22 Ağustos 2019 Perşembe

AMERİKA'NIN GÖREMEDİĞİ PKK - BÖLÜM 6

AMERİKA'NIN GÖREMEDİĞİ PKK - BÖLÜM 6



Ortadoğu ve Asya'nın Yancıları

İslam'ın ve Müslümanların menfaatinin yanında olmak yerine Amerikan, İngiliz, Alman ve diğer derin devletlerin yanında olanların karakter ve mantık bozukluklarını iyi tanımak son derece önemlidir. Yancı kişiliğe sahip bu insanların en belirgin özellikleri, aşağılık kompleksi içinde olmaları ve bunu züppelik felsefesiyle örtmeye çalışmalarıdır.  Asya ve Ortadoğu ülkelerinde sıkça rastlanan bu tipler kendilerince itibar edinmek için bir çok tavizde bulunmakta, daha da kötüsü diğer insanlara da kendileri gibi taviz vermeyi telkin etmektedir. Allah'a iman eden, tüm gücün ve kudretin sahibinin Allah olduğunu bilen bir Müslümanın asla göstermeyeceği bu bozuk karakter, çoğu ülkede –bu kişilerin telkinleriyle- hızla yayılmaktadır. Bu durum, toplumsal bir hastalığa dönüşmeden gerekli tedbirlerin alınabilmesi için doğru teşhisin yapılması ve bu kişilerin ahlak ve mantık bozuklarının deşifre edilmesi son derece önemlidir.
CIA gibi istihbarat örgütlerinin ve bu örgütlerin uzantısı olan düşünce kuruluşlarının önemli faaliyetlerinden biri de Ortadoğu ve Asya toplumları içinde yönlendirebilecekleri kişileri tespit etmektir. Ancak çoğu zaman CIA ve diğer istihbarat örgütleri doğrudan bunlarla muhatap olmazlar, çeşitli düşünce kuruluşlarını veya diğer yazarları aracı olarak kullanırlar. Aşağılık kompleksi içindeki bu kişileri tespit ettikten sonra, kalıplaşmış çeşitli üslup ve mantıklarla bu kişileri etki altına alırlar. “Sen çok yeteneklisin, iyi ve ünlü bir yazar olabilirsin”, “çok zekisin, zekanla diğer insanlar arasında dikkat çekiyorsun”,“diğerlerinden çok farklısın” diyerek bu kişilere yaklaşmaya başlarlar. Yancı karakterli kişileri etki altına almak için sıkça kullandıkları mantıklardan biri de,“Sen zeki ve modernsin, Müslümanlar yanlış tanınıyor, insanlar seni görseler çok etkili olur” ‘kafalama'sıdır. Karşılarındaki kişinin aşağılık kompleksini iyi teşhis ettikleri ve bu tip kafalama cümleleriyle rahatça etki altına alacaklarını bildikleri için, bu ve benzeri mantıkları sık sık kullanırlar.  
Bundan sonraki aşama aşağılık kompleksi içindeki bu sözde yazarların yazılarını kontrol altına almaktır. Aslında bu kişilerin çoğunun yazı yeteneği olmaz, ancak bir şekilde bu kişiler yazar haline getirilir. Önce ülke içinde sonra uluslararası bazı site veya gazetelerde bu kişilerin yazması sağlanır. Bir süre sonra bu kişiler bir şekilde "ünlü" olur. Ve bu yazıların hepsi mutlaka kendisine bu imkanı sağlayanlar tarafından denetlenir, düzenlenir ve çoğu zaman baştan yazılır. İlk başlarda “şu cümle yerine bu olsa daha iyi olur, ne dersin?” diye başlayan tavsiyelerle bir süre sonra bu yazılar, tamamen derin odakların fikrinin savunulduğu hale dönüşür. Uluslararası arenada, Müslüman bir ülke veya Müslümanlar aleyhinde tek kaynaktan çıkmış olduğu her halinden belli olan onlarca yazının arkasındaki tezgah da budur.

Bu sistemin işleyişinin temelinde ise Ortadoğu ve Asya ülkelerindeki bazı yazarların yancı karakteri vardır. Bu yancı karakterin özelliklerini biraz daha detaylı inceleyelim:

Aşağılık Kompleksinden Kaynaklanan Eziklik

Aşağılık kompleksi özellikle Ortadoğu ve Asya'da yaygın olan bir psikolojik sorundur. Bu kompleks, kişinin başkasının karşısında, özellikle de kendisinden üstün olduğunu düşündüğü kişilerin karşısında, kendisini değersiz görmesinden kaynaklanır. 

Teninin renginden, dilinin farklı olmasından, imkanlarının Batı'ya oranla sınırlı olmasından dolayı birçok Asyalı ve Ortadoğulu daha en baştan ezikliği kabul eder. Bu kişilerin hastalıklı zihniyetine göre bir Ortadoğu veya Asya ülkesinde doğmuş olmak, Arap, Pakistanlı, Hint veya Mısırlı olmak eziklik duymak için yeterlidir. Batı'da doğmuş olanlar ınher hâlükârda kendilerinden üstün olduğu düşünülür.

Kendilerine saygı duymadıkları için başkalarından da saygı görecek bir kişilik geliştiremezler. "Efendisi" olarak gördükleri kişiler karşısında duydukları eziklikten dolayı adeta azap çekerler ve bu azap duygusunu onları mutlu ve memnun etmek için çaba harcayarak örtbas etmeye çalışırlar. Sürekli olarak kendini yancılığını yaptıkları kişilere ispatlama gayreti içindedirler. Bu sebeple de kendilerine ait düşünceleri, yorumları, fikirleri değil kendilerine dikte edilen, savunduklarında takdir toplayacaklarını düşündükleri fikirleri savunurlar. Doğru olan hayatı değil, “böyle yaparsan takdir edilirsin” denilen hayatı yaşarlar.

Yancılar, Efendileri Tarafından Adım Adım Özenle Yetiştirilir

Yancı karakterli kişiler istihbarat örgütleri ve bu örgütlerin uzantıları olan bazı düşünce kuruluşları açısında kullanışlı bir malzemedir. Söz konusu yapılar, çoğu zaman kendileri gündeme getirdiklerinde etkili olmayacak ya da ters etki yapabilecek konuları bu kişiler aracılığıyla gündeme taşırlar. Örneğin bir Amerikalı'nın Türkiye aleyhinde yorum yapması uluslararası kamuoyunda o kadar büyük bir anlam taşımaz. Türk kamuoyunda ise itici durur. Ama Türk bir yazar Türkiye aleyhinde tespitlerde bulunuyor ve yazıyorsa bu çok daha sansasyonel bir durumdur. İşte bu yüzden yancıların tespiti, eğitimi ve kullanılır hale getirilmesi önemli bir süreçtir.

Aşağılık kompleksine sahip yancı karakterli kişiler belirlendikten sonra, titiz  ve uzun bir süreç içinde bir tür eğitimden geçerler. Bu kişilere, "Sen aydınsın, diğerlerinden çok farklısın" diyerek yaklaştıktan sonra adım adım kişiyi kendi istedikleri kalıba sokarlar. Ve bu süreçte, yancıların tüm güçleriyle kendilerini beğendirme çabası "efendiler"in en çok işine yarayan husustur. "Zeka"sına ve "bilgi"sine övgüler yağdırarak etki altına almaya başladıkları kişiye bir yandan kendi felsefelerini enjekte ederken bir yandan da bu kişiyi yazar haline getirirler. "Şu konuda bu cümle o kadar iyi olmamış", "istersen şöyle ifade et" diyerek yapılan yönlendirmeler, aslında eğitimin birer parçasıdır. Bu kişiler bu ince eğitimle hem yazar haline getirilir hem de belirli bir felsefe bunlara işlenmiş olur. Yazılardaki ufak tefek cümle düzeltmeleri bir süre sonra, "istersen o kısmı ben yazayım" şekline dönüşür. Yazıya paragraflar eklenir paragraflar çıkarılır. Bu esnada yancı da "ideal" yazının nasıl olması gerektiğini öğrenmeye başlamıştır. Böylece artık ortak bir aklın, belirli bir mantığın savunucusu olan seri üretim yazılar ortaya çıkar.  Özellikle yurt dışında okuduğunuz bir çok yazı bu şekilde hazırlanmaktadır.

Yancıların eğitimi yazılarıyla da sınırlı kalmaz. 

Hangi ortamda nasıl davranacakları, nerede ne giyecekleri, hangi konularda ne şekilde espriler yapacakları, olaylar karşısında nasıl tepki gösterecekleri ince ince kendilerine öğretilir. Batı'da ünlü olmak için, malum çevrelerden takdir görmesi için, ülkesinde pohpohlanıp "ne önemli insanmış" denilmesi için çizilen bu modele uymaları gerektiği öğretilir. Bir süre sonra ortaya kendi inancı, yorumu, fikri olmayan, tamamen "efendisi"nin inancına, felsefesine, yaşam stiline bağlı tipler çıkar.
Bu arada kişi çok önemli bir çevre içerisinde arkadaşlar edindiği kanaatindedir. Böyle bir arkadaş çevresi edindiği düşüncesiyle de aşağılık kompleksini bir nebze de olsun hafifletmiş olur. Sistemi kuranlarda da özellikle bu hissi vermeye özen gösterirler. CIA için çalıştığını itiraf eden Alman Gazeteci Udo Ulfkotte, yakın zamanda yaptığı açıklamasında bu sistemin nasıl çalıştığını net bir şekilde özetlemiştir:
"Benim kabul etmemdeki sebep ise fakir bir aileden gelmemdi. Birden parasız bir çocuğun mükemmel şekerlerle dolu bir dükkana düşmesi gibi oldu ve her şey bedavaydı… Bana para yerine parayla alınamayacak hediyeler sundular. Mesela ABD Oklahoma Eyaleti'nde onursal vatandaşlık ödülü, altın saatler, 5 yıldızlı seyahatler ve hatta kadınlar. Ama en önemlisi 5 yıldızlı iş ağına dahil edilmekti. Herhangi bir durumla karşı karşıya kaldığımda yardım isteyebilirdim çünkü ağdaki en yüksek rütbeli insanları tanıyordum.  Şansölyelerle aynı diplomatik ortamlarda olmak üzere seçiliyorsunuz. Yabancı ülkelere seyahat ederken uçakta etkili kişilerin yanına oturtuluyorsunuz. Size güveniyorlar. Bu çok güzel bir duyguydu."
Görüldüğü gibi, sistemin hayat damarı kendisine tabi kılmayı amaçladığı kişinin, "şöhret olmak", "ünlülerle aynı çevrede bulunmak", "takdir görmek" gibi duygularını tatmin etmektir. Bakanlarla, milletvekilleriyle, başbakanlarla aynı ortamda bulunmak, yani "sen önemlisin" imajı vermek söz konusu kişiler için paradan çok daha değerlidir.

Aferin Almak Arzusu, "Efendisi"ne Yaranma Mantığı

Aşağılık kompleksi içinde olan insanların en hassas noktaları "adam yerine konuldukları"nı görmektir. Bunu iyi bilenler küçük jestler ve hediyelerle bu kişileri kolaylıkla kendilerine bağlarlar.  
Yancı karakterli ezik kişilerin etki altına alınmaları için pahaca büyük hediyelere ihtiyaç yoktur. Çok hırslı gibi görünseler de, çok yüksek bir makam ya da ünvan beklentisi içinde de değildirler. Onları rahatlatacak en önemli şey, özendikleri çevrelerden aferin almaktır. Zira asıl eziklikleri bu kişilere karşıdır. Kendi ülkelerinde devlet yönetiminde dahi olsalar, çok büyük bir şirketin yöneticisi konumuna bile gelseler yancısı oldukları kişilere karşı bu ezikliği üzerlerinden bir türlü atamazlar. Dolayısıyla onlar tarafından beğenilmek ve takdir edilmek arzusundan da hiç kurtulamazlar.

Beğenilmek, takdir edilmek, onore edilmek, itibar görmek amacında oldukları için "aferin çok iyi yazmışsın”, "aferin çok iyi konuşmuşsun" sözlerini duymak adeta ayaklarını yerden keser. Bu "aferin" sözünü duymak için, kendi çevrelerinin, sevdiklerinin, ülkelerinin aleyhinde yorum yapmaktan çekinmezler. Herkesi amansızca kötüler, sürekli tepeden bakarlar. Çoğunlukla yazılarının ana konusu da bu aleyhte yorumlar olur. Müslümanlar aleyhinde konuştukça, kendilerince Müslümanları eleştirdikçe, Müslümanlara tepeden baktıkça yüceleceklerini zannederler. Hatta çoğu zaman, "bakın kimse benim kadar Müslümanları eleştirmez, bunları en iyi ben tanırım en iyi de ben aşağılarım" modundadırlar. Ya da ülkelerinin ne kadar "anti demokratik", "geri kalmış", "baskıcı" olduğunu anlatırlarsa o kadar "müthiş" tespitlerde bulunduklarını düşünürler. Bu sebeple yazılarının büyük kısmı, kendi ülkelerini yabancılara kötülemek, kendi insanlarına tepeden bakan yorumlar yapmak, "ben onlardan farklıyım, ben de aslında sizin gibiyim" mesajı vermek üzerine kuruludur. Bu yazılarda ve yorumlarda akılcı samimi eleştiriler ve çözümler değil, baştan sona propaganda ve "aferin" alma gayreti vardır.

Müslümanların veya yaşadıkları ülkenin elbette eleştirilmesi gereken yanlış tutumları olabilir, bu eleştiriyi yapmak da gereklidir. Ancak bu yancı kişilerin amacı eleştiri yaparak hataların düzelmesine vesile olmak değil, yancısı oldukları çevrelerin takdirini kazanmaktır. Bu durumda yazıları, yorumları, açıklamaları da söz konusu çevrelerin propagandasının bir parçası olmaktan öteye gitmez.

Cinselliklerini de Yancılığını Yaptıkları Kişilere Sunarlar

Klan gibi yapılanması olan bu düzenin en korkunç yönlerinden biri ise, Ortadoğu ve Asya'nın yancılarının cinselliklerini de "efendi"lerine sunmalarıdır. Erkek veya kadın olsun yancı karakterli bu kişiler, kendilerini fiziki ve cinsellik açısından da, üstün gördükleri, efendi olarak kabul ettikleri tiplere beğendirmeye çalışırlar. Ortadoğu ve Asya'nın genç kızları, Batı'daki derin yapılanmaların orta yaşı geçmiş, maddi imkanları geniş bazı tiplerine adeta sunulur.
Nasıl ki zaman zaman sinema sektöründe ünlü olmak isteyen genç kızlar cinselliklerini kendilerini ünlü yapacağına inandıkları insana sunarlarsa, Ortadoğu ve Asya'nın ezik, özenti, aşağılık kompleksi olan bazı kadınları da tanınan bir gazetede yazısı yayınlansın, ünlü bir kanalda yorumlarına yer verilsin diye cinselliğini sunar. Filistinli, Pakistanlı, Mısırlı birçok genç kadının bu tarz ilişkiler kurarak ve ilişkileri kullanarak belli çevrelere dahil olduğu bilinen bir durumdur.
Kabul görmek için cinselliğini sunan bu genç kadınlar, garip bir yapılanmanın içine dahil olmuş olurlar. Burada sadece bağlantı halinde olduğu efendisine değil, efendisinin yönlendirdiği kişilere de cinselliğini sunmaya mecburdur. Bu, çok aşağılayıcı ve küçük düşürücü bir durum olmasına rağmen söz konusu çevrelerde pek yadırganmaz. Filistinli güzel bir kızın, ünlü bir Musevi iş adamıyla birlikte olmaya başlaması, bu sayede hayatı boyunca imrendiği çevreye dahil olması, bu çevrede tutunabilmek için başka "efendilerle" de ilişki içine girmesi sıkça rastlanan bir durumdur. Derin Amerika ve derin İngiltere siyaseti içinde yer alan bir çok politikacının da bu durumdan istifade ettiği bilinmektedir. Eski Bakanlar, eski Başbakanlar, eski milletvekillerinin de dahil olduğu bu klan tipi yapılanma içinde birçok Ortadoğulu ve Asyalı genç kız çok acı bir şekilde kullanılmaktadır.  

Halk, gazeteleri okurken, televizyonda yorumları seyrederken bu acı gerçeğin farkında olmaz. Bu insanları kendi fikirlerini anlatıyor, üzerine düşünüp araştırma yaptığı bilgileri aktarıyor zanneder. Oysa cinsel açıdan dahi söz konusu çevrelerin kontrolü altına girmiş bu kişilerin kendilerine ait bir fikirleri veya yorumları olması mümkün değildir.  

Efendilerine Olan İnanç Teslimiyeti

Ortadoğu ve Asya'nın yancılarının en dikkat çeken özelliklerinden biri de efendilerine olan inanç teslimiyetidir. Yani, bu kişiler Kuran'a, Peygamberimiz (sav)'e ve vicdanlarına Allah'ın ilham ettiği doğruya göre değil, kendileri için biçilen sisteme göre bir inanç geliştirirler. Yancılığını yaptıkları kişilerin dünyaya bakış açısını tamamen kabullendikleri gibi, inançları da onların yorumlarına göre şekillendirirler. Allah'ın dediğini önemli görmezler, ama haşa ilah gibi gördükleri derin Amerika'nın, derin İngiltere'nin ne dediğini çok önemli görürler. Kuran'da yazanı uygulamazlar ama adeta putlaştırdıkları efendilerinin her dediğini uygularlar. Müslümanların, İslam coğrafyasının menfaatini düşünmezler ama köle gibi bağlandıkları çevrelerin menfaatini en ince detayına kadar korurlar. Aslında bu tavırları, Müslümanlara karşı duydukları bilinçaltı kinin, İslam coğrafyasında doğdukları için duydukları bilinçaltı öfke ve ezikliğin dışa vurumudur.

Örneğin savundukları bir fikir yüzünden Müslümanların zarar görecek olması bu tipleri hiç rahatsız etmez. "Teröre karşı tavır koyuyorum", "İslam'ın gerçekte bu olmadığını" anlatıyorum kılıfı altında mazlum, sivil Müslümanları büyük bir açmazın içine sokarlar. Başta Irak ve Suriye olmak üzere, Pakistan, Yemen, Afganistan gibi birçok ülkede gerçekleşen hava saldırılarını savunmak bunlardan biridir. Hava bombardımanı kadın, çocuk, yaşlı hasta ayırt etmeden hedef seçilen alandaki insanların hepsini birden yok eden, toptancı bir cezalandırma yöntemidir. Ve ne vicdana ne insan hakları ve hukuka uygundur. Dünyanın hiçbir demokrat ülkesinde, ağır suç işlemiş insanı yakalamak için köyler, kasabalar yok edilmez. Hiçbir demokrat ülkede cani bir katil dahi yargılanmadan başına bomba yağdırılarak öldürülmez. Ama söz konusu olan İslam coğrafyası olduğunda derin çevreler hukuk ve demokrasi değerlerini rafa koyarlar. İşte bu aşamada bu insanlık ve vicdan dışı uygulamayı kamuoyuna "makul" gösterme sorumluluğu da Ortadoğu ve Asya'nın yancılarına düşer. Bu kişiler, "terörle mücadele" adı altında, İslam coğrafyasını yakıp yıkacak, yerle bir edecek, çok sayıda sivilin ölmesine sebep olacak yöntemleri dahi hararetle savunurlar. Efendileri "öldürelim" diyorsa onlar da "öldürelim" derler. Efendileri "bombalayalım" diyorlarsa onlar da hep birlikte "bombalayalım, hatta daha da fazlasını yapalım" derler. Oysa terörle gerçekten mücadele etmek isteyen, terörün fikri zemininin ortadan kaldırılması gerektiğini bilir. Fikri hiçbir çalışma yapmadan silahla, bombayla çözüm oluşmayacağını bilir. Daha da önemlisi şiddetin her zaman daha çok şiddet doğuracağını da bilir. Ancak bu kişiler için önemli olan bu doğrular değil, yancılığını yaptıkları kişilerden "aferin" almaktır. Sırf bu "aferin" için, sırf daha çok takdir toplamak için Kuran'a uygun olmayan, vicdansızca uygulamaları var güçleriyle savunur, katillerin yanında saf tutmayı kabullenirler.
Bu yancıların inanç teslimiyetinin bir başka çarpıcı örneği de hiçbir şekilde İslam Birliği'ni gündeme getirmemeleri, hatta tam tersine birliğin kendilerince imkansız olduğunu anlatmalarıdır. Allah Müslümanlara bir olmalarını emretmişken, Kuran'ın çok sayıda ayetinde Müslümanların kardeş ve birlik olmaları gerektiği anlatılmışken, bu kişiler ısrarla birliğe karşıdırlar. Bu karşı tavırlarını da oldukça sinsi taktiklerle ortaya koyarlar. Mesela, açıkça "birlik olmayalım" demezler. Çünkü bunun tepki alacağını bilirler. Bu yüzden mevzu hadisleri kullanırlar. Peygamberimiz (sav)'e atfedilen, oysa doğru olmayan "Ümmetin ihtilafında rahmet vardır" hadisini kullanırlar. Böylelikle, "bakın Peygamber dahi birlik olmamak gerektiğini" söylüyor diyerek Müslümanları etki altına almaya çalışırlar. Oysa Peygamberimiz (sav) Kuran'a uygun olmayan bir sözü asla söylemez. Onlarca Kuran ayetiyle Müslümanların bir olması emredilmişken, "ihtilafta rahmet var" demez. Müslümanlar için rahmet birlik olmaktadır, çünkü bu Allah'ın emridir. Ne var ki, yancı karakterli tipler için Allah'ın emri değil, uydusu olarak yaşadıkları patronlarının menfaatleri önemlidir.

Türkiye'deki Yancılar

Dikkatlice bakıldığında, çeşitli Ortadoğu ve Asya ülkelerinde yaygın olan yancı karakterinin Türkiye'deki örneklerini görmek mümkündür. Kendi ülkesinin manevi değerlerinden uzak, kendi kültürüne yabancı –daha doğrusu yabancı taklidi yapan-, Türkiye'nin ortak değerlerini bilmiyormuş, halkın inançlarını ve değerlerini tanımıyormuş havasında davranan, halkı küçük gören, kendisini çok kıymetli zanneden, son derece dar bir açıdan olayları değerlendiren bu kişilerin en belirgin yönlerinden biri de, Türkiye'nin menfaatlerini hiç umursamamalarıdır.
Bu kişiler tıpkı diğer ülkelerdeki örnekleri gibi, sadece aferin almak için, uzun uzun Türkiye'yi kötüler, Türk halkını küçümseyen yorumlar yapar, daha da acısı ileride ülkemizin zararına olabilecek fikirlere aşkla destek verirler. Özellikle son zamanlarda PKK'yı kendilerince kahraman özgürlük savaşçıları olarak göstermeye çalışan, Türkiye'yi PKK tehdidiyle terbiye etmeye yeltenen, ülkemize "ya PKK'ya destek verirsin, ya da sonuç çok farklı olur" tehditleri savuran, bölünmeye zemin hazırlayan mantıklar öne süren yazıların ve yorumların sayısının böyle artması da önemli bir göstergedir. Batı'daki bazı düşünce kuruluşları tarafından servis edilen fikirleri birebir savunan bu kişiler, ortaya koydukları mantığın nelere sebep olabileceğini düşünmezler. Takdir görme, ünlü olma, hatta sadece yabancı bir gazetecinin yazısında adının geçmesi umuduyla kendilerine telkin edileni savunurlar. Bu fikirleri savunduklarında ultra modern, halkın göremediklerini görebilen, müthiş teşhislerde bulunan bir kişi olarak algılanacaklarını sanırlar. Oysa derin yapıların kendisine söylediğini tekrar etmekten öteye gidemeyen, kendi kişiliğini ve öz saygısını yitirmiş olan, insanların büyük çoğunluğunun da acıyarak baktıkları insanlardır.
Yancılar arasında yancılık yarışı da vardır. Kimin daha çok aferin alacağı, kimin daha çok yancılık yapacağı yarışıdır bu. Yarışta üstün gelebilmek için kendi ülkesinin, kendi devletinin, kendi milletinin menfaatlerini tamamen bir kenara bırakıp, nasıl daha fazla yaranabileceklerini düşünürler. PKK'nın hain bir terör örgütü olduğunu; askerlerimizi, polisimizi şehit etmeye devam ettiğini bile bile, PKK'ya övgüler yağdırmanın, teröristlerin affedilmesini gündeme getirmenin, hatta utanmadan Türkiye'nin teröristlere silah yardımı yapması gerektiğini söylemenin ardında da bu yancılık yarışı vardır. Yabancı basında sık sık yayınlanan Türkiye aleyhtarı yazılar veya bu yazılarda yer alan bazı yorumlar da bir anlamda bu yarışın tezahürüdür. "Belki beni de aralarına alırlar, benim de adım onlarla birlikte anılır" umuduyla yapılan yancılık yarışı, bir süre sonra kişinin her türlü çirkinliği kabul etmesine sebep olacak bir tahribat meydana getirir. Çünkü bu kişilerde kendi davası, ideali, ailesi, milleti, vatanı, inancı gibi kutsal değerlerin yerini "efendileri"nin ne dediği ne düşündüğü endişesi alır.
Söz konusu kişilerin efendilerinden öğrendikleri ve küçük düşürücü bir şekilde uyguladıkları bir başka tavır bozukluğu da züppeliktir.

Ortak Felsefe: Züppelik.,

Züppelik Batı ülkelerinin çoğunda yaygın olan bir tavır ve ahlak bozukluğudur. Ukalalık ve bilmişlikle karışık bir üslup içinde olan bu insanların ses tonları, konuşma vurguları, oturuş tarzları, şakaları, kendilerini ön plana çıkarma stilleri ortaktır. Kendilerini diğer insanlardan farklı ve özel gören, bu "özel hali" her hareketleriyle vurgulamak isteyen bir tavır içindedirler. Abartılı mimikler kullanmak, konuşmaların arasında yabancı dilde kelimeler sıkıştırmak, sakız çiğneyerek konuşmak, normalde hiç beğenmeyeceği şeylere hayranmış gibi anlatmak; belki de hiç gitmediği yerleri çok iyi biliyormuş gibi, bir kere yan yana geldiği  insanları çok yakından tanıyormuş gibi, hiç dinlemediği müziği çok seviyormuş, hiç izlemediği filmleri sanattan çok iyi anlıyormuş gibi yorumlayarak hava atan konuşmalar yapmak züppeliğin en bilinen özelliklerindendir. Züppe kişiler için, 5 yıldızlı bir otelin lobisinde oturabilmek, bu otelin hediye olarak verdiği puroyu içip dumanını insanlara doğru üflemek, elinde kadehle poz vermek, adı bilinen bir lokantanın kapısında görünmek son derece önemli icraatlardır.
Kaliteli ve asil bir insanın hayatında sıradan olan detaylar züppelerin hayatında abartılı öneme sahiptir. Çünkü bunlarla yüceldiklerine ve değer kazandıklarına inanırlar. Diğer insanlara da kendilerince sahip oldukları bu değeri göstermek gayretindedirler. Züppelik felsefesinin her bir uygulamasıyla kişi, gözünde büyüttüğü insanlara "ben de sizdenim" mesajını vermiş olur. Bu yüzden züppelik bir anlamda da basit insanlar arasında ortak bir dil, ortak bir felsefedir. Bir züppe diğerini gördüğünde hemen tanır, bir züppenin dilinden yine en iyi başka bir züppe anlar.
Züppelik çok küçük düşürücü ve aşağılayıcı bir hal olmasına rağmen, bir çok cahil insan züppelere içten içe büyük bir hayranlık duyar. Lise çağlarından itibaren züppe tavrı gösterenler insanlar arasında itibar görürken, mazlum ve efendi olan insanlar çoğu zaman değer görmezler. Liselerde aksi, şımarık, ukala gençlerin ilgi odağı olmasının sebebi de budur. Lise yıllarının ardından züppelik de gelişerek devam eder. Okul çağında dinlediği müzik grubu, gittiği konserler, yaptığı alışverişler züppeliğin malzemesiyken, ilerleyen yıllarda içinde bulunduğu sosyal çevre, tatil için tercih edilen mekanlar, gezilen sergiler, makam-mevki, arabasının markası, oturulan semt gibi geçici değerler önem kazanır. Bunların her biri daha mazlum olanı psikolojik olarak ezmek için kullanılır.
Züppelik Ortadoğu ve Asya'nın yancılarıyla efendilerinin ortak bir felsefesidir. Ancak yancılar efendilerinden öğrendikleri züppeliği onların yanında asla yapmazlar. Kendilerinden aşağı gördükleri, gariban, sıradan insanları ezmek için onların yanında züppece davranırlar. Efendilerinin yanında ise son derece eziktirler. Onlara züppelik yapmayı tahayyül dahi etmezler. Mısır'da, Bangladeş'te veya Filistin'de Avrupa görmüş bir insanın kullandığı üslubu, yerel halka tepeden bakarak yaptığı teşhisleri gözünüzde canladırmanız zor değildir. Avrupa'da veya Amerika'da büyük eziklik içinde, köle gibi her denileni yapan, kişilik göstermeden yaşayan tipler, kendi ülkelerine döndüklerinde, sanki o ezilen kendisi değilmiş gibi, bambaşka bir karakter gösterirler. İşte bu, züppeliğin bir uygulamasıdır. Durumun acı yönü ise, gariban halkın bu züppelik uygulamasına çoğu zaman hayran kalması, bu kişileri adam yerine koymasıdır.
Oysa hayran olunması gereken asıl ahlak, kaliteli ve asil mümin ahlakıdır. Dünyanın tüm nimetlerinin sahibinin Allah olduğunu bilen, gücün ve kuvvetin sadece Allah'a ait olduğuna iman etmiş, teslimiyetli müminin kişiliği kale gibidir; sağlam ve sarsılmazdır. Gölge varlıklarla karşı karşıya olduğunun bilincinde, her an Allah'ın kendisine şahit olduğunun şuurundadır. Basitliğe asla tenezzül etmez. Çağlar üstü modern, çağlar üstü kalitelidir. Kendisini şekillendirmek isteyenlere göre değil, Allah'ın istediği ahlaka göre yaşar. Yancıların çok önemli görüp kölesi haline geldikleri efendilerinin de aciz birer kul olduğunu, hepsinin ölümlü varlıklar olduğunu bilir. Bir insana gösterdiği saygı ve verdiği değer o kişinin takvasıyla doğru orantılıdır. Kimseye karşı nezaketsizlik yapmaz, ama acz içindeki insanların karşısında ezilmenin ne kadar küçük düşürücü olduğunu bilir. Müminin nefsini karşısında koşulsuz ezeceği, candan bir teslimiyetle teslim olacağı tek varlık Allah'tır.

KİTABIN 5. BÖLÜMÜ 

TÜRKİYE NASIL BİR RİSK ALTINDA?

  Öncesinde çeşitli görüşmelerle şekillenen ve resmi olarak 2013 tarihinde başlayan ülkemizdeki çözüm sürecinde herkesin beklentisi silahların tümüyle susması idi. Fakat söz konusu çözüm süreci başlangıcında daima şu uyarıyı yaptık: Müzakereler, karşılıklı görüşmeler veya ikna çabalarıyla gerçek bir çözüme ulaşılması mümkün değildir. PKK'nın Leninist ve komünist ideolojisi, sinsi ve kanlı yöntemlerle mutlaka bölünme hedefine doğru gidecek, bu hedeflerinden hiçbir zaman vazgeçmeyeceklerdir. Eğer çözüme doğru bir gidişat isteniyorsa bunun mutlaka eğitimle yapılması gerekmektedir, bunun dışında hiçbir çözüm yolu yoktur.
O dönemden bu yana PKK, öyle ya da böyle çeşitli yöntemlerle şehirlerin içine kadar girmiş, PKK yönetimleri kendi seslerini etkili bir şekilde duyurur hale gelmiş, Öcalan, bir anda ülkenin bir kısım sözde "Beyaz Türkleri" tarafından göklere çıkarılmaya başlanmıştır. Aslında Türkiye, şu anda belki de tarihinde hiç olmadığı kadar büyük bir risk altındadır. Bu bölümde söz konusu riskleri inceleyeceğiz. 

"Demokratik Özerkliğe" doğru gizli adımlar 

Barış sürecinin resmi olarak ilan edilmesinden yeniden çatışma ortamına girdiğimiz şu günlere kadar geçen süreye bir baktığımızda, aslında Türkiye'de hem politik hem de algı yönetimi açısından çok büyük değişiklikler olduğunu görürüz. Bu değişimlerin, Türkiye açısından çok da iç açıcı değişimler olmadığını da belirtmek gerekmektedir. 
Bu süre içinde bir kısım yazarlar tarafından Öcalan ile görüşmeler adeta bir meşrulaşma havası içinde gösterilmiştir. Öcalan'dan gelen mektuplar PKK'ya yakın çevreler tarafından "Sayın Öcalan'ın talepleri" başlığı altında okunmuş ve bu durum oldukça normal karşılanır olmuştur. Öcalan, açık veya saklı bir üslupla hükümete rahatlıkla eleştiriler yöneltebilecek, bütün bunlar çözüm sürecinin doğal getirileri olarak algılanacak hale gelmiştir. 
Bunların yanısıra, bir kısım sol görüşlü yazar, politikacı, bürokratlar, "iyi ki Öcalan varmış" diyecek kadar ileri gidebilmiş, daha da ötesi Öcalan'ın serbest bırakılması gerektiğini önce yarım ağız, sonra açıkça talep edebilir hale gelmişlerdir. Bazı gazeteciler Kandil'e gidip yıllardır Türk askerine hain pusular kuran eli kanlı teröristleri adeta bir halk kahramanı edasıyla sunmaya başlamışlardır. 
İşte bu sinsi üslup değişikliği, gerçekte önemli bir felaketin habercisi olmaktan öte bir şey değildir. Bu üslup değişikliği, PKK'nın ve PKK'nın desteklediği unsurların, gerilla yöntemlerinin yanı sıra daha içten, temelden, sinsi yöntemlerle harekete geçmiş olduğunun bir habercisidir. Bu felaketin ilk habercisi, 30 Nisan 2014 tarihinde gerçekleşen yerel seçimler olmuştur. 

2014 Yerel seçimleri ve Sinsi planın ilanı ,

30 Mart 2014 tarihinde yaşanan yerel seçim için Türkiye genelinde gerçekleştirilen hazırlıklara şöyle bir baktığımızda, aslında bugünkü Türkiye için hiç yaşanmaması gereken bir manzara karşımıza çıkıyor ve bazı partilerin miting programları Güneydoğu bölgemizi kapsamıyordu. O bölgelerde özellikle gidip miting yapmaları gereken, halkı kucaklamaları gereken muhalefet partileri, kendi vatanlarına ait Güneydoğu topraklarına can güvenlikleri nedeniyle gidemediler. Kendi topraklarında, kendi halklarını kucaklayamadılar. 
Hatta Ak Parti milletvekilleri dahi Güneydoğu'da rahatça hareket edemediklerini, mitinglerini zorlukla yaptıklarını, il teşkilatlarında partililerin karşılama bile yapamadıklarını ifade etmişlerdir. Ak Parti milletvekili Orhan Miroğlu bu durumu "korku dağları bekliyor" şeklinde özetlemiştir. 

Muhalefet partileri tarafından söz konusu tedbirler, 7 Haziran 2015 tarihinde gerçekleştirilen genel seçimler sırasında da alınmıştı. Bu tedbirler gerekliydi, çünkü Türkiye'nin siyasi partileri kendilerine yönelik bir şiddet eyleminin her an gerçekleşebileceğini, bölgede Devletin hakimiyetinin tam anlamıyla var olmadığını biliyorlardı. Kendi topraklarının bir bölümü, vatanın siyasi demokratik partilerine tam anlamıyla kapalıydı.

Bu durum şu an halen bazı bölgelerde devam etmekte ve pek çok kesim tarafından normal karşılanmaktadır. Oysa biraz düşünüldüğünde olayın vahameti ve o toprakların halen nasıl bir tehdit alanı olduğu açıkça anlaşılabilmektedir. 
30 Mart 2014 tarihli yerel seçimlerin Türkiye için özel ve yerel seçimlerden öte bir anlamı olduğu açık. Gezi olayları başta olmak üzere çeşitli ayaklanma ve olaylarla geçen hareketli bir yılın ardından adeta bir güven oylaması anlamını taşıyan yerel seçimlerin gösterdiği sonuçlar, her parti için ayrı bir önem taşıyordu. Çözüm sürecinin sonrasındaki günlerde hükümetin Kürt halkına vermiş olduğu güvenceler ve özellikle Güneydoğu bölgemizde gerçekleştirilen kalkınma ve gelişme planları dahilinde en büyük beklenti, bu bölgemizde hükümeti temsil eden partinin veya muhalefet partilerinin zafer ile çıkması idi. Fakat böyle olmadı. 

Seçim haritasında Güneydoğu illerinin tümünde BDP belediyelerinin zaferle çıkması, Ak Parti ve MHP'nin geçmişte üstün olduğu şehirlerde BDP'nin üstünlük kazanmış olması önemli bir mesaj veriyordu. Belli ki kale, içten içe fethedilmeye çalışılıyordu. PKK'nın açıkça destek verdiği bir parti güçlenmişti. Bu durum açıkça gösteriyordu ki çözüm süreci olarak adlandırılan ve PKK militanlarının silahlarını bırakıp gitmeleri beklenen dönemde aslında PKK ülkeyi terk etmiş falan değildi ve baskı sistemi devam ediyordu. Belli ki, bu defa Türkiye'nin bölünmesi için farklı bir yöntem izleniyordu. 
Bu detayların izahına geçmeden önce şunu önemle belirtmek gerekir. BDP veya yeni adıyla HDP, Türkiye'nin demokratik sistemi içinde yer alan siyasi bir partidir. Demokrasi içinde kuşkusuz ki tüm diğer partilerle aynı haklara sahiptir. Devletin koruması ve güvencesi altında legal bir parti olarak kuşkusuz ki görevine devam edecektir. Bu partiye ve parti mensuplarına yöneltilmiş olan her türlü saldırı veya uygunsuz söz demokrasiye büyük bir darbedir ve mutlaka hukuki karşılık bulmalıdır. 

Güneydoğu konusunda HDP ile ilgili ayrımı yapmamızın yegane sebebi, bu partinin PKK tarafından destekleniyor görünümüdür. Aslında birazdan KCK yapılanmasının detaylarında da açıklayacağımız gibi, söz konusu partinin KCK/PKK tarafından ciddi baskı altında tutulduğu da kuvvetle muhtemeldir. İşte bu gerçek, ülkemiz için büyük bir tehdit teşkil etmektedir. Özellikle de çözüm sürecinin başından beri bu parti yetkililerinin özerklik konusunu daha sık dile getirir olmaları, bu konuda farklı bir dile geçiş yapmaları, Abdullah Öcalan'ı legal hale getirme çabaları önemli bir tehlikenin işaretlerini vermektedir. Söz konusu Güneydoğu bölgemiz olduğu için bu söylemlere sahip bir partinin özellikle o bölgedeki zaferi, beraberinde haklı olarak tedirginliği de getirmektedir. 
2015 genel seçimlerinin ise Güneydoğu açısından daha vahim bir harita çizdiğini burada hatırlatalım. Hatırlanacağı gibi HDP'nin güçlü çıktığı bölgeler sadece Güneydoğu bölgemizle sınırlı kalmamış kuzeydoğuda Ardahan'a kadar ulaşmıştı. Burada özellikle yerel seçimleri örnek vermemizin sebebi, PKK'nın desteğini alan bir partinin yerel yönetimlere sahip olmasının çatışma dönemine girdiğimiz şu günlerde getirmiş olduğu vahim sonuçlardır. İlerleyen satırlarda bu konu detaylı anlatılmaktadır. 



"Demokratik Özerklik" adı altında Toprak talebi

Bu algı mühendisliğinden en çok pay alan sözcük kuşkusuz ki "demokratik özerklik" sözcüğüdür. Özellikle 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden sonra aniden daha fazla duymaya başladığımız bu söz, aslında bölünmenin yumuşatılmış adıdır. Bölünmeyi savunan siyasetçiler tarafından öylesine zararsız, öylesine şekerle kaplanmış halde sunulmaktadır ki, Türk halkının bu konuyu neden bu kadar büyüttüğü adeta sorgulanır hale gelmiştir. Bu kişilerin söylemlerine göre "demokratik özerklik", demokratik bir eylemdir. 
Oysa PKK dilinde demokratik özerklik, demokratik bir eylem falan değildir. Ülkeyi bölmek için demokrasi bir kılıf olarak kullanılmaktadır. Gerçekte PKK eğer özerk bir devlet elde etmiş olsa, bu devlet demokrasiden uzak, komünist ve komünal sistem üzerine kurulacaktır. Nitekim bu hayali devletin anayasasını oluşturan KCK bildirgesi, bunu açıkça ilan etmektedir. 
Demokratik özerklik söylemi ile aslında verilmeye çalışılan izlenim, "biz doğrudan bölünmeyi istemiyoruz" demek ama arka planda bölünmenin tüm gerekli unsurlarını hazır edebilmektir. Bunun için öncelikle belediyelerin imkanları kullanılacaktır. Yani imkanlar komünist propaganda için seferber edilecektir. 
Yerel seçimlerin hemen ardından yukarıda genel hatlarıyla anlattığımız algı mühendisliği devam ederken, aralara sıkıştırılan ilginç, beklenmedik ve şaşırtıcı taleplerin gündeme gelmesi de aynı yöntemin bir parçasıdır. Seçimlerin üzerinden henüz birkaç hafta geçmesinin ardından Gültan Kışanak'ın "Petrolden pay istiyoruz" çıkışı buna bir örnektir.74 Bu öyle bir laftır ki, sanki Güneydoğu'da Irak'ta olduğu gibi özerk bir yönetim kurulmuş, Devletin ayrı, özerk bölgenin ayrı kaynakları olmuş gibi bir izlenim vermek için kullanılmıştır. Güneydoğu bölgesi bu ülkenin milli sınırları içindedir ve bu milli sınırlar içindeki her türlü kaynakta olduğu gibi petrol geliri de, bu ülkenin milli hasılasına dahil olmaktadır. Elde edilen her gelir, Türkiye sınırları içindeki her şehre ve bu ülkenin her bireyine ulaşan bütçenin bir parçasıdır. Antalya'da yetişen portakalın geliri nasıl aynı zamanda Güneydoğu'ya da akıyorsa, aynı şey Güneydoğu'da çıkan petrol için de geçerlidir. Bu ülkenin bölünmez bütünlüğünün bir getirisidir. Kışanak'ın bu ilginç çıkışı, yalnızca dikkatleri bu söyleme çekmek ve alttan alta devam eden özerklik projesine katkıda bulunmak dışında bir amaç taşımamaktadır. 
Kışanak'ın, yerel seçimlerden bir yıl önce özerklik talebini doğrudan dillendirmiş olduğu da burada hatırlanmalıdır. 10 Şubat 2013'de Hürriyet gazetesine, "Dümdüz bir yolumuz var: Özerk Kürdistan" çıkışını yapan yine Kışanak'tır. 75 
Nitekim eski Diyarbakır Yenişehir Belediye Başkanı Fırat Anlı, bu algı politikasının şehirlerin içinde nasıl hayata geçtiğini tarif etmiştir. Anlı, "Şu anda zaten kısmen bu modeli Güneydoğu'da uyguladıklarını, mahalle ve diğer meclislerin burada kurulduğunu, güneyde de bağımsızlığa yakın bir federasyon oluştuğunu belirterek yakında özerkliği ilan edeceklerini" belirtmiştir. 76 Bu açıklama üzerinden çok geçmeden PKK saldırılarına kaldığı yerden başlamış ve yerel seçimler sonrası HDP'ye adeta hediye edilen bazı belediyeler birer birer özerklik ilan etmeye başlamışlardır. Yargı bu konuda hemen harekete geçse de, Güneydoğu'da karşımıza çıkan bu feci manzaranın tavizler sonucunda oluştuğu gerçeğinin iyi düşünülmesi şarttır. 
Bu vahim durum aslında açıkça "geliyorum" demiştir. Birkaç yıldır ısrarla uyarılarda bulunduğumuz tehlike, aslında şu an hali hazırda ülkemizde haince uygulamaya konmuş olan sinsi, illegal ve komünist bir devlet yapılanmasıdır. İsmi ise, KCK'dır. 

Legal devlet içinde yapılanmış illegal bir devlet: KCK KCK (Koma Civakên Kurdistan - Kürdistan Komünler Birliği), terör örgütü PKK'nın oluşturduğu bir yapılanmadır. Bu yapılanma, amaçlarını ve kullanacağı yöntemleri "KCK Sözleşmesi" isimli belge ile yürürlüğe koymuştur.  
Söz konusu yönetmelikte, bayrağı, yargı ve ordu sistemi ile aslında bir devlet tarif edilmektedir. Örgütte, 300 delegeli Kongra-Gel yasama görevini üstlenmekte, yasama kanun çıkartmakta, yürütme de uygulamaktadır. Sorun çıktığında ise devreye yargı organları girmektedir. KCK sözleşmesi, bu devlet yapısının anayasasıdır. Terör örgütünün birimleri ve örgüt üyeleri, sistematik bir yapı içinde bu devlet sisteminde yer almışlardır. TBMM yerine alternatif bir yasama organı 2003'den beri işbaşında olup KCK yapılanmasıyla fonksiyonel bir hale getirilmiştir.77 Üç kısımdan oluşan KCK yargı sistemi, Türk Ceza Kanunu'nun suç saydığı hiçbir fiili ve yetkili yargı sistemini tanımamakta, yani Türk Devletini ve adalet sistemini kendince reddetmektedir. Bunun yerine kişileri, kendi hazırladığı yasalar dahilinde yine kendi kurduğu mahkemelerde yargılamaktadır.
KCK, Güneydoğu'da, özellikle Diyarbakır'da, "PKK" kaymakamları, "PKK" tarım il müdürleri şeklinde "bürokratik atamalar" yapmaktadır. "Atanan" sözde PKK'lı "yetkililerin" Türkiye Cumhuriyeti kaymakamlarını makamlarında tehdit ettiğine dair haberler basın yayın organlarında gündeme taşındığı gibi, TBMM'de soru önergeleri ile de hükümete sorulmuştur. 78
KCK'nın ordusu "asayiş birimleri" (YDG-H) adını almıştır. PKK adına vergi toplama, kepenk kapattırma, cezalandırma, seçmenin ve seçim merkezlerinin baskı altına alınması gibi faaliyetler "asayiş birimleri" aracılığı ile yürütülmektedir. Bu birimler, şehirlerde PKK korkusunun devam etmesi, vatandaşın üzerinde oluşturulan şiddet tehdidinin sürdürülmesi için kullanılmaktadırlar. Sözde çözüm süreci devam ederken bile, Diyarbakır'da vatandaşlar sözde "KCK devletinin bir ferdi olarak" devlete vergi ödemeye zorlanmaktadırlar. 79 
Savcılık iddianamesine göre 17 Mayıs 2005'te, PKK'nın KCK adlı bir yapıya dönüştürülmesi 2005 yıllarında Öcalan'ın, komünist/anarşist yazar Murray Bookchin'in izahlarından etkilenerek geliştirdiği devlet üstü konfederal model fikrinden ortaya çıkmıştır. Plan üç aşamalıdır: Özgür önderlik, demokratik özerklik, demokratik konfederalizm. Yani hedeflerin ilki Öcalan'ın serbest bırakılmasıdır; şu an ülkemizde yaygınlaştırılan söylemlere ve bu yönde yarım ağız yapılan ahlaksız tekliflere bir bakıldığında planın bu aşamasının hayata geçirilmeye çalışıldığını görmek mümkündür. Bu sağlandıktan sonra demokratik özerklik aşamasına geçmeyi, ardından da Türkiye, İran, Irak ve Suriye'den oluşan dört parçalı konfederal bir devlet kurulması planlanmaktadır. Aslında metnin 4. maddesinin l. fıkrasında geçen "Demokratik Toplumcu Ortadoğu Konfederasyonunu geliştirmek" ibaresinden de anlaşılacağı üzere hedef sadece Kürt bölgeleriyle kısıtlı tutulmamış bütün Ortadoğu plana dâhil edilmiştir. Bu da göstermektedir ki; PKK'nın temeldeki hedefi, Türkiye dâhil tüm Ortadoğu'ya komünist bir düzen getirmektir. 
KCK aslında 2000'lerin ortasında hapisten çıkan PKK'lıların siyaset yapmaları, örgüt içinde kalmaları, kendilerini kenara atılmış, unutulmuş hissetmemeleri için bizzat Öcalan tarafından keşfedilmiş bir siyasi istihdam formülüdür. KCK yapılanmasının temel görevi ise, dağlardan ayrılarak kentlerdeki kontrolü ele alabilmek, PKK'nın illegal çizgisini sözde legal görünümlü bir yapı dahilinde hayata geçirebilmektir. Aslında bu şekilde, tüm dünya tarafından bir terör örgütü olarak tanınmış olan PKK, KCK üzerinden "legal" bir görünüm altında siyasi süreçlere müdahale etmeyi amaçlamaktadır. 
Sözleşmede, KCK yapısının kurucusu Abdullah Öcalan olarak gösterilmekte ve Öcalan'ın Yürütme Konseyi başkanını görevlendirdiği ve konsey kararlarını onayladığına vurgu yapılmaktadır. Yani açık bir şekilde KCK yapılanması, emir ve talimatlarını Abdullah Öcalan'dan ve PKK lider kadrolarından almaktadır. Şehrin içinde siyasi görünümlü eylemlerle kaleyi içten fethedecek bir yapılanma zaten Öcalan'ın çok uzun zamandır istediği bir şeydir. Nitekim Öcalan ile yapılan görüşmeler incelendiğinde, dayattığı yegane modelin KCK modeli olduğu görülmektedir. KCK, legal bir görünüm altında şehirlere inerek, burada PKK nüfuzunu güçlü şekilde hissettirmek üzere var olmuştur. Bu yapılanma altında, KCK'nin bölgedeki bazı siyasi figürler, belediyeler ve Belediye Başkanları üzerinde baskı ve otorite kurmaya çalıştığı, milletvekili ve Belediye Başkanlarını belirleme güç ve yetkisine sahip olduğu da bilinmektedir. 
Konuyla ilgili Stratejik Düşünce Enstitüsü'nün analizi şu şekildedir: 
KCK, şehirdeki kontrolü elinde tutmak ve legal siyaseti PKK çizgisinde tutmakla görevli bir yapı... Öyle ki, bir Belediye Başkanı bir yere gittiğinde, yanında mutlaka KCK'dan biri bulunuyor. Halk arasında bunlara 'komiser' deniyor. Belediye Başkanlarının, onların görüşlerinin dışına çıkmaları mümkün değil. 80
Söz konusu yapılanma aslında Stalinist sistemlerde yaygın olan bir örgütlenme biçimidir. Bilindiği gibi Stalin de yazar, sendika, ordu gibi çeşitli örgütlenmeleri doğrudan oluşturmuş ve buralarda "komiser" olarak isimlendirilen kişileri göreve getirmiştir. Söz konusu komiserler aslında komünist birer militandırlar. Onların görevi, söz konusu örgütlenmeleri kontrol altında tutabilmek, şehir içinde hegemonyayı sağlayabilmek, muhalif sesleri belirleyip, sistemi kendi istediği gibi düzenleyebilmektir. Şu an geldiğimiz noktada bu, PKK'nın söz konusu yöntemle HDP üzerinde bir siyasi baskısı şeklinde yorumlanmaktadır. Nitekim Stalinist kaynaklarda "komiser" terimi; "kontrol altında tutulmak istenen yapılarla Stalin arasında sıkı ve bozulmaz iç bağlılığın muhafaza edilmesi" olarak tanımlanmaktadır.  81
Kısaca KCK, illegal örgüt hedeflerini gerçekleştirmek adına arka planda illegal örgüt üyelerini bulunduran ama baskı yoluyla ön planda legal siyasi figürleri kullanan, şehirlerden başlayarak bölgenin tümüne komünist bir sistem getirmeyi hedefleyen bir yapılanmadır. KCK sözleşme metninden açıkça anlaşılabileceği gibi, bu sistemin üye kabul eden, yasama gücü ve yargı organları olan, yargılayan, silahlı mücadele birimi öngören, mahalli ve merkezi teşkilatları bulunan, vergi toplayan, özellikle yerel yönetimler üzerinde söz sahibi olmaya çalışan bir yapılanma niteliğinde olduğu açıktır; yani KCK sözde bir devlet gibi hareket etmektedir. 82
Gazeteci-yazar Sedat Laçiner'in şu tespiti önemlidir: 
KCK, şehirde sivil itaatsizlik eylemlerini yönetecekti, halkı eylemlere sokacaktı, Fransa'da olduğˆu gibi arabalar yakılacak, halkla polis çarpışacak, dolayısıyla da devlet-halk karşı karşıya getirilmiş olacaktı. Bunun yarattığı zemin üzerinden de, KCK Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne paralel bir ikinci devlet olacak ve bu devletin bir kitlesini inş¸a etmeye çalış¸acaktı. Devletin mahkemesi - KCK'nın mahkemesi, devletin valisi - KCK'nın o ildeki sorumlusu gibi paralel bir otorite yaratma çabası olarak planlanmış¸tı. 
KCK'nın çalışma yöntemlerinde ş¸iddet hâlâ merkezde. Bir hareketi terör olmaktan çıkaran, şiddete ne kadar baş¸vurup başvurmadığıdır. Anahtar kelime ş¸iddettir... İnsanlar terörist olduğunuzu düş¸ünüyor ve sizden korktuğu için bazı eylemlere katılıyorsa, dükkanını kapatıyorsa bu bir terör eylemidir. KCK'nın Diyarbakır'daki bir sorumlusu bir mahkeme düzenliyor, ona insanlar istemese de gidiyor, yargılanma sonunda ceza alıyorsa burada yasa dışı bir terör eylemi var. Bomba patlamıyor olması onu terör eylemi olmaktan çıkarmaz. 83
Siyasi yapılanma denilen örgütlenmenin, aslında tümüyle PKK'nın denetiminde, hatta PKK'nın baskısı altında olduğunu ise gazeteci yazar Adem Yavuz Arslan şu şekilde ifade etmektedir:
Görünen o ki Belediye Başkanlarını halk seçmemiş; KCK isim önermiş ve olmuş. Hiçbir inisiyatifleri yok. Hatta eylemlere katılmadıkları gerekçesiyle yargılanıp cezalandırılıyorlar. Bir temizlik işçisi Osman Baydemir'i sorguluyor, ceza veriyor. 84
Bu aşamada, Meclis içinde yer alan ve legal siyaset yapan bir kısım partilerin doğrudan KCK'nın emri hatta baskısıyla hareket ettiği gerçeği her zamankinden daha fazla ortaya çıkmaktadır. Aslında Pervin Buldan'ın, "Kandil, İmralı ve parti tek bir vücut halinde mi hareket ediyorlar?" sorusuna verdiği cevaba dikkat vermek gerekmektedir: 
Açıkça şunu ifade etmekte yarar var, Kürt Özgürlük Hareketi (PKK'yı kastediyor) ile Türkiye'de siyaset yapan kurumları birbirlerinden ayrıştıramazsınız. Sonuçta özgürlük hareketinin içinde siyasi mekanizmada görev yapanların yakınları, akrabaları, kendi çocukları var. 85
Adem Yavuz Arslan ise bu konuyla ilgili şöyle devam ediyor:
BDP'li (HDP) siyasetçilerle ilgili bölümler ise düşündürücü. Çünkü, BDP'liler adeta KCK elinde esirler. Hiçbir inisiyatifleri yok. ... Nasıl konuş¸acağˆından tutun da nerede ne yapacağˆına kadar her şeyi onlar belirliyor. 86
Konuyla ilgili olarak gazeteci-yazar Ahmet Altan'ın şu saptamaları oldukça önemlidir: 

Okuyun KCK sözleşmesini.
Bir Diktatörlük Anayasası o.
Okuduğum maddelerden dehşete düştüm.
Önce özgürlükçü anlatımlarla başlıyor sonra 'tek karar mercii' olarak 'önderliği' gösteriyor.
'Önderlikle' aynı fikirde olmayan bir Kürt ne yapacak bilmiyorum, öyle bir ihtimal o anayasayı yazanların aklından bile geçmemiş.
Onlara göre hiçbir Kürt, hiçbir konuda 'önderlikten' farklı düşünemez anladığım kadarıyla.
KCK Yürütme Konseyi, Halk Özgürlük Mahkemesi Savcılığını görevlendirebiliyor, yargıçları atayabiliyor.
'Basın komitesi' ise 'ideolojik ve ulusal birliğin pekiştirilmesine yönelik çalışmalar' yürütüyor.
Gerçekten böyle bir düzende yaşamak istiyor mu Kürtler?
Türklerin yıllarca süren baskılarından kurtulmanın tek çaresi, önderlikle, konseylerle, komitelerle yönetilen, 'ulusal birlik' anlayışını resmîleştiren bir toplumda yaşamak mı?

BDP'li dostlarımız KCK'nın bu 'anayasasını' çok çağdaş ve yararlı buluyorlarsa aynı maddeleri Türkiye'nin yeni anayasası için önerecekler mi?
Türkiye'nin bir 'önderliği’, yürütme konseyi, komiteleri olsun mu? Savcıları, yargıçları atama hakkı konseye verilsin mi?
Eğer bunları Türkiye anayasası için istemeyeceklerse, bunları Kürtlere mi reva görüyorlar?

Türklerin asla kabul etmeyeceği, bugün artık kimsenin Türklere teklif bile edemeyeceği bir anayasa neden Kürtlere Kürtler tarafından dayatılıyor?  87
Söz konusu örgüt anayasası, PKK tarafından Kürtlere dayatılmaktadır. Bir komünist diktatörlük anayasasının bizim canımız ve parçamız olan Kürt halkına KCK yoluyla dayatılacak olması, aslında Güneydoğu'ya ve sonrasında Ortadoğu'ya yönelik nasıl bir plan yapılmakta olduğunu da gözler önüne sermektedir. Bunu daha iyi anlayabilmek için KCK'nın neyi hedeflediğini daha yakından görmekte fayda vardır. 

1. Diktatörlük Sistemi ve Liderin Putlaştırılması

Komünist rejimlerde sistemi yöneten Lenin, Stalin, Mao, Kim Il Sung gibi diktatörler, kendilerini toplumun gözünde adeta bir ilah haline getirecek kitlesel bir beyin yıkama programı yürütmüşlerdir. İngilizce'de bu liderlerin politikasını tanımlamak için kullanılan "cult of personality" (kişi kültü) kavramı "lider putlaştırmasını" ifade eder. 
Lenin, Stalin, Mao, Kim Il Sung gibi komünist diktatörler kitlelerin itaatinin sağlanması için putlaştırılmıştır. Lider bazen halkın üzerinde parlayan bir güneş gibi canlandırılmış, bazen de dev heykelleri yapılarak insanların bu heykellerin önünde secde etmesi sağlanmıştır. Tüm bunların gayesi, komünist lideri, şaşmaz bir yol gösterici olarak sunmak ve kendine itaat edenlere sözde mutluluk ve yaşam sevinci getiren bir sözde "ilah" olarak tasvir etmektir.
PKK'nın lideri Abdullah Öcalan da, ilk komünist devrim olan Rus Devrimi'nin lideri Lenin'le başlayan bu putlaştırma yöntemini kullanmaktadır. 
Bu eğilimin etkisini KCK Sözleşmesi'nde "Kürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi Kurucusu ve Önderi" başlığı altında yer alan 11. maddede görmek mümkündür. Sözleşmede terör örgütünün başı, Kürt halkının lideri olarak gösterilen, halkın bütün ihtiyaçlarını bilen ve karşılayan haşa bir ilah gibi tasvir edilmiştir. Güya o, son karar merciidir, altındakilerin tümü ona tabidir. Önderlik olarak isimlendirilen bu sözde ilahi şahsiyete karşı çıkmak Madde 33'te belirtildiği gibi savaş sebebidir.
Terör örgütünün lideri Abdullah Öcalan, Demokratik Uygarlık Manifestosu isimli kitabında kendini Kürt toplumunun her şeyini düşünen, planlayan, onlar için acı çeken ve onlara özgürlük yolunu açan, kapitalist uygarlıkların vahşiliği karşısında Ortadoğu'daki Kürt halklarının haklarını ve geleceklerini korumaya çalışan bir önder gibi tanıtır. 
Öcalan'ın kitabında kendine ilahi bir görünüm verme çabası kamuoyunda KCK Davası olarak bilinen davanın savcısının da dikkatini çekmiştir. İstanbul Cumhuriyet Savcısı Adnan Çimen hazırladığı iddianamede, Öcalan'ın kendisini mitolojik ve cinsiyetsiz bir yarı tanrı gibi göstermeye çalıştığını şöyle ifade etmiştir: 
Hatta Öcalan, 'Urfa'dan çıkışını Hz. İbrahim (as)'ın İbrani kabilesinden çıkışına, yakalanması sürecini de Hz. İsa (as)'ın çarmıha gerilmesine' benzeterek kendisini kutsamakta ve kendisine mitolojik ve cinsiyetsiz bir yarı tanrı sıfatı vermeye bile çalışmaktadır.
Dolayısıyla sözleşmede önderlik olarak cisimleştirilmeye çalışılan Öcalan'a hem fiziki hem de ruhani bir kimlik kazandırılmakta, Kürt halklarının tek ve evrensel temsilcisi olarak lanse edilmekte, Öcalan üzerinden Kürt toplumu belirli bir refleks düzeyinde tutulmaya çalışılmaktadır...
Ayrıca terör örgütü liderinin kendini Hz. İbrahim (as)'e benzetmesi de trajikomiktir. Çünkü iddianamenin değişik yerlerinde belirtildiği üzere kendisi Kürt halkının geri kalışından ve diğer mağduriyetlerinden din faktörünü mesul tutmaktadır. Böylesi birinin kendini halk nezdinde kutsal kabul edilen kavramlarla özdeşleştirmeye çalışması ise sadece istismardır. 
PKK'nın kurucularından olan fakat daha sonra örgütten ayrılarak yurt dışına yerleşen Selim Çürükkaya ise, Öcalan'ın kendine bakışındaki hastalıklı ruh halini şu şekilde ifade etmiştir. 
Kendisini sıradan bir lider görmekten ziyade, ulu bir önder diye nitelendiren Öcalan, PKK içerisinde de ululuğunu kabullendirmek için her akşamüstü 'Canımızla kanımızla seninleyiz ey başkan!’ diye slogan attırarak militanların ebediyen kendisine sadık olmasına çalışmıştır.88
Öcalan'ın örgüt üyelerine yaptığı bir konuşma da bu anlamda manidardır:
Ben kendimi müthiş ayarlayan birisiyim. İnsanlığın en düşük seviyesinden en yücesine ulaşıncaya deyin kendimi bir tanrı kadar bilinçli, yetkili ve iradeli kılmış durumdayım.89
Nitekim, KCK üyelerinin teknik takibe takılan telefon görüşmelerinde Öcalan'ı peygamber gibi gördükleri anlaşılmaktadır. "Kabe" olarak kabul ettikleri Öcalan'ın evini doğum gününde ziyaret eden KCK'lılar "Tavaf ettik hacı olduk. Toprağına yüz sürdük" ifadelerini kullanmışlardır.90
Benzeri bir başka olay, Diyarbakır'ın Sur ilçesinde gerçekleşmiştir. İskenderpaşa Mahallesi'nde bulunan ve BDP'ye yakınlığıyla bilinen EŞİT-ÖZGÜR-YURTTAŞ derneğinin duvarına yazılan "Peygamber Apo'ya selam. KCK" yazısı çevre halkının tepkisine neden olmuş ve yazı daha sonra bazı vatandaşlar tarafından boyayla silinmiştir.  91
Görüldüğü gibi KCK sözleşmesinin öngördüğü "önderlik" kavramına göre Öcalan bir ilah olarak kabul edilecek (Allah'ı tenzih ederiz) ve bunun sonucunda da kapsamlı ve kanlı bir diktatörlüğün denetimi altında komün sistemi oluşturulacaktır. Bu komün sistemini ise KCK sözleşmesindeki tarifler ışığında şöyle inceleyebiliriz: 

2. KCK Sözleşmesinin Öngördüğü İlkel Komünal Toplum 

Karl Marks, bugün geçersizliği kesin bilimsel delillerle ispatlanmış olan Charles Darwin'in evrim teorisinden yola çıkarak tarihi yorumlamış, canlılarda sözde ilkelden gelişmişe bir diyalektik olduğunu varsaymış ve bunun tarihe de uygulanması gerektiğini öne sürmüştür. Odağında materyalizmin olduğu bu sahte anlayışa göre sözde tarih ilk insansılarla başlar. İnsansı denen bu hayali canlı ne tam insan, ne de tam gorildir ancak alet kullanmayı öğrendikçe güya zaman içinde insansı özellikler kazanmıştır. Bilindiği gibi bu sahte hikaye, bugün çocuklarımıza okul kitaplarında halen anlatılmaktadır. 
Daha önceki satırlarda açıkladığımız önemli bir gerçeği bu noktada tekrar hatırlatmak gerekmektedir: Bilimsel kanıtlar ışığında canlıların geçmişinde ilkelden gelişmişe bir değişim hiçbir şekilde olmadığı gibi, tarih de, ilkelden gelişmişe bir diyalektik içinde gelişmiş değildir. Dolayısıyla "ilkel" varlıkların yaşadığı "ilkel" dönemler hiçbir zaman var olmamıştır. İnsanlık, var edildiği dönemden bu yana akıllı ve medeni toplumlardan oluşur, hatta öyle ki, geçmiş çağlarda şu an sırrına erişemediğimiz bizden çok daha ileri ve medeni toplulukların yaşadığına dair izler vardır. (Detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Tarihi Bir Yalan: Kabataş Devri)
Marks'ın sahte evrim hikayesine göre yorumladığı sahte tarih anlayışında yarı çıplak, maymuna benzeyen, elinde mızrak tutan adamlar, ortada başıboş dolaşan çocuklar vardır. Kadınlar meyve toplar ya da yemek yaparlar. Uğraşılarının büyük bir bölümü yiyecek temin etmek olan bu insanlar her şeylerini paylaşırlar. Avladıkları hayvanları ortaya yığar ve hep birlikte yerler. Silahlar, yiyecekler, hatta kadınlar bile ortak kullanıma dâhildir. 
Materyalistler ve özellikle komünistler bu tarif ile biriktirmenin, aç gözlülüğün, bencilliğin olmadığı bir toplum modeli tarif etmeyi hedeflerler. Marksistlerin iddiasına göre mülk edinme, aile sahibi olma, biriktirme gibi bir kaygıları olmayan söz konusu hayali toplumda hiçbir sosyal çatışma yaşanmayacaktır. Fakat aslında bu tarifteki toplum öylesine dejeneredir ki, sadece özel mülkiyet değil, aile, ahlak ve din anlayışı da yoktur. Tüm değerlerini yitirmiş böyle bir toplum içinde ise çatışmalar, sokak ortasında gerçekleştirilen katliamlar, şiddetli kavgalar ve savaşlar şeklinde kendini gösterecek; ahlaksızlık ve dejenerasyon tarif edilemez boyutlara ulaşacaktır. 
Vahşi kapitalizmin elbette eleştirilmesi gereken çok acımasız yönleri vardır ve bu konu daha önceki pek çok çalışmamızda detaylı incelenmiş ve kapitalist düşüncenin zararları kapsamlı ele alınmıştır. Fakat kapitalizmin vahşi yönünü yermek adına kurgulanmış bu hayali komün sistemi, inanç, din, kutsal değerler, aile, ahlak gibi insanı insan yapan temel şartları yok sayarak daha korkunç bir sistemin tarifini yapmaktadır. Allah korkusunun olmadığı bir ortam kısa bir zaman dilimi içinde vahşet, şiddet ve psikopatlığın kök saldığı bir savaş alanı haline gelecek, kadın ve çocukların orta malı olması toplumu önüne geçilemez bir dejenerasyona doğru sürükleyecek, saygı duyulacak bir değer, kurum kalmamış olacaktır. Toplumu oluşturan bireyler sahte evrim teorisinin iddialarını gerçek sayarak birbirlerine gelişimini tamamlamamış birer hayvan muamelesi yapacak ve şiddet oldukça kolaylaşacaktır. Unutulmamalıdır ki insanları ahlaksızlık ve şiddete sürükleyen sebep sadece kapitalizmin getirdiği açgözlü sistem değil, asıl olarak Allah korkusunun olmayışıdır. Hiçbir inancı ve değeri olmayan bu hayali komün toplumu içinde mutlu bir tablo çizilmesi, bu sebeple olağanüstü derecede aldatıcıdır. 
Vahşi kapitalizmin getirdiği felaketlerin sona ermesi isteniyorsa; insanların eşitlik, özgürlük, sevgi, merhamet, insan hakları ve demokrasi ışığı altında yaşamaları hedefleniyorsa bunun tek yolu Kuran'da tarif edilmiştir. İslam adına hurafelere uyarak değil, sadece Kuran'a uyarak meydana getirilen bir sosyal sistem, insanların tümünün refah ve adalet içinde mutlu yaşamalarını sağlayacak yegane sistemdir. 
PKK'nın hayal ettiği komünal sisteme dönecek olursak, hiçbir bilimsel gerçeğe dayanmayan bu hikaye KCK Sözleşmesi'nin başlangıç kısmında "Kürt halkının demokratik ve komünal yaşamının tarihsel geleneğine sahip çıkarak" ifadesiyle sahiplenilmiş, güya Kürt halkının böyle yaşadığı iddia edilmiştir. Gerek Marks, gerekse onun fikirlerini esas alan Abdullah Öcalan'a göre günümüz toplumlarında yer bulan kazanç ve mülk edinme, din ve ahlak gibi konular komünal toplumda değerlerin kaybı olarak değerlendirilmektedir. PKK'nın yayın organlarından biri olan bir internet sitesinde ise ilkel komünal toplum tarzında bir yaşayışın sözde önemi şu cümleler ile anlatılmıştır:
Toplumsal varlığın oluşumundaki komünal nitelik, biçime değil öze ilişkin bir husustur. Toplumun ancak komünal tarzda varlığını sürdürebileceğini kanıtlar. Komünal niteliğin yitirilmesi toplum olmaktan çıkmakla özdeştir. Komünal değerlerin aleyhindeki her gelişme toplumdan birtakım değerlerin kaybı anlamına da gelir. O halde komün halindeki yaşamı temel yaşam biçimi olarak değerlendirmek gerçekçidir. İnsan türü, varlığını, bu yaşam biçimi olmadan sürdüremez.92
Burada "komünal değerlerin aleyhindeki her gelişme" ifadesiyle din, ahlak gibi manevi unsurların varlığı kastedilmektedir. Manevi hiçbir değer olmaksızın oluşturulan böyle bir sistemde acıma, merhamet, sevgi gibi kavramların bulunması imkansızdır; dolayısıyla bu çarpık inanışa göre insan değersiz bir varlıktır. İşte bu anlayış sonucunda, örneğin üst kademedeki bir PKK'lı, emrindeki teröristlere çatışmada yaralanan arkadaşlarının kafasına sıkıp kaçmalarını gönül rahatlığı ile söyleyebilmektedir (bu konunun detaylarına "PKK'da İç İnfazlar" başlığı altında değinilecektir). Bir gösteri sırasında çocukların yaralanmasının ya da kadınların ölmesinin hiçbir değeri yoktur. Bu insanların korkunç mantığına göre, Kürt dahi olsalar kadın ya da çocuk hepsinin değeri ancak bir koyun kadardır yani feda edilmelerinde hiçbir sakınca yoktur.
KCK Sözleşmesi'nin giriş kısmında komünal toplum düzenine yeniden dönülmesi gerektiği ve bunun örgüt için önemi şu cümlelerle anlatılmıştır:
Komünal demokratik duruşun çağdaş değerlerle yeniden yaratılması, sosyalizmin yeniden yükselen değer haline getirilmesidir.
Görüldüğü gibi hedef; komünist düzeni tekrar inşa etmek, bunun için de günümüz ortamları içinde komünal toplumu inşa etmektir. 
Sorun şu ki, PKK'nın özlem duyduğu komünal yaşam Güneydoğu Anadolu'daki Kürt kardeşlerimizin yaşam şekli ile taban tabana zıttır. Komünal yaşamda din yoktur, Kürt halkı ise dinsiz yaşayamaz. Komünal yaşamda aile diye bir mefhum yoktur; oysa Kürt kardeşlerimiz için aile ve aşiret değerleri kutsaldır. Komünal yaşam, komün üyelerinin diledikleri zaman, anne-kardeş-bacı fark etmeksizin diledikleri kişi ile cinsel ilişkide bulunmalarını serbest hale getirmektedir. Böyle bir yapı, Kürt kardeşlerimiz için adeta bir kabustur. 
Sol görüşlü bir internet sitesi bu durumu komün üyeleri için "Bu komünal yaşam tarzı içinde serbestçe sevip, çiftleşerek fiziki ve toplumsal varlıklarını sürdürdüler…"93 diyerek anlatmaktadır.

3. Özgürlük Değil Dayatma: KCK Vatandaşlığı

KCK Sözleşmesi'nin en önemli özelliklerinden biri Türkiye Devletini tümüyle reddetmesi ve halka "KCK vatandaşlığı"nı dayatmasıdır. Söz gelimi 5. maddede, "Kürdistan'da doğup yaşayan veya KCK sistemine bağlı olan herkes KCK vatandaşıdır" şeklinde bir ibare geçmektedir. Buradaki Kürdistan ifadesinin umarsızca Güneydoğu Anadolu bölgemiz için kullanılmakta olduğu aşikardır. Sözleşmeye göre, Güneydoğu'da doğmuş ve orada yaşamakta olan herkes sözleşmeyi kabul etmek zorundadır ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değil KCK vatandaşıdır. Bir Kürt'ün sözleşmeye aykırı davranmaktan öte sözleşmeye ters bir şey düşünmesi bile suç sayılmaktadır. Sözleşmeye uymamak, "ihanet ve teslimiyet" olarak değerlendirilip cezalandırılacaktır. Cezalandırma 27-30. maddelerde düzenlenen "yargı erki" içinde "halk mahkemeleri" tarafından yapılacaktır.
Bu uygulama, bölgede etkili siyasetçileri dahi kapsamış, hatta uygulamaya geçirilmiştir. KCK, Diyarbakır Belediyesi'nin eski Başkanı Osman Baydemir'i 2008 yılında "Öcalan irademdir" kampanyasına imza atmadığı için, belediyede temizlik işçisi kadrosunda görev yapan iki kişi tarafından yargılatmıştır.94 
Gazeteci-yazar Murat Yetkin, KCK mahkemeleri tarafından yargılanıp suçlu bulunan bir kişinin kendisinden yana yakıla avukat istemesi gibi garip bir olayı anlatmış ve şöyle devam etmiştir:
Asıl şaşırdığımız, vatandaşın bu durumu, yani PKK'nın Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, resmi mahkemelere paralel olarak mahkeme kurmasını doğal, kararlarını da meşru karşılamış olması.  
Görülüyor ki, Güneydoğu'da PKK tarafından kurulmuş olan korku imparatorluğu, halkı bu sahte mahkemelerle muhatap olmaya zorlamakta ve ciddi şekilde tehdit etmektedir. Söz konusu yazıda Murat Yetkin şu doğru tespitte bulunmaktadır: 
Leninist teoride 'ikili iktidarlar' denilen, bizim 'paralel devlet' diye ifade edebileceğimiz 'devlet içinde devlet' yapıları bunlar; Kobani'deki (Ayn el-Arab) 'Kanton' örgütlenmesinin temeli de buydu zaten. Yalnız mahkeme de değil… Diyarbakır kırsalında, Şırnak kırsalında, PKK'nın sadece 'şehitliklerini' değil, kendi polisini, cezaevini, hatta dağa adam gönderme amaçlı, kendi 'askere alma' noktalarını oluşturmuş olması. 95
Bütün bunların yanı sıra, "KCK vatandaşı" olarak dayatılan kişiler, Sözleşme'nin 31-33. maddelerine de uyum göstermek zorundadırlar. Söz konusu maddelerde "KCK vatandaşları"na "meşru savunma yükümlülüğü" konmuştur: "Herkes meşru savunma için hazırlıklı olmakla ve meşru savunma çalışmalarını desteklemekle yükümlüdür... Tüm barışçıl eylemler boşa çıkarsa ayaklanma ve öz savunmaya dayalı gerilla savaşları gündeme gelir..." Bir başka deyişle halk, önce KCK vatandaşı olma zorunluluğunda bırakılmakta, ardından da meşru savunma adı altında PKK üyelerinin girişeceği gerilla savaşına katılmak mecburiyetinde kalmaktadır. 

4. Örgütün Terörü Meşrulaştırma Çabası

KCK Sözleşmesi'nde madde 4 ve madde 9/a'da "Kürdistan'ın emperyalist bir sömürge sistemi altında olduğu" iddia edilmektedir. Burada kastedilen Türkiye'nin Güneydoğusu ve Türkiye Cumhuriyeti Devletidir. Bu ifadelerde geçen Kürdistan ifadesi, sadece PKK'nın bölücü emellerinde geçen sahte bir izahtır. Devletimizi bu izahlardan tenzih ederiz. 
Daha önceki bölümde bahsettiğimiz "Meşru Savunma Yükümlülüğü" başlıklı Madde 32'de ise PKK ve KCK elemanlarının düzenlediği terör eylemlerine, "sömürgecilik karşıtlığı" gibi bir söylemle meşruiyet sağlanmaya çalışıldığı görülmektedir. Ayrıca "uzun süreli halk savaşı stratejisi", "karşı devrim", "devrimci zor" ve "ulusal kurtuluş savaşı" gibi sözleşme metninde geçen terimler ile örgüt, asli yöntem olarak şiddet kullanımını öne çıkartarak, 'terörü', meşru bir mücadele gibi sunmaya çalışmıştır. 
Hatırlatalım: PKK'nın kuruluş manifestosu ve eylemleri temelde hep manifestoda "sömürgeci güç" olarak tanımlanan Türkiye Devletinin yıkılması hedefini esas almıştır. Dolayısıyla KCK anayasasında asıl planlanan, Güneydoğu'da kurulan devletin cebren elde ettiği "KCK vatandaşlarını" yani Kürt halkını "meşru savunma" adı altında terör eylemi yapmaya zorlamak olacaktır. 

5. Mevcut Devlet Yapısının Yıkılarak Yeni Bir Devlet Yapısının Kurulması

KCK Sözleşmesi'nin de önsöz bölümünde "Kürdistan Demokratik Konfederalizmi bir devlet sistemi değil, halkın devlet olmayan demokratik sistemidir" denmektedir. Sözleşmede sık sık devlet kavramı sert bir biçimde eleştirilmekte ve sözde yeryüzündeki tüm kötülüklerin nedeniymiş gibi sunulmaktadır. Bunun kuşkusuz en önemli sebebi, komünizmin tümüyle devlet kavramına karşı olmasıdır. 
Her ne kadar sözleşmenin başlangıç kısmında KCK için farklı bir tanımlama yapılmaya çalışılsa da, çeşitli hükümlerde KCK sistemi içinde 'yurttaşlık', 'vergi toplama', 'meşru savunma savaşı hali', 'aktif katılma yükümlülüğü', 'yasama organı', 'yürütme konseyi', 'yargı sistemi' gibi yapılanmalar tanımlanmaktadır. Tüm bunlar tam anlamıyla bir devlet sistemini tarif etmektedir. 
Nitekim terör örgütünün lideri Abdullah Öcalan bir kitabında "…sorunları sadece Devleti yıkma mantığıyla aşamayacağımız ortadadır. Kaldı ki, Sovyet deneyiminde komünistlerin Çarlığı yıkmaları ve kendi diktatörlük rejimlerini kurmalarının sonuçları yeterince ders verici özelliktedir.”96 demiştir. Bundan da anlaşılacağı üzere Öcalan ve yönettiği KCK yapılanması Devleti tümden yıkarak yerine komünist ideolojiye göre yeni bir devlet inşa etmeyi amaçlamaktadır.

KCK ile Planlanan Nihai Hedef 

Bugün dünyada ve Türkiye'de belli bazı kesimlere "PKK'nın nihai hedefi nedir?" diye soracak olursanız alacağınız muhtemel cevaplar Kürt kimliğinin tanınması, ana dilin kabul görmesi ya da özerklik olabilir. Oysa terör örgütünün gerçek hedefi bunlardan hiçbirisi değildir. Çünkü terör örgütü, Kürtler için değil, komünist düzeni tüm Ortadoğu'ya hatta tüm dünyaya yaymak için örgütlenmiştir. Bunun için Kürt milliyetçiliğini, Kürtçeyi ve yıllar boyunca Kürt kardeşlerimizin ezilmişliğini sadece bir araç olarak kullanmaya çalışmaktadırlar. 
KCK anayasası, aslında hedeflenen bu komünist sistemin uygulaması olarak düzenlenmiştir. Başta bir diktatör olacak, mevcut legal Devlet yıkılacak ve komün sisteminin şartlarını belirleyen KCK kurallarına göre halk birer köle haline getirilecektir. Bu olurken halk, sözde KCK devletinin direktiflerinden çıkamayacak, çıkanlar derhal cezalandırılacak, terör ise bir devlet kanunu olarak uygulamada olacaktır. Komünist düzenin getirilip uygulanması bu bölgelerle de sınırlı kalmayacak, söz konusu komünist devlet düzeni, tüm Ortadoğu'ya ve ardından dünyaya yaygınlaştırılacaktır. 
Komünist söylemleri taktik icabı bir süre önce bırakmış olan Öcalan, aslında bu planı farklı ifadelerle tarif etmektedir:
KCK Sözleşmesi, devletçi zihniyeti aşan toplumsal ilişkiler düzeneği yaratarak, halkın demokratik örgütlenme ve karar gücüne dayanan derinleşmiş radikal demokrasiyi Kürdistan'dan başlayarak, Ortadoğu'ya ve tüm dünyaya yayma hamlesinin başlangıç aşaması durumundadır. 97
Burada bahsedilen "radikal demokrasi" aslında PKK'nın 40 yıldır özlem duyduğu komünist düzendir. Demokrasi kelimesi sadece göz boyamak için kullanılmıştır, gerçekte demokrasi ile hiç alakası yoktur. 
Burada Devletimizin ve yöneticilerimizin dikkat etmesi gereken husus şudur: PKK'yı, Kürtlere ana dilde eğitim hakkı vermek, Güneydoğu'ya özerklik tanımak ya da federe devlet kurmak durdurmayacaktır. PKK'nın bölgedeki faaliyetlerini durdurması ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin otoritesini tanıyarak kabullenmesi, ideolojisi nedeniyle mümkün değildir. PKK -Allah korusun- Güneydoğu Anadolu'yu Türkiye'den kopararak, burada komünist bir devlet kurmayı başarırsa bununla yetinmeyecek, Türkiye'nin kalan kısmını da komünist yapmak için terörist eylemlerine var gücüyle devam edecek, oradan ise güneyden Ortadoğu, batıdan Balkanlar ve Avrupa, kuzeydoğudan ise Kafkaslara uzayarak komünist dünya devletinin temellerini atacaktır. Bir kere alt yapıyı sağladıktan sonra ise, kendisine taraftar bulması kuşkusuz hiç de zor değildir. 

 7. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder