30 Ağustos 2019 Cuma

11 Eylül Sonrası Türk Dış Politikasında Vizyon Arayışları BÖLÜM 1

11 Eylül Sonrası Türk Dış Politikasında Vizyon Arayışları ve “ Dört Tarz-ı Siyaset ”  BÖLÜM 1



Mehmet Seyfettin Erol* 
* Yrd. Doç. Dr., Gazi Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi.

Akademik Bakış Cilt 1, Sayı 1 Kış 2007 
Mehmet Seyfettin Erol 

Özet 

Soğuk Savaş sonrası dönemde yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin “bölgeler” ve “küresel güçler/ güç adayları” bazındaki yeni dış politika vizyonu ve stratejisini 
ortaya koyması ve yeni bir yol haritası çizmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Dolayısıyla bu çalışmada, özellikle 11 Eylül sonrası Türk dış politikasındaki tehdit algılamaları ve bunun sonucunda ortaya çıkan güvenlik arayışları neticesinde Ankara’nın daha aktif bir dış politika izleyebilmesi için önündeki muhtemel seçenekler üzerinde durulmaktadır. 

Bu kapsamda bu çalışmanın başlığını oluşturan “Dört Tarz-ı Siyaset”, doğrudan Türk dış politikasındaki stratejik derinlik ağırlıklı tarz arayışının devamı olarak 
ele alınmaktadır. “Dört Tarz-ı Siyaset” olarak adlandırılan bu yeni süreçte Türkiye’nin önündeki seçenekler: 

A. “Genişletilmiş Büyük Asya Projesi-(GBAP)”; 

B. “Türk Dünyası Birliği”; 

C. “Eski Osmanlı Coğrafyası Ağırlıklı İslam Dünyası”; 

D . “Yeni Batı Politikası” projeleri olarak ortaya konulmakta ve analiz edilmektedir. 


Giriş 

Soğuk Savaş sonrası dönemde, özellikle de 11 Eylül ile birlikte dış politika ufkunu genişletme fırsatı yakalamış olan Türkiye, bir diğer ifadeyle çok boyutluluğu yeniden keşfetmiş, Ortadoğu’yu da içine alarak Avrupa’dan Avrasya’ya kadar geniş bir coğrafyada hareket edebilme imkânı yakalamıştır.1 Nitekim Türk dış politikasındaki yeni eğilimleri inceleyen makalesinde Kemal Kirişçi, Soğuk Savaş sırasındaki pasifliğinin aksine Soğuk Savaş ertesinde Türkiye’nin aktivist bir politikaya doğru yöneldiğini söylemektedir.2 Bir ülkenin kendisini ilgilendiren konuları siyasi gündeme sokabilmesini ve sonucu kendi istediği yönde çıkarmasını aktif dış politikanın belirtileri olarak gören Kirişçi, Türkiye’nin dış politika faaliyetlerini kendi bölgesindeki sorunları çözme ve 
global düzeyde istikrarlı bir ortam sağlama çabaları olarak ikiye ayırarak, Ankara’yı bölgesindeki sorunları kendi bütünlüğüne zarar gelmeden ve tek 
yönlü baskıcı önlemlerden kaçınarak çözmeye çalışan bir başkent olarak ön plana çıkartmıştır. RAND’ın 2003’te gerçekleştirdiği bir çalışmada da bu husus 
“geçiş dönemi” olarak nitelendirilmiştir.3 Diğer taraftan, SSCB’nin dağılması, Türkiye’nin güvenlik ve dış politikalarını etkileyen değişkenleri de çoğaltmıştır. 
Sander’in tespitiyle, yeni dönemde Türk dış politikasında, Soğuk Savaş’ın global çıkarlarının yerini bölgesel güvenlik ve işbirliği almış, yeni koşullar küresel 
ittifakların önüne geçmiştir.4 Böylesine bir jeopolitik konumda Türkiye’ye yönelik tehditler ise, Soğuk Savaş dönemindekilerle karşılaştırıldığında, çok daha değişik ve niteliği önceden tam belirlenemeyecek türden olmuştur.5 

Buna karşılık, Uzgel’in de belirttiği üzere, “… dış politikanın güvenlik boyutu olduğunu, stratejik kaygı ve mücadelelerin dış politikada önemli bir yer tuttuğunu kabul etmek gerekmekle birlikte, Türkiye’ye bu konuda dünyada eşsiz ve mutlak olarak bir yer verilmesinin ve dünyanın bunun etrafında döndüğüne 
ilişkin bir algılamanın da doğru olmayacağı ileri sürülebilir.”6 Durum bu hale gelince, Türkiye’nin uluslar arası rolünü anlamak ve değerlendirmek daha zor 
ve içinden çıkılmaz bir hale gelmektedir.7 

Bu kapsamda dışa açık, proaktif bir dış politika anlayışı ve arayışı son dönem Türk dış politikasının önemli bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. 
“Stratejik derinlik” ve “sıfır sorunlu komşuluk” politikaları ile birlikte yürütülen Avrupa Birliği projesi burada daha bir anlam kazanmaktadır. Bu noktada 
bölgesel oluşumlar içinde yer almak küreselleşme ile çelişmediği gibi, tam tersine birbirini tamamlayıcı nitelikte kabul edilmektedir. Bölgesel oluşumlar 
içinde yer almak, bir ülkenin ulusal çıkarlarını küresel tehditlere/risklere karşı korumak için en sağlam, en az maliyetli yol olarak görülmektedir.8 Bu yüzden 
uygar dünya güvenlik başta olmak üzere, birçok alanda ulusal çıkarlarını korumayı bölgesel entegrasyonlar yoluyla gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Çünkü ortak küresel tehditlere karşı tek başına mücadele etme yerine, dayanışma sonucu diğer ülkelerin ulusal güçlerinden de istifade edilmektedir.9 Nitekim Bülent Ecevit, Ankara’nın çevresindeki bölgelerde kendi çıkarlarını savunmada daha etkin rol üstlenebileceği “bölgesel bazlı” bir dış politikanın önemini vurgulamaktadır. Bunun pratikteki anlamı Suriye, İran, Kuzey Irak, Ege ve Kıbrıs konularında daha etkin bir siyasetin izlenmesidir. 
Bu, Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Hazar’da da daha etkin bir siyaset anlamına da gelmektedir. 

Ancak, bu alanlarda Türk politika oluşturucuları şimdiye kadar oldukça temkinli ve çok boyutlu bir yaklaşım benimsemiştir.10 

Nitekim yüksek derecede tehdit algılaması ve buna uygun karşılık bulma ihtiyacına paralel olarak küresel politikada önemli bir aktör olma sürecinde 
bulunan Türkiye, bugün bölgesel konularda kendinden daha emin konuşabilmek  te ve çıkarlarının gereğini net bir şekilde ortaya koyabilmektedir. 

Bu bağlamda Türkiye’ye rağmen bölgede bir takım projeler yürüten ülkelerin başarısız olmalarının altında da Türkiye’nin göz ardı edilmesi ve bu coğrafyadan 
çıkartılmak istenmesi gerçeği yatmaktadır. Coğrafi olarak, Büyük Ortadoğu ve Orta Asya Projesi’nin (diğer bir ifadeyle genişletilmiş Avrasya’nın) merkezinde yer alan Türkiye, kıtalararası siyasi etki yapabilecek bir kapasiteye ulaşmıştır. 
Bu da, aslında Türkiye’nin dünya politikasında merkezi bir konumda yer aldığı anlamına gelmektedir. Nitekim Soğuk Savaş döneminin sınırlamalarından kurtulmuş Türkiye’nin daha büyük ve farklı roller oynamak için daha fazla şansı söz konusudur. Küresel bir devlet sorumluluğunu yerine getirebilmek için Türk dış politikasının yeniden değerlendirilmesi ve yeni bir vizyonun ortaya konulması artık kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Dolayısıyla, güvenlik ortamındaki değişimlere ve iç baskılara cevap olarak Türkiye’nin dış politikası ve güvenlik politikasını gözden geçirmesi ve yeniden tanımlaması kaçınılmaz görülmektedir. Bu yeni tanımlamada, duruşta, Türkiye bölgesel bir güç olmanın ötesinde, küresel bir güç olmayı hedefi olarak ortaya koymalı, bu çerçevede yol haritası çizmesi gerekmektedir. 

Bu bağlamda, dış politikada seçeneklerin ne kadar önemli olduğu son yaşadığımız olaylarla bir kez daha kendini göstermiş durumdadır. Terör bağlamında Türk dış politikasında yaşanan gelişmeler, bir taraftan yeni bir tehdit dalgası oluştururken, diğer taraftan Türkiye’nin dış politikada daha rasyonel 
stratejiler üretmesi açısından da yeni bir fırsata işaret etmektedir. 

Dış politikasında uzunca bir süre geleneksel “denge arayışları”nı bir tarafa itmiş görünen ve kendisini gereğinden fazla tek bir gücün insafına bırakmış olan Türkiye, bugün gerçekte milli ve bağımsız bir dış politika izleme kararlılığının mücadelesini vermektedir. Ankara’nın yaşadığı hayal kırıklıkları ve tehdit algılamaları çerçevesinde güvenlik arayışlarının kaçınılmaz bir sonucu olarak da karşımıza çıkan bu yeni süreç, benzer bir durumla karşı karşıya bulanan “yakın çevre” açısından da beklenmedik bir destek görmektedir. Bu kapsamda son yıllarda İslam Konferansı Örgütü (İKÖ), Arap Birliği vb. teşkilatlarda Türkiye’nin artan etkinliği ve bunların Ankara’ya vermiş olduğu destek, Gürcistan’dan Suriye’ye kadar uzanan bir hatta ikili ve çoklu işbirliklerinde yaşanan “farklı bir ilişki süreci” söz konusudur. Gündeme gelen ve henüz gelmeyenleri ile birlikte bölgesel derinliklerde yaşananlar, bundan sonraki süreçte Ankara’nın tarihi ve coğrafi stratejik derinliklerinde daha etkin işbirliği arayışları açısından motive 
edici, cesaret verici gelişmeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla Türkiye, stratejik avantajını dış politikasında ön plana çıkartmanın daha da ötesinde, bunu stratejik bir üstünlük ve gelecek açısından değerlendirme yönünde yeni bir fırsat dalgası yakalamış görünmektedir. Bu fırsat, Türkiye ve stratejik derinliğini küresel bir güç/oyuncu konumuna sokabilme potansiyeli yönüyle de dikkat çekicidir. Yine bu dönem, hiç kuşkusuz, Türkiye’yi sahip olduğu stratejik ve konjonktürel avantajlarını çok yönlü diplomasisiyle “çeşitlendirme” ve “kuvvetlendirme”ye de zorlamaktadır. Böylesi hassas bir süreçte Türkiye’nin milli iç dinamikleri ve bölgesel dinamikler ile birlikte ortaya koyacağı performans, vereceği tepki ve ortaya konulacak somut projeler haliyle büyük bir önem taşımaktadır. 

Hiç kuşkusuz, bu geçiş döneminde sahip olduğu coğrafya, dün olduğu gibi bugün de uluslararası politikada Türkiye’ye ayrıcalıklı bir konum sunmakta, diğer taraftan da bölgede hâkimiyet mücadelesi veren güçler açısından bir mücadele alanı, cephe ülkesi olmaya zorlanmaktadır. Mevcut coğrafyasıyla hem bu güçlerin hem de verdikleri mücadelelerin kavşak noktasını oluşturan Türkiye, bugün için gelinen aşamada Batı dünyası ile çok daha farklı bir sürecin eşiğinde bulunmaktadır. Türkiye adeta “Yeni Soğuk Savaş” sürecinde bir tercihe zorlanmaktadır, aynen 60 yıl öncesinde olduğu gibi. Rusya’nın yaptığı hatayı, günümüzde ABD yapmaktadır. Bu noktada, ABD’nin ve Avrupa Birliği’nin kendine aşırı güveni, tek taraflılığı, “şımarıklığı” ve Doğu’nun yeni güç mücadelesinde yer arayışları ve Türk-İslam dünyasındaki boşluk Türkiye’nin önündeki tercihi ve eksen kaymasını açıkçası daha da kolaylaştırmaktadır. 
Türkiye bugün seçeneksizliğin değil, önündeki seçenekler arasında hangisinin üzerinde daha da yoğunlaşması gerektiğinin sıkıntısını yaşamaktadır. 

Bu noktada, 1990’lı yılların başında Türkiye’nin stratejik seçeneklerinin, geçmişteki 10’ar yıllık dönemlere nispeten çok daha değişik koşullar altında ve farklı boyutlarda ele alınmaya başladığı rahatlıkla görülmektedir. Soğuk Savaş dönemi boyunca izlenen “statükocu pasif dış politika” tavrını sorgulamaya başlayan Türkiye, dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından farklı bir noktaya sürüklenmeye başlamış, Türkiye’ye yeni bir misyon ve vizyon kazandırılmıştır. 1991’deki Körfez Savaşı sonrası düzenlediği basın toplantısında Özal, “Türkiye’nin eski pasif ve mütereddit politikasını bırakması ve aktif bir dış politika izlemesi gerektiğini” açıklayarak, bir anlamda bu yeni döneme start vermiştir.11 Dolayısıyla her ne kadar bu süreç, ara ara suni krizler ve darbe süreçleriyle kesintiye uğratılmaya çalışılsa da, dış politikadaki bu eğilim değişikliği, Özal dönemi ile sınırlı kalmamıştır. Günümüze kadar devam eden bu süreç, bundan sonra da bu eğilimin arkasındaki belirleyici yapısal ve dönemsel faktörlerin etkileriyle, mukayeseli olarak, gelecekte de devam edeceğe benzemektedir. Nitekim MİT Müsteşarı Emre Taner’in teşkilatın 80. kuruluş yılı dolayısıyla 5 Ocak 2007’de yaptığı basın açıklamasında verdiği mesajlar ve proaktif bir dış politika çağrısı, bu sürecin işlemeye devam etmesi bağlamında bir çağrı olarak değerlendirilmektedir.12 Aynı şekilde, zaman zaman iktidarı ve muhalefetiyle Türk siyasi elitinin ve karar vericilerinin çok yönlü dış politika ve yeni denge arayışları bağlamındaki “AB bizim istediğimiz kararı vermezse Türkiye, büyük potansiyeli ile akacağı yeni bir mecra bulmakta zorluk çekmeyecektir” türünden açıklamaları, dış politikada denge arayışları kadar, aktif bir sürece de işaret etmektedir. 


Bu kapsamda bu çalışmanın başlığını oluşturan “Dört Tarz-ı Siyaset”, doğrudan Türk dış politikasındaki tarz arayışının devamı anlamına gelmektedir. 

Doğrudan doğruya Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaseti”ni çağrıştıran bu başlık, isim benzerliği kadar, ortak bir arayışı yansıtması açısından da önemlidir.13 Dolayısıyla, sadece yazıldığı dönem için değil, bugün de büyük bir anlam taşıyan ve oldukça önemli bir “teori tekniği” ortaya koyan Üç Tarz-ı Siyaset, Özcan’ın da ifade ettiği üzere, “Seçeneklerimiz nelerdir, bunların artıları ve eksileri, gerçekleşme imkânları, zorlukları, muhtemel riskleri nelerdir”14 
Sorularına cevap araması itibarıyla da günümüzde geçerliliğini büyük ölçüde korumaktadır. Yusuf Akçura’nın da çıkış noktasını oluşturan “güvenlik” ve bu 
bağlamda “yön arayışları”nın bir sonucu olarak “kimlik” tartışmaları, daha ziyade dış politika bağlamında bu çalışmada da ortaya konulmaktadır. 

Dolayısıyla, gittikçe küçülen bir imparatorluğun bakiyesi olarak ortaya çıkan “Türkiye Cumhuriyeti” devletinin küçük çaplı bir devletten bölgesel bir güce ve buradan da küresel adaylığa giden yolda önündeki seçenekler ortaya konulmakta ve tartışılmaktadır. Özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde 
yaşanan gelişmeler, Türkiye’nin “bölgeler” ve “küresel güçler/güç adayları” bazındaki yeni dış politika vizyonu ve stratejisini ortaya koyması ve yeni bir 
yol haritası çizmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Türkiye’nin mevcut yol haritası daha çok Batı eksenli bir görüntü çizmekte ve bunun merkezinde de ABD ve 
Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyelik süreci yer almaktadır. Oysa Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde “fikr-i sabit” bir görüntüden uzaklaşması, bunun yerine 
ilişkilerinde pozisyonunu ve geleceğini daha sağlam bir noktaya taşıyıcı diğer seçenekler üzerinde durması da gerekmektedir. “Dört Tarz-ı Siyaset” olarak da 
karşımıza çıkan bu yeni süreçte Türkiye’nin önünde 

A. “Genişletilmiş Büyük Asya Projesi-(GBAP)”; 

B. “Türk Dünyası Birliği”; 

C. “Eski Osmanlı Coğrafyası Ağırlıklı İslam Dünyası”; 

D. “Yeni Batı Politikası” projeleri, değerlendirilmesi gereken fakat bugüne kadar üzerinde ciddiyetle durulmamış seçenekler olarak durmaktadır. 


A. “Genişletilmiş Büyük Asya Projesi-(GBAP) 

Türkiye’nin hem coğrafi hem de medeni dünyadaki yeri ile ilgili tartışmalarda ülkemiz genelde “Asyalılık” ve “Avrupalılık” arasında gider gelir. 

Buna bulunan pratik çözüm ise “köprü”dür. Boğazın iki incisine (Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprüleri) bakarak ve belki de oradan ilham almış 
olarak Türkiye Asya ve Avrupa’yı birleştiren bir köprü der geçeriz ama ne Asyalılar bizi bir “Asya devleti” ne de Avrupalılar bizi bir “Avrupa devleti” 
olarak kabul eder. Benzer sıkıntıyı tarih boyuca Ruslar da çekmiştir. Belki de bundan dolayı son dönemde birbirimizi çok daha iyi anlıyoruz. 

Rusların buna bulduğu çözüm “Avrasya” olmuştur.15 Bu bir anlamda Ruslar açısından kestirme çözüm olmakla birlikte, özünde hedef olarak hep Batı vardır. 
Nitekim “Klasik Avrasyacılık”ın temelinde hedef olarak Avrupa vardır, “Modern Avrasyacılık”ın hedefi ise ABD’dir.16 

Ama Türkiye’nin bir Avrasyası, diğer bir ifadeyle bir “Türk Avrasyası” yoktur, bugüne kadar da ne hikmetse olmamıştır. Dolayısıyla Türk Avrasyası’nın ne 
olduğu sorulduğunda pek çok kimse buna cevap veremez. Cevap vermeye çalışanlar ise, niçin eski Osmanlı coğrafyası olmasın der, işin içinden çıkmaya 
çalışır. Aslında bu cevap çok da yanlış ya da yersiz değildir. Bu kapsamda Türkiye’nin Avrasya’yı ve Ortadoğu bölgesini içine alan “Genişletilmiş Büyük 
Asya Projesi” (GBAP) üzerinde tartışılması gereken önemli bir seçenek olarak karşımızda durmaktadır. 

Genişletilmiş Büyük Asya Projesi seçeneğinde Türkiye’nin önünde Rusya, Çin ve Hindistan ağırlıklı bir “Yeni Doğu Politikası” söz konusu olup, bu güçlerin yanında Ankara’nın Türk dünyası ülkelerini ve başlangıçta Pakistan ve İran’ı da bu sürece dâhil etmesi, ilerleyen dönemlerde Ortadoğu ülkeleriyle birlikte çerçeveyi genişletmesi mümkün görünmektedir. Dünyadaki anti-Amerikancı dalga buna fazlasıyla zemin hazırlamaktadır. Türkiye bunu yaparken, Primakov’un üçgen yaklaşımını17 oluşturan Rusya+Çin+Hindistan’a kendi başlangıç dörtgenini, yani Türkiye+İran+Pakistan+Suriye’yi eklemesi neden mümkün olmasın? 
Bu dörtgen, bu dört ülkenin hem bu güçlerle hem de diğer güçlerle olan ilişkisinde ağırlıklarını daha somut bir şekilde hissettirmelerini sağlayacaktır. 
Bu yeni politikanın en somut göstergelerinden biri, Türkiye’nin Asyalı güçlerle birlikte yer alacağı Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) olacaktır. NATO üyesi bir ülke olan Türkiye’nin, başlangıçta ŞİÖ’de gözlemci statüsünde bulunmasında hiç bir sakınca yoktur. Bu noktada Türkiye’nin niyeti 2005 yılında ortaya konulmuş, fakat arkası gelmemiştir. Soğuk Savaş sonrası dönemde, farklı seviyelerde ve noktalarda bu ülkelerle yeni bir sürece girmiş olan Ankara’nın, bu bölge ile olan ilişkilerini daha somut projelerle desteklemesi, en azından bölge ülkeleri ile Türkiye arasında var olan kısmi güven sorununu da telafi edecektir. 

Gerek Genişletilmiş Asya seçeneğinde ve gerekse de Avrasya politikasında Türkiye açısından en belirleyici ülke olarak Rusya ön plana çıkmaktadır. 
İnişli çıkışlı bir seyir izleyen Türk-Rus ilişkileri yeni dönemde, Milli Mücadele ve Cumhuriyet döneminin ilk yıllarından sonra ikinci bir “balayı dönemi” yaşamaktadır. 

O dönemde de olduğu gibi, günümüzde de ortak tehdit algılamalarının iki ülkeyi tekrar aynı noktada buluşturduğunu, Soğuk Savaş sonrası Orta Asya ve Kafkasya bağlamında yaşanan yoğun rekabetin yerini yeni bir işbirliği sürecinin almaya başladığını görmekteyiz. Mevcut gidişat sürdürülebildiği takdirde, sürecin çok daha farklı bir boyut alabileceği de dikkatlerden kaçmamaktadır. 

Bu durumda Türkiye ve Rusya’nın Karadeniz ve Ortadoğu politikaları bağlamındaki paralel görüşleri ve ortak duruşları, enerji bağlamındaki işbirliği ile daha da pekiştirilme eğiliminde oldukları müşahede edilmektedir. 

Bundan sonraki süreçte Türk-Rus ilişkilerinin geleceği adına şunlar söylenebilir:

1. Her şeyden önce ilişkilerde yaşanan bu sürecin, konjonktürel olmaktan çıkartılması ve daha kalıcı ve güçlü bir işbirliğine dönüştürücü hamlelerin yapılması kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Bu noktada Türkiye, Rusya ve İran arasında içine Orta Asya devletlerinin de dâhil edilebileceği yeni bir işbirliği teşkilatının kurulması için şimdiden bir takım çalışmaların başlatılması gerekmektedir; 

2. Yine bu kapsamda, Türk-Rus ilişkilerinin güvenlik bazlı yeni bir sürece yönlendirilmesi ve Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ)’ne önce gözlemci 
statüde üye olması ve Türk-Amerikan-Batı ilişkilerinin geleceğinin seyrine göre de bu örgüte tam üye olma noktasında Rusya’nın tam destek vermesi ve Çin’i 
ikna etmesi beklenmektedir; 

3. Rusya Federasyonu ile Kafkaslar ve Orta Asya konusunda ortak hareket edilmesi ve bu ülkelerin de içinde olduğu yeni bir işbirliği teşkilatının kurulması 
görüşü ağırlık kazanmaya başlamıştır; 

4. Başta Irak, İran ve Suriye olmak üzere, Ortadoğu’nun geleceği ve Karadeniz, Boğazlar noktasında ortak duruşun devam ettirilmesi ve işbirliğinin 
sürdürülmesi, güçlü bir gelecek adına tarafların çıkarına görülmektedir; 

5. Enerji alanında içine İran ve ilgili Orta Asya devletlerini de alan yeni bir işbirliği sürecinin başlatılması ve Batı ile ilişkilerde enerji güvenliği 
hususunu bir avantaj olarak kullanma kabiliyetinin geliştirilmesi (Bu noktada, Türkiye, Rusya, İran ve enerji zengini Orta Asya devletlerinin ortaya koyacağı 
bir “Enerji Birliği”, Türkiye’yi ve bu ülkeleri Avrupa karşısında çok daha farklı bir konuma taşıyacaktır. Dolayısıyla, Türkiye’nin önümüzdeki süreçte, enerji 
güvenliği odaklı “enerji diplomasi”sine daha bir ağırlık vermesi gerekmektedir.) ortak menfaatler gereğidir; 

6. Türk-Rus ilişkilerinde, Avrasyacılık türü tartışmalı, hatta sorunlu bir üst kimlik arayışı yerine, daha gerçekçi temellere dayanan bir anlayışın oturtulması 
gerekmektedir; 

7. Tüm bunların gerçekleştirilebilmesi için arada güven sorununa, şüphelere yol açabilecek eylemlerden uzak durulması, tarafların birbirine karşı, aynen 
daha önceki dönemde olduğu gibi şeffaf olması, istişare halinde bulunması ve yine tüm bunlar için özel, sağlam kanalları tesis etmeleri kaçınılmaz görülmektedir. 

B. “Türk Dünyası Birliği” 

Türk dünyası oldukça kritik bir dönemden geçiyor. Avrasya’nın kalbini oluşturan Türk dünyası, küresel güç mücadelesine keskin bir şekilde şahit oluyor. 
Bir taraftan sahip oldukları zengin enerji kaynakları, diğer taraftan nükleer güce sahip olan ülkelerin tam ortasındaki jeostratejik konumları, bölgedeki jeopolitik 
boşluğu doldurmaya yönelik acımasız rekabet ve jeokültürel dinamikleri etkileme kapasiteleri, bölge ülkelerini hem iç hem de dış politika bağlamında istikrarsız bir sürece doğru sürüklemektedir.18 Bu ülkelerin bir kısmı doğrudan bu sürecin olumsuz etkilerini yaşarken (Kırgızistan örneğinde görüldüğü üzere), diğer bir kısmı ise bu süreçten asgari etkilenmenin bir çaresi olarak ya içe kapanıyor ya da daha otoriter devletlere doğru yönelmek zorunda kalıyorlar. 

Dış politikada çok yönlü işbirliğinden yana olup, denge politikası yürütmeye çalışanlar ise, bir başkentten diğerine savruluyorlar. 

Bölgede bir taraftan kısa ve orta vadeye dönük bu türden gelişmeler yaşanırken, uzun vadeye dönük çalışmalar kapsamında bölge ülkeleri arasında (son dönemde Kazakistan ve Türkmenistan arasında başlatılan süreç örneğinde görüldüğü üzere) Türkistan Birliği’ni oluşturma yolunda bir kısım girişimlere de şahit olunuyor. Türk dünyası açısından içinde bulunulan süreç bir taraftan tehdit ortamı oluştururken, diğer taraftan bölgede milli şuur ve yeniden diriliş açısından da bu ülkeleri zorunlu bir birlik arayışına sürüklüyor. 

Kuşkusuz yaşanılan bu son gelişmeler Türkiye’yi ve bölge ülkelerini stratejik derinliklerinde yeni bir işbirliği arayışına itmiş olup, bu kapsamda özellikle Ankara’yı “Yeni Türk Dünyası Siyaseti” oluşturmaya bir anlamda mahkûm kılmış bulunmaktadır. Bu çerçevede Orta Asya ve Kafkaslar ağırlıklı Türk dünyası, stratejik nedenlerden dolayı Türkiye’nin mevcut gücünü ve etkisini pekiştireceği bir alan olarak tekrar gündeme gelmeye başlamıştır. Nitekim Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bölgeye dönük beklenen, geç de olsa gerçekleşen “Özal Ruhu”nu yansıtan gezileri ve ilgisi, bölge ile ilişkiler açısından bu yeni döneme ve bölgeye verilen öneme işaret etmektedir. 

1. Türkiye’nin Birinci Dönem Türk Dünyası Politikası ve Sorunlar Hiç kuşkusuz, SSCB dağılmasıyla birlikte Türkiye, dış politika ufkunu genişletme fırsatı bulmuş ve bu kapsamda Orta Asya ile Türkiye arasındaki güçlü bir ilişkinin, 
21. yüzyıldaki tüm uluslararası siyasi dengeleri etkileyebilecek bir potansiyel taşıdığı görülmüştür.19 Bu noktada, Orta Asya, Türkiye’nin derinlemesine bir Asya stratejisi oluşturmasının da anahtarı konumundadır.20 

Bütün jeopolitik veriler Orta Asya’nın evrensel dengeler üzerindeki belirleyici özelliğini ortaya koymaktadır.21 Bu doğrultuda, bölgesel bir güç olmak isteyen 
Türkiye, tüm ekonomik ve politik sorunlarına rağmen, bu bölgelere yönelik olarak politikalar üretmeye başlamış ve yeni Türk Cumhuriyetleri ile sıkı bir 
ilişki içerisine çok hızlı bir şekilde girmiştir. Dolayısıyla, Soğuk Savaş’ın ilk yıllarından itibaren söz konusu bu bölgeler Türkiye’nin milli çıkarları açısından 
dışişlerinin gündeminde önemli bir yer tutmuş, bu kapsamda 1990’lı yılların başından itibaren Orta Asya ve Kafkasya Türk dış politikasında parlak bir odak 
noktası olarak gündemdeki yerini almıştır. 

Nitekim dış politika konularında genellikle dikkatli olan Demirel’in, Şubat 1992’de SSCB’nin çökmesiyle “Adriyatik’ten Çin Seddine” uzanan dev bir Türk dünyasının kurulmakta olduğunu ilan etmesi, Sırp lider Radovan Karaziç’ten Rus yetkililere kadar geniş bir yelpazede, Türkiye’nin yeniden imparatorluk kurma peşinde olduğu yolunda suçlamalara neden olmuştur. Bu kapsamda, Türk dış politikası açısından “Türkiye/Türk Modeli”22 tartışmaları çerçevesinde önemli bir politika değişikliği olarak kabul edilmiş ve Orta Asya Kafkasya ülkeleri, Türk dış politikası açısından taktik seviyede siyasi ve ekonomik girişin yapıldığı ülkeler olarak gündemdeki yerlerini almışlardır.23 

Başlangıçta Türkiye’nin gelişme modeline gösterilen ilginin çeşitli kaynakları bulunmaktaydı. İlk olarak, Türkiye’nin devletin ön planda olduğu ve sınaî üretiminin büyük bir kısmının devlet kurumları tarafından karşılandığı bir iktisadi düzenden piyasa ekonomisine başarılı bir geçiş yaptığı düşünüldüğünden, 
Türk deneyiminin bu ülkeler için anlamlı olduğu ileri sürülüyordu. 

İkinci olarak, Türkiye modelini vurgulamak, Türk cumhuriyetleri için İran ve Suudi Arabistan gibi bazı ülkelerin önerdiği İslami formüllere ilgi duyulmadığının 
dolaylı bir ifadesiydi. Üçüncü olarak, iktisadi yardım, yatırım sermayesi ve yeni teknolojilerin gelmesi beklenen Batı dünyasıyla Türkiye’nin daha iyi bağlantıları olduğu ve Türkiye üzerinden bu çevrelere daha kolay ulaşılabileceği düşünülüyor du. Son olarak, Batı ülkeleri de, başkalarının desteklediği diğer bazılarına kıyasla Türk modelini tercih ediyorlardı. Başta Cumhurbaşkanı Turgut Özal, daha sonra Demirel olmak üzere Türk liderleri de Türk devletleri için Türk modelinin geçerliliğini vurgulamışlardır.24 Bölge, 1990’larda Türk karar vericileri açısından dış politikada daha aktif olma ve uluslararası politikada “hatırı sayılır” bir güç olma açısından bir fırsat olarak değerlendirilmişti ama olmamıştı. Nitekim 1990’lı yılların daha ilk yarısının sonlarına doğru “Türkiye modeli” hakkında şüpheler ortaya çıkmaya başlamış; bu fikri eleştirenler böyle bir modelin olmadığını, ya da olsa bile, bunun imrenilecek bir model olmadığını öne sürmüşler, Türkiye’nin iç sorunlarını ve modelini başka ülkelere ihraç edemeyeceğine ya da dayatamayacağına dikkatleri çekmişlerdir. 
Kimileriyse, bunun tam tersine, Türkiye’nin “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” Türkî halklar ve Müslüman nüfus için bir “büyük ağabey” olması fikrini savunmuşlar dır.25 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder