22 Ağustos 2019 Perşembe

AMERİKA'NIN GÖREMEDİĞİ PKK - BÖLÜM 5

AMERİKA'NIN GÖREMEDİĞİ PKK - BÖLÜM 5


Suriye'de Kürtlere PYD Baskısı .,

Suriye iç savaşının ilk başladığı yıllarda, Rojova bölgesinden Türkiye'ye ulaşan ilk Kürt mülteciler, Cezire kantonundan gelmişlerdir. Bu kardeşlerimiz açıkça, Esad'ın zulmünden değil, PYD'nin zulmünden kaçtıklarını belirtmişlerdir. Nitekim PYD, yukarıda bahsini ettiğimiz Öcalan'ın Beşar Esad'la ittifak taahhüdü gereğince Suriye'de Esad ile işbirliği içindedir. Bu nedenle, söz konusu bölgelere o dönemde Esad'ın bir saldırısı olmamıştır. Sonrasında da ülkedeki karışıklığı fırsat bilenler, yıllardır maruz kaldıkları PYD zulmünden kaçabilmek için bu fırsatı değerlendirmiş ve Türkiye'ye sığınmışlardır. Dolayısıyla PYD, uluslararası camiaya vermek istediği görüntünün tamamen aksine, tıpkı PKK gibi, kendi halkına zulmeden ve kendi egemenliği altındaki topraklarda Leninist bir sistem kurmuş olan oldukça tehlikeli komünist bir terör örgütüdür. 

Suriye'deki Kürt bölgesi olan Rojava'da dindar Kürt halkı adına konuşan Suriye Kürt İslam Cephesi (Cephetül İslami Kurdi) Lideri Ebu Abdullah'ın, "Esed zindanlarından çıktık, PYD zindanlarına girdik, ikisi bizim için aynıdır" 66 sözleri oldukça büyük önem taşımaktadır.

Nitekim Kobani'de yaşananların ardından dindar Kürtler, PKK'yı asla tasvip etmediklerine dair çıkarmış oldukları basın bülteninde şöyle söylemişlerdir: "Hiç şüphe yoktur ki; Müslümanların Kobani'den tavşan gibi kaçan bu korkak çetelere (PKK'lılara) cevap verecek kuvvet ve kudreti vardır." 67
Görülebileceği gibi Suriye Kürt bölgesi olan Rojova'daki Kürt halkı, idareyi elinde tutan PYD'yi bir bela gibi görmekte ve PYD'nin baskısından kurtulmak istemektedir. Aynı durumun Türkiye için de geçerli olduğunu, Türkiye'deki Kürtlerle PKK'nın hiçbir zaman aynı kabul edilemeyeceğini, Türkiye'deki Kürtlerin de daima PKK'nın hedeflerinden biri olduğunu burada tekrar hatırlatmak gerekmektedir. 

Suriye Kürt bölgesindeki söz konusu durumu delillendirmek için İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün (HRW - Human Rights Watch) 2014 tarihli 108 sayfalık raporu da büyük önem taşımaktadır. Suriye'de Kobani ve Cezire kantonlarındaki durumun incelendiği bu rapora göre, bölgeye hakim PYD güçleri, keyfi tutuklamalar, yasal hakları ihlal, faili meçhul ölümler ve kaçırılmalarla ilgili sorumlu tutulmaktadır. İhtiyatlı ve yumuşak bir dille hazırlanmaya çalışılmasına rağmen rapordan oldukça ürkütücü bir tablo çıkmaktadır. İşkence sorunu, kişi hak ve özgürlüklerinin sınırlanması, adalet sisteminin işlememesi neredeyse her satırda ön plandadır. 

Cezaevlerindeki bir kısım suçlularla görüşen İnsan Hakları İzleme Örgütü temsilcileri, buradaki mahkumların herhangi bir tutuklama emri olmaksızın alıkonulduklarını, avukatlarıyla görüştürülmelerinin engellendiğini ve yargı önüne çıkarılmadıklarını belirtmişlerdir. Mahkûmlar, hapishanede sürekli yetkililer tarafından darba maruz kalmaktadırlar. Tutuklamaların genellikle sadece iftiralara dayandığı, itirafların ise işkence altında alındığı anlaşılmaktadır. Muhalif olan neredeyse her ses susturulmaya çalışılmıştır. Gözaltında şüpheli ölüm vakaları ise çok fazladır.

Raporda ayrıca çocukların ellerine silah verilip militan olarak kullanıldıkları belirtilmiş, toplumsal olayların daima kanlı şekilde bastırıldığına dikkat çekilmiş ve tüm bunların yanı sıra onlarca insan hakları ihlali sayılmıştır. Söz konusu değerlendirmede, PYD'nin doğrudan Türkiye'deki PKK terör örgütünün bir parçası olduğu açıkça vurgulanmakta, Suriye hükümetinin iç karışıklıklar nedeniyle bölgeden çekildiği 2012 tarihinden beri bu örgütün yerel bir mahkeme, cezaevi ve polis ile keyfi uygulamalar yaptığı belirtilmektedir. Söz konusu uygulamaların endişe verici olduğu vurgulanmaktadır. 68 
Nitekim Kobani saldırılarının sonrasında, Türkiye'nin ihtarlarını hiçbir şekilde dikkate almayan bir kısım Batı medyası, bölgeyi yakından tanıdıktan sonra ifadelerini değiştirmek zorunda kalmıştır. Daily Beast'de Jamie Dettmer, Suriye'de Kürt bölgesi yönetimini, "PKK'nın Suriye kanadını oluşturan despot PYD" olarak tanımlamış ve evlerine geri dönmek isteyen bir kısım kişilere PYD tarafından izin verilmediğine dikkat çekmiştir. Ali isimli emekli bir Kürt köylüsünün anlattıkları ise yazıda şu şekilde yer almıştır: 
"Savaşçılar (YPG) istediklerini yapıyorlar ve kimse onlara karışamıyor. Eğer size bir şey yapmanızı veya yapmamanızı emrederlerse, onlara hayır diyemez veya bunun doğru olmadığını söyleyemezsiniz.” 69 Nitekim Dettmer'in görüştüğü bölge halkının ifadelerine göre, kuşatmanın ardından Kobani'ye geri dönmek isteyen pek çok kişinin girişine izin verilmemiş, YPG militanları tarafından bu insanların mallarına el konulmuş ve bu kişiler tüm varlıkları ellerinden alınarak göçe zorlanmışlardır. 70 

Bu despot tutum yazıda şu delillerle tarif edilmiştir: 

Kobanili Kürtler PYD'yi halkın içinde eleştirme konusunda çok dikkatliler; misilleme yapılmasından korkuyorlar. Örgütü eleştirenlerin hiçbiri aile isimlerinin deşifre edilmesini istemiyor. Parti (PYD), hayatı muhaliflere oldukça zor hale getiriyor. 

Aynı yazıda, Batı'dan bazı kesimlerin bakış açısı ile Dettmer'in gördükleri arasındaki farklılık da kapsamlı olarak dile getirilmiş ve Kobani bölgesinin PKK terör örgütünün himayesinde olduğunun delilleri verilmiştir: 
Kobani'deki savaşçıların büyük bir çoğunluğu Suriyeli Kürtler değil; ABD ve Avrupa Birliği tarafından terör örgütü olarak tanınan PKK üyeleri. ... Kobani'de ateş emri veren kumandanlar, kuşatma sırasında kadın savaşçıların rolünü dünyaya tanıtmak için röportaj yapan Batılı medyaya gösterildiği gibi yerel bölgesel liderler falan değiller. Bunlar, aslında, yerel halkın Kandil Kürtleri dediği kişilerden oluşuyor. Kandil, Kuzey Irak'ta bulunan Türkiye'den de 30 kilometrelik bir alandan içeri giren, bölücü hareketin askeri eğitim kamplarını içine alan PKK'nın dağdaki sığınağına işaret ediyor. 71 
İsmini vermek istemeyen bir YPG militanının ise bu konudaki itirafları şu şekildedir: 

Kuşatma sırasında da baş kumandanlardan sadece 5 tanesi Kobani'liydi; 15 tanesini Kandil kumandanları oluşturuyordu.  72
Söz konusu gözlemlerin ardından Dettmer, sınıra yığılı Türk tanklarının varlığına oldukça hak vermiş gözükmektedir. 
Kobani bölgesinde olduğu gibi, PYD, Tel Abyad gibi civar Türkmen ve Arap bölgelerine de IŞİD tehlikesini bahane ederek koalisyon güçlerinin devreye girmesini istemiştir. Amaç, bu bombardımanı kullanarak Türkiye sınırındaki Türkmen bölgelerini ele geçirip, uzun bir sınır hattı elde etmektir. ABD ve diğer koalisyon ortakları ise IŞİD ile mücadele adı altında PKK terör örgütüne açıkça yardım etmişlerdir. Oysa o bölgeden kaçıp yine Türkiye'ye sığınmakta olan bölge halkı, IŞİD'in değil YPG'nin zulmünden kaçmakta olduklarını açıkça belirtmişlerdir. ABD ve diğer koalisyon güçlerinin bunu fark edememesi veya görmezden gelmesi, ciddi ve oldukça tehlikeli sonuçlara sebep olacaktır. 
Bütün bunlardan yola çıkarak orada yaşayan Kürt halkının, PYD'nin zulmünden kaçıp 2011 yılından itibaren Türkiye'ye sığınıyor olduklarını çok iyi değerlendirmek gerekmektedir. Oradaki zavallı halk, uzun zamandır, bu bölgede hakimiyetini ilan etmiş bir Leninist terör örgütünden kurtulmaya çalışmaktadır. Bunun için Türkiye'yi tercih etmeleri, Türkiye'de güvende olacaklarını bilmeleri, söz konusu durumu çarpıtan ya da tam anlamayan Batı'ya önemli bir işaret olmalıdır. Türkiye, kendisine sığınan herkese büyük bir onur duyarak ve sevgiyle sahip çıktığı gibi söz konusu Kürt kardeşlerimize de en mükemmel şekilde sahip çıkmıştır ve onların güvenlik içinde yaşamalarını sağlamıştır. Nitekim Kobani'den Türkiye'ye sığınan Kürt kardeşlerimiz, sınırı geçer geçmez kendilerine yardıma gelen Türk askerinin boynuna sarılmış, sevgiyle güvenli topraklara gelmenin mutluluğunu yaşamışlardır. Türk askerini kendi dostları, akrabaları, oğulları gibi gördükleri anlaşılabilmektedir. 

Suriye sınırdan geçen 2 milyondan fazla mültecinin tüm bakımını üstlenen Türkiye, bu mültecilerin büyük bir kısmını 22 ayrı kampa yerleştirdikten sonra, özellikle Kobani'den gelen mağdur Kürt kardeşlerimiz için dünyanın en büyük mülteci kampını inşa etmiştir. 35 bin kişilik kapasiteye sahip olan Suruç'daki söz konusu mülteci kampı okula, hastaneye, 100 ayrı çamaşır ve dinlenme bölümüne sahiptir. Kamp aynı zamanda kendi bünyesinde bir su şebekesine sahip olup bu su hem orada yaşayanların ihtiyaçlarını karşılayacak hem de civardaki tarım alanlarında kullanılabilecek kapasitededir. Buraya yerleştirilen Kürt kardeşlerimizin sağlıklarından bakımlarına, eğitimlerinden dinlenme ve iş imkanlarına kadar her türlü detay düşünülmüş ve muazzam bir çalışma gerçekleştirilmiştir. Söz konusu kamp; BM, Batılı politikacılar, insan hakları temsilcileri ve medya tarafından da övgüyle karşılanmıştır. 

Bir kısım Batılıların PKK lehinde hareket etmelerinin asıl sebebi 
Hükümetin iyi niyetli olarak başlattığı çözüm sürecinin ilk anından itibaren, bölücülük ve şiddet isteyen Stalinist bir terör örgütünün asla silah bırakmayacağı, güçlenmek için fırsat kolladığı ve sinsi bir yöntemle Türkiye'nin Güneydoğusunu ele geçirmeye yelteneceği sürekli hatırlatmasını yaptığımız konular olmuştur. Nitekim çatışmaların tekrar başladığı şu günler, PKK'nın gerçekten de bu çatışmasızlık ortamını kendisi için bir gizliden işgal politikasına çevirmiş olduğunu göstermiştir. Bu konuda alınması gereken tedbirler acil ve hayatidir. Söz konusu tedbirler kitabın ilerleyen bölümlerinde kapsamlı açıklanmıştır. 

Burada üzerinde durmak istediğimiz husus, çözüm sürecinin başlangıcından itibaren Batı'dan bazı kişilerin bu sürece yaklaşımıdır. Kuşkusuz ülkeler içinde barışın gerçekleşmesi bütün dünya için hoş karşılanacak bir durumdur ve ülkemizde söz konusu dönem içinde silahların susmasının Batılı ülkeler tarafından takdirle ve övgüyle karşılanmasında da garip olan bir durum yoktur. Garip olan kısım, Batılı devletlerden bir kısım sözcülerin Türkiye'ye ilginç önerilerde bulunmalarıdır. Her ne hikmetse, bu önerilerin tümü PKK'nın lehine olan ve onların istekleri çerçevesinde şekillendirilmiş önerilerdir. Bu önerilerin hiçbir kısmında Türkiye Cumhuriyeti'nin bölünmez bütünlüğünü koruyucu ve Türkiye'yi PKK karşısında güçlendiren bir yönlendirilmede bulunulmamaktadır. Bunun belki de en önemli sebebi, PKK yoluyla gerçekleşecek olanların, aslında Batı'nın kendi hedeflerini temsil ediyor olmasıdır. 

Bu konuda verilebilecek en önemli örneklerden bir tanesi, ABD Dışişleri Bakanlığı'nda uzun süredir danışmanlık yapan Neocon David Phillips'in açıklamalarıdır. Phillips'in 2007 yılında Türkiye'ye yönelik önerileri dikkat çekicidir. Bu önerilerin başında, PKK ile barış süreci olduğu takdirde örgüt üyeleri için af ilan edilmesi şartı yer almaktadır. İkinci temel öneri ise sivil anayasanın hemen yürürlüğe konulmasıdır. Bunun anlamı ise, yerel yönetimlere önemli haklar verilmesi demektir ki bölünme için temel unsur bu olacaktır. 
ABD'nin Türkiye Eski Büyükelçisi Ross Wilson'un 13-15 Nisan 2009 tarihinde yaptığı açıklamalar ise yine aynı başlıkları içermektedir. En önemli şart, PKK'lıların mutlaka serbest bırakılması ve ikinci temel şart ise federalizme yol veren yerel yönetimlerin güçlendirilmesi unsurudur. 

Görülebileceği gibi, ABD'den bazı isimlerin Türkiye üzerindeki temel baskısı, PKK'yı bir barış elçisi gibi göstermek, Öcalan'ın mutlaka serbest kalmasını sağlamak ve Türkiye'nin bölünmesinin yolunu açmaktır. Yıllar önce tasarlanan ve öneri olarak sunulan bu planlar ise bugün açık açık tartışılmaktadır. 
Hedef, PKK'ya federasyon verilerek, "Ortadoğu'nun yeniden dizayn edilmesi projesi" kapsamında PKK'nın bütün ulusların kabul edeceği türden bir devlet kurmasının önünü açmak; bu yeni oluşum sonucunda bölünen, Ortadoğu'yla irtibatı kesilen Türkiye'nin gücünü zayıflatmak ve itibarını zedelemektir. Böylelikle Batı derin devletleri açısından, İslam Birliği gibi bir bütünlüğün oluşması da coğrafi ve ideolojik anlamda zorlaşacak, Türkiye ile İslam ülkeleri arasına İslam karşıtı komünist-Stalinist bir PKK devleti adeta bir set olarak çekilecektir. Kendi içinde bir terör örgütüne yenik düşen ve dolayısıyla İslam ülkelerinin sorunlarına çözüm bulmaktan uzak, tavizkar bir Türkiye görünümü oluşacaktır. 

PKK'ya özerklik veya federasyon verilmesi gibi bir durumun gerçekleştirilmesi sonucunda ise, Türkiye'yi en az 50 yıl uğraşacağı ve daha fazla zayıflayacağı bir süreç bekleyecek; mübadele talepleri, yeni toprak talepleri, yeni bölgesel ayrılık taleplerinin dile getirilmesi, farklı dillerin de devreye girmesiyle ülke insanlarının ortak dil, ortak hedef, ortak ülküden uzaklaştırılması söz konusu olacaktır. Parçalanıp bölünmüş güçsüz bir Türkiye ise, Batı'da bir kısım derin güçlere, 100 yıldır elde etmek istedikleri manzarayı sunmuş olacaktır. 

Bu amaçla bir kısım Batılı güçler, doğrudan özerklik veya federasyon gibi kelimeleri kullanmasalar da -ki aralarında açıkça bunları da dile getirenler de vardır- yerel yönetimlere yönelik yetki genişletilmesi konusunda uzun zamandır Türkiye'ye yönelik baskı halindedirler. Nitekim AB'ye uyum yasaları dahilinde bu ayrıcalıkların bir kısmı çoktan sağlanmıştır; bu konu ilerleyen satırlarda kapsamlı olarak incelenmiştir. 

Bu konuda çeşitli düşünce kuruluşları, diplomatlar ve yazarlar tarafından Türkiye'ye yönelik baskılar gözle görülür boyutlara ulaşmıştır. Türkiye, zaman zaman, Batı derin devleti sözcülerinin belirlediği şartları yerine getirmediği takdirde, istemese de her an kendisini Ortadoğu'da bir savaşın ortasında bulacağı tehdidiyle karşılaşmaktadır. NATO'nun yardımı olmadan füze ve diğer hava saldırıları karşısında zayıf konumda olduğumuz hissettirilmeye çalışılmakta, hatta zaman zaman NATO'dan çıkarılmamıza yönelik teklifler kasıtlı olarak gündeme getirilmektedir. Türkiye'nin Batılı ülkeler nezdinde yatırım yapılamayan, insan haklarının ihlal edildiği, yalnızlaştırılacak bir ülke olarak gösterileceği tehditleri yapılmaktadır. 

Tekrar hatırlatalım, PKK konusuna çözüm bizim de istediğimiz bir şeydir. Fakat bu çözüm, Batı derin devletinin baskılarına dayalı, beraberinde komünist bir devletin inşasını getirecek, Türkiye'nin ise toprağından ve kimliğinden taviz verdiği bir çözüm asla olmayacaktır. PKK'ya köklü çözümün tek yolu, örgütü Marksist ideolojiden uzaklaştıracak kapsamlı bir eğitim seferberliğidir. 

Öcalan'a ve PKK'lılara Af beklentisi Zavallılıktır

Batı derin devletlerinden bir kısım isimlerin Türkiye'ye yönelik en büyük baskılarından birinin, Öcalan'ın serbest bırakılması olduğundan bahsetmiştik. Batı'nın adeta yancılığını yapmakla görevli bir kısım kişiler de bunu ülkemizde de dile getirmekten çekinmemektedirler. Bu olağanüstü garip teklif, yavaş yavaş söylemler ve bilinçaltı propagandalarıyla makul hale getirilmeye çalışılmakta, HDP'li belediye başkanları Öcalan'ı özgür görmek istediklerini açıkça dile getirmekte, şehit analarının yaşadığı dehşet, bu konunun destekçilerini hiçbir şekilde ilgilendirmemektedir. 40 bin askerimizi şehit eden katillerin bırakılması için adeta bir kulis yapılmakta; hatta konunun af bile değil, bir serbest bırakılma şeklinde olması istenmektedir. Türk milletinin karşısında açıkça "onlar suç işlemediler ki" denebilmektedir. Ülkemizde böylesine büyük mantıksızlıkların konuşulabilir olması, oldukça riskli bir noktada bulunduğumuzu sergiler niteliktedir. Bu nedenle, böyle bir af konusuna asla izin vermeyeceğimizi, halkımızın da bunun karşısında mutlaka tek yürek olarak bir arada duracağını ısrarla belirtmek gerekmektedir. 

Bu konuda hem Türkiye'de af destekçilerine hem de yabancı derin devlet temsilcilerine hatırlatmak istediğimiz noktalar vardır. 

* Bilindiği gibi ülkemizde daha önce bu konuyla ilgili olarak af denenmiş, ancak uygulama hem terörü hem de toplum içindeki suç oranını daha da artırmıştır. Bülent Ecevit'in Başbakan olduğu dönemde eşi Rahşan Ecevit tarafından hazırlanan af teklifi, 2000 yılında 4616 sayılı Şartla Salıverme Yasası adıyla Meclis'ten geçmiş, 44 bini aşkın kişi bu aftan yararlanmıştır. Aftan sonra 3 yıl içinde mahkum sayısı 20 bin artarak 64 bine çıkmıştır. Rahşan Ecevit daha sonra, "Ben affı garibanlar için istedim, katiller yararlandı" diyerek affın vahim sonuçlarını dile getirmiştir. 'Rahşan affı'ndan sonra geçen 15 yılda ise cezaevlerindeki hükümlü sayısı 160 bine ulaşmıştır. 
* ABD Büyükelçiliğine bombalı saldırı düzenleyen Ecevit Şanlı isimli DHKP-C'li terörist sağlık sorunları gerekçesiyle Ahmet Necdet Sezer döneminde affedilmiş olan bir kişidir. Sezer döneminde affedilen 260 mahkumun 200'ünün, DHKP-C, Dev-Sol, PKK, THKP/ML ve TİKKO üyesi olması söz konusudur. Bu kişiler birçok eylemle yeniden ortaya çıkmaktadırlar. Emniyet'in raporlarına göre, Tunceli'de çıkan silahlı çatışmada ölü olarak ele geçirilen Okan Ünsal, Berna Ünsal, Ökkeş Karaoğlu ve Cemal Keser gibi DHKP-C militanları da Sezer'in özel affı sonucu dışarı çıkan kişilerdir. 
* 1 Mayıs 2003 eylemlerinde görüntülenen Hüsamettin Özdem, Keskin Hasan Bölücek, Abbas Alkan, Cihan Alkan, Enis Aras, Deniz Yıldız, Sakine Ögeyik, Gülten Özdemir, Özkan Güzel ve Mehmet Leylek isimli teröristler de aynı şekilde affedilen kişilerdi. Son olarak, Savcı Mehmet Selim Kiraz'ın katledilmesi yönünde talimat veren DHKP-C lideri Hüseyin Fevzi Tekin de 10. Cumhurbaşkanı Sezer döneminde affedilmiştir. 
* Diğer taraftan, PKK'nın affı demek Türk milletinin onurunun kırılması, şerefinin ve haysiyetinin ayaklar altına alınması demektir.
* On binlerce şehit, yüz binlerce gazi ailesi için, Mehmetçik/Polis/Korucu şehit eden katillerin affedilmesi dehşet verici bir durumdur. Bu ortam tüm Türkiye'de onarılması imkansız yaraların açılmasına, acıların katlanılmaz hale gelmesine sebebiyet verecektir. 
* Komünist teröre verilen her taviz, önlenemeyen bir azgınlığın, şımarıklığın, kanun tanımazlığın önünü açacaktır.
* Katillerin salınması demek, PKK'nın 40 yıldır yaptığı tüm kanunsuzlukları meşru hale getirecek, artık ülkede kanunlara saygı, devlete saygı asla kalmayacak, terör adeta meşru hale gelmiş olacaktır. 
* Bağımsız ve PKK'ya bağlı bir Kürt devleti kurulabilmesi için hem Kürtleri bu yapıyı desteklemeye zorlayacak hem de bölgeyi buna mecbur bırakacak ve toplumu tetikleyecek bir seri işleme gerek vardır. Aynı zamanda Türkiye'nin de gücünün, onurunun kırılmasına ihtiyaç vardır. Öcalan'ı salma planının bir nedeni de budur. 40 bin kişinin katliam emrini veren birinin Türkiye gibi güçlü bir devlet tarafından salınıyor ve muhatap alınıyor olması, o kişinin sanki bütün Kürtlerin lideri olarak algılanmasına sebebiyet verecektir. Bu durumda Öcalan da rahatlıkla tüm Kürtlerin Cumhurbaşkanı olma hayaline kapılacaktır. 
* Oluşacak bu siyasi-sosyal rüzgar, bölgeye yeni bir Saddam, Kaddafi, Ho Chi Minh, Stalin, Mao kazandırmış olacaktır. Bu durumda ağır silahlarla donatılacak, istihbarat desteği verilecek PKK devletiyle bütün bölge ülkelerini savaştırmak artık çocuk oyuncağı haline gelecektir. Öcalan da kendisine biçilen görevleri bilmekte, hangi Batılı ülkenin arkasında nasıl duracağını görmekte, hatta hangi komünist ülkelerin kendisine nasıl askeri yardımda bulunacağını hesaplamaktadır. Bu arada Öcalan, bu güce ulaşabilmek için her türlü tiyatroyu oynayacaktır. Komünistken birden emperyalist kesilen, 99'da yakalandığında "Devletimin hizmetindeyim" diyen, fakat sonrasında yüzlerce PKK eylemini yönlendiren, 2004'te konfederalizm istediğini kitaplarıyla açıklayan Öcalan, tarihin en ibretle izlenen oyuncularından birisidir. 
* "Katiller çok insan katledince onlardan çekiniliyor ve affediliyor" mantığı bir defa toplumda yer ederse, bundan sonra pusuda bekleyen onlarca yeni terör örgütü Türkiye'de eylemlere başlayacaktır. IŞİD, El Kaide, Asala, DHKP-C gibi yüzlerce terör örgütü "Bolca katliam yapalım, devlet bizi de muhatap alıp masaya oturacak. Bize de taviz verecek. Katillerimiz eninde sonunda kahraman gibi salınacak" düşüncesine kapılacaktır. Bu, Türkiye'nin yok olması demektir.
* Polis katillerinin salınması, hala polislik görevini yapan 300 bin polisimizin şevkini kıracaktır. Asker katillerinin salınması, halihazırda asker olan 700 bin askerimizi psikolojik olarak zayıflatacaktır. Bu kişilerin aileleri, yakınları da düşünüldüğünde milyonlarca insan bu yanlışlık sonucunda vicdanen büyük bir rahatsızlığa sürüklenecektir.
* Öcalan ve diğer PKK'lı katiller aynı zamanda 17 bin Kürdü de iç infazla şehit etmiştir. Bu katillerin salınması, Kürtler arasında da dehşetli bir psikolojik travmanın yaşanmasına neden olacaktır. Kendilerinin ve ailelerinin katilleri artık yine onlara baskı yapmak için işbaşında olacak, Devlet de buna mani olamayacaktır. Bu onurlu, gururlu, vicdanlı Kürtler için adeta bir zulümdür. 
* PKK'lıların şehirlere yayılması demek, PKK propagandasının çoğalmasına, tek taraflı propagandanın büyümesine, Marksist- Leninist baskının kat kat artmasına sebebiyet verecektir.
* Öcalan, şu an sadece Türkiye'de değil, pek çok ülkede en çok düşmanı olan insanlardan biridir. Cezaevinden salıverilmesi durumunda onu infaz etmek için yemin etmiş olanların sayısı çoktur ve bu kişiler asıl olarak PKK'lıdır. Böyle büyük bir risk karşısında korunabilmesi oldukça zordur. Öcalan'ın salıverilmesi durumunda PKK içinde kaçınılmaz olarak önderlik savaşı başlayacak, hatta bazı liderler için Öcalan bir hain olarak görülecek ve mutlaka öldürülmesine hükmedilecektir. 
* Öcalan salındığında Barzani ve Talabani gibi Kürt liderlerin başta kalması zorlaşacak, Kuzey Irak'ta çok partili bir sistemin de varlığı ortadan kalkacaktır. PKK orada da tek partili komünist diktatörlüğü kolaylıkla uygulamaya geçirecektir. 
Binlerce şehidimizin kanından sorumlu Öcalan'ın ve cinayet işlemiş PKK'lıların herhangi bir af kapsamında salıverilmesinin sonuçları genel hatlarıyla bunlar olacaktır. Fakat asıl olarak böyle bir karar, izzetin, şerefin, onurun, namusun kalmadığı anlamına gelir. Türk milletinin ise bir özelliği vardır: Türk milleti, onursuz ve şerefsiz olarak yaşayamaz. Bunun yerine mücadele etmeyi ve bu uğurda Allah rızası için can vermeyi göze alır. Merak edenler bunu şanlı tarihimizden görebilirler. 
İşte bu nedenledir ki hiç kimse, Öcalan'ın veya katil PKK'lıların salıverilmesi gibi bir öneri ile Türk milletinin karşısına çıkmamalıdır. İçte ve dışta buna tevessül edenler, bunun Türkiye'de nasıl bir galeyanla sonuçlanacağını; Türk askerinin, Türk polisinin, özel kuvvetlerin ve Türk halkının buna nasıl karşılık vereceğini görmek zorunda kalabilirler. Batılı derin devletlere ve onların burada destekçiliğini yapan bir kısım kişilere, yol yakınken böylesine tehlikeli bir fikirden vazgeçmeleri önerimizdir. 

Global medya diktatörlüğü ve Batı'da algı operasyonları 

Daha önce belirttiğimiz gibi bir kısım Batılı yazarlar 100 yıllık planın uygulamaya geçebilmesi için, bir kısmı da PKK'nın emperyalizm maskesine gerçekten inandığından yoğun bir algı operasyonu ve adeta bir mühendislik çalışmasına yönelmişlerdir. Elbette burada dünyaya hakim global medya diktatörlüğünden de bahsetmek gerekir. Şu anda dünyanın önde gelen ana akım medya organlarının destekleyecekleri ve karşı duracakları ülke, kişi, sistem, ideoloji ve kurumlar belirlenmiştir. Proje; gücü elinde tutanların desteklediğini desteklemek, desteklemediğini de alabildiğine kötülemek üzerine kuruludur. Global medyanın parçası olanlar hiçbir şekilde bunun dışına çıkamazlar. Verilen haberler bu doğrultuda verilmeli, köşe yazarları bu doğrultuda yazılar yazmalıdırlar. Söz konusu sistem bir diktatörlük olduğundan, bu kurallara uymayanlar mutlaka dışlanmaktadır. Tüm dünyanın bildiği fakat sessizce kabul ettiği bu sistemde algı mühendislikleri de ona uygun şekilde yapılmaktadır. Global medyanın idarecileri, kimi zaman hedefledikleri coğrafyada kullanabilecekleri bir kısım kişileri devreye sokup diledikleri hedefe kolayca ulaşabilmektedirler. 
Global medya diktatörlüğü işte bu yöntemi özellikle son dönemlerde yoğun olarak PKK'ya yönelik olarak kullanmaya başlamış ve söz konusu algı yönlendirmenin etkisiyle bir kısım ülkeler PKK'nın terör listesinden çıkarılmasını bile dile getirir hale gelmişlerdir. Öyle ki, yaklaşık 40 yıldır Türk askerini, Kürt halkını acımasızca şehit etmiş olan, sadece kalleşçe, sinsice saldırmayı bilen bu kahpe örgütün üyelerinin bir ayı yavrusunu severken resimleri gündeme oturmuş ve şu başlık atılmıştır: "Türkiye, ellerinde bir yavru ayıyı tutan bu adamı hala terörist zannediyor. Gerçekten öyle mi acaba?"73
Bir teröristi adeta bir şefkat sembolü gibi göstermek, bunu dünyanın en büyük gazetelerinden birinde sunmak, bu algıyı oluşturmak için de genellikle Ortadoğulu yazarları seçmek, tam olarak kastettiğimiz mühendislik taktiğidir. Batı derin devleti, söz konusu taktiği o kadar kabaca, o kadar bilinen yöntemlerle ve o kadar aleni uygulamaktadır ki, asıl hedefinin anlaşılıp anlaşılmamasından çekinmemektedir. Ne de olsa söz konusu medya diktatörlüğünü eleştirebilen, söz konusu diktatörlüğe dur diyebilen yoktur. 
Bu algı operasyonunun etkisi kuşkusuz çok büyüktür. Özellikle Batı halkı, sadece bu yayınlardan elde ettikleri bilgilerle PKK'yı adeta mazlum bir topluluk olarak değerlendirmekte; bu örgütün zalim, kalleşçe sırttan vuran ve yıllarca mazlumları katletmiş ve kendi içinde de sayısız infaz gerçekleştirmiş son derece tehlikeli bir yapılanma olduğunu fark edememektedir. Elbette bu operasyon neticesinde "Kürtlere zulmeden Türkiye" görünümünü de vermek oldukça kolay olmaktadır. Özellikle komünizm tehlikesini bilmeyen bir kısım Batılılar, Kürtleri PKK'nın temsil ettiğini zannetmekte, Türkiye'nin tüm Kürtlerden nefret ettiği sonucuna varmaktadırlar. Oysa Kürtler, Türkiye'nin şanı, şerefi, dürüstlüğü ve efendiliğinin sembolü olan eşi benzeri bulunmayan birer değeridirler. PKK ise, asıl olarak Kürt kardeşlerimize zulmeden, başta Kürt kardeşlerimizin başının belası olan, şerefsiz ve kahpe bir terör örgütüdür. İşte ikisinin arasındaki fark bu kadar açıktır. 

TIME dergisi "Yeni Ortadoğu'da dolaşmak" başlıklı kapak konusunda, terör örgütü PKK'ya katılan kadınları yüceltirken, Öcalan'ı da sözde karizmatik lider olarak övmektedir. Dünyaca ünlü kadın dergileri ELLE ve Marie Claire de aynı şekilde, PKK'lı kadın teröristleri öven yazılar yayınlamışlardır. Alman Der Spiegel, kapaktan verdiği "Teröre karşı tek başına" başlığındaki haberde, PKK'yı Batı'nın son umudu olarak göstermektedir. Rusya'nın Kommersant yayın grubuna ait Ogonyok dergisi PKK'lı kadın teröristleri öven ifadeler kullanmıştır. Newsweek, Kobani'yi büyük bir zafermiş gibi sunarken PKK'nın Suriye kolu olan YPG ve YPJ'yi gündeme taşımıştır. Almanca yayın yapan Marx21 dergisi, PKK konusundaki övgü dolu yorumları, "Kürdistan'a özgürlük, fakat nasıl?" başlığıyla yayınlamıştır. BBC de sürekli PKK'yı övücü yayınlar yapmaktadır. 
Global medya diktatörlüğü ve onun etkisi ve himayesindeki basın organları, kolayca beyazı siyah, siyahı ise beyaz gösterebilme gücüne sahiptir. Bu sinsi taktiğin farkında olmayanlar ise genellikle bu algı operasyonu ile kolaylıkla yönlendirilebilen insanlardır. Maalesef bu kişilerin sayısı da bir hayli fazladır. 


 6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder