22 Şubat 2017 Çarşamba

MİLLİ KIBRIS DAVAMIZ.., NEREYE? BÖLÜM 2




MİLLİ KIBRIS DAVAMIZ..,  NEREYE?  BÖLÜM 2






Osmanlı Devleti Kıbrıs'ı Ülkesinin Emniyeti İçin Fethetti

Osmanlı Devleti'nin de, Kıbrıs Adası'nın Osmanlı ülkesinin emniyeti bakımından taşıdığı büyük önemin şuuru içinde Kıbrıs adasını fethettiği bir gerçektir.
Osmanlı Devleti'nin Sadrazamı Sokullu Mehmet Paşa'nın hepimizin daha ilkokul, ortaokul çağlarımızda öğrendiğimiz Kıbrıs hakkındaki meşhur sözü vardır. Ada'nın Türkler tarafından fethinden birkaç ay sonra 1571 Ekim ayındaki İnebahtı deniz muharebesinden sonra söylenmiştir.
Türklerden Kıbrıs'ın kaybının acısını çıkarmak için oluşturulan haçlılar donanmasının İnebahtı'da (Laponte) baskın yapıp Osmanlı donanmasına çok ağır kayıplar verdirmesinden sonra kendisini ziyaret eden Venedik elçisini kabulünde şöyle konuşuyor Sokullu Mehmet Paşa: "Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik;  siz ise İnebahtı’nda bizim sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol yerine gelmez, ama kesilen sakal daha gür olarak yeniden çıkar." Bu sözün Kıbrıs'ın stratejik önemini ve değerini ortaya veciz biçimde koyduğu kuşkusuzdur.
Gerçekten de, Osmanlı Devleti, Kıbrıs’ı fethetme kararı aldığı zaman orada Türkler ve Müslümanlar yaşamıyordu. Osmanlı Devleti, sadece bir büyük güç olabilmenin ve Doğu Akdeniz’i ve deniz ticaret yollarını büyük bir güce yaraşır biçimde kontrol edebilmenin ve Anadolu’nun emniyetini sağlayabilmenin gereği olarak Kıbrıs’a hâkim olmuştur. Bunu da muazzam ve muhteşem bir imparatorluk haline gelerek gücünün zirvesine eriştiği; Doğu Akdeniz’i âdeta bir Türk gölüne dönüştürdüğü ve Dünyaya gücünü kabul ettirdiği  “Yükselme Devrinde” gerçekleştirebilmiştir.  307 yıl hukuken ve fiilen,  45 yıl da hukuken olmak üzere 352 yıl egemenliği altında tutmuştur. Gücünü yitirdiği  “Yıkılma Devrinde” 1878 yılında Rusya'dan Anadolu topraklarına yönelen çok ciddi tehdit ve tehlike üzerine, İngiltere'nin vereceği askerî destek karşılığında Kıbrıs'ın İngiltere tarafından işgal ve idare edilmesine, akdedilen bir Sözleşme çerçevesinde bazı şartlarla razı olmak mecburiyetinde kalmıştır. İngiltere’nin Ada’yı ilhak ettiğini 5 Kasım 1914 tarihinde açıkladığı zaman da bunu tanımadığını fiilen gösterecek gücü kendisinde görememiştir.
Bu tarihî hakikat karşısında Kıbrıs adasının, Osmanlı Devleti’nin gücünün, bölgesindeki ve dünyadaki ağırlığının, itibarının bir ölçüsü veya mihenk taşı olarak alınabileceğini söylemenin pek de yanlış olmayacağını düşünüyorum.

Kıbrıs Adası Türkiye'nin Millî Güvenliği İçin Önemlidir

Aynı ölçü, Türkiye Cumhuriyeti için de geçerlidir. Çünkü Türkiye, 1923'den bu yana Kıbrıs adasının millî güvenliğine bir tehdit üssü olarak kullanılmasına, hayatî çıkarlarına zarar vermesine müsaade etmemiştir.

Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar, Lozan Barış Konferansı'nda Kıbrıs'ın Yunanistan'ın egemenliğine bırakılacağı ümidi ve beklentisi içinde olmuşlardır. Konferans'ın açılışından önce ve açıldıktan sonra Kıbrıs'ın Yunanistan'a verilmesi için gayret sarfedenler ve bu amaçla Türk heyetine baskı yapanlar olmuştur.

"Lozan Dengesi"

Filhakika, Konferans'da Andlaşma'nın ilk taslağı olarak hazırlanan belgede, Osmanlı Devleti’nin üzerinden egemenliğini terk ettiği topraklarda ve Kıbrıs dâhil adalarda, gelecekte ilhak, bağımsızlık ilânı veya herhangi bir başka rejim kurulması yolunda alınacak kararları Türkiye'nin önceden uygun bulmasını, kabullenmesini ve tanımasını öngören bir hükme yer verilmiştir. [xxx]

Büyük Önder Mustafa Kemal Paşa’danda güç ve destek alan Lozan Kahramanı İsmet Paşa,  Antlaşma'da Kıbrıs'ın Yunanistan'a verilmesini hükme bağlayan veya sonradan Yunanistan’a devredilebilmesine kapıyı açan  böyle bir maddenin yer almasını, kararlı bir tutum göstererek önlemiştir.

Antlaşma'da Kıbrıs'ın İngiltere'nin egemenliği altında bırakılarak, Kıbrıs bakımından Türkiye ile Yunanistan arasında siyasî ve stratejik denge oluşturulmasını sağlamıştır. Türkiye’nin o zamandan bu zamana kadar dış politikasında korunmasına titizlik gösterdiği “Lozan Dengesi” kavramı böylece ortaya çıkmıştır.

Lozan Konferansına katılmış ve Barış Antlaşması’nı imzalamış olan Yunanistan Antlaşma’nın Kıbrıs’ın İngiltere’nin egemenliği altına konulmasına ilişkin maddesi hakkında herhangi bir çekince beyan etmemiş olduğunu da hatırda tutmak lâzımdır.

1960 Antlaşmaları "Lozan Dengesini" Pekiştirdi

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Osmanlı Devleti'nin Yıkılıma Devrinde İngiltere'ye terk etmek ve üzerindeki askerini geri çekmek mecburiyetinde kaldığı Kıbrıs'taki Türk varlığının koruyucusu ve güvencesi olmuştur.  1960 Antlaşmalarıyla Lozan Dengesini pekiştirmiştir. Kıbrıs'ta hukukî, etkin ve  fiilî hak ve yetkiler elde etmiştir. Askerini Kıbrıs'tan çektikten 82 yıl sonra yeniden Ada'da konuşlandırmıştır. Yunanistan'ın silâh yoluyla "enosis" i gerçekleştirme teşebbüslerini, 1974'de olduğu gibi, kendisinin sebep olmadığı bir harbin bütün olumsuz sonuçlarını da göze alarak boşa çıkarmıştır. 1974 Barış Harekâtımız Kıbrıs sorununun gerçekçi ve yaşayabilir bir çözüm şekline kavuşturulması için gerekli parametrelerin ada sathında fiilen oluşmasını sağlamıştır.Kıbrıs Türk halkı kendi bağımsız ve egemen Devletine, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ne sahip olmuştur.

Millî Dava İçin Millî Duruş

Özetle, yeniden bir vurgulama yapmak istiyorum.  Özellikle 1950'li yılların ortalarından başlayarak 2003 başına kadar, zaman zaman içinden geçilen çok ağır iç ve dış şartlara rağmen, Kıbrıs konusunda, Türkiye’de, Devlet’in bütün kurumlarını, TBMM’ni, bütün siyasî partileri, genç ihtiyar bütün halkımızı kaplayan ve basınımız tarafından gönül birliği içinde yansıtılan bir “millî heyecan” vardı.  Bu heyecana yol açan faktör “millî dava” anlayışıydı. Bu anlayış Kıbrıs adasının Türkiye için taşıdığı önemin ve değerin bilincine varmanın sonucunda ortaya çıkmıştı.  “Millî dava’ya” sahip çıkma kararlılığı içinde dimdik bir millî duruş gösteriliyordu. Dış politikada bir başka hedefe ulaşmak için Kıbrıs konusunda geri adım atmak, taviz vermek gibi bir anlayış, ne hükûmetlerimizde vardı, ne de kamuoyunu besleyen gazetelerimizde.
Türkiye, İsmet İnönü'nün Başbakan olduğu dönemde, bir taraftan 12 Eylül 1963 günü Ankara'da Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Ortaklık Anlaşması imzalayarak Avrupa ile siyasî ve ekonomik bütünleşme yolunda tarihî adımı atmıştı.  Diğer taraftan da, Türkiye, yaklaşık 100 gün sonra 21 Aralık günü Kıbrıslı Rumlar Kıbrıs Türk halkına silâhlı saldırılara başlayınca, 25 Aralık günü savaş uçaklarını Kıbrıs semalarında uçurarak; donanmasını Kıbrıs karasularına sokarak soydaşlarının yanında olduğunu dünya göstermişti.
Rauf Denktaş: Ben Türkiyesiz Cennete Bile Girmem
Kıbrıs’taki soydaşlarımız da, önce Dr. Fazıl KÜÇÜK ve sonra Rauf DENKTAŞ gibi anavatan Türkiye'ye inançla bağlı kahramanların önderliğinde ve liderliğinde mücahitlik ruhu içinde canları pahasına “enosis” e karşı direnmişlerdir.
Daha sonraki yıllarda, Kıbrıs Türk halkı, AB'ne katılım konusunda, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üye olmasından önce, kendilerinin bir çözüm çerçevesinde AB'ne katılmalarının,  Rumları ve Yunanistan'ı tarihi "enosis" emellerine kavuşturacağının farkında olmuştur. Rauf Denktaş demeçlerinde "ben Türkiyesiz Cennet'e bile girmem" şeklinde konuşmuştur.
Prof. Dr. A. Davutoğlu'nun Kaleminden  Kıbrıs'ın Önemi:
Kıbrıs müzakere sürecinin Şubat 2014'de başlatılmasında ABD Cumhurbaşkanı Yardımcısı Biden ve ABD Dışişleri Bakanı Kerry ile birlikte  baş başrolü oynayan aktörlerden biri olan Başbakan Davutoğlu'nun Kıbrıs Adasının genel olarak ve özellikle Türkiye için olan önemine dair görüşlerini ve değerlendirmelerini dikkatinize sunmak istiyorum.

Benimde paylaştığım bu isabetli görüşler ve değerlendirmeler, Sayın Davutoğlu'nun Akademisyen sıfatıyla kaleme alıp yayınladığı "Stratejik Derinlik" isimli kitabında [xxxi] yer almaktadır.

Zamandan tasarruf için özetle zikretmem gerekirse, Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu kitabında,
▬ Kıbrıs konusunun Türkiye'nin tarihî sorumluluklarının bir sonucu olarak ve Ada'nın coğrafî konumunun jeostratejik açıdan taşıdığı önem sebebiyle ülkemizi doğrudan ilgilendirdiğini;
▬ Ada'da tek bir Müslüman Türk yaşıyor olmasa bile Türkiye'nin bir Kıbrıs meselesinin olması gerektiğini;
▬ Çünkü, Ege'den soyutlanmış  ve Kıbrıs Rum Kesimi ile güneyden çevrilmiş bir Türkiye'nin dünyaya açılma kapılarının  önemli ölçüde sınırlanmış olacağını;
▬ Ayrıca, Kıbrıs'ın, Türkiye'nin Hazar-Karadeniz-Boğazlar-Ege Denizi-Doğu Akdeniz-Süveyş-Basra Körfezi hattından oluşan yakın deniz kuşağı ile ilgili genel bir deniz stratejisinin kilit unsuru olarak özel bir önem taşıdığını;
▬ Kıbrıs adasının sabit bir üs ve uçak gemisi konumunda olduğunu;
▬ Türkiye'ye hasım bir gücün Kıbrıs'a yerleştirilebileceği bir füzenin Anadolu topraklarını tehdit edebileceğini;
▬ Bu tehdidin Rusya, Ermenistan ve Suriye'den de ülkemize yönelebilecek tehditlerle birleşmesi halinde Türkiye'de hiçbir güvenlikli alanının kalmayabileceğini;
▬ Hiçbir ülkenin kendi hayat alanının kalbinde yer alan böyle bir adaya kayıtsız davranamayacağını;
▬ Öte yandan, Kıbrıs'ı ihmal eden bir ülkenin küresel ve bölgesel politikalarda etkinlik kazanamayacağını;
▬ Nitekim,Almanya'nın da Kıbrıs politikasının amacının,  güney hattı üzerinde önemli bir stratejik ayak elde etmeye,  İskenderun Körfezindeki ve Doğu Akdeniz çıkışı üzerindeki kontrolünü arttırmaya ve Avrupa'yı Ortadoğu bölgesine de müdahil bir konuma getirmeye  matuf bulunduğunu;  
▬ Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Ege, Süveyş Boğazı, Kızıl Deniz ve Körfez üzerinde stratejik hesaplar yapan hiçbir küresel ve bölgesel gücün Kıbrıs adasını ihmal edemeyeceğini,
kolayca anlaşılır açık bir dille ifade etmiştir.
Davutoğlu: "Kıbrıs'ta Çözüme Çok Yakınız
Başbakan Ahmet Davutoğlu,  8 Mart Salı günü Türkiye - Yunanistan İşbirliği Konseyi toplantısı vesilesiyle İzmir'de buluştuğu Yunanistan Başbakanı Alexis Tsipras ile yaptığı ortak basın toplantısında, memnun bir tarzda, "Kıbrıs'ta çözüme çok yakınız"  demiştir. [xxxii] Tsipras ise aynı değerlendirmeyi yapmamıştır.
Davutoğlu'nun kitabındaki değerlendirmelerinin de ışığında "yakın olduğumuz" çözüm şeklinin, Türkiye'nin millî çıkarları ve millî güvenliği açısından Kıbrıs sorununun çözümü için Devletimiz tarafından belirlenmiş olan parametrelere tamamen uygun olduğunu düşünmemiz ve beklememiz doğaldır.
Kıbrıs müzakere sürecinin seyri medya karartması uygulanmaktadır. Bu karartmaya sadece Türk tarafı büyük ölçüde uymaktadır.  Oysa, Rum tarafında müzakerelerdeki gelişmeler hakkında günü gününe tartışma cereyan etmektedir. Resmî demeçler verilmektedir. Bunlardan, Rum tarafının müzakere başlıkları altındaki konuların birçoğunda Türk tarafının savunduğu tezleri kabul etmekten uzak durdukları anlaşılmaktadır. Akıncı ileAnastasiadis arasındaki görüşmelerin birinci yılında, Türk tarafı için hayatî önemi haiz parametrelerde herhangi bir mutabakat ortaya çıktığını söylemek mümkün değildir.
Belirtiler, Kıbrıs sorununu, Atatürk'den başlayarak, çeşitli Devlet adamlarımızın, siyasetçilerimizin ve son 14 yıldır da Başbakan Başdanışmanı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan olarak Kıbrıs politikalarımızın oluşturulmasında ve uygulanmasında etki ve söz sahibi olmuş bulunan Profesör. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun, Kıbrıs adasının özellikle Türkiye için önemine dair yapmış olduğu değerlendirmelere uygun düşen bir çözüme kavuşturmanın mümkün olamayacağını ortaya koymaktadır.
Kaldı ki, Anastasiadis'i müzakere masasına çekebilmek ve müzakereleri başlatabilmek için, Rum tarafına peşin tavizler verilmiş bulunmaktadır.
Ortak Bildiri Türk - Amerikan Ortak Üretimi
Müzakere süreci için - hiç de ihtiyaç yokken - çerçeve belgesi niteliği kazandırılmış olan 11 Şubat 2014 tarihli Liderlerin Ortak Bildirisi, Türkiye ve ABD'nin ve  belirli ölçüde de AB'nin yürüttükleri ortak bir diplomasinin mahsulüdür. 
Bu Belge adeta çullanma şeklindeki bir diplomasiyle KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Derviş Eroğlu'na kabul ettirilmiştir.
Bu Ortak Bildiri, Türkiye'nin çözüm şekli için belirlemiş ve kamuoyu ile de 2008 yılında paylaşmış olduğu parametrelerle uyum halinde değildir.
Ortak Bildiri hakkındaki değerlendirmemi "Eroğlu - Anastasiadis Ortak Bildirisi Hakkında Değerlendirme" başlıklı bir yazıyla kamuoyumuz ile zamanında paylaşmıştım. İnternetten ulaşmak mümkündür.
Türkiye'nin Parametreleri
Türkiye, Kıbrıs müzakere sürecinde gözetilmesini öngördüğü parametreleri, 2008 Mart ayında alt yapısı oluşturulan Talât- Hristofyas görüşmeleri münasebetiyle MGK'nın 24 Nisan 2008 tarihli toplantısında belirlemiş ve kamuoyuna açıklamıştır.
MGK’nın Kıbrıs sorununun çözümü konusunda benimsediği görüş MGK’nın anılan Basın Açıklamasında (2/C paragrafı) şu şekilde ifade edilmiştir:
Kıbrıs'ta 21 Mart 2008 tarihinde başlayan yeni süreç ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Bu çerçevede, Türkiye'nin Kıbrıs'ta adil ve kalıcı bir çözüme ulaşılması çabalarını içtenlikle desteklediği, çözümün Ada'daki gerçekler temelinde iki ayrı halkın ve iki demokrasinin varlığına dayanacağı, iki kesimliliğin, iki tarafın siyasi eşitliğinin, iki kurucu devletin eşit statüsünün ve yeni ortaklık devleti parametrelerinin korunmasının esas olduğu, garanti ve ittifak antlaşmalarının yürürlükte kalacağı vurgulanmıştır.”[xxxiii]
MGK, daha önce de, 5 Nisan 2004 toplantısına ilişkin Basın Açıklamasında [xxxiv]çözümün Avrupa Birliği'nin birincil hukuku durumuna getirilmesinin önemini” vurgulamış ve “müzakere süreci içinde bu yönde Türkiye ve KKTC'ne verilen güvencelerin fiilen uygulamaya geçirilmesinin yakından ve ısrarlı bir biçimde izlenmeye devam edilmesi” gerektiğini belirtmiştir.
Ayrıca "....sürecin başlaması durumunda, Ada'daki Türk varlığının, Türkiye'nin garantörlüğünün ve iki kesimlilik ilkesinin zayıflatılmaması amacıyla uygulamada gerekli dikkat ve özenin gösterilmesi " vurgulanmıştır.
Belirlenen bu parametreler daha sonra MGK'nın 30 Haziran 2009,  28 Aralık 2009 ve 19 Şubat 2010 tarihinde yayınlanan Basın Bildirileriyle de teyit edilmişlerdir.
Ada'daki Gerçekler
Kıbrıs sorununun müzakereye dayanan âdil ve kalıcı bir çözüm şekline kavuşabilmesi için temel alınması gereken unsurları/parametreleri MGK'nın değerlendirmesini esas alarak şu şekilde sıralayabilirim:
1. Ada’daki gerçekler temelinde çözüm;
2. İki ayrı halk;
3. İki ayrı demokrasi;
4. İki kesimlilik;
5. İki Tarafın siyasî eşitliği;
6. Yeni bir ortaklık Devleti’nin kurulması;
7. Eşit statüde iki kurucu Devlet;
8. 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının yürürlükte kalmaları;
9. Çözüm şeklinde  “parametrelerin korunması”. Özellikle Ada'daki Türk varlığının, Türkiye'nin garantörlüğünün ve iki kesimlilik ilkesinin zayıflatılmaması. Bunun için de çözümün Avrupa Birliği'nin birincil hukuku durumuna getirilmesi.
Bu parametreler/unsurlar, Türkiye’de ve KKTC’de en yüksek düzeylerde Devlet ve Hükûmet ricalinin çeşitli vesilelerle verdikleri demeçlerle de vurgulanmıştır.
Örneğin, o zamanki Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül  o zamanki KKTC Cumhurbaşkanı Sayın M. Ali Talât ile 3 Ocak 2008 tarihinde Ankara’da yaptığı görüşmeden sonra “Kıbrıs'ta yaşanabilir çözümün, Ada'nın gerçeklerine ve  iki ayrı halk, iki demokrasi ve iki devletin varlığına dayalı” olarak elde edilebileceğini beyan etmiştir. [xxxv]
Cumhurbaşkanı Sayın Gül, 24. Dönem 4. Yasama Yılı'nın açılışı nedeniyle TBMM Genel Kurulu'nda 1 Ekim 2013 günü yaptığı konuşmada da “çözümün parametreleri esasen bellidir” demiştir.[xxxvi]
KKTC’nin Cumhurbaşkanları DenktaşTalât ve Eroğlu’nun da anılan parametreleri zikreden çok sayıda demeçleri vardır.
O dönemde Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı olan Sayın Recep Tayyip Erdoğan da 2008 yılında Kıbrıs Barış Harekâtımızın 34. Yıldönümü münasebetiyle Lefkoşa’da düzenlenen törenlerdeki nutkunda Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm şeklinin temeli hakkında şunları ifade etmiştir."...Şurası çok açıktır ki kapsamlı çözüm ancak adadaki gerçekler temelinde Kıbrıs Türk halkı ve KKTC’nin kurucu ve eşit olarak yer alacağı yeni bir ortaklıkla mümkün olacaktır. Bu yeni ortaklık iki kesimlilik, siyasi eşitlik ve Türkiye’nin etkin garantörlüğü gibi vazgeçilmeyecek ilkeler üzerine inşa edilecektir....Hiç kimse Kıbrıs Türk halkını kendi yönetiminden, eşit statü ve ortaklıktan vazgeçmesini, azınlık olarak yaşamayı kabul etmesini beklemesin.  Hiç kimse boş hayaller kurup bu parametreleri değiştirme gayreti sergilemesin. Kapsamlı çözüm yeni bir ortaklıkla mümkün olacaktır" demiştir. [xxxvii]
Sayın Erdoğan KKTC'ne vaki aynı ziyareti sırasında, ayrıca, Yakındoğu Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin açılış töreninde yaptığı konuşmada da son yıllarda 20’den fazla ülkede KKTC temsilciliği açıldığını hatırlatmış ve “mücadelemiz KKTC’yi dünyaya devlet olarak tanıtmak mücadelesidir” sözlerini dile getirmiştir.[xxxviii]
Görüleceği üzere, Başbakan Erdoğan bu konuşmasında "Kıbrıs Türk halkı" kavramını kullanmıştır.  Ayrıca, çözüm şeklinin aslî unsurlarından biri olarak sadece Kıbrıs Türk "kurucu devlet" kavramını ve parametresini zikretmekle kalmamış,  “KKTC’nin kurucu ve eşit olarak yer alacağı yeni bir ortaklık” Devleti’nden söz etmiştir. Yani KKTC'nin varlığını ve yaşamasını esas alan bir çözüm öngörmüştür.
Şimdi, Başbakan Sayın Davutoğlu'nun "çok yakın" olduğunu açıkladığı "çözümün" MGK'nın çözüm için belirlediği ve Türkiye'de ve KKTC'de liderler tarafından da çeşitli vesilelerle tekrarlanmış olan parametrelere uygun olarak şekillenip şekillenmediğine bir göz atalım:
1. Ada'daki gerçekler temelinde çözüm:
Akıncı - Anastasiadis müzakerelerinden kamuoyuna yansıyan bilgiler, müzakerelerde ortaya çıktığı söylenen mutabakat noktalarının, biraz önce zikrettiğim parametrelerin temelini teşkil eden "Ada'daki gerçekler" üzerine bina edilmemiş olduklarını göstermektedir.
"Ada'daki gerçekler" nelerdir?
Ada’da gerçeklerin neler olduğunu görmek için Ada’daki bugünkü duruma, yani, 1974'den bu yana ateşkes kararına dayalı olarak 42 yıldır devam  eden “statükoya” (status quo) bakmak lâzımdır. Görülen gerçekler şunlardır:
●Birincisi, kuzeyde sırf Türklerin; güneyde sırf Rumların yaşadığı şekildeki “iki kesimli” hudutları belli bir siyasî coğrafya;
●İkincisi, bu coğrafyanın üzerinde yaşayan “iki ayrı halk”;
●Üçüncüsü, birbirinden bağımsız fakat eş değerde “iki ayrı halk iradesi”;
●Dördüncüsü,  biri KKTC, diğeri “Kıbrıs Cumhuriyeti” olduğunu iddia eden yönetim olmak üzere bağımsız ve egemen   “iki ayrı devlet”,
●Beşincisi, iki ayrı demokrasi”;
●Altıncısı, bunlara bağlı iki ayrı mülkiyet durumu;
●Yedincisi, temelini 1960 “Garanti ve İttifak” Antlaşmalarının teşkil ettiği ve Türkiye'nin 1974 Barış Harekâtıyla Ada'da fiilen oluşturduğu kuvvet dengesi ve istikrarlı sükûnet ve güvenlik ortamı.
Statüko” Rumların 1974’den sonraki bütün çözüm teşebbüslerini reddetmiş olmaları sebebiyle 42 yıldır istikrar kazanarak devam etmiştir ve etmektedir.
Türkiye'nin ve KKTC'nin  "Ada'daki gerçeklere dayanan çözüm" sözüyle kastettikleri çözüm şekli, Kıbrıs'taki mevcut durumun, diğer bir deyişle, statükonun içinde barındırdığı saydığım bu olguların, gerçeklerin üzerine bina edilecek bir çözüm şeklidir.
Hal böyleyken, devem etmekte olan Akıncı ve  Anastasiadis arasındaki çözüm müzakereleri için çerçeve vazifesi gören 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Bildiri’nin 1. Maddesinde Ada’daki “statükonun kabul edilmez” (status quo is unacceptable) olduğu beyan edilmiştir. 
Böylece, Türk tarafı için çözüme temel teşkil etmesi gereken Ada'daki “gerçekler” daha baştan reddedilmiş bulunmaktadır.
Statüko kabul edilmez” söyleminin Rumlara ait olduğunu ve Türkiye’nin kabul etmediği BM Güvenlik Konseyi kararlarında yer aldığını da ara söz olarak kaydetmek isterim.
2.Ada'da iki ayrı halkın mevcudiyeti:
Türk tarafı için çözümün temel parametrelerinden biri de bu olgudur.
Bu olgu,  24 Nisan 2004'de Ada'nın her iki kesiminde ayrı ayrı ve eş zamanlı olarak BM gözetiminde gerçekleştirilmiş olan referandumlarla da kanıtlanmış bulunmaktadır. Bununla beraber, "halk" (people) kavramı halen Akıncı ve Anastasiadis'in çözüm şeklinin çerçevesi olarak kullandıkları 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Bildiri'de mevcut değildir.
Esasen, BM'nin Kıbrıs terminolojileri arasında "halk" kavramı, "people/peuple" kavramı yoktur. "Halk" kavramı bir yana, yürütülmekte olan müzakerelerde, Ada'da birbirlerinden ırk, din, dil, kültür ve tarihî geçmiş bakımından farklı iki toplumun varlığı olgusu dahi göz ardı edilmektedir. Böylece 1960 Anayasası'nın da gerisine düşen bir sonuca doğru gidilmesi tehlikesi ile karşı karşıya bulunmaktayız. 
Gerçekten de, 2004'den sonraki dönemde Rumların ortaya attığı ve BM'nin de benimsediği "Kıbrıslılar", "Kıbrıslı çözüm" kavramları ön plâna çıkarılmıştır. Bununla Rumların Kıbrıs Türk varlığının aleyhine güttüğü amaç bellidir. Bu amaç, 1960 Antlaşmalarında ve Anayasası'nda kabul gören ırk, din, dil ve kültür bakımından iki ayrı toplum varlığı olgusunun ve bu olgudan doğan toplumsal hak ve statülerin, kurulması tasarlanan federal yapıya rağmen, zaman  içinde aşınmasına ve kaybolmasına yol açmaktır.
Bu olgu ile ilgili olarak kaygı içinde ifade etmek isterim ki, Rum tarafı ve Yunanistan kendilerinin geleceğe dönük emelleri ve hedefleri doğrultusunda Ada'da "Kıbrıslılık" ruhunun ve bilincinin oluşmasına önem vermektedirler. Bu yönde gayret sarf etmektedirler.  Bu gayretleri uluslararası toplumun belli başlı üyeleri tarafından da destek görmektedir.
Mustafa Akıncı KKTC Cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra Rum ve Yunan resmî çevreleri ve medyası Akıncı'nın "Kıbrıslı" hüviyetinin ağır bastığını vurgulayarak, seçilmesini Kıbrıs sorununun geleceği açısından olumlu olarak değerlendirmişlerdir.
GKRY Lideri Anastasiadis,  Akıncı'nın seçilmesini memnunlukla karşıladığını ifade etmiş ve "sonunda ülkemizin yeniden birleşeceğine dair ümitlerimiz artmıştır" demiştir.
Yunanistan Dışişleri Bakanı Kotziaz, Mustafa Akıncı'nın seçilmesinden duyduğu memnuniyeti çeşitli vesilelerle dile getirirken, Akıncı'nın "Yunanca konuştuğuna" işaret etmiş; "Kıbrıslı Türk" veya (Anadolu) "Türk kimliği" değil "Kıbrıslı kimliğine" ve"şuuruna" sahip olduğunu iddia etmiştir.
"Kıbrıslılık" kavramının ön plâna çıkartılmak istendiği bir zamanda 1960 "Kıbrıs Cumhuriyeti" (KC) Anayasası'nın bazı hükümlerini hatırlatmakta fayda görüyorum. Anayasa'nın 2. Maddesi'nde şöyle denilmektedir:
Rum (Greek) Toplumu, Cumhuriyet’in, kökeni Yunan (Greek) ve anadili Yunanca olan veya Yunan kültürel geleneklerini paylaşan veya Rum Ortodoks Kilisesi’ne mensup bulunan vatandaşlarından oluşmaktadır.
Türk Toplumu, Cumhuriyet’in, kökeni Türk (Turkish) ve anadili Türkçe  olan veya Türk kültürel geleneklerini paylaşan veya Müslüman   olan vatandaşlarından oluşmaktadır.
Yine, 1960 Anayasasına göre (madde 2/3), yukarıda yer alan tarifler dışında kalan ve Kıbrıs'ta yaşayan kişiler için 3 ay içinde hangi topluma dâhil olacaklarını beyan etmeleri mecburiyeti getirilmiştir.  Bu da gösteriyor ki, "KC", etnik kökenleri, dinleri, kültürel gelenekleri ne olursa olsun bütün vatandaşların doğrudan "KC" vatandaşı olduğu “üniter” (unitary) bir yapıda ortaya çıkmamıştır. KC’ne mensubiyet aynı zamanda iki toplumdan birine mensubiyeti gerekli kılmıştır. Eşit kişisel statü ve haklar ve toplumsal statü birlikte var olmuşlardır.
3. İki Ayrı Demokrasi parametresine gelince:
Statüko çerçevesinde Ada'da mükemmel işleyen iki ayrı demokrasi vardır. Biri parlâmenter sitemi uygulamaktadır. Diğerinde başkanlık sistemi caridir.
İki ayrı demokrasinin varlığını ve işlerliğini koruması, çözüm çerçevesinde federe birimlere tanınacak yetkilerin kapsamına;  federal hükûmetin federe birimlerin yetkilerine uygulamada yapabileceği müdahaleleri engelleyecek etkili anayasal mekanizmaların oluşturulmasına; denetim ve denge (checks and balances) mekanizmalarının kurulmasına ve Rum tarafının iyi niyetle hareket etmesine bağlı olduğu kuşkusuzdur. Ada’daki tarafların, iyi niyetle hareket edildiği takdirde, demokrasi geleneklerini ve alışkanlıklarını, çözüm çerçevesinde de sürdürmeleri beklenir.
4.İki kesimlilik (bizonality):
Kıbrıs Barış harekâtımızın ortaya çıkardığı temel parametredir. Korunması Türk tarafı için hayatî önemi haizdir.
Bununla beraber, "İki kesimlilik" parametresinin de, müzakere başlıklarının çeşitli veçhelerinde ve bilhassa mülkiyet bahsinde,  öngörülen veya öngörülebileceği izlenimi alınan bazı düzenlemeler sonucunda aşınmaya maruz bırakılmakta olduğu anlaşılmaktadır.
Esasen, AB standartlarına, normlarına uygun çözüm anlayışıyla elde edilecek çözüm şekli, gereken derogasyonlar ve yasal ve anayasal önlemler kabul edilmediği takdirde, iki kesimliğin zaman içinde aşınmasına ve yok olmasına sebep olacaktır.
İki kesimlilik parametresi, özellikle müzakerelerin "mülkiyet" gündem maddesinde varılmış ve varılacak olan mutabakatların doğrudan etkisine maruz durumdadır.
Liderlerin üzerinde "ciddi ilerleme" sağlandığını açıkladıkları 4 başlıktan biri "mülkiyet" başlığıdır. Bu konuda ortaya çıkan mutabakatlar arasında "öncelikli tercih" hakkının malını kaybetmiş şahıslara verildiğine dair bilgiler alınmaktadır.  Bu bilgiler doğruysa, mülkün şimdiki sahibinin mülkü eski Rum sahibine iade etmek mecburiyetinde kalması durumu ortaya çıkacaktır. Böyle bir uygulama onbinlerce Rumun sırf "mülkiyet" başlığı çerçevesinde Kıbrıs Türk kesimine yerleşmesi ve böylece iki kesimliliğin bozulması sonucunu doğuracaktır.
Ayrıca, "toprak" başlığı altında yapılabilecek hudut ayarlamalarının da yine önbinlerle ifade edilecek sayıda Rum ahalinin Türk kesiminde yerleşmesi neticesine yol açması beklenir.
Bu meyanda toprak ayarlamaları hakkında internette dolaşan,  ne ölçüde ciddi olduğunu bilmediğim özel statülü kantonlar ihdas eden haritanın ve benzerlerini iki kesimlilikle bağdaşmadığı kuşkusuzdur. İnternette dolaşan harita, iki kesimli değil, çok bölgeli toprak ayarlaması ortaya koymaktadır. Karpaz'ın önemli bir bölümünü de Rum kontrolüne bırakmaktadır.
Kaldı ki, Rumlar, BMGS'nin "iki kesimlilik" parametresi hakkında yaptığı tarifi de kabul etmiş değillerdir.
BMGS 1990 yılında "iki kesimliliği" (bi-zonality) şöyle tanımlamıştır:
"İki kesimlilikbir toplum tarafından yönetilecek her bir federe devletinkendi bölgesinde nüfus ve mülkiyet bakımından bâriz bir çoğunluğa sahip bulunmasıdır.[xxxix]
Çözüm arayışında yetkiyle görevlendirilmiş olan kişilerin hafızalarının gündemdeki konuların geçmişi ile de dolu olmasına ihtiyaç vardır. Çünkü, Kıbrıs konusunun çeşitli veçhelerine ait gerçekler geçmişte yatmaktadır.
"İki kesimliğin" (bi-zonality) çözüm şeklinin temel parametrelerinden biri olarak BM literatürüne ve BM'nin  Kıbrıs sorununa ilişkin, tabir caizse, kavram envanterine girişi 9 Ağustos 1980 tarihinde olmuştur. Barış Harekâtımızdan hemen sonra Türkiye çözüm şekli olarak "çok kantonlu" federasyondan söz etmiştir. Daha sonra "iki bölgeli" (bi-regional) federasyon telâffuz edilmiştir.KTFD'nin kurulmasından ve 2 Ağustos 1975'deki Denktaş - Klerides Viyana mutabakatına dayanılarak Ada'da nüfus mübadelesinin gerçekleştirilmesinden sonra Ada'da iki kesimli ve iki devletli bir siyasî coğrafya, toprak, nüfus ve siyasî otorite (devlet) boyutlarıyla ortaya çıkmıştır. Türk tarafı "iki kesimli" çözümden söz etmeğe başlamıştır.
Denktaşile Makarios arasında 12 Şubat 1977 tarihinde yapılan "4 Temel Kural" (4-guidelines) Anlaşması'nı ortaya çıkaran temel düşünce ve güdülen hedef "iki kesimli" bir federal çözüm şekli olmuştur. Bununla beraber, Makarios'un ısrarı karşısında, "iki kesimli" deyimi metinde kullanılmamıştır. "İki kesimlilik" ilkesinin metinde zımnen ifadesiyle yetinilmiştir.
Kıbrıs sorununa çözüm bulmak maksadıyla BMGS'nin iyi niyet görevi çerçevesindeki müzakere süreci yeniden başlatılırken BMGS'nin Kıbrıs Özel Temsilcisi Hugo Gobbi tarafından 9 Ağustos 1980 günü Denktaş ve Kyprianou'nun huzurlarında BMGS adına bir "Açış Beyanı" (opening statement) metni okunmuştur. Açış Beyanı'nın amacı iki taraf arasındaki ortak müzakere zeminini belirlemek olmuştur. Açış beyanında Kıbrıs sorununun " anayasa veçhesinin federal, toprak veçhesinin iki kesimli (bi-zonal) " esasa göre halledileceği ifade edilmiştir. "İki kesimlilik" parametresi böylece BM'nin Kıbrıs sorununa ilişkin terminolojisine ilk defa olarak resmen girmiştir.
"Açış beyanı" üzerinde mutabakat BMGS'nin teklifi üzerine "sükût ile kabul" (acceptance by silence) yöntemi ile sağlanmıştır. Bununla beraber, Kyprianou aynı gece Rum TV'sinde bir konuşma yaparak "iki kesimliliği" kabul etmediğini ve etmesinin de "mümkün olmadığını" açıklamıştır.
Rum liderlerin ve toplumunun "iki kesimliliği" içlerine sindiremedikleri bellidir.
Hristofyas2008 yılında Talât ile müzakerelere başlarken “federasyon formülü Makarios’un verdiği acı bir tavizdir” şeklinde konuşarak “iki kesimli"  çözüme bakış açısını ortaya koymuştur.
Anastasiadis2013 yılında göreve başlaması münasebetiyle düzenlenen törende yaptığı konuşmada "iki kesimli, iki toplumlu" federal çözüm şeklini "ıstırap veren uzlaşı" olarak nitelemiştir.
Rum tarafının çözümle güttüğü hedeflerden birinin de Ada'da "iki kesimli" siyasî coğrafyadan kurtulmak olduğu âşikârdır.
5.Siyasî Eşitlik:
Kıbrıs sorununun "federal" çözümünde "olmazsa olmaz" vasfında bir parametredir.  Nüfus çoğunluğuna sahip olan tarafın tahakkümünü önleyecek temel ilkedir.
BM parametresi olarak "siyasî eşitlik" kavramı, çözümden önce Ada'da fiilen var olan iki bağımsız ve egemen Devlet arasındaki siyasî eşitlik anlamına gelmemektedir. İki toplumlu federal çözüm ortaya çıkınca iki toplum ve onların federe devletleri arasında kurulacak siyasî eşitliktir.
BMGSyine 1990 yılındaki aynı raporunda siyasî eşitliği şu ifadelerle tarif etmiştir:
"Siyasî eşitlik federal hükûmetin organlarına ve idaresine sayısal eşitlikle katılım anlamına gelmemekle birlikte, siyasî eşitlik çeşitli şekillerde yansıtılmalıdır: Kıbrıs Devleti’nin ( State of Cyprus ) federal anayasasının iki toplum tarafından onaylanması ve tadil edilmesi gereği; her iki toplumun federal hükûmetin bütün organlarına ve kararlarına etkili katılımı; federal hükûmetin bir toplumun çıkarları aleyhine karar alabilecek yetkiye sahip olmamasını sağlayacak güvencelerin bulunması ve iki federe devletin eşit ve aynı yetkilere ve işlevlere sahip olmaları.
Bu anlayışın ne şekilde ve ölçüde müstakbel Anayasa'nın hükümlerine hâkim olacağı ve uygulamaya yansıtılacağı bu aşamada belli değildir.
Kıbrıs'ta kurulması öngörülen federal devlet yapısında taraflar arasında siyasî eşitliği sağlayan organların başında, federal devletin cumhurbaşkanı ve cumhurbaşkanı yardımcısı gelir. Cumhurbaşkanı ve yardımcısına ayrı ayrı veya birlikte tanınacak veto yetkisiyle siyasî eşitlik uygulamaya yansıtılabilir.
1984-1985, 1986 ve 1992 (Fikirler Dizisi) çözüm belgelerinde federal devletin cumhurbaşkanının ve yardımcısının beraberce devletin birliğini ve Kıbrıs'taki iki toplumun siyasî eşitliğini temsil etmeleri öngörülmüştü.
Dönüşümlü Başkanlık:
Öte yandan, Siyasî eşitlik parametresinin federal yapıda tecelli edebilmesi için, evvelemirde "dönüşümlü başkanlık" sisteminin kabul görmesi gerekir. Rumların halen bu sistemi kabul etmekten uzak oldukları anlaşılmaktadır.
Egemenliğin Kaynağı:
Ayrıca, Devlet'in "tek egemenliğinin" kaynağının da, anlaşmada, siyasî eşitlik ilkesini yansıtacak biçimde belirtilmesi gerekir.
Aslında, Akıncı'nın ve Anastasiadis'in müzakerelerin çerçevesi olarak kullandıkları Ortak Bildiri'de egemenliğin kaynağı zikredilmiştir. Egemenliğin "eşit olarak Kıbrıslı Rumlardan ve Kıbrıslı Türklerden kaynaklandığı” ifade edilmiştir. Ancak bu ifade tarzı Rum tarafının güttüğü maksatlara hizmet eder mahiyettedir.
Kıbrıs konusuna ilişkin BM terminolojisinde gerçek göz ardı edilerek "halk" kavramına yer verilmiyor olması sebebiyle, egemenliğin kaynağını göstermek için olarak "toplum" kavramının kullanılması icap ederdi. Bu, 1960 Anayasası'nın lâfzına ve ruhuna da uygun olurdu.  Çünkü, 1960 Anayasa düzeninde iki toplum   “eşit kurucu ortak" (co-founder) statüsündeydiler. Devlet Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumlarından oluşmaktaydı. Nitekim, 2004'deki ANNAN Plânı'nın çerçevesinde ortaya çıkan "Kuruluş Anlaşması'nın" ilk cümlesinde  "...1960'da kurulan Cumhuriyet'in ortak kurucuları olduğumuzu hatırlayarak" ifadesine yer verilmiştir.
"Toplum" kavramı federal çözümün esaslarını belirlemek maksadıyla 1984-1985 ve 1986 yıllarında BMGS tarafından taraflara sunulmuş olan Belgelerde de yer almıştır. Federal devletin halkının, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum toplumlarından oluşacağı ifade edilmiştir.
Toplum kavramı, çözüm arayışlarının 1988 - 1992'deki aşamasında BMGS'nin iki tarafla ayrı ayrı yürüttüğü temas ve görüşmelerden sonra hazırladığı "Fikirler Dizisi" (Set of Ideas) isimli müzakere belgesine yansıtılmıştı. Egemenliğin "Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk Toplumlarından eşit olarak kaynakladığı" hükmüne yer verilmişti. [xl]
Bu hayatî önemdeki konu üzerinde Türk tarafının ısrar ettiğine dair bir işaret göremiyorum.
Bu bahisle ilgili olarak hafızalarımızı tazelemekte fayda vardır.
Kıbrıslı Türkler, Rumlarla birlikte, 1960 Antlaşmaları çerçevesinde “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin” eşit statüdeki vatandaşları olarak bireysel hak ve hürriyetler elde etmişlerdir. Ancak bunun yanında toplumsal haklar ve yetkiler de kazanmışlardır. Cemaat Meclisi şeklinde kendi öz yönetim organlarına ve belirli alanlarla sınırlı da olsa, yasama yetkisine sahip olmuşlardır.   Aynı zamanda, Toplum halinde Devlet’in iki kurucu unsurundan biri olarak “kurucu ortaklık” (co-founder) statüsünü elde etmişlerdir. Devlet'in egemenliğine ortak olmuşlardır.
Dr. Fazıl Küçükve Makarios Londra’da varılan mutabakatları “Kıbrıs Türk Toplumu”ve “Kıbrıs Rum Toplumu”  adına ayrı ayrı imzalamışlardır. İmzalar “Kıbrıslı Türkler” ve “Kıbrıslı Rumlar” adına atılmış değildir.
Halbuki, Ortak Açıklama’da egemenliğin “kaynağı” olarak zikredilen “Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Rumlar” kavramı toplumsal bir statü ifade etmemektedir. Üniter bir devlette de tek halk olarak Kıbrıslı Rumlardan ve Kıbrıslı Türklerden söz edilebilir. Esasen, Rum tarafının iddiasına göre  “üniter” Kıbrıs Cumhuriyeti’nin halkı, eşit vatandaşlar olarak, Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler ile birlikte her biri birkaç yüz kişiden oluşan Marunî, Lâtin ve Ermeni dinî unsurlardan, gruplardan meydana gelmektedir.  Hepsi bir arada bir bütün oluşturmaktadır. Bunun içindir ki, Rum tarafı ve onlara arka çıkan güçler son yıllarda sürekli olarak “Kıbrıslılar” (Cypriots) kavramını ön plâna çıkarıp kullanır olmuşlardır. Talât – Hristofyas döneminde “Kıbrıslılar” kavramı iki liderin kullandıkları ortak kavramlardan biri haline gelmiştir.
"Kıbrıslılık" kavramı ile Rumların ve onları destekleyen uluslararası çevrelerin güttüğü uzun vadeli amaç bellidir. Bu amaç Rumların büyük nüfus çoğunluğu içinde Kıbrıs Türk nüfusunu eritmektir. Böylece, Kıbrıs'ın bir Yunan adası olduğu iddialarını fiilen gerçekleştirmektir. Bu çarpık amaçlarını tahakkuk ettirebilmek için de çözüm halinde Ada'daki Türk ve Rum nüfusları için belirli sabit bir oran uygulanmasını öngörmektedirler. Çözüm halinde ortak devletin nüfusunun sabit tutulabilmesi için bir kontrol mekanizmasının oluşturulmasını; Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kuruluş yılı olan 1960'daki demografik nispetlerin esas alınarak, Türk nüfusun oranının Rum nüfusun 4'de 1'i olmasını teklif etmektedirler.
Rumlar arasında ve Yunanistan'da Kıbrıs sorununun "osmosis" yoluyla gerçekleşebileceğini açıkça savunan Rum ve Yunan siyasetçiler vardır. Bunlardan biri de Yunanistan'ın şimdiki Dışişleri Bakanı Nikos Kotziaz'dır. [xli] Bu düşüncenin altında yatan amaç da aynıdır.
"Egemenliğin kaynağı" konusunda yıllardır ifade edegeldiğim görüşlerimin doğruluğu,  Anastasiadis'in 11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi'nin açıklanmasından iki gün sonra düzenlediği basın toplantısında övünerek yaptığı değerlendirme ile kanıtlanmıştır.

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder