BÜLENT ECEVİT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BÜLENT ECEVİT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Ocak 2019 Salı

Kararname krizi,

Kararname krizi,




Dr. Tahir Tamer Kumkale
15 Ağustos 2000 Salı


Son günlerde ülkemizde devletin zirvesinde cereyan eden olayları dışarıdan seyreden bir göz sanırım biz Türkleri anlamanın ne kadar zor olduğu hakkındaki kararsız tutumununu pekiştirir. Neden ve nasıl bu derece en basit olayları dahi mesele edip, adeta devleti bir kriz ortamına sürüklediğimizi anlaması mümkün değildir. Aslında bizim anlayabildiğimizi söylemek de çok zor.

Yürütmenin başındaki sayın Cumhurbaşkanı SEZER ile Hükümetin başındaki Sayın ECEVİT arasında basın aracılığı ile yapılan karşılıklı açıklamalar, ülkemizin bugünlerde çok ihtiyacı olduğu olan istikrar ve güven ortamını önemli derecede sarsmaktadır.

Aslında üzerinde anlaşılamayan konu; bir devlet krizi yaratacak kadar önemi olan ve acilen çözüm gerektiren bir husus değildir. Hükümet ortakları ; "Anarşi ve terör olaylarına karışmış memurların işten çıkartılmalarını "kanun hükmünde kararname ile çözmek istemiştir. Hukuk kökenli Cumhurbaşkanımız Sayın SEZER; daha önceki uygulamalara bakarak " bu konunun Anayasamız hükümleri uyarınca kararname ile değil ,KANUN ile çözümlenmesi gerektiğini" bildirerek veto ederek geri göndermiştir.

İşte olay bundan sonra gelişmiştir. Devlet işlerinde sorumluluğun Cumhurbaşkanına ait değil kendisinde olduğunu varsayan ve bugüne kadar bu şekilde muameleye alışkın olmayan hükümet , ayni işte israr edince devletin tepesinde istenmeyen zamansız bir kriz ortamına girilmiştir.

Sayın SEZER'in Cumhurbaşkanı seçildiği günlerde kaleme aldığımız yazımızda "Bunun Türkiye ve Türk Milleti için tarihi bir dönemin başlangıcı olduğunu belirterek; Allahın geçde olsa bu milletin yüzüne güldüğünü, devlete artık devlet adamı ciddiyetinin hakim olacağını , 864 Rakımlı Tepeden başlayacak ciddi ve sorumlu devlet adamlığına yakışan uygulamaların dalga dalga yurdu kaplıyacağını" üzerine basa basa vurgulamıştık.

Sayın SEZER görevi devraldığı 16 Mayıs tarihinden itibaren istikrarlı tutum ve davranışları ile bizi haklı çıkartmıştır. Halkın beklediği ve yıllardır özlemini duyduğu bir yönetim göstermektedir. Bugün gelinen durum itibarıyla Sayın SEZER'in davranışları halk tarafından büyük destek görmektedir. Oysa halkın bu desteğine rağmen, kendisini seçen partilerin hükümetlerine bekledikleri ödünü vermediği için arzu edilmediği de artık açıkça görülmektedir.

Kapalı kapılar arkasında birtakım yeni planların yapıldığı, SEZER'in istifaya zorlanarak yerine kendi güdümlerinde ve kendi istekleri doğrultusunda herşeyi kabul edecek bir Cumhurbaşkanı seçme hazırlıklarının başladığı hususu artık kamuoyu gündemine inmiştir. Kamuoyumuzu belirleyen ve yönlendiren anlı-şanlı köşe yazarlarımız açıkça bunu ülke gündemine taşımımaya başlamışlardır.

Bize göre; Cumhurbaşkanı SEZER kendisinden beklenen performansı göstermektedir. 30 yıldır ilk defa bir kararname köşkten dönmüştür. Akabinde Başbakan Sayın ECEVİT; "Cumhurbaşkanı'nın bize hayır deme yetkisi yoktur. İmzalamak mecburiyetindedir" diyerek kararnameyi aynen köşke iade ederek bu suni krizi yaratarak olayı kendisi ve hükümeti açısından çıkmaza sokmuştur.

Yani krizi; bu ülkeyi istikrar ve huzur içinde yönetmesi gereken Sayın Başbakan bizzat yaratmıştır.

Cumhurbaşkanımız; demokrasiyi güçlendirmek istiyor."Yasalar işlesin,Yasalar herkeze lazım" diyor. Demokrasiyi güçlendirmek istiyor. "Bu kararnameyi imzalarsam iktidarın gücü kaba güce dönüşebilir, yargının yetkilerini hükümetin kullanması yolu açılırki bu demokrasiyi zedeler" diyor.

Sayın ECEVİT ise kensisinden beklemediğimiz ve anlamakta zorlandığımız bir tavır sergileyerek "GÖRÜŞMEK İSTEDİM, BANA RENDEVU VERMEDİ. ÇEKTİ İSTANBULA GİTTİ. DEVLET KRİZİ YARATTI." diyerek adeta devletin başını suçlumak suretiyle kafaları karıştırıyor.

Düşünen ve Türkiyenin gelişmesi için kafa yoran aydın beyinler ortaya çıkartılan bu suni krizi şaşkınlıkla seyerdiyor. "ÖZÜRÜ KABAHATİNDEN BÜYÜK" şeklinde güzel bir atasözümüz vardır. Sayın ECEVİT'in davranışı buna çok uyuyor. Bir başbakan , bugünkü kitle iletişim ve ulaşım imkanlarına rağmen ülkenin sorumluluklarını paylaştığı Cumhurbaşkanı ile görüşmek için basını kullanıyorsa durum çok ciddi demektir. Bunun gerisinde "Sayın SEZER'in istenmediği"görüşü ağırlık kazanmaktadır.

Sonuç olarak; Sayın SEZER; BU ÜLKE İÇİN LAZIMDIR. SEZER İSMİ KISA SÜREDE BÜTÜN MİLLETİN GÜVENİNİ KAZANMIŞTIR. ARKASINDA KENDİSİNİ KÖŞKE TAŞIYAN BİRKAÇ SİYASETÇİNİN DEĞİL HALKIN DESTEĞİ VARDIR. BU DESTEĞİN GÜCÜNÜ SİYASETÇİLERİMİZİN İYİ ANLAMASI LAZIMDIR.

Yaptırın ciddi bir kamuoyu araştırması. Türkiyenin gündemini belirleyecek kadar etkili olduğunu bildiğimiz medya gücümüzün imkanlarını seferber edin. Milletin büyük çoğunluğunun "Sayın SEZER'in bu ülke için ne büyük şans olduğunu" nasıl haykırdığını göreceksiniz.

Dayanın Sayın SEZER. Sizin siyasi oyunlara alet olmayacak bir olgunluk ve dirayette olduğunuzu bir kere daha bu millete gösterin. Bunu göstermek ve kanun hakimiyetini ülkede hakim kılmak için elinize geçen şansı sonuna kadar kullanın.

Millet nefesini tutmuş sizi bekliyor. Size güveniyor ve inanıyor. Bu güvene layık olduğunuzu biliyor.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
15 Ağustos 2000 Salı

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=63

***

17 Aralık 2018 Pazartesi

Gaflet, Dalalet ve Hıyanet

Gaflet, Dalalet ve Hıyanet,


6/4/2001 - 11:00 - Atin




Elektronik posta vasıtasıyla İnternet'te dolaşan bir resim... 


Büyük önder Atatürk sanki bu günleri görmüş. Banka Soygunları, Şaibeli Enerji ihaleleri ve yolsuzluklarla büyük bir krizin içine sokulan Türkiye'mizin durumunu daha iyi seslendirebilmek mümkün mü?



***

25 Şubat 2017 Cumartesi

KKTC’nin Kuruluşundan 6 Mart 1995’e Kadar Geçen Sürede Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları



KKTC’nin Kuruluşundan 6 Mart 1995’e Kadar Geçen Sürede Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları ;



KKTC’nin ilanı, gerçek anlamda bir oldubitti olarak nitelendirilebilir39. Tıpkı Kıbrıs Türk Geçici Yönetimi ve daha sonra Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin ilanından ardından olduğu gibi, Ankara KKTC’nin ilanını da temkinli karşılamıştır40. Hatta 13 Aralık 1983’te hükümeti kuran Turgut Özal’ın bu oldubittiden pek hoşlanmadığı ama askerin gizli desteğiyle kurulmuş olan bu devleti tanımaktan başka çaresinin olmadığı bilinmektedir. 

Türkiye’nin KKTC kurulduğundan bu yana bu devletin uluslararası toplum tarafından tanınması için hiçbir ciddi girişimde bulunmamış olması da üzerinde düşünülmesi gereken bir başka gerçektir (Dodd, 1999: 136). 

Türkiye’nin KKTC’yi tanıtma yönünde bir çabası olmamasına rağmen, bu devleti tanımış olması 1974 Barış Harekatı sonrasında başlattığı uluslararası hukuka aykırı davranma tutumunu bir adım daha ileri taşımıştır. Yukarıda da açıklandığı gibi, Türkiye, 1974 Barış Harekatı’nın gerekçesi olan “Ada’da bozulan düzeni yeniden tesis etmek” bir yana, bütünlüğüne kefil olduğu bir ülkede başka bir devletin kurulmasına göz yumarak ve bu devleti tanıyarak hem 1974 harekatını dayandırdığı hukuki zemini tamamen kaydırmış hem de 1960 antlaşmalarını açık bir şekilde ihlal etmiştir. 

38 Denktaş ise kendi anılarında Türkiye’de sivil yönetim iktidara gelmeden hemen önceki dönemde oluşan iktidar boşluğunun KKTC’nin ilanı için seçilen son şans olduğunu, hiçbir şeyi tehlikeye atmamak için Türkiye ile telefon hatlarını dahi kestirdiğini açıklamaktadır (1988: 123). 39 KKTC’nin ilanının resmi olarak getirilmeyen amaçlara hizmet ettiği öne sürenler de vardır. Örneğin, Türkiye’deki askeri cuntanın, KKTC’nin ilanı ile Batı’ya bir ders vermek istemiş olduğu dile getirilmektedir (Hasgüler, 2002: 241). İkincisi ise KTFD’nin lideri olan Denktaş’ın görev süresinin doluyor olması ve artık seçilemeyecek olmasıdır. Hasgüler, “KKTC’nin ilanı ile Denktaş ömür boyu cumhurbaşkanlığı imkanına 
kavuşuyordu” demektedir (2004a: 345). 
40 KTFD ve KKTC’nin ilan edildiği dönemdeki koşulların benzerliği ve Türkiye’nin tavrı konusunda ayrıntılı bilgi için, Hüseyin Mümtaz,. “”Türkiye-Kıbrıs İlişkilerinin Politik Mantığı ve Sonuçları”, Second International Congress for Cyprus Studies : 24-27 November 1998, Gazimağusa, Turkish Republic of Northern Cyprus. 2. Cilt. der. İsmail Bozkurt, Hüseyin Ateşin, M. Kansu (Gazimağusa: Eastern 
Mediterrenean University Centre for Cyprus Studies, 1999), s.151-173. 

Anavatan Partisi’nin demokrasiye verilen üç yıllık aradan sonra 1983’te yapılan seçimlerde iktidara gelmesi Kıbrıs’ta çözüm arayışları açısından önemlidir. Annan Planı’na gelinceye kadar olan dönemde çözüme en çok yaklaşılan müzakereler bu dönemde yürütülmüştür. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri De Cuellar tarafından 12 Nisan 1985 ve 29 Mart 1986’da sunulan çözüm belgeleri bunun en iyi örneğidir. De Cuellar belgeleri Türkiye’nin desteklediği belgelerdir ve iki toplumlu, iki bölgeli federasyon anlayışına göre düzenlenmiştir. Ancak üç özgürlüğün nasıl düzenleneceği konusu, çalışma guruplarının sonuçlarına bırakılmıştır. Diğer bir deyişle, TBMM’nin 6 

Mart 2003 tarihli kararında altını önemle çizdiği iki kesimliliğin nasıl sağlanacağı konusunda kesin çizgiler çizmemiştir. Dikkati çeken çok önemli nokta, hem Ankara’nın hem de KKTC’nin kabul ettiği bu belgelerin Türkiye’nin 1960 antlaşmalarından kaynaklanan garantörlük hakları ve Türk-Yunan dengesi konusunda herhangi bir hüküm içermemesidir. 1985-86 belgeleri, 1959’dan beri atıfta bulunulan, 1974 müdahalesine hukuki dayanak oluşturan, 1990’lardan itibaren Ada’da çözümün adeta önşartı haline gelen ve 6 Mart 2003 tarihli kararda da vurgulanan bu unsurlarla ilgili herhangi bir düzenleme getirmemekte dir. Belgelerin buna rağmen kabul edilmiş olması, Türkiye’nin o dönemdeki önceliklerini göstermesi bakımından önemlidir41. De Cuellar belgeleri Rum kesiminin genel itirazları üzerine rafa kaldırılır42. 

41 De Cuellar’ın sunduğu çözüm belgeleri, Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum tarafları arasında yürütülen müzakerelerin sonucunda ortaya çıkan metinlerdir. Yalnız bu müzakereler sırasında Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Kenan Evren, 1 Aralık 1984’te ABD Devlet Başkanı Ronald Reagan’dan bir mektup alır (Uslu, 2001: 150). Bu mektup üzerine, Türkiye’nin Denktaş’tan tavrını yumuşatmasını istediği ve 1985-1986 yılındaki De Cuellar belgelerinin bu uyarıların gölgesinde Denktaş tarafından kabul edildiği bilinmektedir (Camp, 1998: 143) O dönemde Denktaş’ın çözüm çabalarına yaklaşmasında, Özal’dan eski hükümetler 
kadar destek görmemiş olmasının etkisini göz ardı etmek mümkün değildir. Gerek ABD gerekse AET (AB) ile ilişkilerini geliştirmek isteyen Özal bu dönemde Yunanistan’la diyalog çabalarını hızlandırmış, Kıbrıs sorununa bu bağlamda çözülmesi gereken bir sorun gözüyle bakmıştır. Erol Manisalı, Özal için “Özal Kıbrıs’ta kaygısız ve gevşek bir politika izliyordu. AB’nin Ankara’nın boynuna Kıbrıs halkasını iliklemesinin altyapısını hazırlıyordu” demektedir, (2005: 97). 
Nitekim ilk De Cuellar Belgesi’nin tarafların sunulmasından kısa bir süre sonra, bir süredir gergin olan ilişkiler bir yumuşama dönemine girmiştir. 
İkinci belgenin yayınlanmasından önce 30 Ocak 1986’da Papanderou ve Özal Dünya Ekonomik Forumu için Davos’ta bir araya gelmiş ancak başlatılmak istenen diyalog süreci başarısızlığa uğramıştır. Ne var ki iki ülke arasında ilişkiler bir yıl sonra yaşanan Ege Bunalımı ile yeniden gerilecek ve bu gerginlik 30-31 Ocak 1988’de Davos’ta başlayan yumuşama dönemine kadar büyük ölçüde etkisini sürdürecektir. 
Melek Fırat, “1980-1990: Batı Bloku Ekseninde Türkiye-2 (Yunanistan’la İlişkiler), Türk Dış Politikası, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, 2. Cilt, der. Baskın Oran (İstanbul: İletişim Yayınları, 2001), s. 109-117. 
42 De Cuellar Belgelerinin ayrıntılı bir analizi için, Farid Mirbagheri, “International Peacemaking in Cyprus, 1980-86”, Cyprus and International Peacemaking (London: Hurst&Company, 1998), s. 127-151. 


1990 yılıyla birlikte müzakereler açısından yeni bir hareketlilik başlar43. 
Bunun çeşitli nedenleri vardır. Turgut Özal’ın 1989 yılında Cumhurbaşkanı seçildikten sonra dış politikayla yakından ilgilenmeye başlaması bunlardan biridir. 30 Mayıs 1990’da Özal Kıbrıs sorununun çözümü için dörtlü konferans toplanması önerisi getirir. Ancak bu öneri, ne kendi hükümetinden ne de Denktaş’tan destek görür. Haziran-Kasım 1992 arasında Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Butros Ghali’nin gözetiminde yapılan New York görüşmeleri sırasında Ekim 1991’de kurulan DYP-SHP koalisyon hükümeti iktidardadır. Ghali’nin müzakereler devam ederken hazırladığı ve 21 Ağustos 1992’de taraflara sunduğu Fikirler Dizisi, tarafları uzlaşmaya çok yaklaştıran belgelerden biridir. Fikirler Dizisi, Türkiye’nin de katkılarıyla hazırlanmış olan bir belgedir (Manizade, 1998: 13)44 ve Türk tarafının tezi olan iki toplumlu, iki kesimli federasyonu öngörmektedir. Aynı zamanda tarafların siyasi eşitliği garanti edilmiştir. 

43 1990’lardan itibaren Kıbrıs ile ilgili gelişmeleri 3 Temmuz 1990’da Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusunda bulunmasıyla başlayan süreç içinde değerlendirmek gerekir. Kıbrıs’ın AB üyeliği süreci ve buna karşılık olarak Türkiye’nin yürüttüğü politikalar ikinci ve üçüncü bölümlerde ayrıntılı olarak ele alınacaktır. 
44 Özellikle 1990 yılının sonlarından itibaren Kıbrıs konusundaki çözüm sürecinin hız kazanmasını ve Türkiye’nin Denktaş’ı çözüm konusunda yönlendirmesini sadece içteki gelişmelerle açıklamak mümkün değildir. Öncelikle Soğuk Savaşın bittiği, dünya dengelerinin yeniden şekillendiği bir döneme girilmiştir. 
Bu dönemde Türkiye’nin ABD için önemi Soğuk Savaş yıllarına göre daha da artmıştır (Lesser, 1993: 112). 

ABD Başkanı George Bush’un Kıbrıs’ta çözüm konusunda Türkiye’den beklentileri olduğu ve ABD ile yakın ilişkiler içinde olduğu bilinen Turgut Özal’ın Doğu Bloku’nun dağıldığı tek kutuplu dünyada Türkiye’nin yeni oluşacak dengelerde yerini almasını istediği bilinmektedir (Gözen, 2004: 288-289). 

2 Ağustos 1990’da Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i bombalaması sonucu Orta Doğu’da baş gösteren gerilimin 17 Ocak 1991’de Körfez Savaşı’na dönüşmesi Kıbrıs sorununun çözümünü tetikleyen sebeplerden biri olarak görülebilir. Zira ABD, Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından NATO’nun Doğu Akdeniz’deki kanadını zayıflatma ihtimali olan bütün gerginlikleri ortadan kaldırmayı hedeflemiş, Kıbrıs meselesine de bu bağlamda çözüme ulaştırılması gereken bir sorun olarak yaklaşmıştır (Uzgel, 2001: 250). 
Ghali Fikirler Dizisi böyle bir ortamda müzakere edilmiş ve Türkiye tarafından kabul edilmiştir. 1990’ların ilk yarısında Türk-Amerikan ilişkileri ve ABD’nin Kıbrıs sorununun çözümüne müdahaleleri konusunda ayrıntılı analizler için, örneğin, Nasuh Uslu, “ Kıbrıs Sorunu ve ABD ”, Avrupa Birliği Kıskacında Kıbrıs Meselesi (Bugünü ve Yarını), der. İrfan Kaya Ülger ve Ertan Efegil (Ankara: HD Yayıncılık Matbaacılık Tanıtım, 2001), s. 147- 185.; Morton Abromowitz, “American Policy Making on Turkey”, Turkey’s Transformation and American Policy, der. Morton Abromowitz (New York: Century Foundation Press, 2000), s. 153-185.; Sabri Sayarı, “Turkish American Relations in the Post-Cold War Era: Issues of Convergence and Divergence”, Turkish American Relations: Past, Present and Future, der. Mustafa Aydın, Çağrı Erhan (Londra, New York: Routledge, 2004), s. 91-107. Örnekse, 10 Temmuz 1992’de Helsinki’de yapılan AGİK zirvesinde Başbakan Süleyman Demirel’in “ABD Dışişleri Bakanı James Baker, Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin’e 15 Temmuz’da New York’ta yapılacak ikinci tur Kıbrıs görüşmeleri hakkında bir mektup göndermiştir. Mektuplar Türkiye’de her zaman hassasiyet yaratır. Mektubun bir kopyasını da Sayın Denktaş’a verdim” açıklamasını yapması, ABD’nin çözüm konusundaki baskısını göstermesi bakımından önemlidir. Nitekim Denktaş aynı gün Lefkoşa’da yaptığı basın toplantısında “Bundan ağır baskı olamaz” diyerek tavrını belli etmiştir.,

http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/AyinTarihi/1992/temmuz1992.htm. 

Yine dönemin önemli olaylarından biri Yunanistan’ın AET’nin Türkiye’ye yönelik 4. mali yardım paketini veto etmiş olmasıdır. 

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ghali’nin Fikirler Dizisi’ni taraflara sunmasından kısa bir süre önce Yunanistan Başbakanı Mitsotakis’in “Kıbrıs sorunu çözülmeden Yunanistan’ın ne 4. mali pakete vetosu kalkacaktır ne de Türk-Yunan dostluğu pekişecektir” demesi Türkiye’nin içinde bulunduğu güç durumu açıklar niteliktedir (ibid.). 

Fikirler Dizisi’ne göre kurulacak olan devlet, tek egemenliği olan, tek vatandaşlık temeline dayalı bir devlettir. De Cuellar çözüm planından farklı olarak Fikirler Dizisi’nde 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının devam ettiği vurgulanmaktadır ancak Kıbrıslı olmayan askerlerinin tümünün belli bir takvime göre adadan çekilmesi karara bağlanmıştır. 

Ghali Fikirler Dizisi, Türkiye’nin 1975’ten beri resmi olarak savunduğu iki toplumlu, iki bölgeli federasyon tezini gerçeğe dönüştüren bir çözüm olarak görülebilir. Her ne kadar üç özgürlük konusu tam olarak netleştirilmemiş olsa da Ankara’nın bu konunun Kıbrıs Rum ve Türk tarafları arasında halledileceğine inandığı anlaşılmaktadır. Aynı zamanda 6 Mart 2003 tarihli kararda atıfta bulunulan “siyasi eşitlik” ve “1960 Garanti Antlaşmaları’nın sürdürülmesi” ilkeleri benimsenmektedir. 

Ne var ki Ghali Planı üzerinde görüşmeler, Rum tarafının genel itirazları, Denktaş’ın da dokuz maddeye yönettiği itirazlar üzerine çıkmaza girer. Bunun üzerine Mayıs 1993’te Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri, tarafların uzlaşmasını kolaylaştırmak için Güven Artırıcı Önlemler’i sunar. Amaç, kısa süre sonra tarafları yeniden müzakere masasında buluşturabilmektir. Türkiye’nin çözümden yana tavır almaya başladığını sezen Rauf Denktaş apar topar Türkiye’ye gelir ve Meclis’e hitaben bir konuşma yapar45. Bu konuşmanın hemen ardından aynı oturumda 10 Haziran 1993 tarihli TBMM Kıbrıs Deklarasyonu kabul edilir46. 

Kıbrıs Deklarasyonu’nda özellikle iki noktanın üzerinde durulduğu söylenebilir. Bunlardan ilki, Kıbrıs’ta yaşayan “iki toplumun” eşitliğinden söz edilmesi, ikinci ise Türkiye’nin “tarihi ve garantörlük haklarından doğan vecibelerinin” hatırlatılmasıdır. KKTC’nin on yıl önce ilan edilmiş olmasına ve Türkiye’nin bu devleti tanımasına rağmen TBMM’nin 10 Haziran 1993 tarihli kararında, Kıbrıs’ta “iki devlet” olduğuna değil “iki toplum” olduğuna vurgu yapması, Kıbrıs’ta federasyon fikrini desteklemeye devam ettiğinin bir göstergesi olarak okunabilir47. Yalnız federasyonun coğrafi veçhesinin nasıl olacağı, yani 6 Mart 2003 TBMM kararında da önemle vurgulanan ve Annan Belgesi’ne yönelik üzerinde en çok itirazın toplandığı iki kesimliliğe dair herhangi bir ibare yer almamıştır48. 

45 Rauf Denktaş’ın TBMM’de yaptığı 10 Haziran 1993 tarihli konuşmanın tam metni için, 
http://www.belgenet.com/kibris/denktas_100693.html. 
46 Bkz. Ekler B.1.1. 
47 Hasgüler, Türkiye’nin KKTC’yi uluslararası toplum karşısında “savun(a)mamasının” önemli sebeplerinden bir tanesinin Kıbrıs Cumhuriyetini kuran antlaşmalardan doğan yasal haklarını kaybetmek 
istememesi olarak açıklamaktadır (2007: 44). Bu nedenden ötürü TBMM’nin 10 Haziran 1993 tarihli kararda “iki devlet” değil, “iki toplum” gerçeğine işaret etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Zira bir yandan 1960 
antlaşmalarına zaten aykırı olan KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınmasını istemek diğer yandan 

Bunun yerine garantörlük haklarının özellikle ön plana çıkartılması dikkat çekicidir, zira bu ifade Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili politikalarında “stratejik önem” 
boyutunun giderek ağırlık kazanması nedeniyle gelecekte daha da güçlü bir tonda vurgulanmaya başlanacaktır49. Haziran 1993’te TBMM’nin aldığı bu karar Kıbrıs’la ilgili politikaların seyri açısından önemli bir kavşak olarak nitelendirilebilir. 

Avrupa Birliği ile ilişkiler bağlamında Kıbrıs meselesi’nin seyri açısından 1994 yılı önemli bir yıldır. AB 24 Haziran 1994’te Korfu Zirvesi’nde Kıbrıs’ın bir sonraki 
genişleme dalgasında yer alacağını karara bağlar. Bundan kısa bir süre sonra Avrupa Adalet Divanı, Rum kesiminin yaptığı başvuru üzerine, 5 Temmuz 1994’te, Kuzey Kıbrıs Türk kesiminden ihraç edilecek malların üzerinde Güney’den alınmış bir onay belgesi olması gerektiğine ilişkin bir karar alır50. Adalet Divanı’nın 1994’te aldığı bu karar, günümüzde hala devam eden ambargolara hukuki gerekçe teşkil etmenin yanı sıra Rum hükümetini “Kıbrıs Cumhuriyeti”, KKTC’yi “Türk toplumu” olarak tanımlamış olması 
itibarıyla da önemlidir. Böylece AB’nin, Korfu Zirvesi’nde bir sonraki genişleme dalgasında üye olması kararlaştırılan “Kıbrıs” ile Ada’nın tek temsilcisi olarak Güney kesimini tanıdığı bir kez daha teyid edilmektedir. Bunun üzerine KKTC Meclisi 28 Ağustos 1994’te “Kıbrıs’ta federasyonu tek çözüm şekli olarak gören önceki kararlarını yürürlükten kaldırdığını” duyuran ve “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile Türkiye Ada’nın bütünü üzerinde garantörlük hakkının sürdüğünü iddia etmek hiç şüphesiz yaman bir çelişki olacaktır. Ne var ki 1998’lerden itibaren Türkiye’nin bu yaman çelişkiye düşmeye başladığı görülecektir. 


48 Annan Planı’na iki kesimlilik konusunda getirilen eleştiriler için örneğin, Onur Öymen’in 19 Şubat 2004’te Star TV’deki Objektif Programı’nda yaptığı açıklamalar, 
http://www.onuroymen.com/docs/gorselbasin13.doc; MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin 3 Nisan 2004’te yaptığı konuşma, 
http://www.mhp.org.tr/genelbsk/gbskkonusma/2004/03042004.php; Şükrü Sina Gürel, “ Bir Kasa Portakal.. Bir Çuval İncir ”, Cumhuriyet, 21 Nisan 2004. 
49 De Cuellar belgelerinde yer almayan garantörlük haklarının TBMM Deklarasyonu’nda bu kadar belirgin bir şekilde ortaya konmasını birkaç nedenle açıklamak mümkündür. Türkiye’nin, “gerektiğinde müdahale 
etmekten çekinmeyeceğini” çağrıştıran muhtıravari vurgu ile 1993 yılında Yunanistan ve Kıbrıs arasında savunma alanında giderek artan işbirliği çabalarına ve Ada’nın silahlanmasına yanıt vermek istemiş olması 
sebeplerden bir tanesidir. Kasım 1993’te Yunanistan ile Kıbrıs arasında imzalanan DOGMA Ortak Savunma Doktrini bu sürecin çok önemli bir halkasıdır. 1988’de Özal ve Papanderou’nun girişimi ile başlayan ve 
Davos ruhu olarak bilinen dostluk dönemi, 1993 yılında Yunanistan ve Kıbrıs arasında askeri alandaki yakınlaşmaların sonucu iyice sekteye uğramıştı. Bu dönemin ayrıntılı incelemesi için, M. James Wilkinson, 
“The US, Turkey and Greece- Three is a Crowd”, Turkey’s Tansformation and American Policy, der. Morton Abramowitz (New York: Century Foundation Press, 2000), s. 185-219. Daha sonra bu denkleme Avrupa 
Birliği ve Kıbrıs yakınlaşması da eklenecektir. Nitekim Deklarasyonun yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra, 30 Haziran 1993’te Avrupa Birliği Komisyonu Kıbrıs’ın üyelik başvurusuna ilişkin görüşünü 
yayınlamış, 20 Temmuz 1993’te Kopenhag Zirvesi devam ederken başvuruyu resmen kabul ettiğini açıklamıştır. Bkz. İkinci bölüm, s. 51-52. 
50 European Court Reports 1994 Page I-03087, 61992J0432. 

Cumhuriyeti arasında tüm kısıtlayıcı önlemlerin kaldırılması ve ekonomik entegrasyonun tamamlanması için Hükümetin gereken girişimleri süratle başlatması gereğini ortaya koyan” bir karar alır 51. 

İlginçtir ki Türkiye, KKTC’ye uygulanan ambargo kararını geri döndürme konusunda hiçbir ciddi girişimde bulunmamıştır52. Hatta bu konuda atılmış tek somut adımın, KKTC’nin aldığı kararın ardından Dışişleri’nden yapılan ve KKTC Meclisini desteklediklerini ifade eden açıklama olduğu söylenebilir 53. KKTC Meclisinin aldığı bu karar, yıllardır uluslararası toplum nezdinde savundukları federasyon tezinin açıkça ifade edilmemekle birlikte yavaş yavaş ortadan kaldırılması ve bunun yerine KKTC ile Türkiye’nin entegrasyonunu öngörmesi bakımından da kritik bir karardır (Çiler ve İkman, 1997: 39-40) Ancak Türkiye’nin bu iki önemli konuda da KKTC’ye henüz yeşil ışık yakmadığı Dışişlerinin açıklamasından anlaşılmaktadır. Nitekim Denktaş’ın entegrasyonun Türkiye’deki resmi ağızlardan dile getirildiğini duyması için Mart 1995’ e, Türkiye’nin federasyon tezinin resmen geçerliliğini yitirdiğini ilan etmesi için de Ağustos 1998’e kadar beklemesi gerekecektir. Böyle bir havada Denktaş ile Klerides arasında Ekim 1994’te yeniden başlayan müzakereler başarısızlıkla sonuçlanır ve ancak üç yıl sonra, Temmuz 1997’de iki lideri yeniden buluşturmak mümkün olacaktır. 

51 KKTC Meclisi’nin aldığı 28 Ağustos 1004 tarihli kararının tam metni için, 
http://www.cm.gov.nc.tr/index/meclisfaaliyet/mecliskarar/28agustos1994.htm. 
52 Derviş Manizade, “Rum ve Yunan propagandası nedeniyle, KKTC’ye ekonomik ambargolar tatbik edilmektedir. Türkiye’nin bu ambargoları kırma potansiyeli olduğu halde siyasi iktidarlar bu güne kadar bu konuda ciddi olarak kafa yormamışlardır. Tam tersine KKTC’ye Türkiye de bir çeşit örtülü ambargo uygulamaktadır...

Anavatan Türkiye resmi makamları işine geldiği zaman KKTC’yi kendinden işine gelmediğinde yabancı devlet statüsünde kabul etmektedir”, demektedir (1998: 101). 

“Ambargoyu sorgulamaya dahi hakkımız yok. Bu tamamen Türkiye’nin hatasıdır”, (Soysal, 2002: 350). 
53 30 Ağustos 1994 tarihli Dışişleri açıklamasında, “KKTC Meclisi'nin 28 Ağustos'ta aldığı "Kıbrıs'ta tek çözümün federasyon olmadığı" şeklindeki kararına destek vererek "KKTC'nin bütün iyi niyetli yaklaşımlarına rağmen, karşı tarafın eşitlik anlayışıyla bağdaşmayan tek yanlı girişimleri yüzünden çözümsüzlüğe mahkum edilirse Kıbrıs Türk halkını bu durumun sakıncalı etkilerine maruz bırakmayacak önlemleri kararlılıkla almak Türkiye Cumhuriyeti için kaçınılmaz ve şerefli bir görev olacaktır", denmektedir, 

http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/AyinTarihi/1994/agustos1994.htm. 



***

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluşundan 1974 Müdahalesine Kadar Geçen Dönem



    Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluşundan 1974 Müdahalesine Kadar Geçen Dönemde Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları;


Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kuruluşundan 1974 Müdahalesine Kadar Geçen Dönemde Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları 


Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduktan çok kısa bir süre sonra hem idari hem de toplumsal alanda bazı sorunlar yaşanmaya başlamıştır. Ne var ki Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak kurulmasından sonra resmi politikasını, statükonun korunması, yani Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşatılması olarak belirlediği için Kıbrıs’ta yaşanan sorunların varlığını uzun bir süre kabul etmek istemez. Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios’un 13 Kasım 1963 tarihinde 1960 Antlaşmalarıyla hazırlanan Anayasanın on üç maddesini değiştirme önerisini getirmesinin ardından Aralık 1963’te Kanlı Noel olarak da bilinen şiddetli toplumlararası çatışmalar başlar. 

Ancak bundan sonra Ankara, konu ile yakından ilgilenmek durumda kalır21. 1950’ların başlarında Kıbrıs sorununun varlığını reddeden Türkiye, garantör devletlerden biri olmasına rağmen, 1960’ların başlarında da Kıbrıs Cumhuriyeti’nde yaşanan sorunları göz ardı etme ve yok sayma politikası gütmüştür22. 

Çatışmaların durmaması üzerine 4 Mart 1964 tarihinde gerçekleşen Birleşmiş Milletler toplantısında alınan Kıbrıs konulu karar Türkiye’nin tutumunu yansıtması bakımından önemlidir. 186 No’lu BM kararında23 Kıbrıs Rum kesiminden “hükümet” diye bahsedilmesi, 1960 antlaşmaları ile kurulan “anayasal hükümet” ibaresinin yer almaması, 1960 anlaşmalarını kurtarma kaygısına düşmüş olan Ankara’nın dikkatini çekmemiştir (Dodd, 1999: 132). Böylece Ankara, Rum kesiminin Kıbrıs hükümeti olarak tanınması 
olarak yorumlanabilecek BM kararına onay vermiştir24. Aynı zamanda bu karar, Kıbrıslı Türklerin parlementodan çekilmesi halinde cumhuriyet üzerindeki haklarını kaybedeceklerini öngörmektedir. Dolayısıyla İnönü bu kararı onaylamakla içinde Kıbrıslı Türklerin yer almadığı, sadece Rumlardan oluşan bir parlementoya da onay vermiş olmaktadır (Hasgüler, 2004b: 132). Üstüne üstlük Türkiye 1964-1974 arasında bu kararın geçersizleştirilmesi için hiçbir girişimde bulunmamış, uluslararası hiçbir toplantıda konuya ilişkin görüşlerini ciddi bir biçimde dile getirmemiştir (Uslu, 2004: 303-4). 

4 Mart 1964 tarihinde Türkiye’nin de altına imza attığı 186 No’lu Birleşmiş Milletler kararı, Kıbrıs sorununun günümüze kadarki seyri açısından son derece kritik bir karardır. 6 Mart 2003 tarihli TBMM kararında, Avrupa Birliği’nin “Kıbrıs Cumhuriyeti” olarak tam üyeliğe kabul ettiği devlet, “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi” olarak isimlendirilmektedir. 

Zürih ve Londra Antlaşmalarının daha ilk günden Türklerin aleyhine bozulduğunun altını çizen Manizade “Buna rağmen garantör devletler hiçbiri enerjik bir müdahalede bulunmamıştır. Bunu yapmadıklarından Kıbrıs’ta masum Türk halkının mal ve can kaybında tarih önünde sorumludurlar” diyerek garantör devletlerden biri olan Türkiye’yi de pasiflikte suçlamıştır (1998: 25). 
Mehmet Hasgüler de 1962’de Makarios’un Ankara’ya yaptığı ziyarette yanına Cumhurbaşkanı yardımcısı Fazıl Küçük’ü almamış olmasına rağmen Ankara’nın buna hiçbir tepki vermediğini ve bunun diğer yurtdışı gezilerine de emsal teşkil ettiğini vurgulamaktadır (2004b: 132). Böylelikle Kıbrıs Cumhuriyeti’ni uluslararası toplum nezdinde sadece Rumların temsil ettiği iddiası daha ilk yıllardan Türkiye’nin de dolaylı katkısıyla geçerlilik kazanmaya  başlamıştır. 

Nitekim Türkiye’nin resmi söylemi, “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi”nin Ada’nın tamamını temsil etmediği yönündedir. Ancak Rum kesiminin Ada’nın tek temsilcisi olarak uluslararası alanda kabul edilmesini sağlayan Birleşmiş Milletler kararını imzalayan, daha sonra bu kararı değiştirmek için herhangi bir girişimde bulunmayan yine Türkiye’dir. Bu, Türkiye’nin Rum Yönetimi’nin Ada’nın tamamını temsil etmediği gerekçesiyle Avrupa Birliği üyeliğine getirdiği eleştirileri de temelsiz hale getirmektedir25.

Kıbrıs’ta toplumlararası çatışmaların başlamasından sonra meydana gelen en önemli gelişmelerden biri, ABD Başkanı Lindon B. Johnson tarafından gönderilen mektuptur. 6 Haziran 1964’te Ada’ya müdahale kararı alan Başbakan İsmet İnönü, Türkiye’nin bu kararını 4 Haziran’da ABD Başkanı’na bildirir. Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesine şiddetle karşı çıkan ve NATO’nun askeri olanaklarını kullanmasına asla izin verilmeyeceği vurgulanan 5 Haziran tarihli Johnson mektubu, Türk siyasi hayatına bomba gibi düşer (Fırat, 1997: 130). Böylelikle Türkiye TBMM’de kabul ettiği 1960 Antlaşmalarından doğan, daha sonra da pek çok kez atıfta bulunduğu garantörlük ve tek taraflı müdahale hakkını kullanamamıştır 26. 

15 Temmuz 1964 tarihinde taraflara ABD destekli Birinci Acheson Planı sunulur. Ankara, Ada’nın Yunanistan’a bağlanması, karşılığında Türkiye’ye Karpas yarımadasının ve sonradan Meis adası olmasına karar verilen bir Ege Adası’nın verilmesi önerilerini getiren planı görüşülebilir bulur (Orme, 2004: 115). Yunanistan’ın itirazı üzerine rafa kaldırılan Birinci Acheson Planı’nın yerine Yunanistan’ın istekleri doğrultusunda ikinci bir plan hazırlanır ve 8 Ağustos 1964’te müzakere masasına getirilir. İlk plana göre Türkiye’ye verilen Karpas, Yeni planda 50 yıllığına kiralanmaktadır. Meis’in Türkiye’ye verilmesinden de vazgeçilmiştir. Bunun üzerine Türkiye planı reddeder. 

Acheson Planı’nın görüşülebilir bulunması, Türkiye’nin 1950’lerin ortalarından beri savunduğu, Fatin Rüştü Zorlu’nun 28 Şubat 1959’da TBMM oturumunda ifade ettiği “Enosise ve Türk tarafının azınlık olmasına izin vermeme” politikasından açıkça geri adım attığını göstermesi bakımından önemlidir. 


Zira Acheson Planı, Karpas ve Meis karşılığında Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhak edilmesini, Ada’da yaşayan Türklerin de azınlık konumuna gelmesini öngörüyordu27. Bunun yanısıra plan, TBMM’de kabul edilen öteki kararlara da aykırıydı. 1958 kararıyla taksim tezini resmi olarak benimseyen, bundan bir yıl sonra bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran antlaşmaları onaylayan Ankara, Acheson Planı’na ılımlı yaklaşarak Kıbrıs’ta önceliğinin Kıbrıs Türk halkının güvenliğinin, bağımsızlığının ve haklarının korunmasından ziyade Türkiye’nin çıkarlarının korunması olduğunu ortaya koymuş oluyordu. Böylelikle Türkiye, Acheson Planı’na yeşil ışık yakarak, daha önce saptadığı bütün politikaları rafa kaldırıyordu28. 


15 Ocak 1965’te toplanan Londra Konferansı’nda Rauf Denktaş’ın yaptığı önerinin, Türkiye’nin resmi tezi haline geldiği yaygın olarak kabul gören anlayıştır. 

Denktaş’a göre,

“1960 çözümü Kıbrıslı Türklere güvenlik sağlayamamıştır. Fiili garantiler, ancak coğrafi olarak ayrılmış, zorunlu nüfus mübadelesini gerçekleştirmiş, iki toplumlu bir federal devlet ile mümkündür” (Fırat, 1997: 126-7). Denktaş, açıkça dile getirmemekle birlikte, 6 Mart 2003 kararında da önemle altı çizilen ve Türkiye’nin “olmazsa olmazlar”ından biri kabul edilen “iki kesimlilik” olgusunu kastetmektedir. Oysa 11 Aralık 1965 tarihli Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Türkiye’nin bu konudaki resmi tutumunu açıklayan Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in “Lozan’da kurulmuş olan Türk-Yunan dengesi” ve “Kıbrıs’ta Rumlara tanınacak kendi kaderini tayin hakkının Türklere de tanınması 
gerektiğini” vurguladığı, “coğrafi ayrım” ya da “federasyon” fikrinden bahsetmediği görülmektedir (Çağlayangil, 1965). 


    27 Aralık 1965’te TBMM’de Kıbrıs konusunda Genel Görüşme yapılır. Partiler, Türkiye’nin “Kıbrıs konusunda milli bir politika oluşturamamış olduğu, günlük 
reflekslerle hareket ettiği” hususunda mutabık kalmışlardır (Fırat, 1997: 208). 1950’lerden bu yana Kıbrıs meselesi ile bir biçimde ilgilenmek durumunda kalan ve bu konuda son derece belirleyici kararlara imza atan Türkiye’nin on beş yıl sonra “ Günlük reflekslerle hareket edildiğini ” tespit etmiş olması düşündürücüdür. Ankara’da Kıbrıs politikasının nasıl oluşturulması gerektiği konusundaki tartışmalar devam ederken Ada’da toplumlararası çatışmalar devam etmektedir. 

    2 Şubat 1967’de Yunanistan, Kıbrıslı Rumlara enosisin önünü açan bir açıklama yapar. Bunun üzerine Ankara 5 Şubat’ta Atina’ya bir nota verir ve bunun sonucuna katlanacaklarını vurgular. Ancak Ankara’nın anılan dönemde zaman zaman Yunanistan’a nota vermek ve Ada’nın üzerinde uyarı uçuşları yapmak dışında somut bir adım attığını söylemek mümkün değildir. Hatta bu dönemde Ankara’nın Kıbrıs konusunda çok ciddi tavizler vermeye hazır olduğu, Demirel’in Kıbrıslı Türklerin statüsünün azaltılmasını kabul ettiği, Kıbrıslı Türklerin hiç taviz vermek istemediği konularda bile fedakarlığa hazır olduğu bilinmektedir (Dodd, 1999: 133). Bu bakımdan Ankara’nın 28 Aralık 1967 
tarihinde kurulan Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi’ne son derece ihtiyatlı yaklaşmış olması ve Türk Dışişleri Bakanı Sabri İhsan Çağlayangil’in bu yönetimin yalnızca barışçı çözüme yardımcı olmak için kurulduğu açıklamasını yapma gereği duyması şaşırtıcı değildir. 1967’den 1974’e kadar Kıbrıs, Türk dış politikasının ana ekseni olmaktan çıkar. 
Türkiye’nin Kıbrıs meselesiyle yakından ilgilemediği bu dönemde Kıbrıslı Rum ve Türk liderler arasında ikili barış görüşmeleri devam etmektedir29. 

BÖLÜM DİPNOTLARI;

21 Derviş Manizade, Kanlı Noel olaylarının yaşanmasından üç hafta sonra 12 Ocak 1964’te Milliyet gazetesinde çıkan bir yazısında olayların bu noktaya varmış olmasından Türkiye’yi de sorumlu tutmaktadır. 
22 Aslında Makarios anayasada değişiklik yapmak istediğini 1962’de Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret sırasında dile getirmiş, ancak Başbakan İnönü bu konuyu görüşmeyi dahi reddetmiştir. O nedenle 13 Kasım 1963’te Anayasa değişikliğinin resmen ilan edilmesi Ankara’yı çok şaşırtmıştır (Dodd, 1999: 130). 
23 UN/ Resolution 186. 24 4 Mart 1964 tarihinde alınan Birleşmiş Milletler kararını onaylayan Türk heyetinin başındaki Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin daha sonra yaptığı bir açıklamada istifa ederek bu kararın kabulünü imzalamak istemediğini fakat İnönü’nün ısrarı üzerine imzalamak zorunda kaldığını açıklamıştır, (Manizade, 1998: 91). 
 25 Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne üyeliği konusunda Türkiye’nin resmi politikaları ikinci ve üçüncü bölümlerde ayrıntılı bir biçimde ele alınacaktır. 
26 Johnson Mektubu konusunda farklı yorumlara rastlamak mümkündür. Örneğin, Erol Manisalı, Johnson mektubunun Ankara’da büyük şaşkınlık yarattığını vurgulamaktadır (2005: 86). 
Oysa Nasuh Uslu, 1964’te Türkiye’nin Ada’ya müdahale edecek askeri gücü olmadığı için İnönü’nün ABD’nin bu müdahaleyi önlemesini sağladığını ve 
Johnson Mektubunu kamuoyuna durumu daha kolay izah edebilmek için bir mazeret olarak kullandığını ifade etmektedir (2004: 303). 
27 Acheson Planı’nın ayrıntıları için, bkz. Kemal Akmaral, Kıbrıs Türk’ünü İmhayı Hedefleyen Akritas Planı ve Annan’a dek Uzanan Planlar Süreciyle Kıbrıs 
(İstanbul: Bilge Karınca Yayınları, 2004), s. 135-138. 
Joseph, S. Joseph, “Ethnopolitics and Superpower Politics (The Acheson Plan)”, Cyprus: Ethnic Conflict and International Politics (New York: Macmillan Press Ltd., 1997), s. 64-67. 
28 Erol Manisalı bu döneme ilişkin olarak, “1963 sonrası getirilen öneriler ve bunlara Ankara’nın verdiği yanıtlar alt alta getirildiğinde Ankara’nın Kıbrıs politikasında çelişki ve çaresizlikler daha da iyi görülecektir”, demektedir (2005: 93). 
29 1968-1974 arasındaki barış görüşmelerinin ayrıntılı bir değerlendirmesi için, Farid Mirbagheri, “International Peacemaking in Cyprus, 1965-1974 
(Intercommunal Talks: 1968-1974)”, Cyprus and International Peacemaking (London: Hurst&Company, 1998), s. 55-60. 



***

22 Şubat 2017 Çarşamba

MİLLİ KIBRIS DAVAMIZ.., NEREYE? BÖLÜM 3




MİLLİ KIBRIS DAVAMIZ..,  NEREYE?  BÖLÜM 3







Anastasiadis,  bakınız Neler söylemiştir bu konuda:

"Belirtmek isterim ki, egemenliğin, geçmişte kabul etmiş olduğumuz iki toplumdan kaynaklaması yerine bu defa Kıbrıslı Rumlardan ve Kıbrıslı Türklerden kaynaklanacağının kabul edilmiş olması bizim için bir başarıdır (kazançtır); çünkü 1960 Anayasasının tanımladığı şekilde toplumlara değil; Kıbrıs halkının oluşturucu unsurlarına (Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türkler) atıf yapılmıştır. Böylece, ülkenin halkını oluşturan vatandaşlara ayrı ayrı egemenlik hakkı verilmiş değildir.”
[…I would like to mention that the fact that sovereignty stems equally from the Greek Cypriots and the Turkish Cypriots and not by the two communities like we have accepted in the past, in my view, must be considered an achievement since it refers to the constituent elements that make up the Cypriot people and not to the communities the way they are recognized by the Constitution of 1960. Therefore, no sovereignty is given separately to citizens that make up the people of a country…]
Anastasiadis'in bu yorum hakkında KKTC'den ve Türkiye'den bir itiraz sesi yükselmiş veya karşı bir yorum gelmiş değildir.
Diğer taraftan, 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Bildiri’nin 3. maddesinde yer alan  “egemenlik” hakkındaki hüküm Rum tarafının görüşünü yansıtır mahiyettedir.
Çünkü "egemenliğin, "BM üyesi her Devletin BM Yasası çerçevesinde sahip olduğu egemenlik şeklinde olacağı" belirtilmiştir.
BM Yasa’nın 2. maddesinde üye Devletlerin “egemen eşitliği” ilkesi zikredilmektedir. Böyle bir hükmü Ortak Bildiri'ye dahil ettirmekle Rum tarafının güttüğü amacın,  1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının “egemen eşitlik” ilkesine aykırı olduğunu öne sürerek Antlaşmaların geçerliğini ileride uygun bir fırsatta sorgulayabilmek için peşinen hukukî zemin hazırlamak olduğunda şüphe yoktur.
6. Yeni bir ortaklık Devleti’nin kurulması:
MGK'nın 2008'de Kıbrıs sorununun çözümü için belirlediği ve KKTC tarafından da benimsenmiş parametreler çerçevesinde, çözüm ile "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin yerine "yeni bir ortaklık devletinin" kurulması parametresi veya hedefi de vardır. Bu hedefin gerçekleşemeyeceğini  söylemem gerekir.
Çünkü iki Lider'in kabul edip ortak olarak yayınladıkları Bildiri'nin 3. maddesinde açıkça "Birleşik Kıbrıs, Birleşmiş Milletlerin ve Avrupa Birliği'nin bir üyesi olarak..." ifade yer almaktadır.
Bu ifade, çözümün, halen kendisini "Kıbrıs Cumhuriyeti" olarak takdim eden "Kıbrıs'ın" temelinde yeniden birleşme suretiyle ortaya çıkacağını iki Lider'in önceden kabullenmiş olduklarının kanıtıdır. Liderlerde yeni bir ortaklık Devleti kurma iradesi olsaydı, bu takdirde kurulacak yeni devlet için peşinen "Birleşmiş Milletlerin ve Avrupa Birliği'nin üyesi olarak" şeklinde bir ifadeye Ortak Bildiri'de yer vermezlerdi. Yer verilse bile hukuken caiz olmazdı. Çünkü BM ve AB üyeliği ilgili Devlet ortaya çıktıktan sonra gerçekleşebilecek bir durumdur.
Diğer taraftan, bilindiği üzere, Kıbrıs Türk halkının bağımsız devlet kurma yolundaki iradesini içeren 15 Kasım 1983 tarihli Bağımsızlık Bildirisi'nin 22. Maddesi'nde "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilânı, iki eşit halkın ve onların kurdukları yönetimlerin, gerçek bir federasyon çatısı altında yeniden bir ortaklık kurmalarını engellemez” ifadesi yer almıştır. Böylece, Kıbrıs Türk halkı kapıyı federal çözüme açık bırakmıştır. Bununla beraber, kurulabilecek federasyonu da "gerçek bir federasyon" olarak nitelemiştir.
Bu niteleme rastgele yapılmış değildir. Üzerinde düşünülerek, kavramlar ve deyimler bakımından seçici davranılarak Bağımsızlık Demeci'ne dercedilmiş kararlı bir ifadedir. KKTC'nin kuruluş günlerini Ankara'da Kıbrıs dosyasını elinde tutan kişi olarak yaşamış bulunduğum için biliyorum.
Gerçek federasyon”, BMGS'nin, 1990 yılında tarifini yaptığı ve BM Güvenlik Konseyi'nin de benimsediği  “eşitlik” kavramı esas alınarak sözde Kıbrıs Cumhuriyeti’nin anayasasının tadili suretiyle ortaya çıkarılması hedeflenen federal yapı değildir.  “Gerçek federasyon”, Ada'da var olan iki bağımsız ve egemen Devlet’in, müzakere sürecine eşit statüde katıldıkları; kurulmasına halklarının egemen iradeleriyle karar verdikleri ve içinde, egemenliğin kaynağı ve eşit ortağı federe devletler olarak yer aldıkları; egemen yetkilerinin, üzerinde mutabık kaldıkları bir bölümünü, federal Hükûmete devrettikleri yeni bir ortak devlet yapısıdır; yeni bir ortaklık devletidir.
Yani, Bağımsızlık Bildirisi'ndeki ifadeyle, esasen yok hükmünde sayılmış olması gereken 1960 "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" lağvedilerek, ortak Federal Devlet çatısının altında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin "Kıbrıs Türk Federe Devleti"; "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" de  "Kıbrıs Rum Federe Devleti" statüsü kazanması; gerektiği düşünülmüş ve öngörülmüştür.
Bu çerçevede Kıbrıs Türk halkının Bağımsızlık Bildirisi'nin KKTC Anayasası'nın hükmünde olduğunu vurgulamak gerekir. Anayasa'nın "Başlangıç" bölümünde Kıbrıs Türk Halkı'nın "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kurucu Meclisi'nin yaptığı .... Anayasayı, 15 Kasım 1983 tarihinde kurulan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Anayasası olarak kabul ve ilân ederken" güttüğü amaçlardan birinin de "Bağımsızlık Bildirisini yaşama geçirmek" olduğu ifade edilmiştir.
Sürdürülmekte olan müzakerelerde, Kıbrıs Türk halkının Bağımsızlık Bildirisi'ndeki "gerçek federasyon" anlayışına ve güdülen hedefe uygun bir federal devlet kurma egzersizi cereyan etmemektedir. Çünkü müzakereler için esas alınan BM parametreleri ve çözümün çerçevesi olarak alınan 11 Şubat 2014 tarihli Ortak Bildiri "gerçek federasyon" hedefi doğrultusunda çalışma yapmağa müsait değildir.
11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi'nin açıklanmasını müteakip Anastasiadis'in tertip ettiği basın toplantısında bu konuda ifade ettiği görüşler de, müzakerelerde "yeni bir ortaklık devletinin" kurulması hedefinin güdülmediği gerçeğini ortaya koymaktadır.
Anastasiadis şunları söylemiştir:
"Ortak Bildiri'nin sanki Kıbrıs'ın iki ortak kurucu devletin (two co-founding states) temelinde yeniden birleşmesine yol açacakmış gibi kaygılı tavır takınanlar var.
Ortak Bildiri'de önceden var olan veya kurucu (founding) veya ortak kurucu (co-founder) olan devletlerden söz ediliyor değildir.  Aksine görüşmelerin iki toplumun liderleri arasında cereyan ettiği açıkça ifade edilmiştir. İki oluşturucu eyaletin (constituent states) Federal Anayasa'ya göre kurulacağına ve federasyonun iki oluşturucu eyaletten müteşekkil olacağına dair sarih bir hüküm vardır. Başka bir deyişle, oluşturucu eyaletler, önceden var olan ve federasyona katılmak için (anlaşmayı) ortaklaşa imzalayan ve (federasyonu) ortaklaşa kuran devletler değillerdir.
Bundan başka, AB'ne Katılım Antlaşması katılımın Kıbrıs Cumhuriyeti'nin ülkesinin tamamı bakımından gerçekleştiğini hükme bağlamıştır. Antlaşmaya göre hükûmetin kontrolü altında bulunmayan bölgesinde AB müktesebatının uygulanması askıya alınmıştır.  Böylece işgalci rejimin gayrimeşruluğu açıkça kabul edilmiştir.
Ortak Bildiri'de, ayrıca, 'Birleşik Kıbrıs BM ve AB üyesi olarak...' diye başlayan bir hüküm vardır.
Bütün bunlar sadece 'kendiliğinden türemenin' (parthenogenesis) reddedildiğini ortaya koymakla kalmıyor, aksine, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin federal yapıya dönüşerek devam edeceğinin temin edildiğini gösteriyor.
Şayet bu söylediklerimin aksi varit olsaydı, BM üyeliği için yeniden müracaat etmemiz ve AB üyeliği için yeniden başvuruda bulunup katılım için meşakkatli bir süreci yeniden yaşamamız gerekirdi. Böyle bir mecburiyet öngörülmemiştir. Aksine Birleşik Kıbrıs'ın BM ve AB üyesi olduğu vurgulanmıştır."
The phobic position is being posed that supposedly, through the provisions of the Joint Declaration, the Turkish position is adopted, that the united Cyprus will result by the consolidation of two co-founding states.
There is no reference in the Joint Declaration on the preexisting or founding or co-founding states. On contrary, it is explicitly stated that the talks are being conducted between the leaders of two communities, that even the two constituent states are resulted by the Federal Constitution with an explicit provision, which provides that the federation will be constituted by two constituent states. Namely, the constituent states do not preexist in order to join or co-sign or co-establish a state that exists.
In addition to the above, I would add the following:
i. The EU Accession Treaty provides that the accession refers to the entire territory of the Republic of Cyprus, suspended the implementation of the acquis in the non government controlled area, clearly acknowledging the illegality of the occupying regime.
ii. In the Joint Declaration, it is also quoted that: “The united Cyprus, as a member of the United Nations and of the European Union, shall…”.
Of the aforementioned, it becomes clear that not only the parthenogenesis is not accepted, but on contrary, the continuation of the Republic of Cyprus is ensured in the evolving form of the new status quo, namely the federal structure.
If the contrary was occurred, new application would be required for the country to become a member of the UN, as well as a new application and arduous negotiation for EU accession. There is no such requirement, on the contrary, it foresees the United Cyprus as member of the United Nations and of the European Union. ]
Anastasiadis'inOrtak Bildiri'nin yayınlanmasından 48 saat sonra basın toplantısında dile getirdiği bu görüşler, KKTC Liderliği tarafından teker teker zikredilerek derhal reddedilmiş olması gerekirdi. Bu yapılmamıştır.
Anastasiadisaynı görüşlerini 11 Şubat 2016 tarihinde Kıbrıs Rum Parlâmentosu'nda yaptığı konuşmada da tekrarlamıştır.
Anastasiadis'inbu beyanları Türk basını tarafından kamuoyumuza yansıtılmış da değildir.
Yunanistan Başbakanı Tsipras GKRY'ni ziyareti sırasında 3 Şubat 2015 tarihinde Rum Meclisi'nde yaptığı konuşmada "Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprak bağlamında iki kesimli, anayasal bağlamda ise iki toplumlu.....bir federasyona dönüşmesini hedefleyen müzakereleri desteklediklerini” ifade etmiştir.
Diğer taraftan, Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için BMGS'nin iyi niyet görevi çerçevesinde yürütülmekte olan müzakerelerin hedefi, BMGS Kofi Annan'ın döneminden itibaren BMGS'nin raporlarında, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin  "yeniden birleştirilmesi" (reunification) şeklinde belirtilmeye başlanmıştır. Yürütülen müzakereler için de "yeniden birleştirme görüşmeleri" (reunification talks) deyimi kullanılmıştır.   BMGS'nin Akıncı - Anastasiadis görüşmelerinin başlamasından sonra yayınladığı raporlara da göz attığımız zaman, çözümün temel hedefinin  "birleşik Kıbrıs" (united Cyprus) olarak zikredildiğini görüyoruz.
"Birleşik Kıbrıs" deyiminde geçen "Kıbrıs" uluslararası toplumun halen mevcut saydığı sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'dir".
Konu hakkında üçüncü ülkelerde verilen resmî demeçlerde ve yabancı basında çıkan yazılarda da Kıbrıs sorununu çözmek için yapılmakta olan müzakereler "yeniden birleşme görüşmeleri" (reunification talks) adlandırılmaktadır.
Öte yandan, Avrupa Parlâmentosu'nun 2015 yılına ait Türkiye Raporunda, Kıbrıs müzakere sürecine ilişkin olarak yer alan ifadeler arasında şöyle denilmektedir:
"Avrupa Parlâmentosu.....Kıbrıs Cumhuriyeti'nin iki toplumlu, iki kesimli bir Federasyona.....dönüşmesini destekler....."
["European Parliament.....supports the evolvement of the Republic of Cyprus into a bi-communal, bi-zonal federation....."]
Bu ifade de, şimdiki müzakere sürecinde sorun çözüldüğü takdirde ortaya "yeni bir ortaklık devletinin" çıkmayacağı gerçeğinin bir başka kanıtıdır.
Kısaca bir kere daha ifade etmem gerekirse, cereyan etmekte olan müzakerelerde anlaşmaya varılırsa, çözüm sözde"Kıbrıs Cumhuriyeti'nin" temelinde ve çatısı altında bir anayasa değişikliğiyle ortaya çıkacaktır. Yani, halen ikiye bölünmüş şekilde var olduğu Türkiye ve KKTC tarafından varsayılan "Kıbrıs Cumhuriyeti" yeniden birleşecektir.  Böylece, "Kıbrıs Cumhuriyeti" yaşatılırken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti lağvedilmiş olacaktır.
Gerçek budur. Bununla beraber bu gerçek KKTC'de ve Türkiye'de iktidarlar tarafından dile getirilmemektedir. Türk basınında da işin bu veçhesi üzerinde, sınırlı sayıdaki istisnalar dışında, hiç durulmamaktadır. Çözüm süreci sonunda anlaşmaya varılırsa ve bir referanduma gidilirse, Kıbrıs Türk halkının bu gerçeği dikkate almalıdır. Referandumun KKTC'nin varlığı üzerinde bir oylama olduğunu bilmelidir.
Halen müzakere sürecine KKTC müzakerecisi olarak katılan Özdil Nami, Dışişleri Bakanı olarak görev yaptığı dönemde yurt dışı temaslarında “yeni bir ortaklık Devleti’nin kurulması” suretiyle bir çözüme ulaşılması arzusunu değil, “yeniden birleşme” isteğini muhataplarına ifade etmiştir. Özdil Nami 2014 Mart ayı içinde Almanya’nın Der Spiegel dergisinin muhabirinin sorularına verdiği cevaplar meyanında Kıbrıs’ın yeniden birleşmesinin"Almanya’nın yeniden birleşmesi örneğine göre gerçekleşebileceğini" dile getirmiştir. [xlii]

Bu mülâkatı bazı yorumlarla nakleden kaynaklar, Nami Özdil’in  “Kıbrıs’ın yeniden birleşmesinin Almanya’nın yeniden birleşmesi örneğine göre gerçekleşebileceğinden” söz ettiğine hayretle işaret etmişlerdir. Bugüne kadar "Kıbrıslı Rumlardan duyamaya alışık oldukları görüşleri bu defa bir Kıbrıslı Türk’den işitmenin kendileri için sürpriz teşkil ettiğini" vurgulamışlardır.

MGK’nın belirlediği yukarıda zikrettiğimiz parametreler dikkate alındığında,  Almanya’nın yeniden birleşmesinin Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm şekline örnek olabileceğini düşünmek mümkün müdür? Böyle düşünmek gaflet değil midir?

Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin lağvedilerek Doğu Almanya’nın Batı Almanya’ya yamanması suretiyle gerçekleşen yeniden birleşme, ortaya yeni bir Devlet çıkarmış değildir. Federal Almanya Cumhuriyeti (FAC) varlığını sürdürmüştür. FAC’nin BM, NATO ve AB üyelikleri kesintisiz devam etmiştir.

Türkiye ve KKTC ve Kıbrıs Türk halkı böyle bir çözüm şekli mi öngörmektedirler? Almanya’da tek bir milletten oluşan Alman Devleti İkinci Dünya Savaşı’nın sonucu olarak dış güçler tarafından ikiye bölünmüştür. Kıbrıs’ta tek bir millet var mıdır? 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti ortaklık Devleti’nin yıkılması ve bugünkü durumun ortaya çıkması, Ada’da yaşayan ırk, din, dil, kültür, ülkü bakımından birbirinden farklı iki halktan nüfusça büyük olanın diğerini kaba kuvvet kullanarak yok etme emelinin ve giriştiği “etnik temizlik” eyleminin sonucu değil midir?

Ne yazık ki, aynı vahim hatayı, Türkiye'nin AB Bakanı Volkan Bozkır da Lefkoşa'daki "yeşil hattı" "Berlin duvarına" benzeterek yapmıştır. [xliii]

7. "Eşit statüde iki kurucu devlet:

MGK'nınNisan 2008'de belirlemiş olduğu parametrelerden biri de budur.

Peşinen bilinmelidir ki, şimdiki çerçevesinde yürütülen müzakereler sonucunda anlaşmaya varılırsa ortaya ne iki devlet, ne de kuruculuk statüsü çıkacaktır.
Eroğlu - Anastasiadis Ortak Bildirisi'nde kullanılan "Constituent State" kavramı Türkçeye "Kurucu Devlet" olarak tercüme edilmek suretiyle, dilim varmıyor ama, bilerek veya bilmeyerek, Türk kamuoyuna yönelik bir aldatmaca yapılmaktadır. Doğrusu "oluşturucu eyalettir".
İngilizcede "kurmak" mastar  fiili için "to found" fiili kullanılır. "Kurucu Devlet" deyiminin İngilizce karşılığı "founding state" dir.
Biraz önce de işaret ettiğim üzere ANNAN Plânı'nın daha ilk cümlesinde "...1960'da kurulan Cumhuriyet'in ortak kurucuları olduğumuzu hatırlayarak" ifadesine yer verilmiştir.
[....recalling that  we were co-founders of the Republic established in 1960 ]
Oysa, ANNAN Plânı'nda 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'ne atıf suretiyle zikredilmiş olan iki toplumun "ortak kuruculuk" (co-founder) statüsü şimdi yer almamaktadır. 
"Constituent" sıfatı İngilizcede öncelikle "oluşturucu" anlamına gelir. Her federasyonda federe birimler "oluşturucu" birimdir.
Bu çerçevede hatırlatmak isterim ki, Annan Plân’ının parçasını oluşturan “Kuruluş Anlaşması’nın” 2. Maddesinde “Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’nin, O’nun Federal Hükûmeti’nin ve  oluşturucu eyaletlerinin (constituent States) statüleri ve aralarındaki ilişkiler,  İsviçre’nin, O’nun federal hükûmetinin ve kantonlarının statüleri ve aralarındaki ilişkiler   model alınarak düzenlenmiştir” şeklinde bir hüküm yer almıştır.
[“The status and relationship of the United Cyprus Republic, its federal government, and its constituent states, is modeled on the status and relationship of Switzerland, its federal government and its cantons.”]
Yani, ANNAN Plânı'nda Türkçeye alında "oluşturucu eyalet" şeklinde tercüme edilmiş olması gerekirken kamuoyumuza "kurucu devlet" olarak takdim edilmiş bulunan "constituent state" gerçekte İsviçre'deki "kanton" statüsündedir.
İsviçre’de “kantonların” bağımsız ve egemen devlet statüsünde olmadıkları bilinmektedir.
Gerçek böyle olmakla beraber Annan Plânı halka “iki devletli” bir çözüm öngörüyormuş gibi takdim edilmiştir. Bugün de müzakerelerin çerçevesini oluşturan Ortak Bildiri ile ilgili olarak da “iki devletli” çözümden söz edildiği görülmektedir.
Kıbrıs Türk halkına referandumda sorulan soruda dahi bu yanıltıcı hata yapılmıştır.
Yanıltıcıdır, çünkü, Kıbrıslı soydaşlarımızla yaptığım görüşmelerde Annan Plânı çerçevesinde kullanılan "Kıbrıs Türk Devleti" kavramını "KKTC" olarak algılamış olduklarını samimiyetle ifade edenler olmuştur. Türkiye'de de bu algı ve anlayışın varlığına Annan Plânı döneminde  şahit olmuşumdur. 
Varılacak anlaşma kamuoyuna hangi kavramlar kullanılarak takdim edilirse edilsin, müzakereler İngilizce olarak yürütülmektedir. Anlaşmadaki kavramlar, terimler de Anlaşma'nın, Antlaşma'nın İngilizce metnine göre anlam kazanacak ve uygulanacaktır.
Bu konu ile ilgili olarak NTV'deki bir canlı haber yayını vasıtasıyla  şahit olduğum bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum:
Çeşitli vesilelerle örneklerini gördüğümüz üzere, Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan (Başbakanlığı döneminde de) Kıbrıs'a ilişkin demeçlerinde Kıbrıs'ta çözümün "iki kurucu devlet" esasına göre olabileceğini tekrarlaya gelmiştir. Rumlar Türkçedeki "kurucu devlet" deyiminin ne anlama geldiğini iyi bildikleri için Erdoğan'ın bu yoldaki demeçlerini Yunancaya ve İngilizceye doğru biçimde tercüme etmişlerdir. Cyprus Mail ve Famagusta Gazette haberlerinde okuduğum üzere Erdoğan'ın sözünü İngilizceye "founding state" olarak çevirmişler ve BMGS'ne ve AB'ne Türkiye'yi mutabakatlara aykırı kavramlar kullanıyor diye şikâyet etmişlerdir.

NTV'nin haberlerinde izlemiştim. Sayın Davutoğlu Başbakan olduktan sonra ilk dış seyahatini 16 Eylül 2014 tarihinde günübirliğine KKTC'ne yapmıştı. Bu ziyaret sırasında o zamanki KKTC Cumhurbaşkanı Sayın Eroğlu ile birlikte basın toplantısı düzenlemişti. NTV basın toplantısını canlı olarak vermişti. Rum olduğunu tahmin ettiğim bir muhabir İngilizce olarak Davutoğlu'na 'Erdoğan Kıbrıs'ta iki "founding state" den (yani kurucu devletten)oluşan federal bir çözüm şeklinin Türkiye için değişmez bir hedef olduğunu söyledi. Bunu teyid eder misiniz" şeklinde bir soru yöneltmişti. Davutoğlu cevaben "Turkey supports a solution as defined in the joint statemet between the two leaders" (yani, iki liderin Ortak Bildirisi'nde tarif edilen bir çözümü desteklemektedir) mealinde cevap vermişti. Açıkça "yes Turkey is for a federal solution based on two founding states" (evet, Türkiye iki kurucu devlet temelinde bir federal çözümden yanadır) gibi bir  ifade kullanmaktan kaçınmıştı.

Bu millî davamız açısından son derece vahim bir durumdur. Türk kamuoyuna başka, yabancı kamuoyuna başka şey söylenmektedir.

Diğer taraftan, Başbakan Davutoğlu sözünü ettiğim ziyareti vesilesiyle verdiği bir demeçte "sembolik önemi çok yüksek olan bu ziyaretin, KKTC’nin bağımsızlığına, Kıbrıs halkının haklı davasına verilen desteğin bir ifadesi" olduğunu vurgulamıştır. [xliv]

Oysa, halen sürdürülmekte olan Akıncı - Anastasiadis müzakereleri anlaşma ile sonuçlanırsa KKTC'nin varlığının sona ermesi, ne yazık ki önceden kabullenilmiş hazin ve vahim bir netice olacaktır. 
8. 1960 Garanti ve İttifak Antlaşmalarının yürürlükte kalmaları:
Bu parametreye gelince:
Ada'da 42 yıldır hüküm süren istikrarlı sükûnet ortamının devam edip etmeyeceğini; buna bağlı olarak da bulunacak çözüm şeklinin kalıcı olup olmayacağını; Kıbrıs'ın Türkiye'nin millî güvenliğine tehdit oluşturan ve tehlikeye düşüren hasım bir üs olarak kullanılıp kullanılmayacağını tayin edecek en temel parametre olduğunun bilincinde hareket edilmesi zorunludur. Bu niteliğiyle parametre, Doğu Akdeniz bölgesinde istikrarlı bir güvenlik ortamının yaratılmasında yüksek katkı payına sahiptir.
Çünkü Kıbrıs adası sadece bölgesel güçler dengesi açısından değil, küresel güçler dengesi bakımından da stratejik bir faktördür.
Türkiye'nin hem bölgesel plânda, hem küresel ölçekte Doğu Akdeniz'de güvenlik ve istikrara katkı yapan roller ifa edebilmesi için, her şeyden evvel, kendi ulusal güvenliğine ve çıkarlarına Kıbrıs adasından yönelebilecek tehdit ve tehlikelerin ortadan kaldırılmış olması gerekir.
Osmanlı Devleti bu temel düşünceyle, yani Osmanlı ülkesine Doğu Akdeniz'de yönelen ve yönelebilecek olan tehditleri ve tehlikeleri bertaraf etmek ve Devletin menfaatlerinin önüne çıkarılan engelleri kaldırmak maksadıyla 1571'de Kıbrıs'ı fethetmiştir.
1923'de Lozan Antlaşmasıyla Ada'nın Yunanistan'ın egemenliğine altına konulması teşebbüsleri engellenmiş ve Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs adası bakımından stratejik denge oluşturulması sağlanmıştır.
1960 Kıbrıs Antlaşmalarıyla Türkiye ve Yunanistan arasındaki Lozan Dengesi sağlamlaştırılmıştır. Aynı zamanda da, İkinci Dünya Savaşı'nın ertesinde küresel plânda oluşan siyasî ve askerî şartlar ve güç dengeleri karşısında, Kıbrıs'ta, Doğu Akdeniz bölgesini Sovyetler Birliği'nin yayılmacı teşebbüslerinden, hamlelerinden koruyabilecek bir düzenin kurulması sağlanmıştır. Bu çerçevede 3 NATO üyesi Türkiye, Yunanistan ve İngiltere'ye verilen "garantör" statüsü, 1960 Antlaşmalarıyla güdülen bu amaçların ifadesi olmuştur.
Özellikle, Türkiye'nin 1960'da Kıbrıs'ta hukuken elde ettiği etkin ve fiilî garanti hakkı ve yetkisi, bizim açımızdan öncelikle Helen ulusunun "enosis" hedefinin gerçekleşmesi suretiyle Türkiye ve Yunanistan arasında 1923'de kurulan ve 1960'da sağlamlaştırılan dengelerin tamamıyla yok edilmesinin önlenmesi maksadına hizmet etmiştir. Diğer taraftan da, küresel plânda Doğu - Batı dengesi açısından, Sovyetler Birliği'nin/Rusya Federasyonu'nun Kıbrıs'taki komünist AKEL üzerinden Ada'da sahip olduğu nüfuz alanını genişletmesinin engellenmesinde Türkiye'nin rolünü kolaylaştırmıştır. Bu gerçeği Kıbrıs sorununun gelişmeleri açıkça ortaya koymaktadır.
Türkiye 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını 1960 Garanti Antlaşması'ndaki garanti hak ve yetkisini etkinleştirerek gerçekleştirmiştir.
Türkiye, askerî müdahale hakkını kullanma kararını alırken, Kıbrıs millî davamız uğruna bir harbin bütün risklerini ve daha sonra uluslararası plânda oluşabilecek tepkileri göğüslemeyi göze almıştır. Barış harekâtımızın temel amacı, sadece Rum ve Yunan ortaklığının o zamanki "enosis" oldubittisine mâni olmak değildi.  Güdülen amaç, aynı zamanda, Kıbrıs sorununun Ada’da 1974’den önceki şartların geri gelmesini kesin biçimde önleyen; Ada’nın Rum – Yunan ortaklığının hâkimiyeti altına girmesine yol açmayacak olan;  Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarıyla elde ettiği hukukî ve fiilî hak ve yetkilerin zafiyete uğramadan muhafaza edilmesini sağlayan; Kıbrıs bakımından Türkiye ve Yunanistan arasında tesis edilmiş olan hassas dengeyi koruyan bir çözüme kavuşturulmasını mümkün kılacak şartları yaratmak olmuştur.
20 Temmuz 1974 Barış Harekâtımız Kıbrıs sorununun gerçekçi ve yaşayabilir bir çözüm şekline kavuşturulması için gerekli parametrelerin ada sathında fiilen oluşmasını sağlamıştır.
Ada sathında var olan sükûnet ortamı Türkiye’nin 20 Temmuz 1974 Barış Harekâtından sonra meydana gelmiş ve istikrar kazanarak günümüze kadar devam etmiştir. Bu benim kişisel bir iddiam değildir. BMGS’nin raporları teker teker incelendiği zaman açık biçimde görülen bir olgudur.
Uluslararası barış ve güvenliğe yönelik tehdit unsurlarını içeren bir liste oluşturma egzersizi yaptığımız zaman günümüzde ilk sıraya uluslararası terörizmi koymamız kaçınılmazdır.
Türkiye maalesef uluslararası terörizmin hedef aldığı ülkelerden biridir. Türkiye bir taraftan PKK teröristlerini yok etmeğe çalışırken, diğer taraftan da kendisini dış terör odaklarından koruma mecburiyetinde kalmıştır.

Bu bağlamda da Kıbrıs Adası Türkiye bakımından hayatî önem taşımaktadır.

Kıbrıs sorununun uluslararası camiayı meşgul etmesi Kıbrıslı Rumların "enosis" i sağlamak için önce Ada'daki İngiliz yönetimine, daha sonra da Kıbrıs Türk halkına karşı terör eylemlerine girişmesiyle başlamış olduğunu unutmamak lâzımdır. Özellikle, Rumların ve Yunanistan'ın konu kendileri için Türkiye olunca teröristlerle de işbirliği yapmaktan kaçınmadıklarını hatırlamalıyız ve kaçınmayacaklarını da varsaymalıyız.

Kıbrıs adasının Yunanistan'a bağlanması için mücadele etmek üzere Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan tarafından Yunan generali Grivas'ın komutasında 1955 yılında kurulan EOKA bir terör örgütüdür. Gerilla savaş yöntemlerini uygulamıştır.

Uluslararası olaylar kronolojisinde yer alan 1963 "kanlı Noel" Rum teröristlerin, EOKA'nın  eseridir. AKRİTAS plânı bir terörizm eylem plânıdır. Kıbrıs Türk halkına karşı etnik temizlik harekâtına girişenler EOKA teröristleridir.

Rum teröristler 19 Ağustos 1974'de ABD'nin Lefkoşa Büyükelçisi Rodeger Paul Davies'i Ada'da katletmişlerdir.

ASALA teröristlerinin Türk diplomatları hedef alan eylemleri, Rum yönetimi tarafından kınanmış değildir.

Kıbrıs Rum Yönetimi PKK teröristlerine destek vermekte ve onlarla işbirliği yapmakta beis görmemişlerdir.

Terörist başı Öcalan 1999'daki Yunanistan Dışişleri Bakanı Teodoros Pangalos'tan himaye görmüştür. Pangalos, terörist başının Yunanistan'ın Nairobi Büyükelçiliği'nde koruma altına alınmasını sağlamıştır. Öcalan orada yakalanıp Türk güvenlik güçlerince 15 Şubat 1999'da Türkiye'ye getirildiği zaman üzerinden Lazaros Mavros adına düzenlenmiş bir "Kıbrıs Cumhuriyeti" pasaportu çıkmıştır.

Terörist faaliyetlerin sınır tanımadan günümüzde yaygınlaştığı bir zamanda, Kıbrıs adasında özellikle KKTC toprakları, 1974'den bu yana terörist yuvalanmasından ve terörist eylemlerden korunabilmiştir. Bu da 1960 İttifak Antlaşması çerçevesinde Ada'da konuşlanmış bulunan Türk askerî varlığının ve 1960 Garanti Antlaşması'nın hükümlerini etkinleştirerek 1974'de Ada'da gerçek bir kuvvet dengesi sağlayan Türkiye'nin kararlı tutumu sayesinde olmuştur.

Güvenlik ve Garantiler konusunun bu tarihî hakikatlerin ışığında ele alınmasında Türkiye'nin millî güvenliğinin ve çıkarlarının korunması bakımından tartışılamaz bir ihtiyaç vardır.
"Güvenlik ve Garantiler" konusu irdelenirken şu tarihî gerçeğin de hatırlanması kaçınılmaz olmaktadır.
Kıbrıs'a ilişkin 1960 Antlaşmalarına esas teşkil eden mutabakat belgeleri 19 Şubat 1959'da Londra'da parafe edilirken o zamanki Rum Lider Makarios, öngörülen garanti ve ittifak sistemi başta olmak üzere, anlaşmanın çeşitli veçhelerine itirazda bulunmuştur. İngiltere'nin ve Yunanistan'ın ikna çabalarından sonra belgeleri gönülsüz parafe etmiştir. Ortaklık Devleti'nin kurulmasıyla birlikte Ada'daki 1960 düzenini yıkma amacını gütmüştür. Rumlar 21 Aralık 1963 günü Kıbrıs Türk halkına yönelik "etnik temizlik" harekâtını başlattıktan kısa bir süre sonra Makarios, önce Garanti Antlaşması'nı, sonra da İttifak Antlaşması'nı feshettiklerini açıklamıştır. Ancak, özellikle İngiltere ve ABD'den gelen sert tepkiler karşısında, Makarios, bu açıklamalarını kuvveden fiile çıkarma cesaretini o zaman kendisinde bulamamıştır.
BM Güvenlik Konseyi'nin, sadece Rumlardan oluşan bir yönetimi Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Kıbrıs Türk halkını da temsil eden "hükûmeti" olduğunu varsayarak 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı Kararı kabul etmesinden sonra demeç veren Makarios “uluslararası alandaki mücadelemizin ilk aşamasında bu kararı elde ettik. Artık Türkiye gelecekte Garanti Adlaşması’nı işleterek Kıbrıs’a müdahale tehdidinde bulunamaz” demiştir. [xlv]
Kıbrıslı Rumları eski Liderlerinden Glafkos Klerides 1995'de verdiği bir demeçte "Kıbrıs’ın AB üyeliği gerçekleştiği zaman Türkiye’nin Garanti Antlaşmasında öngörülen tek taraflı müdahale hakkını ortadan kaldırmış olacağız" sözlerini dile getirmiştir.
Geçen 53 yıl içinde Rumların ve Yunanistan'ın amaçları ve hedefleri değişmemiştir. Bu gün de ittifak ve garanti sisteminden kurtulmak için çaba sarfetmektedirler.
Ada'daki iki taraf, görünüşte, müzakerelerde "güvenlik ve garantiler" konusunun belirlenmiş olan gündeminin en son maddesi olarak ele alınması hususunda mutabıktırlar.
Bununla beraber, Rum tarafında ve Yunanistan'da yetkililer müzakere sürecine ilişkin demeçlerinde garantiler konusuna ön plânda yer vermektedirler. 1960 Antlaşmalarının hükümlerine göre uygulanmakta olan garanti ve ittifak sistemine son verilmesi gerektiğini; bu sağlanmadan Kıbrıs sorununun çözülemeyeceğini her fırsatta ifade etmektedirler. Bu çerçevede AB üyesi olan bir Devlet'in egemenliğinin ve anayasa düzeninin üçüncü bir devletin veya devletlerin kıskacına alınamayacağından dem vurmaktadırlar. Yürürlükteki ittifak ve garanti sisteminin günümüzde bir anakronizm oluşturduğunu öne sürmektedirler.
GKRY Dışişleri Bakanı Yoannis Kasulidis, geçtiğimiz Ekim ayında verdiği bir demeçte “garantörlük antlaşmalarının kabul edilemeyeceğini"  söylemiş ve 1960 garanti Antlaşması yüzünden sadece Kıbrıslı Rumların değil ve "Kıbrıslı Türklerin de kendilerini güvende hissetmedikleri” iddia etmiştir.
Rum Lider AnastasiadisEroğlu ile beraber yayınladıkları ve halen yürütülmekte olan müzakerelerin çerçevesini oluşturan Ortak Bildiri'nin 2. yıldönümüne tesadüf eden 11 Şubat 2016 tarihinde Rum Meclisi'nde yaptığı konuşmada Kıbrıs'a ilişkin garanti sistemine karşı çıkmış ve "bir AB üyesi devletin başka bir devletin garantisi altında bulunmasının kabul edilmez olduğunu" söylemiştir. [xlvi]
Rum Meclis Başkanı'nın, Savunma Bakanı'nın, Yunanistan Dışişleri ve Savunma Bakanlarının son bir yıl içinde bu yönde verdikleri müteaddit demeçler vardır.
Yunanistan Dışişleri Bakanı Kotziaz Ankara'yı ziyareti sırasında 12 Mayıs 2015 günü Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile beraber düzenlenen ortak basın toplantısında Kıbrıs sorununun çözümünün "ortaya garantör güçlere ihtiyacı olmayan bir Kıbrıs" çıkarması gerektiğini söylemiştir. [xlvii]
Kotziaz, bir tören vesilesiyle de 15 Mayıs 2015'de yaptığı bir konuşmada da "bize Türk askerinin Ada sathında kıtalar halinde yürüyüşünü hatırlatan en son çizmenin Kıbrıs'tan çıkmasına değin Kıbrıs sorununun halledilmiş olmasından söz edemeyiz" demiştir.[xlviii]
Kotziaz, 20 Ocak 2016 tarihinde Rum Meclis Başkanı ile Atina'da yaptığı görüşme sırasında da "Yunan Hükûmeti, Kıbrıs sorunu için Türkiye'nin işgal kuvvetlerinin Ada'dan çekilmesini ve garanti sisteminin sona erdirilmesini öngören özlü ve âdil bir çözümü destekler. Kıbrıs AB ve BM içinde hem Ada'nın bütününü, hem iki toplumu koruyacak kendisine özgü bir güvenlik sistemiyle gerçek bir güvenlik ortamı içinde yaşayabilir" şeklinde konuşmuştur.[xlix]
Görüleceği üzere, Rum ve Yunan siyasîler 1960 garanti sisteminin kaldırılması yönünde ısrarlı ve kararlı bir tutum sergilemektedirler. Verdikleri demeçlerle kamuoyu önünde pozisyonlarını siyasî açıdan kilitlemektedirler.
Ne yazık ki, biz Türkiye ve KKTC'de aynı kararlı tutumu görememekteyiz. MGK'nın 2008 yılında vazgeçilmez parametrelerden biri olarak belirlemiş bulunmasına rağmen Türkiye'de yetkililerden "1960 Garanti ve İttifak Antlaşmaları'nın bulunacak çözüm çerçevesinde de geçerli olmaları bizim için vazgeçilmez parametredir" şeklinde kararlık ifadesi olan bir beyan işitilmemektedir.
Aksine, basında yer alan haberlerde, GKRY'de çıkan Fileleftheros gazetesine 18 Şubat 2016 tarihinde İstanbul'da bir mülâkat veren Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu'nun çözüm çerçevesinde "Kıbrıslı Rumların da güvenlik boyutundaki endişelerinin ciddi şekilde dikkate alınması gerekeceğini" söylemiş olduğunu kaygı içinde okuyoruz. [l]
Fileleftheros gazetesi; “Ankara’dan Mesajlar” başlığıyla manşete çektiği haberinde, söyleşiyi yapan muhabirin Çavuşoğlu'nun beyanları hakkında  şu değerlendirmeyi yaptığını yazmıştır: “…Bana Ankara’nın Kıbrıs sorunundaki değişmeyen tezlerini yinelemesini bekliyordum. Belli bir ölçüde de bunu yaptı. Ancak, bir kez bile iki devletten söz etmedi, federasyon teriminde ısrar etti, ayrıca Kıbrıslı Rumların güvenliğinin de önemli olduğunu vurguladı."
Çavuşoğlu'nunverdiği mülâkatın Fileleftheros'ta çıkan Rumca soru-cevap metninin Türkçe tercümesi Dışişleri Bakanlığımızın internet sitesinde yer almaktadır. [li]
Metni okuduğumuz zaman Hükûmetimizin Kıbrıs konusundaki duruşu ve politikası hakkında kaygılarım daha da derinleşmiştir.
Çünkü Sayın Bakan Kıbrıs müzakere sürecinde ele alınan konular hakkında kendisine tevcih edilen soruların hiçbirisine "bu tutumumuz kesindir" veya "bu konuda kırmızı çizgimiz vardır ve şöyledir..." veya "bunun KKTC için aşındırılamaz bir parametre olduğunu biliyoruz" şeklinde veya mealinde bir ifade kullanmış değildir.
Özellikle, Bakan'ın Fileleftheros gazetesinin muhabirinin garantiler konusundaki sorusuna verdiği yanıt, konunun Kıbrıs Türk halkı ve Türkiye bakımından taşıdığı ehemmiyetle mütenasip olmayan gevşek ve esnek ifadeler taşımaktadır.
Rum muhabirin sorusu şöyledir:
"Bu defa işleri değiştirebilecek en önemli meselelerden biri de güvenlik ve garantiler boyutudur. Her ne kadar endişelerini farklı meseleler üzerinde yoğunlaştırsa da her iki toplum da güvenlikleri konusunda endişe duyuyor. Çözümden sonra garantiler konusunda Türkiye’nin rolü ne olabilir? Bu konu hâlâ kırmızıçizgi mi yoksa Türkiye meseleyi tartışmaya hazır mı?"
Bakan Çavuşoğlu bu soruyu bakınız nasıl cevaplandırmış:
"Bu meselenin garantör güçler olarak ve Ada’daki iki tarafla birlikte ortaklaşa tartışılması gerektiğini vurgulamıştık. Elbette ki iki tarafın da endişeleri önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti olarak, Kıbrıslı Türklerin güvenlik meselesindeki endişelerinin giderilmesi gerektiğine inanıyoruz. Ancak kalıcı bir çözüm olması için Kıbrıslı Rumların da endişelerinin bertaraf edilmesi gerektiğinin farkındayız. Geçmişte yaşananları unutmanın iki taraf için de kolay olmadığını anlamalıyız. 1960 ile 1974 arasında yaşanan olaylara dair Kıbrıslı Türklerin anıları taze. Keza Kıbrıslı Rumların da 1974’te yaşananlara dair anıları taze. Bu nedenle iki tarafın da güvenlik konusundaki endişelerinin giderilmesi gerekiyor. Garantör güç olarak bizim için Kıbrıslı Türklerin güvenliği çok önemli. Ancak bu aşamada diğer zor meselelere odaklanmalıyız..."
Sayın Bakan'ın bu sözleri karşısında sormaktan kendimi alamıyorum:
Kıbrıs Türk halkının tarihî olgularla da desteklenen güvenlikle ilgili gerçek endişeleri ile Kıbrıslı Rumların kendi sapık emelleri yüzünden yaşadıkları hakkında dile getirdikleri sözde endişeler arasında paralellik kurulabilir mi? Kurulursa diplomasi masasında sonuç ne olur?
1960 ile 1974 arasında yaşanan olaylar ile 1974'de cereyan eden olayların failleri aynı değiller midir? 15 Temmuz 1974'u yaşatan Rumlar ve Yunanistan değil midir? 19 Temmuz 1974 günü BM Güvenlik Konseyi'ne hitap eden Arşövek Makarios Türkiye'yi mi suçlamıştır? Yoksa Yunanistan'ı Kıbrıs'ı işgal ve istilâ etmekle; orada kan dökmekle mi suçlamıştır?  Makarios'un konuşmasında Ada'ya askerî müdahalede bulunması için Türkiye'ye âdeta çağrı yapmış olduğunu Sayın Bakan bilmiyor mudur? Yunan darbesinden kaçan Rumlar kaçarlarken Muratağa, Atlılar ve Sandallar'da soydaşlarımızı katledip toplu mezarlara gömmemişler midir?
Gelinen bu aşama durum Millî Kıbrıs davamız bakımından gerçekten vahimdir.
9. Çözüm şeklinin parametrelerinin aşınmasını önleyen, Ada'daki Türk varlığını koruyan ve yaşatan, Türkiye'nin garantörlük hak ve yetkilerini sulandırıp zayıflatmayan, iki kesimlilik ilkesinin aşınmasına yol açmayan ve çözümü sağlayan antlaşmanın hükümlerini AB'nin birincil hukuku durumuna getiren anlaşma.
Kıbrıs müzakere sürecinde nihai çözüm şekline ulaşılsa bile, Türkiye'de MGK tarafından çözüm şeklinin temel “parametrelerin korunması” yolunda izhar edilen iradeye uygun düşen bir sonucun ortaya çıkmayacağını, çıkamayacağını şimdiden söyleyebiliriz. 
Bu yargımızın iki temel sebebi vardır:
Birincisi, çözüm şeklinin bu vakte kadar oluşturulmuş bulunan sakat alt yapısıdır.
Bu alt yapının ilk temel taşı on yıllar önce BM Güvenlik Konseyi tarafından yerleştirilmiştir. Bu temel taşı, BM Güvenlik Konseyi'nin, 4 Mart 1964 tarihinde kabul ettiği 186 sayılı Karardır. Bu Kararla Konsey, Kıbrıslı Rumların Kıbrıs Türk halkına uygulamaya başladığı etnik temizlik harekâtını görmezden gelerek,  1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Anayasası'na tamamen aykırı biçimde sadece Rumlardan oluşan bir heyeti Devlet'in, Kıbrıs Türk halkını da temsil eden meşru Hükûmeti olduğunu varsaymıştır.
İkincitemel taşını da AB koymuştur. AB, BM Güvenlik Konseyi'nin 186 sayılı Kararını esas almış; Kıbrıslı Rumların 1960 Anayasası'nın men edici sarih hükmüne rağmen AB üyeliği için yaptığı müracaatı işleme koymuş ve 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti sanki bütün anayasal organlarıyla varlığını sürdürüyormuş gibi, "Kıbrıs'ı" 1960'daki ülke bütünlüğüyle AB üyesi olarak kabul etmiştir. AB'ne Katılım Antlaşması'nı da Rumlar 16 Nisan 2003'de, bu sahte "Kıbrıs Cumhuriyeti" hüviyetleriyle imzalamışlardır. AB bu sahte hüviyeti kabul etmiştir. Bilindiği üzere, Üye Devletlerin imzaladıkları AB Katılım Antlaşması AB'nin "birincil hukukunu" oluşturmaktadır.
Kıbrıs sorununu çözüme kavuşturan Antlaşma ise, kendiliğinden AB'nin "birincil hukukuna" dahil olmayacaktır.  Dahil edilebilmesi için önce Ada'daki taraflar arasında mutabakat sağlanması, sonra da bu mutabakata uygun kararların AB üyelerinin parlamentolarında ayrı ayrı alınması gerekir. Aksi takdirde, Kıbrıs sorununun çözümüne dair Antlaşma'nın hükümleri, AB'nin "birincil hukuku" olan Kıbrıs'ın AB'ne  Katılım Antlaşması'nın hükümlerinin aşındırıcı ve tâdil ettirici etkisine maruz kalır.
Annan Plânı sırasında ve sonrasında Rumların ve AB'nin takındığı tutum ve verilen demeçler de, esasen, Kıbrıs çözüm anlaşmasının AB'nin "birincil hukuku" niteliği kazanması ihtimalinin yok denecek kadar az olduğunu göstermiş bulunmaktadır.  Bu olgunun da hatırda tutulması lâzımdır.
Çözüm şeklinin temel parametrelerinin korunamayacağına dair görüşümüzün ikinci temel sebebi de, Kıbrıs müzakere sürecinde çerçeve olarak kullanılan 11 Şubat 2014 tarihli Liderler Ortak Bildirisi'nin hükümleridir.
Ortak Bildiri'nin 1. Maddesi'nde Liderler "Avrupa Birliği bünyesindeki birleşik Kıbrıs'ı ortak geleceklerinin güvencesi olarak gördüklerini" ve 4. Maddesi'nde de "Avrupa Birliği’nin üzerinde kurulduğu ilkelerin muhafaza edileceğini ve (bunlara) saygı gösterileceğini" beyan ve kabul etmişlerdir.
Kaldı ki, sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti Hükûmeti'nin" 16 Nisan 2003 günü Atina'da törenle imzaladığı Katılım Antlaşması da, 11 Şubat 2014 Ortak Bildirisi'nde "muhafaza edileceği ve saygı gösterileceği" ifade edilen "ilkeleri" kabul eden bir belgedir.
Bu fevkalâde hayatî konuda KKTC Yüksek Mahkemesi'nin eski Başkanı değerli Hukukçu Taner Erginel'in uyarıcı ve yol gösterici fikirlerinden yararlanılmalıdır.
Görünüşe Göre Türkiye'nin Parametreleri Çözüm Şekline Yansıyamıyor
Görüleceği üzere, Türkiye'nin öngördüğü parametrelerin çoğunluğunun çözüm şekline yansıması şansı yok gibidir.
Yürütülmekte olan müzakerelerin en ağır sonuçlarından birinin de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin ortadan kalması olacaktır.
Diğer taraftan, çözüme ulaşılması halinde bugün üzerinde bağımsız KKTC'nin bayrağının dalgalandığı topraklarda Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yamanarak AB'ne katılmış olacaktır. 
Türkiye'nin AB üyesi olmadığı ve ne zaman da olacağının tahmininin dahi giderek zorlaştığı durum ve şartlarda bu gelişme, Türkiye ile Yunanistan arasında Lozan Antlaşmasıyla kurulmuş ve 1960 Antlaşmalarıyla da takviye edilmiş olan stratejik dengeyi tamamen ortadan kaldıracaktır. Giderek Türkiye ile Kıbrıs Türk halkı arasındaki tarihî bağlar da gevşemeğe ve belki de kopmaya yüz tutacaktır.
Türkiye Ege'den sonra Akdeniz'de de kuşatılmış olacaktır.
Bütün bu sonuçların, Kıbrıs adasının Türkiye için olan önemi ve değeri hakkında Devletimizin kurucusu Atatürk'ten başlayarak, çok sayıda seçkin Devlet ve siyaset adamlarımızın, askerî şahsiyetlerin demeçlerinde ve Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun "Stratejik Derinlik" kitabında ifadesini bulan değerlendirmelerle bağdaşır yanı var mıdır?
Bu tablo karşısında şu soruyu sormamız gerekiyor: KKTC'de ve Türkiye'de yetkililer hangi verilere dayanarak "görüşmeler olumlu ilerliyor; 6 başlıktan 4'ü halledildi, geriye 2 başlık kaldı" mealinde açıklamalar yapıyorlar?
Sayın Başbakan'ı 8 Mart'ta İzmir'de "Kıbrıs'ta çözüme çok yakınız" açıklamasını yapmaya sevkeden güvence nedir?
Başbakan Sayın Davutoğlu'nun İzmir'de ifade ettiği gibi gerçekten Kıbrıs sorununun çözümü "çok yakın" ise, Türkiye için son derece vahim bir sonuç ortaya çıkacak demektir.
Ortaya çıkabilecek çözüm şekli ve bu çerçevede yapılacak uygulamalar ve düzenlemeler sadece Kıbrıs'taki Türk varlığının ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin bekasını değil, belki de ondan da daha büyük ölçüde, bizatihî Türkiye'nin çok boyutlu ve uzun vadeli yüksek çıkarlarını ve millî güvenliğini kalıcı biçimde etkileyen sonuçlar doğuracaktır. 
Türk Kamuoyu "Millî Davayı" Unuttu mu?
Hal böyleyken, Türk kamuoyunda, 1953'den itibaren "millî dava" anlayış ve ruhuyla benimsediği konuya karşı kahredici bir ilgisizliğin ve hattâ umursamazlığın varlığını müşahede etmekteyim.
Kıbrıs konusunun bütün aşamalarının Türk kamuoyunun ilgi odağında yaşanmış olduğunu; Kıbrıs'a ilişkin haberlerin manşetlerden verildiğini; TBMM'nin Kıbrıs müzakere sürecinin önceki aşamalarında birçok kereler özel oturumlar ve olağanüstü toplantılar yapıp "millî dava" hakkında kararlılık ifade eden bildiriler yayınlamış veya kararlar almış olduğunu bilenlerdenim.  Bu defa Türkiye'nin ve özellikle kamuoyunun konu karşısında gösterdiği ilgisiz ve hattâ umursamaz duruşu 1950 ile 2000 arasındaki dönemlerle kıyaslayarak değerlendirme imkânına sahip bulunuyorum.
Çıkardığım sonucu Türkiye ve KKTC için hayra alâmet görmüyorum.
"Millî Dava" sözü, kavramı siyaset adamlarımızın dilinde sadece KKTC ile ilişkilerimizde törensel vesilelerle telâffuz edilir hale gelmiştir.
BMGS Butros Ghali zamanında 1992 yaz aylarında Fikirler Dizisi denen bir çözüm plân taslağı üzerinde New York'da cereyan eden müzakereler münasebetiyle, Anavatan Partisi  ve Refah Partisi tarafından verilen önergelerle TBMM, yaz tatilinde olmasında rağmen,  25 Ağustos 1992 günü olağanüstü toplanmıştı.  O zaman New York'da cereyan eden müzakerelerin, günümüzdeki müzakereler kadar, Kıbrıs konusunun kaderini belirleyici bir mahiyeti yoktu. Yine de TBMM'nin olağanüstü toplantısına ihtiyaç duyulmuştu. O toplantıda,  yapılan heyecanlı konuşmalarda KKTC Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın müzakerelerde uluslararası baskılara boyun eğmeden “millî davayı” üstün dirayet  ve vukufla  yürütüş tarzından   takdir ve övgüyle söz edilmiş; kendisine destek ifade olunmuş ve Kıbrıs konusunda sağlam bir dayanışma ortaya konulmuştur.  TBMM kabul ettiği deklarasyonda  “Kıbrıs'taki iki toplumun rızasına dayanmayan hiçbir çözümü kabul etmeyeceğini” dünyaya ilân etmiştir. TBMM'nin "millî davaya" ve Denktaş'a arka çıkan duruşu, Türk tarafının müzakerelerdeki pozisyonu kuvvetlendirmişti.
Tarihî Kavşaktayız
Günümüzde ise Kıbrıs konusunda çık önemli ve hattâ tarihî bir kavşak noktasına yaklaşmış ve hattâ gelmiş bulunuyoruz. Medyada Kıbrıs konusunun TBMM'de ele alındığına dair haberlere rastlamıyoruz.
Her Salı günü TBMM'de grubu bulunan Siyasî partilerimizin Sayın Liderlerinin Gruplarında yaptıkları konuşmaları TV'de takip etmeğe çalışıyorum. Uzun zamandır Sayın Liderlerin Kıbrıs konusuna değinmediklerini kaygı içinde görüyorum.
Siyasetçilerimizin Kıbrıs konusunda yaptıkları konuşmalarda da, Türkiye'nin benimsediği âdil ve kalıcı çözüm şekline dair bir kavram birliği olmadığını da müşahede ediyorum. Ayrıca, "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti" yerine "Kıbrıs" diyen devlet adamlarımız var. "Kıbrıs" coğrafî olarak bir adanın ismi.  Aynı zamanda da Rumların Kıbrıslı Türkleri kapsayacak şekilde varlığını iddia ettikleri ve AB'de üye olan sözde devletin adı.
Rum ve Yunan Devlet adamlarının ve siyasetçilerinin ise, Kıbrıs konusunda ağız birliği, kavram birliği içinde konuştuklarını biliyorum ve görüyorum.
Türk Kamuoyu "Millî Dava'ya" Neden İlgisiz ?
Türkiye'de Kıbrıs konusuna olan ilgisizliğin, kayıtsızlığın, umursamazlığın kuşkusuz çeşitli sebepleri vardır.
Birinci temel sebepkanaatimce, Annan Plânı temelindeki çözüm süreci döneminden başlayarak, 2002 sonundan itibaren Türkiye'de Kıbrıs konusunda yapılmış olan beyanlar ve yazılan yazılardır.
O dönemdeki beyanları ve yazılanların çoğunu kaydetmiş bulunuyorum. Hemen hemen tamamında, Kıbrıs konusu Türkiye'ye külfet, ayak bağı ve AB üyeliğimiz önünde engel  olan  bir sorunmuş gibi  takdim edilmiştir. Çözümsüzlüğün gerçek sebepleri bilinerek kasden veya bilinmeden, sorunun çözümünün Türk tarafının tutumu yüzünden sürüncemede kaldığını iddia edenler olmuştur.
2008'den itibaren Kıbrıs konusunda çeşitli Üniversitelerimizde Konferanslar verdim. Öğrenciler arasında, hocalarının, benim Kıbrıs sorunu hakkındaki gerçeklere dair söylediklerimin tam tersini anlatmış olduklarını samimi biçimden itiraf edenlere rastladım. 
Diğer bir temel sebep de,  11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül'ün de Mart 2014'de ve Şubat 2016'da ifade ettiği üzere Türkiye'nin "çalkantılı" ve "Cumhuriyet tarihinin en zor" döneminden geçmekte olmasıdır. Bu talihsiz durum aslında her sade vatandaşın dahi kolaylıkla müşahede edebileceği kadar belirgindir. Kamuoyumuzun dikkati Türkiye'nin iç ve dış vahim sorunlarına odaklanmış bulunmaktadır.
Toplum Mühendisliği - Algı Operasyonu
Öteyandan KKTC'de ve Türkiye'de toplum mühendisliğinin Kıbrıs konusunda ustaca uyguladığı iç ve dış kaynaklı bir algı operasyonun cereyan ettiği izlenimi altındayım. Bunun asıl başlangıç döneminin de Annan Plânı üzerindeki çözüm süreci olduğu kanaatindeyim.
Annan Plânı'nın merhum Rauf Denktaş'a kabul ettirmek ve Kıbrıs Türk halkına da benimsettirmek için Türkiye'nin ABD ve AB ile birlikte baskılar yaptığı zamanda, ABD ve AB 2003 Aralık ayında KKTC’de yapılan erken genel seçimde açıkça Sayın Talât’ın liderliğindeki CTP’den yana tavır koymuşlardır. Daha sonra ABD Kongresine sunulan 27 Haziran 2006 tarihli bir raporda  ABD’nin “Kıbrıs Özel Koordinatörü Thomas Weston’ın, çözüm şanslarını arttırmak için (KKTC’deki ) Aralık 2003 seçimlerinden önce Kıbrıs Türk siyasî muhalefetine açık biçimde yardım ettiği” ifade edilmiştir. Bu rapora internetten erişmek mümkündür.[lii]
Kıbrıs Rum kesiminde müzakere süreciyle ilgili olarak cereyan eden tartışmalar ve Rum - Yunan ortaklığının Kıbrıs sorununun çözümüyle güttükleri niyetlere, ortak amaçlara, hedeflere dair demeçler Türk medyasına gerektiği ölçüde yansımamaktadır.
Türk kamuoyunu çözüme odaklamak ve desteğini sağlamak için çözüm halinde Türkiye'nin Doğu Akdeniz'de varlığı söylenen hidrokarbon yataklarının işletilip değerlendirilmesinde pay ve rol sahibi olacağı; Türkiye'nin, enerji koridoru olma niteliğini güneyinden de elde edeceği gibi temalar işlenmektedir.
Kamuoyumuzda görüşme sürecinin suhulet içinde ilerlediği intibaını uyandıracak haberler ve yorumlar ön plâna çıkarılmaktadır. Bütün bunlar nasıl bir çözüm şekline doğru ilerlenmekte olduğundan söz edilmeden yapılmaktadır.
Oysa sorununun çözüme kavuşmasının Doğu Akdeniz bölgesinin istikrarına katkı yapabilmesi ve bu çerçevede başlıklar Türkiye'ye önemli çıkarlar sağlayabilmesi için her şeyden evvel kalıcı bir çözüm şeklinin ortaya çıkması lâzımdır. Türkiye ile Yunanistan arasında Kıbrıs bakımından ihdas edilmiş olan dengenin bozulmaması gereklidir. Bunun için de Türkiye'nin de AB üyesi olması zorunludur.
1960 yılında ortaya çıkan ve o zaman Türkiye'de kalıcı olacağına inanılmış bulunan çözüm şeklinin 3 yıl 4 ay içinde Ada'yı ateş topuna döndürdüğü bir tarih dersi olarak hatırdan çıkartılmamalıdır.
Türk kamuoyuna yönelik algı operasyonunun en çarpıcı örneklerinden biri Rum Yönetimi'nin Türkçe'nin AB'nin resmî dilleri arasına dahil edilmesi için geçtiğimiz Ocak ayı içinde AB dönem başkanlığına yaptığı başvurunun medyada takdim şeklidir. Rumların bu hareketi gazetelerde Türk kamuoyuna "Anastasiadis'ten Türkiye'ye jest", "Anastasiadis'in büyük jesti" şeklindeki başlıklar altında ve baş sayfada duyurulmuştur.
Aslında Rumların bu girişiminin Türkiye'ye yönelik bir jest olma vasfı yoktur. Rum tarafı,  Kıbrıslı Türkleri de içerir şekilde Hükûmeti olduklarını iddia ettikleri 1960 Cumhuriyeti'nin Anayasası'ndan kaynaklanan bir vecibeyi yerine getirmek;  gecikmiş biçimde bu anayasal açıklarını kapatmak amacıyla bu girişimi yapmıştır. Esasen, Kıbrıs Rum Hükûmet sözcüsü de, Türk ve uluslararası basında Rum tarafının teşebbüsünü "Türkiye'ye jest" olarak takdim eden haberler çıkması üzerine açıklama yapmış ve Türkçe'nin Kıbrıs Cumhuriyeti'nin resmî dillerinden biri olduğunu hatırlatarak AB üyesi olan Kıbrıs'ın bu girişimi yaptığını söylemiştir. Burada hatırlatmam gerekir: Daha önce 2015 yılı içinde Avrupa Parlâmentosu'nda bir İngiliz parlâmenter "madem ki Rumlar 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bütününü temsil ettiklerini beyan ediyorlar ve bizler de bu beyanı kabul ediyoruz; o zaman neden Devlet'in anayasasına göre Türkçe de AB'nin resmî dili olmuyor" mealinde bir soru tevcih etmiştir.

Rum - Yunan Ortak Hedefi "Enosis" idi, ""Enosis" olmaya devam Ediyor
Kıbrıs konusunun BM Genel Kurulu'nun gündemine Yunanistan tarafından dâhil ettirildiği 1954 yılından bu yana Kıbrıs sorununun geçirdiği bütün aşamalarda Kıbrıslı Rumların ve Yunanistan'ın güttüğü ortak hedef "enosis" olmuştur.
Kıbrıslı Rumlar, aldıkları acı derslerden sonra, şiddet yoluyla "enosis" hedefine ulaşamayacaklarının idraki içinde görünmektedirler. Bu idrakle 1994 yılında, Klerides'in liderliği altında, "enosis" i, içinde Türkiye'nin tam üye olarak yer almayacağı AB bünyesinde gerçekleştirme hedefine yönelmişlerdir. Bu hedefi, AB'nin yardımıyla, Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi'nin aldığı kararla ve bu karara dayanarak 16 Nisan 2003 tarihinde Atina'da AB Katılım Antlaşmasını imzalamak suretiyle kısmen gerçekleştirmişlerdir. "Kısmen" diyorum; çünkü, onlar tam "enosis" için, içinde Türkiye'nin yer almayacağı bir AB'de, Ada'nın tümünün AB üyesi haline geleceği günü beklemektedirler.
ANNAN Plânı'nı da, "nasıl olsa AB üyesi olduk; bundan böyle Türkiye'nin AB üyeliğini önünü keserek, Kıbrıslı Türkleri sorunun çözümü çerçevesinde Kıbrıs Cumhuriyeti'ne yamanmasını sağlayalım; böylece içinde Türkiye'nin bulunmadığı AB'de Ada'nın bütününün AB'de yer almasını gerçekleştirelim ve enosis hedefine ulaşalım" gibi düşüncelerle reddettiklerine kaniim.
Burada bir parantez açarak ifade istiyorum. Tabiî, Rum tarafının Annan Plânı'nı reddetmesinde Rusya'nın tesirini de bir olgu olarak hatırda tutmalıyız. Çünkü Rusya (daha önceleri Sovyetler Birliği) Kıbrıs için Batının mutfağında pişirilip kotarılmış çözüm şekillerine karşıdır. Bununla beraber, şayet Suriye ile ilgili olarak ABD Rusya'yı yeterli ölçüde tatmin etmişse veya edebilirse, ve ayrıca yakın bir gelecekte Türkiye - Rusya münasebetlerinde hızlı bir düzelme meydana gelemezse, o zaman Rusya'nın da bu sefer Kıbrıs'ta çözüme AKEL vasıtasıyla yeşil ışık yakabileceğini ihtimal dışı tutmam.
Tekrar asıl konumuza dönüyorum: Türkiye ve Rauf Denktaş döneminde KKTC, Rumların "enosis" hedefini AB potasında gerçekleştirme stratejisinin zamanında farkında olmuştur. Bu farkındalıkladır ki, Türkiye ve KKTC, Kıbrıs Rum Yönetimi'nin AB üyeliği için yaptığı müracaatın işleme konulmaması ve daha sonra da, Türkiye de AB'ne tam üye olmadan Rum tarafının AB'ne üye olarak kabul edilmemesi için yoğun diplomatik girişimlerde bulunmuşlardır.
Türkiye'nin 1995'deki Çekincesini Hatırlayan Var mı?
Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği kuran kararın alındığı 6 Mart 1995'deki Türkiye - AB Ortaklık Konseyi toplantısında Dışişleri Bakanı Sayın Murat Karayalçın Türkiye'nin Kıbrıs Rum Yönetimi'nin AB üyeliğine karşı olan itirazını kesin ifadelerle toplantının resmî zabıtlarına kaydettirmiştir.
Karayalçın, yaptığı konuşmada, Türkiye'nin, Kıbrıs Türk tarafının, Kıbrıs Rum yönetiminin AB'ne vaki tek taraflı müracaatına dair ileri sürdüğü hukukî, siyasî ve ahlâkî savları paylaştığını; bu müracaatın Kıbrıs için öngörülen federal çözüm şekli bakımından esas olan karşılıklı rıza unsuru ile çeliştiğini vurgulamış; 1960 Kıbrıs Antlaşmalarının men edici hükümlerine de atıfla, Türkiye’nin üyesi olmadığı AB’ne “Kıbrıs’ın” tamamının veya bir kısmının üye olarak  kabul edilmemesi gerektiğini; çünkü Türkiye de AB’ne tam üye olmadan “Kıbrıs’ın” tam üye yapılmasının, Kıbrıs’la ilgili olarak Türkiye ile Yunanistan arasında 1960 Antlaşmalarıyla kurulmuş olan hassas dengelerin bozulmasına sebep olacağını; “Kıbrıs’ın” üyeliği yönündeki çalışmalara bu gerekçelerle Türkiye’nin hukuken ve siyaseten karşı çıkmaya devam edeceğini beyan etmiştir. 
"Yurtta Sulh Cihanda Sulh" Düsturuna Dönülmelidir
2002 yılının sonundan itibaren Türkiye'nin dış politikasında eksen kayması olmuştur. Bu durum dış politikamızda hedef sapmaları meydana getirmiştir.  Büyük Atatürk'ün "yurtta sulh, cihanda sulh" düsturu Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikasının pusulası olmuşken "komşularla sıfır sorun" gibi hayalî hedefler yaratılmıştır. Söylemlerle hedeflerin birbirini tutmadığı dış politika uygulaması yapılmıştır. Bu yüzden ülkemiz uluslararası ilişkilerinde "değerli" olarak vasıflandırılan bir "yalnızlık" içine düşmüştür.  Suriye krizinin Türkiye'yi Ortadoğu'nun stratejik derinlikteki bataklığının içine çekmiş olması; "Stratejik Ortak" dediğimiz Rusya ile iki düşman Devlet haline gelmemiz, Türkiye'nin uluslararası sahnedeki "yalnızlığının" sözde değerini de sıfırlamış bulunmaktadır. Türkiye iç ve dış tehditlere ve tehlikelere maruz kalmıştır.
Türkiye halen iç ve dış terörle topyekûn bir mücadelenin içindedir.
Günümüzde Suriye'nin yeniden şekillendirilmesi yapılırken, Türkiye'nin güney hudutlarına bitişik olarak Suriye'nin kuzeyinden uzanan bir toprak şeridiyle Akdeniz'e çıkışı olan bir Kürt Devleti'nin meydana getirilmesi maksadıyla uluslararası plânda bir tezgâh faaliyet halindedir.
Ülkemiz Türkiye Suriye krizinde savaşan taraf olmadığı halde Ülkemizin topraklarına top mermileri düşmekte, vatandaşlarımız ölmektedirler.  Türkiye 2011 yılından bu yana 2,5 milyona varan sığınmacıyı barındırmak zorunda kalmıştır. Türkiye’nin 4 yılda sığınmacılar için harcadığı paranın yıllık ortalama 5.3 milyar liraya ulaştığı medyada kayıtlıdır. 
Türkiye dış politikada kaybettiği direksiyon hâkimiyetini ve bozulan dengesini NATO'nun ve AB'nin desteğiyle sağlamağa çalışmaktadır.
Bu tablonun, Türkiye'nin uluslararası diplomaside birçok açıdan pazarlık gücünü yitirmesine ve ağırlığını kaybetmesine sebep olması; Türkiye'yi diplomatik baskılara maruz ve bunlara karşı direnemez hale getirmesi  kaçınılmazdır.
Edindiğim izlenim odur ki, bu durumda, Türkiye "millî dava" olarak benimseyip on yıllardır bu anlayış ve ruhla yürüttüğü Kıbrıs konusunda uzlaşmacı bir tavır sergilemek ihtiyacını, hattâ zaruretini hissetmektedir.
Herhangi bir uluslararası ihtilâfın konusuyla kendi çıkarları açısından ilgilenen ve o ihtilâfı kendi çıkarlarına uygun düşen şekilde halletmek için uğraşan küresel güçlerin, çözüm yönünde girişimde bulunmak için,  ihtilâfın taraflarının kendilerini en fazla esneklik göstermeğe ve taviz vermeğe mecbur hissedecekleri iç ve dış sorunlarla dolu veya herhangi bir konuda desteğe ihtiyaç duydukları dönemlerini kolladıkları tecrübelerle sabittir. Bunun tarihten ve yakın geçmişten örnekleri vardır. Osmanlı Devleti böyle bir zamanında Kıbrıs'ı İngiltere'ye vermek zorunda kalmıştır.
"Mutlaka Çözüm" İstemek; Çözüm Değil Çözülme Getirir
Kaygı içinde ifade ediyorum ki, Kıbrıs sorununa çözüm bulmak maksadıyla 1968’den itibaren BMGS’nin iyi niyet görev çerçevesinde yürütülen  "çözüm süreci" son 14 yılda Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için, giderek hız kazanan bir "çözülme sarmalı" niteliği kazanmıştır. 
Çünkü, 2002 sonundan bu yana Türkiye Kıbrıs sorununun bir an önce çözümünün peşinde koşmaktadır.
Annan Plânı'nın 11 Kasım 2002 tarihinde taraflara sunulmasından kısa bir süre sonra TBMM'de okunan 58. Hükûmet'in Programında Kıbrıs konusuna ilişkin paragrafın ilk cümlesinde "Hükümetimiz, Kıbrıs sorununa mutlaka bir çözüm bulunmasının gereğine inanmaktadır"  ifadesi yer almıştır.
Bu ifade bizde, o zaman, Kıbrıs sorununun tarihî geçmişine ve gelişmelerine; sorunun neden ve nasıl ortaya çıktığına; hangi sebep ve saiklarla Kıbrıs konusunun Türkiye'de 1950'li yılların başlarından itibaren "millî dava" olarak benimsendiğine; sorunun hangi sebeplerle on yıllardır çözülemeden BM Güvenlik Konseyi'nin gündeminde kalmış olduğuna; Kıbrıs adasının önemine ve özellikle Türkiye için jeostratejik değerine dair gerçekler ve olgular sanki bilinmiyormuş, ya da dikkate alınmıyormuş izlenimini bırakmıştır. 
Annan Plânı, Türkiye tarafından "Kıbrıs sorunu mutlaka çözülmelidir" zihniyetiyle ve bu zihniyetin şekil verdiği siyaset ve diplomasiyle ele alınmıştır. Çözüm sürecinde Rumların "bir adım önünde yürüme" stratejisi uygulanmıştır. Sonuç malûmdur. Ne Kıbrıs sorunu çözülmüştür; ne AB ve ABD, Türkiye'nin yönlendirmesiyle referandumda Plân'a "evet" oyu veren KKTC halkını siyasî ve ekonomik bakımlardan ödüllendireceklerine dair verdikleri sözleri tutmuşlardır; ne de Türkiye'nin AB tam üyeliği yolundaki engellerin kaldırılması sağlanmıştır. Aksine Plânı pervasızca yüzde 76 oyla reddeden Rum tarafı, referandumdan bir hafta sonra 1 Mayıs 2004 günü tam üye olarak AB'de koltuğa oturmuştur. Böylece Kıbrıs Rum tarafına üyelik yolunda Türkiye'ye devamlı surette kırmızı kart göstermesi sağlanmıştır.
Olan Kıbrıs Türk halkına ve KKTC'ne olmuştur. Çünkü, BMGS yayınladığı ve Güvenlik Konseyine sunduğu 28 Mayıs 2004 tarihli raporunda [liii] Kıbrıs Türk halkının çözüm Plân'ına "evet" oyu vermiş olmasının sonuçlarını bakınız nasıl değerlendirmiştir:
Paragraf 87:  "...Kıbrıslı Türkler çözümü tercih ederlerken, on yıllar boyunca sürdürdükleri, 1983'te yarattıklarını iddia  ettikleri 'devletin' tanınmasını amaçlayan politikaları da terk etmişlerdir."
Paragraf 90:  "Tanıma ve ayrılmaya yardım etmek BM Güvenlik Konseyi'nin kararlarına açıkça aykırıdır ve güttüğümüz hedefe de ters düşer. Aynı zamanda, bu yöndeki (tanıma) adımlar yeniden birleşme için oy vermiş bulunan Kıbrıslı Türklerin iradelerine de saygısızlık teşkil eder."
Görüleceği üzere, başta BM Genel Sekreteri olmak üzere uluslararası toplumda sözü geçen devletler, çözüm teşebbüsünün Rum Tarafı’nın reddetmesi üzerine sonuçsuz kalmış olmasına rağmen, yine, tabir caizse, faturayı Kıbrıs Türk Tarafı’na ödettirmişlerdir. Bırakınız Kıbrıs Türk Tarafı’nın statüsünü yükseltmeyi düşünmeyi, Kıbrıs Türk halkının Annan Planı için verdiği "kabul" oyunu dahi KKTC'nin tanınmasını isteme hakkından feragat olarak yorumlamışlar ve kayıt altına almışlardır.
Bu sonuçlara rağmen, Kıbrıs'ta çözümün peşinde koşan yine Türkiye ve KKTC olmuştur. Annan Plânı'na ilişkin süreçte referandum sonuçlarının ortaya koyduğu gerçekler ve tarihî dersler; AB'nin Kıbrıs sorununun çeşitli aşamalarında Türkiye'ye vermiş olduğu sözlerin hiçbirisini tutmamış olduğu olgusu ve Kıbrıs konusuna ilişkin daha birçok olgu ve gerçekler de göz ardı edilmiş ve bugün de edilmektedir.
Kıbrıs Konusuyla AB Üyelik Sürecimiz Arasında Bağ Kurmak Yanlıştır
14 yıldır Türkiye'de Kıbrıs konusu Türkiye'nin AB süreciyle bağlantılı ve çözüme odaklı olarak yürütülmektedir.
Başbakan Sayın Davutoğlu 29 Kasım 2015 tarihinde gerçekleşen Türkiye - AB Zirvesi'nden sonra yaptığı açıklamada, diğer hususlar meyanında "Kıbrıs sorununun çözülmesi halinde Türkiye'nin AB üyeliğinin bir rüya olmayacağını" ifade etmiştir. [liv]
Zirve'nin ertesinde açıklama yapan GKRY Hükûmet Sözcüsü Nikos Hristodulidis "dün Başbakan  Davutoğlu 'Kıbrıs sorunu çözülürse Türkiye’nin üyelik sürecinde gelişme olacak' demek suretiyle ülkesinin üyelik sürecini Kıbrıs sorununun çözüm çabalarına bağlamıştır" demekte gecikmemiştir.
Başbakan Davutoğlu geçen Aralık ayının başında KKTC'ne yaptığı ziyaret sırasında da "AB’ye adımı Kıbrıs’ta atabiliriz" şeklinde konuşmuştur.[lv]
Yine Davutoğlu bu yılın başlarında verdiği bir demeçte   "Eğer Kıbrıs sorunu bu yıl içinde çözülebilirse yılsonuna doğru gerçekten yeni bir dönem başlamış olacaktır AB-Türkiye ilişkilerinde" demiştir. [lvi]
Türkiye'de AB Bakanı'nın da Kıbrıs konusunu yakından takip ettiği görülmektedir.  AB Bakanı Sayın Bozkır, devam etmekte olan Kıbrıs müzakere sürecinin muhtemel sonuçları hakkında kamuoyuna umut dolu açıklamalar yapmaktadır. AB Bakanı bir konuşmasında Kıbrıssorununun "50 yıllık tarihinde çözüme en yakın noktada" olduğu öngörüsünde bulunmuştur.[lvii]
AB Bakanı verdiği demeçlerin birinde de Rum - Yunan iddialarına benzer şekilde " Kıbrıs sorununun çözülememesinin nedeni de rahmetli Denktaş'tır. Uzun yıllar hep çözülebilecek noktalara geldiğinde hep çözmemek yönünde bir tavır sergilemiştir" demek suretiyle tarihî bir yanılgıya düşmüştür. [lviii]
Özellikle, AB Bakanı'nın Kıbrıs konusunda demeçler vermesi, değerlendirmelerde bulunması, Türkiye'nin, Kıbrıs konusunun AB'nin etki ve yetki alanında olduğunu; Türkiye'nin AB üyelik sürecinin Kıbrıs konusuyla irtibatlı ve süreçte ilerleme olabilmesinin de Kıbrıs sorununun çözümüne bağlı olduğunu kabul ettiğinin en bariz göstergesi olmaktadır.
Türkiye'nin Kıbrıs konusunu kendi AB üyelik süreciyle irtibatlandıran söylemleri AB çevrelerinin Kıbrıs konusunu yakından izlemelerine hız ve yoğunluk kazandırmıştır. BMGS son raporunda  "AB'nin barış sürecinde daha güçlü bir rol oynaması hususunda müzakere eden tarafların mutabakat halinde bulunmalarının Kıbrıs müzakere sürecinin şimdiki döneminin en göze çarpan vasfını oluşturduğunu"  ifade etmiştir.[lix]
Diplomaside "Çözüme İhtiyaç Duyan Biziz" Sözü Teslimiyet İfadesidir
KKTC Cumhurbaşkanı seçildiğinden bu yana Sayın Mustafa Akıncı'nın dile getirdiği bazı söylemleri kaygı verici bulduğumu ifade etmeliyim.
Rumların ve Yunanistan'ın, "Helenizim" den "Helenizmin ortak çıkarlarından" her vesileyle söz ettikleri bir dönemde, Sayın Akıncı'nın sebebiyet verdiği "anavatan - yavru vatan" polemiği beni ve benim gibi düşünenleri yaralamıştır. Sayın Akıncı'nın ortaya koyduğu anlayış belki bazı iç ve dış çevreler tarafından alkışlanmış olabilir, ama uzun vadede bu anlayışın Kıbrıs Türk halkı için de zararlı olduğu elbette anlaşılacaktır.
Diğer taraftan, Ada'da Sayın Akıncı'nın da sık sık "çözüme ihtiyaç duyan biziz" mealindeki sözleri dile getirmesi, Türk tarafının pozisyonu için ilâve bir  zafiyet oluşturduğunu söylememe lüzum yoktur.
Bu söz diplomaside "teslim olma" anlamına gelir. Bir taraf "çözüme ihtiyaç duyduğunu" tekrarlarsa, çözümün ortaya çıkm   ası için bütün esneklikleri göstermeğe, taviz vermeğe hazır olduğunu beyan ediyor demektir.
"Real" politikanın üstatlarından kabul edilen ABD eski Dışişleri Bakanlarından Henry Kissenger'ın şöyle bir meşhur sözü vardır:
 “Anlaşma için istek göstermek nadiren müzakereyi hızlandırır. Hiçbir tecrübeli devlet adamı sırf muhatabı çözüm için istek ve acelelik gösteriyor diye anlaşmaya meyletmez; aksine karşı tarafın anlaşma için gösterdiği sabırsızlığı daha da iyi şartlarda çözüm elde etmek için kullanmak ister.”
(Showing EAGERNESS rarely speeds up negotiations. No experienced statesman settles just because his opponent feels a sense of urgency; he is far more likely use such impatience to try to extract even better terms.)
Bu söz adeta Türkiye'nin günümüzdeki Kıbrıs politikası için söylenmiş gibidir.
Kıbrıs Türk Halkının "Hak Ettiği Yer" Rumlara Yamanarak AB'ne Girmek Değildir
Sayın Akıncı sürekli olarak çözümle birlikte "Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumda hak ettiği yeri alacağını" söylemektedir.
Bu ifade tarzı aslında  Türkiye'de 62. ve 64. Hükûmetlerin programlarında da yer almıştır. Örneğin, 64. Hükûmetin Programında şöyle denilmektedir: "Kıbrıs’ta müzakere edilmiş bir çözüm ve Kıbrıs Türk Halkının uluslara­rası toplum içerisindeki haklı yerini alabilmesi, temel önceliklerimizden biridir."
Kıbrıs Türk halkının uluslararası toplumda hak ettiği yer, şimdiki çözüm sürecinin sonucu olarak sözde "Kıbrıs Cumhuriyeti'ne" yamanarak AB üyesi olmak değildir. Kıbrıs Türk halkının hak ettiği şerefli yer, bağımsız KKTC'nin çatısı ve bayrağı altındaki yerdir. Hedef, Türkiye'den başka Devletler tarafından da tanınmasını sağlamak suretiyle KKTC'ne uluslararası camiada daha sağlam bir yer bulmak olmalıdır.
"Kıbrıslı Çözüm" Söylemi Türkiye'yi Dışlamak İçindir
Öte yandan Sayın Akıncı "Kıbrıs Türk halkının içine sindireceği çözümden" söz etmiştir. Çözüm sadece "Kıbrıs Türk halkının" değil, Türkiye'nin, Türk Milleti'nin içine sindireceği bir çözüm olması gerektiği unutulmamalıdır.
Talât - Hristofyas arasındaki müzakere sürecinden itibaren "Kıbrıslı çözüm" kavramı geliştirilmiş ve yerleştirilmiştir. BMGS raporlarında "Kıbrıslıların yürüttüğü" (cypriot-led) ve "Kıbrıslıların sahiplendiği" (cypriot-owned) kavramları kullanır olmuştur. Bununla beraber, daha önceleri Kıbrıs sorununa bulunacak çözüm bahsinde "Kıbrıs sorununun doğrudan ilgili dört tarafından" (four parties concerned) söz edilirdi. Bu çerçevede, Kıbrıs Türk ve Rum toplumları ile Türkiye ve Yunanistan zikredilirdi.
"Kıbrıslı çözüm" anlayışını, Kıbrıs konusunu Türkiye'nin ilgi, etki ve yetki alanından uzaklaştırarak çözme tasavvur ve gayretinin bir belirtisi olarak görüyorum.
Öte taraftan, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı'nın Kıbrıs konusu hakkında Türkiye'deki ilgisizlik ve sessizlikten memnun olduğu anlaşılmaktadır. Sayın Akıncı, geçtiğimiz Ocak ayında KKTC'ni ziyaret eden bir CHP heyetini kabulünde "Kıbrıs sorunun Türkiye'de artık iç politika malzemesi olarak kullanılmadığına" işaret etmiş ve " ....geçmişte, duruma ve yerine göre, Kıbrıs Türk liderliği Kıbrıs konusunu Türkiye’nin gündemine taşıyarak, orada kaşınmasına yol açıyordu. Biz de bu konularda çok dikkatliyiz. Böyle bir şeyin olmasını arzu etmiyoruz. Kıbrıs üstünden Türkiye’deki siyasi partilerin birbirini vurmasını istemiyoruz. Kıbrıs’ı daha farklı bir noktada kucaklamak gerekiyor...” şeklinde konuşmuş. [lx]
Oysa hatırlanmalıdır ki 1940'lı yılların sonundan itibaren Kıbrıs'ta belirginleşen "enosis" niyet ve hareketlerinin hem Ada'daki Türk varlığı, hem Türkiye için arzettiği tehdit ve tehlikeler, o zamanlar, millî Kıbrıs davamızın kahraman önderleri Dr. Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş ile arkadaşları tarafından "aman Kıbrıs Girit olmasın" gibi söylemlerle Ankara'nın dikkatine ve gündemine taşınmıştı. Bu sayede Türkiye ve Kıbrıs Türk halkı kenetlenmiş ve "enosis" e karşı tarihî direnme başlatılmıştı. Bu direnme on yıllarca sürmüştür. Daha uzun yıllar sürmesi gerekecek gibi de görünmektedir.
Kıbrıs sorununun çözümü sadece Kıbrıs Türk halkının tercihine ve iradesine bırakılabilecek bir konu değildir. "Kıbrıs sorunu" denen konu Türkiye'nin "millî davasıdır".
Kıbrıs İngiltere İçin Önemlidir de Türkiye İçin Önemsiz midir?!
Konumu itibariyle Kıbrıs adası Türkiye'yi, Yunanistan'ı ve İngiltere'yi olduğundan daha fazla ilgilendirmektedir.  Bugün İngiltere kendi ülkesinden 8.000 km. uzaktaki Kıbrıs adasındaki egemen üslerini dikkat ve titizlikle muhafaza ediyorsa; bu üslerin muhafazası İngiltere'nin Kıbrıs konusundaki tutumuna şekil ve yön veren temel etken oluyorsa, 80 km güneyindeki Kıbrıs adası Türkiye'yi neden ilgilendirmesin?
Türkiye de AB'ne Tam Üye Olmadan Kıbrıs Sorunu Tabiî  Çözümüne Kavuşamaz
Kıbrıs adasının Doğu Akdeniz'de kalıcı biçimde bir barış ve istikrar unsur olmasını elbette istiyoruz. Ada'ya kalıcı barış gelebilmesinin vazgeçilmez ön şartı, öncelikle Türkiye'nin kendi öz çıkarlarına ve millî güvenliğine uygun düşen bir çözüm şeklinin ortaya çıkabilmesidir.  Avrupa Birliği faktörü, Türkiye'nin tutumundan kaynaklanmayan sebeplerle Kıbrıs sorununun çözümü için gerekli dengeleri bozmuştur. Bu dengeler İngiltere'nin, Yunanistan'ın, Kıbrıs Rum yönetiminin Avrupa Birliği üyesi olmaları olgusu yüzünden bozulmuştur. Halen sürdürülmekte olan müzakereler sonucunda çözüme ulaşılır ve Kıbrıs Türk halkı da bu çözüm çerçevesinde Avrupa Birliği'ne dahil olursa, Kıbrıs "sorunu" işte o andan itibaren Türkiye için daha büyük boyutlarda ortaya çıkacak demektir.
Kıbrıs adasına dengeli ve kalıcı barışın ancak Türkiye'nin de Avrupa Birliği'nin tam üyesi olması ile gelebileceğinin uluslararası plânda artık idrak edilmesinin zamanı gelmiş ve geçmektedir.
Günümüzde Kıbrıs konusunda sakat ve dengesiz bir çözüme razı olanlar, Türk tarihinde Girit'i Yunanistan'a kaptıranlarla aynı safta yer alacaklarını bilmelidirler.
2004'de "Siz Kendi Yolunuza, Biz Kendi Yolumuza" Denilmeliydi
Kısa bir süre önce Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan vizenin kaldırılması için terörle mücadele yasamızın değiştirilmesini isteyen AB'ne "biz yolumuza gidiyoruz, sen de yoluna git" dediler.
Aynı sözün, Ada'daki gerçekler temelinde bir çözüme razı olmayacakları belli olan Kıbrıs Rum tarafına KKTC halkı tarafından ve uluslararası çevrelere de Türkiye tarafından kararlılıkla ifade edilmesinin zamanının çoktan geldiğine inanmaktayım. Aslında 24 Nisan 2004 gecesi bu söz getirilmiş olmalıydı. Ne yazık ki tarihî bir fırsat kaçırıldı.
Rauf Denktaş'tan Vasiyet Gibi Söz
Millî Kıbrıs Davamızın yılmaz savunucusu KKTC'nin Kurucu Cumhurbaşkanı Millî Kahraman merhum Rauf R. Denktaş'ın hastalığa duçar olmasından kısa bir süre önce bana göndermiş oldukları bir mektuptan bir paragrafı okuyucularımla paylaşmak istiyorum.
“Kıbrıs’ta ‘biz Türküz; Türkiye Anavatanımızdır’ diyen insanlar var oldukça Rum-Yunan ikilisi bu davaya son noktayı kalıcı bir anlaşma yaparak koymayacaktır. Her yeni anlaşmayı, 1960’daki gibi esas millî hedefine bir sıçrama tahtası yapmak için uğraşacaktır. Yeni anlaşmanın temelinde bağımsız devletimiz yoksa 'sıçrama tahtası' maceralarından kurtulamayız. Annan Plânı ve benzeri bağımsızlık temelinden yoksun anlaşmalar Kıbrıs’ı Girit misali Türk’ten arındıracaktır. Kıbrıs’ın Türkiyesiz bir AB’ne girişine izin verilmiş olması Kıbrıs'tan yok oluşumuzun kapılarını açmıştır. Bu hatadan dönülmesi için sonuna kadar uğraşmak boynumuzun borcu olmuştur.”
Not: Bu yazı 2016 Mayıs ayı başında kaleme alınmıştır.

[i]CUMHURİYET Gazetesi, 17 Temmuz 1952, s. 1 - 7.
[ii]  Doçent Dr. Fahir . H. ARMAOĞLU, Kıbrıs Meselesi 1954 – 1959, Ankara, 1963, Sevinç Matbaası, s.41
   Ayrıca bknz.  HÜRRİYT Gazetesi, 3 Haziran 1953
[iii]  Dr. Fazıl KÜÇÜK’ün çeşitli makaleleri için bknz:
Yar. Doç Dr. Osman YILDIZ ve Öğr. Gör. Güven ARIKLI, 40 Yıl Halkın Sesi Olarak Dr. Fazıl Küçük, Makaleler (1942 – 1981), 1. Cilt.
[iv]  Prof. Dr. M. Derviş MANİZADE, 65 Yıl Boyunca Kıbrıs,  Kıbrıs Türk Kültür Derneği (İstanbul Şubesi) Yayınları, No.9, Mart 1993, s. 75
[v]CUMHURİYET GAZETESİ, 2 9 Ağustos 1954, s. 1 - 6.
[vi]CUMHURİYET GAZETESİ, 24 Eylül 1954, s. 1 - 9.
[vii]CUMHURİYET Gazetesi , 25 Ağustos 1955, s. 7.
[viii]CUMHURİYET GAZETESİ, 25 Ağustos 1955, s. 1 - 7
[ix]  CUMHURİYET GAZETESİ, 26 Ağustos 1955, s. 7.
[x]  CUMHURİYET GAZETESİ, 26 Ağustos 1955, S 1 - 7.
[xi]  AYIN TARİHİ, 1 Eylül 1955.
[xii]  https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP23.htm
[xiii] TBMM Zabıt Ceridesi, 28 Şubat 1959 Cumartesi,  Devre:  XI, Cilt: 7, İçtima: 2,
[xiv]  CUMHURİYET GAZETESİ, 13 Eylül 1967, s. 1 - 7; MİLLİYET Gazetesi, 13 Eylül 1967, s. 1
[xv]  TBMM Tutanak Dergisi (Gizli Oturum), 20 Temmuz 1974, s. 36 - 38
[xvi]  6. Cumhurbaşkanı Sayın Fahri Korutürk'ün bu sözlerini  Sayın Rauf Denktaş nakletmektedir. Örneğin, Sayın    Rauf Denktaş'ın 15 Nisan 2004 Perşembe günü TBMM'nin 74. Birleşimindeki nutku.
[xvii]TBMM Tutanak Dergisi, 25 Ağustos 1992 Salı, Dönem: 19, Yasama Yılı : 1, 94. Birleşim (Olağanüstü).
[xviii]Ibid
[xix]Ibid
[xx]TBMM Tutanak Dergisi, 10 Haziran 1993 Perşembe, Dönem: 19, Cilt: 36, Yasama Yılı: 2, 111. Birleşim.
[xxi]TBMM Tutanak Dergisi, 21 Ocak 1997 Salı,  Dönem: 2, Cilt: 19, Yasama Yılı: 2, 48. Birleşim.
[xxii]Ibid
[xxiii]Ibid
[xxiv]Ibid
[xxv]Ibid
[xxvi]  https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP55.htm
[xxvii]http://www.milliyet.com.tr/2004/04/13/son/sonsiy24.html
[xxviii]https://www.tbmm.gov.tr/hukumetler/HP61.htm
[xxix] TBMM, 18 Haziran 2014 Çarşamba, 24. Dönem, 4. Yasama Yılı, 105. Birleşim, Genel Kurul Tutanağı, s.16-17.
[xxx]Doçent. Dr. Sevin TOLUNER, Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Milletlerarası Hukuk, İstanbul Üniversitesi Yayınlarından, No. 2309, Fakülteler Matbaası, İstanbul – 1977, s. 21.
      Bknz. Murat SARICA/ Erdoğan TEZİÇ/ Özer ESKİYURT, Kıbrıs Sorunu, İstanbul Üniversitesi Yayınlarından, No.2071, Fakülteler Matbaası, 1975, s. 5 – 7.
     Ayrıca bknz. Seha L. MERAY, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Devletler Hukuku Profesörü, Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, Takım I, Cilt 1, Kitap 2, s. 57 - 58, Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No. 300.
[xxxi] Ahmet DAVUTOĞLU, Stratejik Derinlik, Türkiye'nin Uluslararası Konumu, Küre Yayınları, 1. Kitap, 2001, s. 169 - 182.
[xxxii]  http://www.milliyet.com.tr/-kibris-ta-cozume-cok-yakiniz--kibris-2206533/
[xxxiii]  http://www.mgk.gov.tr/index.php/24-nisan-2008-tarihli-toplanti
[xxxiv] http://www.mgk.gov.tr/index.php/05-nisan-2004-tarihli-toplanti
       http://arsiv.ntv.com.tr/news/453724.asp
[xxxviii] http://arsiv.ntv.com.tr/news/453724.asp
[xxxix] BMGS'nin 8 Mart 1990 tarihli  ve S/21183 sayılı Raporu.
[xl] BMGS'nin 21 Ağustos 1992 tarihli ve 24472 saylı Raporu.
[xli] http://www.abhaber.com/yunanistan-disisleri-bakani-nikos-kocaskibrisli-turkler-ile-rumlar-arasinda-osmosis-telkin-etti/
[xlii]http://www.spiegel.de/international/europe/turkish-cypriot-foreign-minister-says-reunification-close-a-961776-druck.html
[xliii]  http://www.haberler.com/ab-bakani-ve-basmuzakereci-bozkir-aciklamasi-7283086-haberi/
     http://www.kibrisgazetesi.com/?p=759689
[xliv]  http://www.aksam.com.tr/siyaset/basbakan-davutoglu-muzakereler-yeni-bir-ivme-kazandi/haber-339102
[xlv] John REDDAWAY, Burdened with Cprus, The British Connection, 1986, s. 159.
[xlvi]  http://cyprus-mail.com/2016/02/11/anastasiades-tells-cypriot-solution-will-be-an-honourable-compromise/
[xlvii]  http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-yunanistan-disisleri-bakani-nikos-kotzias-ile-ortak-basin-toplantisi.tr.mfa
[xlix] http://www.mfa.gr/en/current-affairs/top-story/joint-statements-of-foreign-minister-kotzias-and-the-president-of-the-cyprus-house-of-representatives-yiannakis-omirou-following-their-meeting-athens-20-january-2016.html
[l]  http://www.kibrisgenctv.com/güney/cavusoglu-fileleftheros-gazetesi-ne-konustu.html?tmpl=component&print=1
[li] http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-sayin-mevlut-cavusoglu_nun-kibris-rum-_fileleftheros_-gazetesine-verdigi-mulakat_-28-subat-2016_-istanbul.tr.mfa
[lii] (Carol Migdalowitz  CRS Report for Congress, Cyprus: Status of U.N. Negotiations and Related Issues,  June 27, 2006, s. 19.  
https://www.fas.org/sgp/crs/row/RL33497.pdf
[liii] BMGS'nin 28 Mayıs 2004 tarihli ve S/2004/437 sayılı Raporu.
[liv] http://www.halkinsesikibris.com/m/index.php?islem=detay&id=53510.
[lv] http://www.haberturk.com/gundem/haber/1161288-davutoglu-abye-adimi-kibrista-atabiliriz.
[lvi]  http://www.trthaber.com/haber/gundem/ab-turkiye-iliskilerinde-yeni-bir-donem-baslayacak-230446.html.
[lvii] http://www.abhaber.com/bozkir-kibrista-cozumu-umut-ediyoruz-insallah-baharda/.
[lviii] http://www.detaykibris.com/belki-kibris-sorununun-cozulememesinin-nedeni-de-rahmetli-denktastir-video-72428h.htm
[lix]  BMGS'nin 7 Ocak 2016 tarihli ve S/2016/15 sayılı Raporu.
[lx]  http://www.halkinsesikibris.com/m/index.php?islem=detay&id=59957

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/kibris/2016/06/22/8454/milli-kibris-davamiz-nereye

***