaşa indirger. Şeriatçıların dinden imandan soğuttuğu gibi Atatürkçülükten soğutur. Televizyon ve radyo programlarına çağrılmayı, yazılarının yayımlanmasını, kitabından ve adından söz edilmesini ister. Öncesinde ve sonrasında kokteyl ya da yemek olmayan etkinliklere güç katılır. Düzensiz yaşamını, dağınık çalışmasını, ilgisizlik ve vefasızlığını söz kalabalığıyla örttüğünü sanarak gerekli gereksiz konuşur. Yanında her şey konuşulmaz. Bıktırır, pişman eder, sağlığınızı bozarlar.


http://www.turksolu.com.tr/116/ozden116.htm


***

19 Nisan 2020 Pazar

Alkış,

Alkış,




Yekta Güngör Özden
05 Ekim 2015,


Gerçek Atatürkçü, ulusalcı, halkçı, devrimci, lâik, demokrat, özgürlükçü, bağımsızlıkçı, ahlâk ve adalete gönül vermiş yürekli bireylerin insanlık konusundaki çabaları herkes için bir kazanımdır. Din ve mezhep ayrılıkçılığının neden olduğu acılar, yıkımlarla ırkçıların yol açtığı kötülükler gözetildiğinde gençlerin bu sapkınlıklara karşı duruşlarının değeri daha iyi anlaşılır. Olanaksızlıklara, güçlüklere, engellemelere karşın yurtseverlik bilinciyle yayınlarını sürdüren TÜRK SOLU gazetesi, değişik konulardaki yararlı yayınlarıyla (İLERİ kitapları) TÜRKİYE aydınlığına katkı vermektedir. Emeği geçenleri bir kez daha yürekten kutluyor, nice başarılı yaşlar, sayılar diliyor, alkışlıyorum.

Toplumsal yapımızdaki çelişkiler ve çarpıklıklar anlamsız ve gereksiz düzenlemelerde abuk subuk sözlerle yansırken, sakıncalı ve zararlı eylem ve söylemleri olanlar yandaşlarının “Vatan seninle gurur duyuyor” çığlıklarıyla alkışlanırken gerçek değerleri anımsamak, desteklemek ve onları kutlamak görevimizde duraksama ötesi bir ilgisizlik, duyarsızlık ve tembellik izlenmektedir. Oysa, başta Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve arkadaşlarıyla onları içtenlikle izleyen ardıllarına borçlu olduklarımız için kıvançla, övünçle, coşkuyla birlikteliğimizi açıklamamız gerekir. Yaşamsal gücümüzü dokuyan kazanımları unutmamız olanaksızdır. Nedense aydınlarımızın birliktelik, dayanışma ve çalışmalar konusundaki yavaşlık ve tutarsızlığı toplumumuzu derinden sarsan boyutlara ulaşmış olmasına karşın çözümler için gereken adımlar atılmamaktadır. Seçimlere odaklanan siyasal yaşam, aktörlerinin kendilerinden ve partilerinden başka bir şey düşünmemeleri yüzünden umut vermekten uzak görünümünü sürdürmektedir. Birçok çelişkinin, kötülüğün, yürekleri yakan olayların alabildiğine sergilendiği ortamda şimdi küçük de görülse sonra büyüyecek kimi umut ışıkları yanmaktadır.

İktidar karşıtı birkaç yayın organının kimi baskılar, gözaltılar, tutuklamalar ve yargılamaların baskısı altında varlığını sürdürdüğü günümüzde TÜRK SOLU gazetesi ATATÜRKÇÜ gençlerden bir arkadaş topluluğunun çabalarıyla 500. sayısına ulaştı. Gerçekleri yürekli biçimde, korkusuz açıklayan, TÜRK Devrimi’ne, ATATÜRK ilkelerine, yaşamsal ve ulusal değerlere içtenlikle bağlı kalarak toplumu uyarmaya çalışan gazete, övgüye değer bir yaşa ulaşmıştır. Tutucu ve gerici iktidar yandaşlarının hukuksuz uygulamalarıyla topluma ulaşması engellenen gazetenin sahip, yönetici ve yazarlarını kutluyorum. 500 sayı küçümsenemez. Özveri, içtenlik ve bilgi gerektiren yayın çalışması topluma açılımın en etkin yoludur. Nice yalanlara, suçlamalara, karalamalara karşın doğru bildikleri yolda yılmadan yürüyen gençlerle övünmeliyiz. Hukuka saygının, yargıya güvenin giderek azaldığı günümüzde basın özgürlüğüne iktidar yönünden gelen darbelerin arttığı gözetilirse yayın yaşamının güçlükleri anlaşılır, bu alanda çalışanlar daha yararlı yurttaşlar olarak anılır.

Gerçek Atatürkçü, ulusalcı, halkçı, devrimci, lâik, demokrat, özgürlükçü, bağımsızlıkçı, ahlâk ve adalete gönül vermiş yürekli bireylerin insanlık konusundaki çabaları herkes için bir kazanımdır. Diz ve mezhep ayrılıkçılığının neden olduğu acılar, yıkımlarla ırkçıların yol açtığı kötülükler gözetildiğinde gençlerin bu sapkınlıklara karşı duruşlarının değeri daha iyi anlaşılır.

Olanaksızlıklara, güçlüklere, engellemelere karşın yurtseverlik bilinciyle yayınlarını sürdüren TÜRK SOLU gazetesi, değişik konulardaki yararlı yayınlarıyla (İLERİ kitapları) TÜRKİYE aydınlığına katkı vermektedir. Emeği geçenleri bir kez daha yürekten kutluyor, nice başarılı yaşlar, sayılar diliyor, alkışlıyorum.


http://www.turksolu.com.tr/alkis/


***

Gökçe Fırat genç, atılgan, ileri görüşlü, sağlam düşünceli, çalışkan bir Atatürkçüdür,


Gökçe Fırat genç, atılgan, ileri görüşlü, sağlam düşünceli, çalışkan bir Atatürkçüdür,




Yekta Güngör Özden
13 Şubat 2017,


Toplumsal yaşamın iç karartan görüntüleri insanın yaşama gücünü ve kıvancını kırıyor. Kimilerinin tutum ve davranışlarındaki çelişkilerle aykırılıklar, kendilerinden beklenmeyen ve kendilerine yakıştırılamayan söylem ve eylemleri duygularımızı gölgelemekten öte karartıyor. Üstelik, halk dilinde “yaşını almış” nitelemesiyle olgunluklarına yollama yapılan kişilerin umulmadık durumları iyice sarsıyor. Kendileri gibi düşünmeyenleri, kendilerine katılmayanları ya da kendilerinden ayrılanları karalayıp suçlamak yarışına girmeleri büsbütün üzücü oluyor. Ulusal Parti Genel Başkanı, Atatürkçü Gökçe Fırat ÇULHAOĞLU hakkında yürütülen kovuşturmada polisin savcılığa verdiği suçlama nedenlerinin ciddiye alınması düşündürücüdür. Siyasal etkilerin, baskıların konuşulduğu, yargıya güvenin tartışıldığı ortamda adaletin erdemini tatmanın güçlüğü açıktır.
 Ben, Gökçe FIRAT’ı 20 yıla yaklaşan bir süre önce tanıdım. Genç, atılgan, ileri görüşlü, sağlam düşünceli, çalışkan bir Atatürkçü olarak değerlendirdim. Çelişkilere, aykırılıklara, iki yüzlülüklere, yalancılıklara, siyasal gelgitlere katlanamayan, doğru bildiklerini çekinmeden söyleyen saygılı bir kişiliği vardı. Bugüne değin yayınları (kitapları, Türk Solu dergisindeki yazıları) ile de çizgisini hiç değiştirmemiş, oraya-buraya yaslanmamış, uşaklık ve uyduluklara karşı çıkmış, demokrasinin bir hukuk devleti olarak benimsenip yerleşmesine çalışmıştır.

İnsan nezaketi, yanına geleni kovmaya, birlikte fotoğraf çektirmek isteyenleri geri çevirmeye elvermez. Görüntüde birlikte olanlarla duygu ve düşünce birlikteliği olduğu var sayılamaz. Gökçe’yi Fetöcülükle suçlamanın hiçbir haklı ve uygun yanı yoktur. Böyle bir belirti görseydim, suçu ve suçluyu doğrulamamak için ben de görüşmekten kaçınırdım.

 Gökçe FIRAT, tutarlı, gerçek ve içtenlikli bir Atatürkçüdür. Atatürkçü olan, Atatürk’ten başkasının yanında, yöresinde olamaz. Böyle bir kimseye başka birinin etiketi yapıştırılamaz, yapıştırılmak istense de tutmaz. AKP’lilere karşı olanları Fetöcülükle suçlamak, büyük bir yanlışlık ve yanılgıdır. Yurttaşlar, iktidarı eleştirdiği, iktidara karşı çıktığı, onun değişmesi için çalıştığı suçlamasıyla cezalandırılamaz. Günün suçlama nedeni “Fetöcülük” yaygınlaştırılarak ilgisizler suçlanırsa ilgililer sevinir. Yürürlükteki kurallara aykırılık saptanıp kanıtlanırsa kimsenin bir diyeceği olamaz. Elbet yargının yansız çalışması ve vicdanları rahat ettiren önyargısız, etkisiz, bağımsız kararı ile.

 Yargılamanın sonucuna değin bekleyip etki çabalarından uzak kalarak adalete saygı ve bağlılığın örneklerini vermek gerekir. Mahkemeye sunulan iddianamenin içeriğini bilmiyoruz. Hukuksal değinmeler elbet yansızlıkla yapılır. Ancak Gökçe’ye yöneltilen suçlamaların gerçekle uyuştuğu kanısında değilim. Duyduğum kadarıyla söylüyorum. Onun terörle, terör örgütüyle, onlardan yana olmakla, onları övmek ve desteklemekle, yasadışı bir durum ve eylemle ilgili olduğu görüşünde ve kanısında değilim. Hukukdışı bir durumu ve tutumuna tanık olmadım. Hukuk güvenliğinin giderek yitirildiği bir ortamda sağlam kanıtlar olmadan varılacak sonuçlar kimseyi doyurmaz, tersine hukuk devletine inancı yıkar. Toplumun yaşam güneşi olan adalet, hiç kimsenin buyruğuna, keyfine, amacına âlet edilemez.

 Bizim de aklımız, mantığımız, sağduyumuz var. Gökçe Fırat Fetöcü olsa bizimle olmazdı, biz de onunla olmazdık. Çok kimseden önce Fetö’yü tersleyip ona karşı çıkan birisi olarak onunla ilişkide olanlarla asla ilişki kurmaz, görüşmezdim.
 Beklediğimiz ve istediğimiz adaleti tadacağımız umuduyla Gökçe’ye olan özlemimizi belirtiyorum. Onun insancıl yanı ve seçkin kişiliği ile aklanacağı kanısındayım.

http://www.turksolu.com.tr/gokce-firat-genc-atilgan-ileri-goruslu-saglam-dusunceli-caliskan-bir-ataturkcudur/


***

Adalet Özlemi,

Adalet Özlemi,




Yekta Güngör Özden
15 Mayıs 2017

“Adalet mülkün temelidir.-Adalet devletin temelidir.” özdeyişleriyle bilinçlerimizin dokunduğu ortamda, yalnız kişisel bağlamda değerlendirdiğimiz adalet uygulamaları yetersizlikleri yansıtmaktadır. Toplumun en doyurucu gıdası, insanlığın en etkili ilâcı olan adalet, başta eşitlik, güvenlik ve sağlık olmak üzere yaşamın en önemli değerlerinin ve bağlarının en etkin güvencesidir. Çağdaş hukuk devletlerinde “yargı bağımsızlığı” ilkesiyle benimsenen yapının adalete dayandığı gerçeği, paylaşımı evrensel olan en büyük olgudur. Ulusal-toplumsal güneş sayılması, barışın ve dayanışmanın en güçlü kaynağı olması, herkese yaraşır ve haklı olduğunu verme özelliği, esenliğin dayanağı olduğunu göstermektedir.

 Anayasa’ların evrensel bağlamda adalete verdikleri önemi yansıtan yargıyla ilgili kuralları, yargı için bağımsızlığın, yansızlığın, bilimselliğin ve ahlâkın ne ölçüde değerli ve yadsınmaz olduğunu göstermektedir. Ülkeden ülkeye, yönetimden yönetime, partiden partiye değişiklik gösteren uygulamalar, siyasetteki çarpıklıklarla yargı görevlilerindeki kişisel bozuklukların ve yetersizliklerin sonucudur. İnsanlık erdeminden, kişisel onurdan, meslek saygınlığından uzaklaşanlar kimi siyasal, kimi ekonomik, kimi ahlâksal nedenlerle görevlerini gereğiyle yapmaktan uzaklaşıp duygusal ve siyasal davranışlar içine girmekte, adalet kavramının yüceliğinden, yitikliğin çukuruna düşmektedir
 Ülkemizde son yıllarda giderek artan, yargıdan yakınmalar, adaletsizlik, hukuksuzluk, güven bunalımı sorunlarıyla, polis devleti görünümlü gözdağlı, baskılı, tutuklamalı uygulamalarla ulusal yaşamımıza gölge düşürmüş, sağlığımızı olumsuz etkilemiş, mutluluk ve esenlik düzeyimizi bozmuştur. Devletin, en büyük hizmeti olan adalet duygusunun yanlı ve amaçlı görünen uygulamalarla sarsılması sonucu, saygınlığı da gölgelenmekte, yara almaktadır.İyi yetişmemiş hukukçular, siyasal rüzgâra kendini kaptırmış yargı görevlileri, bu durumun başlıca sorumlularıdır.

 Uzun süren, ceza çektirimine dönüşen, gereksiz tutuklamalar; uzun zaman yazılmayan iddianameler; kimi savcıların hiçbir tutanağa, belgeye, anlatıma dayanmayan, kendilerinden yazdıkları suçlamalar; geciktirilen ve uzatılan duruşmalar; tutarsız ve geç yazılan gerekçeler; yine uzun süren incelemeler; yanlı tanıklar, belgeler, raporlar. Daha neler neler..

 Son günlerde yetersiz soruşturmalara, kanıtlarda ve incelemelerdeki yetersizliklere ilişkin yargı kararları. Kimi sanıklar çok zorunlu durumları nedeniyle, sağlıkları için, tahliyeleri gerekirken ölümle sonuçlanan tutuklulukları sürdürülmüştür. Kimi iktidar partililerin genç yakınlarının sağlık nedeniyle tahliyeleriyle yaşanan düş kırıklıkları. Kimi sanıkların bir dâvada tahliye edilince, hemen soyut bir suçlamayla cezaevinden çıkmadan yeniden gözaltına alınıp tutuklanmaları yargıdaki ikilemleri ve yanlıklık kuşkularıyla iktidar baskısı olasılıklarını gündeme getirmiştir. Hele önceleri tutuklama kararı veren kimi yargıçların sonra verdikleri tahliye kararları nedeniyle görevlerinden alınıp soruşturmaya bağlı tutulmaları Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu da kapsayan siyasallaşma yakınmasının başlıca nedenleridir.

 Suç yaratmak, suçlamak, amaçlılar için kolaydır ama kanıtlamak güçtür. Hukukun geçerli saymadığı yakıştırmalar, yaklaşımlar, işlemler, tanıklar ve belgelerle insan yaşamını karartmak, adalet duygusundan uzak kalıp kimilerine yaranmak ve destek olmak için bireylerin karanlığa gömülmesine neden ve araç olmak, bağışlanmaz suçtur.Vicdan rahatsızlığı yaratacak, bir gün (şimdilerde görüldüğü gibi) dışlanıp tutuklanacak duruma düşürecek tutumlardan özenle kaçınmak kendini hukukçu bilen her kişilikli görevlinin öncelikli davranışı olmalıdır. Özellikle yargı görevlilerinin özenli çalışmaları hepimiz için en sağlıklı güvencedir.

 Gökçe Fırat ÇULHAOĞLU’nun durumunu üzüntüyle izliyorum. Edindiğim bilgiler, okuduğum kimi belgeler beni şaşırttı. Kovuşturmayı etkileme suçlamasıyla karşılaşmamak için dosya içeriği hakkında bir şey söylemeyi uygun bulmuyorum. Bu tutumum, adalete ve yargıya saygımın da doğal gereğidir. Ancak, Gökçe hakkında her zaman, herkese şunları söylüyorum: Gökçe bilinçli, inançlı, gerçek bir Atatürkçüdür. Yıkıcı hiç bir akımla, kişi ve kuruluşla ilgisi yoktur. Bir tek kusuru, kendini gözetmeden, yorulma, dinlenme bilmeden çalışmasıdır. Ahlâk yönünden hiçbir kötülük yakıştırılamayacak tertemiz bir yurttaştır. Son suçlamaların kanıtlarını gerçekten çok merak ediyorum. Eli kalem tutan, ağzı söz yapan, tutarlı kişiliğiyle çevre oluşturan Gökçe’nin sakıncalı bir amacı, davranışı olduğu görüşünde ve kanısında değilim. Bu nedenle yargılama aşamalarında gerçeğin ortaya çıkacağı, onurlu, namuslu kişilerin bu yolda çaba gösterecği umudunu taşıyorum.

 Konuları kişiselleştirmekten uzak durarak, yine adalet ve yargı kavramları ve bu değerlerin yaşama geçişi için, üzerimize düşenlere ağırlık verelim. O zaman olumlu sonuçlardan herkes yararlanır. Zaten adaletin başlıca yararı, ayrımsız değerlendirmesi, insan eşitliğini ödünsüz savunup koruması ve gerçekleştirmesidir. Adaletin gerçekleşmesine herkes içtenlikle yardımcı olmalıdır. Düzmece anlatımlar, düzmece belgeler, dayanaksız yakıştırmalar, siyasal, kişisel amaçlar adaletin mayasını bozar. Anlamını ve amacını ortadan kaldırır. Neden olanları da karalar ve yıkar.

 Özlemlerimizin, umutlarımızın, sevinçlerimizin, mutluluklarımızın ışığı, başarılarımızın gücü olan adalete gereken değeri vermek, kendi başımıza gelmesini istemediklerimizin başkalarının başına gelmesini de istememek erdemini ve olgunluğunu göstermek, dış etkilerden tümüyle uzak kalarak GEREĞİ ortaya koymak, vicdanını yastık yapıp yatmak, varlığımızın ölçüsü olmalıdır. Adalete yaraşır olmanın koşulu, adaletli olmaktır.Adaletten uzaklaşan adalete muhtaç olur. Adalet, en özgün insanlık değeridir. İnsanlık bayrağıdır. Onun güvencesi altında yaşamak mutluluktur. Böyle soylu ve görkemli bir ortam için hizmet hepimizin insanlık ve yurttaşlık borcu ve görevidir.

http://www.turksolu.com.tr/adalet-ozlemi/


***