19 Mayıs 2019 Pazar

HEPAR neden kapatıldı?

HEPAR neden kapatıldı? 

Osman Pamukoğlu açıkladı.,
23 Nisan 2019
Gündem.



 











HEPAR., KURUCU Başkanı Osman Pamukoğlu, ( HEPAR'ın ) geçtiğimiz günlerde yapılan olağanüstü kurultayda alınan kararla kapatıldığını ifade etti.

Emekli Tümgeneral Osman Pamukoğlu'nun kurduğu Hak ve Eşitlik Partisi (HEPAR) geçtiğimiz günlerde yapılan olağanüstü kurultayda alınan kararla kapatıldı.

Karar HEPAR Gençliği Twitter hesabından, " 4 Eylül 2008’de kurulan Hak ve Eşitlik Partisi; hiçbir kurum ve kuruluştan yardım ve destek görmeden, bir avuç yurtseverin maddi ve manevi desteği ile, 10 yıl hayatta kalmayı başarmıştır. 21 Nisan 2019’da toplanan Olağanüstü Kurultay’da alınan kararla; “parti kapatılmıştır" şeklinde duyuruldu.

Independent Türkçe’ye konuşan HEPAR Başkanı Osman Pamukoğlu,  “ Partimize içerden ve dışardan birçok ambargo uygulandı. Partimiz ilk kurulduğunda AB’nin 6 ayda bir gönderdiği ilerleme raporunda ‘ bu parti büyümesin’ diye yer aldı. Türkiye’de Meclis ya da dışından bir çok parti var ama neden onlar yer almadı... Sonuç olarak hiçbir bağış alamadık. Destek gelmedi. Biz bir avuç yurtsever kendi ödediğimiz aidatlarla partiyi 10 yıl ayakta tutabildik” dedi.

“ Propaganda yapamıyorsunuz, etkinlik yapamıyorsunuz, daha çok il ve ilçe örgütü açamıyorsunuz. Dişimizi tırnağımıza takarak partiyi 10 yıl ayakta tuttuk. Gidebildiğimiz kadarıyla etkinliklere katıldık ama daha fazlası mümkün olamadı” diyen Osman Pamukoğlu, tüm çabalarına rağmen HEPAR’ın istedikleri anlamda güce erişemediğini söyledi. 


https://www.milligazete.com.tr/haber/2478927/hepar-neden-kapatildi-osman-pamukoglu-acikladi

****

Tek Çıkar yol, Genel seçim ve… AKP’den Kurtulmak!


Tek Çıkar yol, Genel seçim ve… 
AKP’den Kurtulmak!

İLK KURŞUN Gazetesinden alıntıdır...

Sabahattin Yılmaz Özdil,

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Boğaz’daki restoranlarda bi levreğe 500 lira ödeyip, sırtını Boğaz’a dönerek oturan öküzler var bu ülkede... O nedenle, üç tarafımız denizle çevrili olmasına 
rağmen, ahalinin çoğu yüzme bilmez. 

O nedenle, Denizi olmayan ülkeler dünya yelken şampiyonu çıkarırken, Dünyanın en güzel midye dolmasını denizi olmayan, benim canım Mardinlilerim yapar.

*
İşte bu nedenle, Erzurum’da başlayan Üniversite Kış Oyunları’nı çok önemsiyorum. “Milat” olarak görüyorum. 
Çünkü, papağan gibi tekrar edilmesine rağmen, zannedildiği gibi“zengin sporu” filan değildir. Hatta, iddianın aksine, zenginlerin yapamadığı spordur!

*
Kanıt mı?

*
Açılış töreni yapıldı, ay-yıldızlı bayrağımızı Sabahattin Oğlağo taşıdı. Alaskalı eskimo gibisoyadı var ama, Muşlu o... Adını ilk defa duyanlar “afferin 
çocuğa şekerim” diyecek, eminim... Halbuki boru değil, 2002 Salt Lake City, 2006 Torino, 2010 Vancouver, üçolimpiyata katıldı. Çocuklarımızı spora 
yönlendiren Muş Valiliği’nin mucizesi, kayaklıkoşuda rakipsiz Türkiye şampiyonu, Atatürk Üniversitesi Spor Akademisi öğrencisi o.

*
Atatürk Üniversitesi... İkinci kanıtım.

*
Türkiye’de 156 üniversite var, Milli takımda sadece 35 üniversiteden sporcu bulunuyor,121 üniversitenin “üniversite oyunları”yla alakası yok maalesef... 
En çok katkı sağlayan ise, 23 sporcuyla, Atatürk Üniversitesi... Öğrencilerin gelir durumu, şehrin ekonomisi,üniversitenin imkânları bakımından sıralama 
yapsak, herhalde bu 156 üniversite arasında 100 küsuruncu sıralarda gelir. Ama “zengin sporu” zannedilen milli takımda, en başta.

*
Ha, denebilir ki, Erzurum’da dağ var, kar var, ondan... Kardeşim, karlı dağın kralı Kayseri’de var, şahane tesis var, biri Abdullah Gül adıyla, dört tane de 
üniversite var. Ama, milli takımda numunelik, bi sporcu bile yok ordan... 

Kayak bilmeyen Abdullah Gül, üçüncü kanıtım.

*
Tekirdağ’ın adı dağlı ama, doğru dürüst dağı mağı yok, en yüksek rakımlı yeri, Çankaya Köşkü’nden bile aşağıda... Buna rağmen, Namık Kemal 
Üniversitesi’nden hiç olmazsa bir tane milli sporcusu var, artistik patende, ismi Damla... Damlaya damlaya göl olur elbet.

*
Kocaeli Üniversitesi’ni kutlamak gerek, tek başına 17 sporcusu var milli takımda... En çok sporcu gönderen şehir, başkent; Hacettepe’den 10, 
Gazi’den 7, Ankara Üniversitesi’nden6, Bilkent’ten 5, ODTÜ’den 4, Atılım’dan 1, Ufuk’tan 1, toplam 34... En çok üniversiteden sporcu gönderen şehir 
İstanbul; Bilgi’den 12, Aydın ve İstanbul Üniversitesi’nden 2’şer,Boğaziçi, Galatasaray, Koç, Sabancı, Marmara, Okan, Haliç ve Doğuş’tan 1’er, 24 sporcu...

*
5 bin yıllık tarihi boyunca yapılabilmiş en büyük kardan adamı sadece 5 milimetre boyunda olan İzmir’imi ayıplamıyorum haliyle... 
Hiç olmazsa, Artistik patene bir sporcu göndermeyi başaran Dokuz Eylül Üniversitesi’ni tebrik ediyorum. 
Malum, biz çipura yız...

Kış sporlarının daha çok, müzik eşliğinde sıcak şarap, sucuk-ekmek tarafıyla ilgileniyoruz. O

*
Eskişehir Anadolu’dan 9, Kars Kafkas’tan 7, Polis Akademisi, Uludağ, Açık Öğretim ve Niğde’den 3’er, Kastamonu’dan 2, Bolu İzzet Baysal, 
Sivas Cumhuriyet, Van 100’üncü Yıl, Kuzey Kıbrıs Doğu Akdeniz, Ağrı İbrahim Çeçen ve Aksaray Üniversitesi’nden 1’er...

*
Ayrıca, ABD’de okuyan 5, Kanada, İngiltere, Fransa ve Ukrayna’da okuyan 1’er sporcumuz var milli takımımızda.

*
Evet, mutlaka rezaletler yaşanacaktır organizasyonda... Elektrikler kesilecek, yarışmalar yarım kalacak, hakemler soyulacak, pistlere giren adamlar 
kayakçılarla çarpışacaktır, çığ bile düşmesi muhtemeldir... Dünyanın en iyisini yaptık ayaklarıyla dikilen tesislerde kaç paralık voli vurulduğu, hangi 
bademlerin köşeyi döndüğü elbette ortaya çıkacaktır.

*
Ancak, Milattır.

*
Kış sporları, zengin sporu değildir. 
Biraz merak, yeterlidir. 

Başta futbol Manyağı basınımız, tüm Türkiye’nin... 
Muşlu Sabahattin’in Taşıdığı bayrağın peşinden gitmesini diliyorum.



***

Tek Yol !


Tek Yol ! 

Cüneyt Arcayürek,


28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Rejimsel kaygılar yine ön plana çıktı.

60-70 yıldır demokrasimizi bir türlü sağlıklı kurallara bağlayamadık.
Bu ülkede demokrasi kavgasının eksik olduğu tek bir dönem gösteremezsiniz.
Gelenin de gidenin de ağzında demokrasi, söz ve düşünce özgürlüğü gibi temel kurallar hiç eksik olmadı.Arada bir 27 Mayıs Anayasası’nın gerçek 
demokrasiyi içerdiği söylenir ama.. yürürlüğe girmesinin üzerinden üç-beş yıl geçti, geçmedi.
Her açıdan saldırıya uğradı. 1970’lerde sağcı parlamentoların baskısıyla 27 Mayıs Anayasası da delik deşik edildi. Yamalı bohçaya dönüştü!
O gün bugündür Türkiye hâlâ bir anayasa arar durur.

***
12 Eylül’de askerler kendi kafalarına göre anayasa yaptılar.
Bugün de AKP, RTE kafasına göre yeni bir anayasa hazırlığında.
RTE dün de öyle söylüyordu, bugün de “geniş katılımla bir anayasa yapılacağından” söz ediyor.
Toplumsal sorunlar bir yana atıldı; yukarıdan aşağıya anayasa konusunda, hatta birbirine zıt görüşler tartışılıyor.
Yeni anayasanın temel kuralları ne olabilir veya olmalıdır diye yönlendirici tek bir açıklamaya rastlayana aşk olsun!
Gereği de yok! Zira toplumsal duyarlılık o denli zayıf ki…
Çankaya’daki, Strasbourg’a giderken kamuoyuna cazip gelecek kimi açıklamalar yaptı.
RTE kimi konularda ne kadar katı duruyorsa, Çankaya’daki AKP’li o konuda daha yumuşak açıklamalar yaparak kamuoyu oluşturma peşinde.
Başbakan, 12 Eylül referandumundan önce başkanlık sistemini savundu.
Yukarıdaki “rakibi”, beş ay sonra başkanlık sistemine çekinceleri olduğunu söylüyor.
Hemen her gün medyanın konu edindiği Hırant Dink cinayetine hükümet fazla ilgi göstermediği havası yayılınca….
…aylardır tartışılan konuyu sanki yeni duymuş gibi cinayeti Devlet Denetleme Kurulu’na “inceleteceğini” söylüyor ve üstelik, devlet adına özür diler gibi, 
“Dink konusunda mahcubuz” diyor.
Dink konusunda devletin mahcup olduğunu söyleyen bir Cumhurbaşkanı; Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı 
cinayetlerinin gerçek faillerinin yıllardır bir türlü ortaya çıkarılmamasından acaba mahcubiyet duymuyor mu?
Bu cinayetlerin üzerine neden gerektiği kadar gidilmediğini araştırma görevini Devlet Denetleme Kurulu’na vermeyi niçin düşünmüyor?
Çankaya’dakinin ilgisine layık olabilmek için acaba, Batı’nın ilgisini çeken Ermeni kökenli olmak mı gerekiyor?

***
Anayasa Mahkemesi’ne, Yargıtay ve Danıştay’a uzanan iktidar elinin ülkeyi yargı alanında nereye sürüklemek istediği hakkında Çankaya’dakinin ağzı kilitli.
Uçağına aldığı gazeteciler de Çankaya’dakine hükümetin Anayasa Mahkemesi’yle Yargıtay ve Danıştay’ın özünü değiştirme girişimiyle ilgili görüşlerini 
sormuyorlar.
Oysa AKP iktidarı doğrudan kendisine bağlı olacak Anayasa Mahkemesi aracılığıyla Yargıtay ve Danıştay’ı etkisiz hale getirmeyi veya kendi doğrultusunda 
adalet dağıtır birer yargı organına dönüştürmeyi amaçlıyor.
Köşk dışında her çevre tehlikenin farkında!

***
Garip bir terslik yaşanıyor. Meclis Komisyonu’nda ana muhalefet; yeni yargı yapılanmasını Nazi Almanya’sının amaç ve içeriğine benzetiyor.
Hükümet adına konuşan Cemil Çiçek ise 12 Eylül referandumunda halkın kendilerine yargıyı dilediği gibi eğip bükecek yetkiyi verdiğini savunuyor.
Bu savunmanın halk oyu ile iktidara geldikten sonra ülkeyi kapalı cezaevine dönüştüren, mahkemeleri iktidarın emrine alan Nazi iktidarından farkı ne?
2011 seçimlerinden sonra yeni anayasa hazırlanacağı gündemde.
İktidar zorlanarak; yüksek yargı organlarının yeniden yapılandırılması ile ilgili düzenlemeler neden yeni anayasaya bırakılmıyor? Bu acele neden?
Soran yok, tabii yanıtlayacak da!

***
Ana muhalefet milletvekilleri, AKP’nin ülkeyi adım adım faşizme götürdüğünü açıklıyorlar. “Yurttaşları bu ‘açık ve yakın tehlikeye karşı’ uyarıyor; anayasal 
ve meşru zemin içinde toplumsal haklarını kullanmalarının zorunlu olduğunu” söylüyorlar.

Toplumsal haklar yürüyüşlerden, mitinglerden geçiyor.
Daha önce denenen bu türden yöntemler; yürüyüşler, mitingler, RTE’yi amacından vazgeçirmedi.

***

Ortada Kalış Şaşkınlığı


Ortada Kalış Şaşkınlığı 

Mümtaz Soysal,

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


EMRE KONGAR, daha önce yaptığı gibi dün de sütununda yineledi: Türkiye Cumhuriyeti, değişik açılardan yapılan ülkeler arası ölçümlerde hep ortalarda 
gezinmekte. Rejimlerin orta yerinde; tam ve kusurlu demokrasilerle otoriter rejimler arası “melez demokrasi” olarak ortada. Özgürlük konusunda, “özgürler” 
ile “özgür olmayanlar” yarışında da ortada: “kısmen özgür”.
Başlangıçtaki iddiası “çağdaş uygarlık düzeyinin de üstüne çıkmak” olan bir Cumhuriyete yakışmıyor.

Niçin böyle?

Bu ülkenin bilim, sanat ve spor gibi alanlarda ön saflara geçmiş ve geçebilen birinci sınıf insanları yok mu?
Var, hem de yığınla. Ara sıra adlarını duydukça gururlanıyoruz.
Buna karşılık, hâlâ devletinin resmi dilini konuşamayan, okuma yazma bilmeyen, ilkokul diploması olmayan, işsiz, evsiz, sosyal güvencesiz, hatta yarı aç 
yaşayan insanlarımız bile var yetmiş beş milyonluk nüfusumuz içinde.

Neden böyle?

Üst kesimdeki insanlarımız, yani yalnız ün kazandıkları alanlarda değil, servet ve yaşama standardı olarak da ortanın üstünde olanlarımız, genellikle öğrenim 
düzeyleri dolayısıyla da öğrenip pek sevdikleri “empati” kavramına uygun biçimde kendilerini onların yerine koyarak, sıkıntılarını, özlemlerini kendi içlerinde de duyarak, acılarıyla bütünleştirerek o kesim için gerekeni yapamazlar mı?
O noktada pek kolay anlaşılmayan bir şey var ama tam ne?
Galiba bir yanda üstün kültür, duyarlı çevre ve doğa sevgisi ile öte yanda çağdaş ekonomistlik ve ileri mühendislik karışımı bir örnek, bu anlaşılmazlığın 
nedenini anlamaya ve anlatmaya yardımcı olabilir.
Gün geçmiyor ki, üstün kültür sahibi insanlarımızın, uzak dönemlerin tarihini, sanat değerlerini iyi bilen, doğayı seven, kirletmek, çirkinleştirmek istemeyen 
insanlarımızın feryatlarını ve isyan seslerini duymuş olmayalım; örneğin, kısaca HES denen yurdun çeşitli köşeleri için planlanan, yapılan, bitirilen 
hidroelektrik santral barajları konusunda.
Öte yandan, bilim ve fen dünyamızın seçkin insanları, toplumlar arası refahlı yaşayış, sağlam ekonomi düzeyi ve çağdaşlık yarışında geri kalışımızın 
nedenlerini açıkça ortaya koyuyor: Dıştan yollanan gelişme modellerine aşırı düşkünlük, plansızlık, ileri teknolojileri yerinde ve zamanında kullanamayış 
ya da özgünlerini yaratamayış. Onlar, kömür, petrol ya da doğalgaz gibi gittikçe tükenen, dıştan alma ve taşıma yüzünden pahalıya mal olan kaynaklarla 
elde edilmiş elektriğin hidroelektrik santrallı barajlardan elde edilen elektriğe göre dört misli pahalıya mal olduğunu ortaya koymaktalar.
Böyle bir gerçeklik açıkça ortadayken çevreciler ve romantik “aydın”lar ile kalkınmacı ekonomistler ve barajcı mühendisler arasındaki çekişmelerin anlamı ne?

Kesimler arası kopukluktan, Cumhuriyetin bütünlükçü felsefesini kavrayamayıştan ve dıştan üfürülen formülleri ezberleyişten başka anlamı var mı bunun? 

O zaman, başlangıçtaki atılımın geniş kapsamlı devrimciliğinden ders çıkarmak, kimilerinin suçladıkları gibi gericilik midir, yoksa çağın zorladığı yeni bir 
devrimcilik mi?

****

Anlama Noktası.


Anlama Noktası… 

Bekir Coşkun,


28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,

Hepimiz artık biliyoruz ki; İslami demokrasinin alt ve üst yapısı tamamlandığına göre, sıra orta yere geldi.

Ve Türkiye Bülent Arınç’ın “Seks” düzenlemesini konuşuyor bir haftadır.
Niçin?..

Çünkü memleketin başına geleni şu orta yerden başka bir şey anlatamadı da ondan…

*
Mübarek şu orta yer küçüktür ama anlatım yeteneği büyüktür.
Misal; boy ölçüsünü metre, santimetre, milimetre, fit, karış ile söyleyin anlamazlar. Ama “Seyim kadar” derseniz…

Hah, demek ki kısa boy…

*
Uzaklık ölçüsüdür aynı zamanda:

“Teeee anasının…” denildiğinde anlaşılır:
Uzak…

*
İsterseniz Kasımpaşa’nın yerini en iyi şekilde tarif edin bakalım…
Başarabilirsiniz…

*
Sanatsal yorumcudur da…
Diyelim ki kemancıyı iki saat anlatmak isteyip anlatamadığınızda “….. gibi çalıyor” dersiniz, herkes o saniye anlar…

*
Mimari ölçüm aracıdır…

Ev ferah mı, aydınlık mı, geniş mi, dar mı, net oturma alanınız kaç metrekare?..
“G.. kadar” derseniz…
Anlamayan kalmaz…
Yani küçük, iki oda bir salon…

*
İşte bu yüzden zaten Bülent Arınç “Hayat içki ve seksten ibaret değildir” diyerek orta yere sınırlama getirince, herkes Türkiye’nin başına ne geldiğini anladı…
Oysa dincinin nihai hedefi insanların yaşam biçimini değiştirmektir… Bundan asla vazgeçemez… Bu bir mutlak ve kutsal emirdir… 
Eğer ramazanda ağzı oynayanların nasıl dayak yediğini ya da çağdaş yaşamı savunanların yakılmaktan vurulmaya kadar nasıl yok edildiklerini unutmadıysanız…

(Bkz; muamelat ve ukubat bahisleri.)

*
Memleketin oynamadıkları yeri kalmadı, kimse anlamadı…
Milletin kaderi ile, devletin ekseni ile, toplumun yapısı ile, Türkiye’nin geleceği ile oynadılar, yine anlayan olmadı…

Ama “Seks” denilince, anladılar…

Demek ki aynı zamanda anlama noktası da…



***

LİBERALLER ARAFTA,

LİBERALLER ARAFTA,


Mehmet Tezkan,

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Tarife gerek yok.. Kimlerden söz ettiğimi artık biliyorsunuz.. Muhafazakârlar her gün ‘siyasetin reel şartları bugün farklı, AK Parti’nin liberallere ihtiyacı yok’ 
diye davul çalıyorlar ya..

Onlar kimi kastediyorsa ben de onları kastediyorum..  
  
Son takışmadan sonra AKP’yle de, o kesimin eli kalem tutanlarıyla da aralarına kara kedi girdi..

Yan yana duruyorlardı..

Kavga çıkınca muhafazakârlar, liberalleri dışarı doğru itelemeye başladı..
Bunu gören liberaller ‘kelle hesabınızdan beni düşün’ diyerek sekiz yıldır oturduğu koltuğu boşalttı..

Hâlâ boşaltmayan var!.  

Bu sebeple muhafazakârlar, her televizyon programında, her gazete yazısında aynı çağrıyı yapıyor..

Ya tam destek ver, ya terk et..

Niye mi zorluyorlar?

Çünkü liberallerin boşalttığı koltuğa milliyetçileri oturtmak istiyorlar..
Bu işi bir an önce bitirmeye çalışıyorlar..

*
Başbakan da, Kiev dönüşü uçakta liberal çatırdamaya parmak bastı..
Ama çok farklı..
Oluşmuş bir ittifak yok dedi, onlar destek verdi diye bu adımları atmadık dedi, haziranda görürsün deniliyor AK Parti yine tek başına iktidar olunca sen 
neyi göreceksin dedi, sandığı entelektüelin dili değil milletin dili belirliyor dedi, entelektüelin diliyle milletin dili uyumlu değil dedi..

*
Ortada köprü falan kalmadı..
Hal böyleyse liberallerin durumu ne diyeceksiniz?
AKP ile araları hoş değil, sosyal demokratlarla hiç iyi değil..     
Milliyetçilerle feci..
Ne iktidarlalar ne de muhalefetle..

Lafın kısası..
Liberaller arafta..

Amaç zaten buydu içki bahane edildi
Günlerdir yazıyorum.. 
Amaç gençleri içkiden uzak tutmak değil, içki üzerinden toplumsal hayata müdahale etmek diyorum..

Hükümet adamları itiraz ediyor.. İçkiyi yasaklamadık , kimseye müdahale etmiyoruz diyorlar.. 

Ben de diyorum ki müdahale edilen alan içkiyle sınırlı değil, çok daha büyük..
Somut örnek..
İstanbul’da Babylon adlı önemli konserlerin de verildiği bir mekân var.. 
Müzikli içkili yer..
Hindi Zahra gibi ünlüler gelir konser verir.. Tabii onları getiren içki sponsorlarıdır..
Yasa ne diyor; içki sponsoru varsa 24 yaşındakiler giremez..
Babylon da karar almış.. Konserlere artık 24 yaşındakileri almayacak!..

*
Saçmalığa bakar mısınız?

24 yaşındaki genç diğer günler girebiliyor, içkisini içebiliyor, konser olunca giremiyor..
Bunun adı da gençleri içkiden uzak tutma oluyor!..

*
Diyecekler ki bira firmaları sponsor olmasın..
Kim olsun?

Süt firmaları mı, mama firmaları mı?

*
Not: Bu tür yerlerde çalışan, garsonluk yapan, yerleri temizleyen, bulaşık yıkayan  23-24 yaşındaki gençlere ne olacak?
Etkilenmesinler diye kapı önü mü? Çalışana izin müşteriye yasak olmaz ki!..

Bülent Arınç usulü siyaset

Yine mi Bülent Arınç demeyin..

Özel bir takıntım yok.. Ama ne yapayım bu aralar çok formda, her tarafa ateş ediyor, her lafın altından çıkıyor..

Meseleleri öyle güzel süsleyip, öyle abartıyor ki, bambaşka yere çekmeyi başarıyor.. 

Geçenlerde Manisa’da konuşurken ezan okunmuş, Arınç konuşmasını kesmemiş.. Fetva aldım o yüzden konuşmaya devam edeceğim demiş..
Sonra ne demiş?
“Ezan bizim ezanımız çok şükür ‘Tanrı uludur’ demiyor ‘Allahüekber’ diyor, bugünleri gösteren Rabbime şükürler olsun..”

*
Bu sözü duyan sanır ki, bugüne kadar ezan ‘Allahüekber’ diye okunmuyordu.. 
Bu sözü duyan sanır ki ezan ‘Allahüekber’ diye okunmaya AKP döneminde başladı..
Arınç, hasretle yanıp tutuşuyordu, bugünleri gördüğü için şükrediyor..

*
Arınç hayatında camilerden ‘Tanrı uludur’ diye ezan okunduğunu duydu mu? 
Hayır!..
Türkçe ezan okunmaya 1932 yılında başlandı, 1950 yılında son verildi.. Yeniden Arapçaya dönüldü.. 
Arınç 1948 doğumlu..
Daha iki yaşında.. O günleri bilmez.. Yaşı 65’in üstünde olanlar hayal meyal hatırlar, 70 üstü bilir..
Bir soru daha..
Bugün memlekette böyle bir mesele var mı?
Yok..
Arınç’ın varmış gibi sunup, ‘bugünleri  gösteren Rabbime şükürler olsun’ demesinin manası ne?
Siyaset!.. 
Muhteşem Yüzyıl 
Kurtlar Vadisi..
Kanuni’nin hayatını ele alan diziye az laf edilmedi.. Ecdadımıza saygısızlık denildi, kabul edilmesi mümkün değildir denildi, Osmanlı’ya hakaret diyerek 
yasaklanması bile gündeme geldi..
Hükümet adamları bile bu tür sözler sarf ettiler..
Bu belgesel değil ki sonuçta televizyon dizisi diyenlerin sesi ağzına tıkıldı..

*
Mavi Marmara gemisi baskınının intikamını almak isteyenler Kurtlar Vadisi Filistin adında bir film yaptı.. Filmin Almanya’da, Holokost (Yahudi soykırımı) 
Kurbanlarını Anma Günü’nde vizyona gireceği için durdurulması istendi..
Bizim Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü’ne sormuşlar.. Almanya’daki yasak girişimine ne diyorsun diye..
Bu sonuçta bir film demiş.. 

*
Doğru söylemiş de..
Benim lafım şu..
İçeride başka dışarıda başka olmaz.. Sonuçta ikisi de film..


***

Osmanlı’nın İzinde!

Osmanlı’nın İzinde!


Melih Aşık ,

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,

Yunanistan Cumhurbaşkanı Karolos Papulyas geçenlerde Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan’ı ağırlarken tarihte hiçbir Yunanistan cumhurbaşkanının sarf etmediği sözler sarf etti... Türkiye’yi kastederek Sarkisyan’a:
“Geçmişte aynı barbarlar tarafından kesildik” deyiverdi.
Başbakan Papandreu da Erzurum’da “İşgalci Türk ordusu Kıbrıs’tan çıksın” diye konuşmuştu. Her iki hakarete iktidardan yanıt gelmedi. Muhalefetten 
de güçlü bir protesto sesi çıkmadı.
Bu arada İsrail, Mavi Marmara raporunu açıkladı... 9 kişinin ölümüyle biten baskının hukuka uygun olduğunu bildirdi... ABD rapora onay verdi.
Geçen ay da İsrail ile Güney Kıbrıs arasında “münhasır bölge anlaşması” yapıldı... Türkiye’nin İsrail’e yönelik uyarıları fayda etmedi. El konulan ekonomik 
bölgede 90 milyar dolar değerinde petrol ve gaz yatağından söz ediliyor... Rusya Devlet Başkanı Medvedev ile Alman Başbakanı’nın Kıbrıs’a koşması, 
Merkel’in Türkiye hakkında atıp tutması, Fransa Devlet Başkanı Sarkozy’nin de Kıbrıs gezisine hazırlanması ekonomik bölgenin gözleri kamaştırmasına 
bağlanıyor.

AB’ye tam üyelik macerası çoktan bitti.

AB Rumlardan yana ağırlığını koyarak limanları açmamızı, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımamızı istiyor.

İstemek ne kelime var gücüyle bastırıyor.

Birçok konuda görüş ayrılığına sahip ABD ile AB, Türkiye ile ilgili konularda tam bir uyum içindeler. Birlikte bastırıyorlar.
Her alanda bir gerileme.. Her alanda bir aşağılanma...
Türkiye nereye gidiyor? CHP’li Onur Öymen’in saptaması:
- Osmanlı’nın izinden gidiyoruz diye diye Osmanlı’nın akıbetine uğrayacaklar...
Abdullah Gül, “Hablemitoğlu cinayetinde parmak izine ulaştık” demiş.
İnşallah o parmak da yanlış parmak  değildir!

Fahrettin Fidan, Halk TV

CHP’yle gerek sahiplik gerekse hukuksal açıdan hiçbir bağı bulunmayan... Ama kamuoyunda CHP’nin televizyonu olarak bilinen Halk TV uzunca süredir sıkıntılı 
günler yaşıyor. Çalışanlarına maaşları ödenmiyor. Hizmet araçlarına haciz kondu. Yayına her an son verebileceği söyleniyor... Halk TV neden bu hale düştü? 

Bir çalışan anlatıyor:

“Halk TV iki sebepten bu hale düştü. Bir; yöneticilerin hataları... İki; partinin ilgisizliği... Evet, Halk TV’deki programlar genelde kötüydü... 
İzleyicinin ilgisini çekmiyordu... Dolayısıyla izlenirliliği çok düşüktü ama partinin böyle bir kanala ihtiyacı tartışılmazdı. Hele hele seçimlere şurada 
birkaç ay kalmışken... Hele de bir başka iletişim kanalımız yokken... Aldığım bilgiye göre Kemal Kılıçdaroğlu nihayet konuyla ilgilenmeye karar vermiş. 
Hurşit Güneş’i bu işle görevlendirmiş. Umarım başarırlar.

Mahkeme karar vermiş: “Yumurta atmak demokratik hak.”
Bu karar gösteriyor ki iktidar yargıyı henüz tam olarak kontrol altına alamamış...

Haldun Ertem Duman,

İstanbul Ataşehir Belediyesi’nden gelen mesajda:
“Burası Ataşehir; sağlık burada, gelecek burada....”
İbareleri gözümüze çarpıyor. 
Derken ikinci mesaj Prof. Elif Dağlı’dan geliyor. Elif Hanım, Ataşehir Belediyesi’ni protesto ediyor.

Philip Morris çalışanları, Ataşehir Belediyesi tarafından başlatılan, kapak toplama projesi kapsamında topladığı kapaklarla 12 yürüme engelliyi tekerlekli 
iskemleye kavuşturmuş.
Ataşehir Belediye Başkanı Battal İlgazi de kendilerine bir teşekkür plaketi vermiş
Görünüşte iyi bir etkinlik.
Ancak yasal değil... Yasalar reklama dönük bu tür ilişkileri yasaklıyor.
Nefret Söylemi!

Hrant Dink Vakfı, “Nefret Suçları ve Nefret Söylemi” başlıklı bir derleme kitap yayımladı.
Kitap, geçen yıl düzenlenen bir konferansın sunumlarından oluşuyor.
Sunumlardan biri gazeteci Kemal Göktaş tarafından yapılmış, “Medyanın Hrant Dink’i hedef haline getirmesi” başlığını taşıyor.
Kitaba alınan sunumda bizim de bir yazımız geçiyor...
Kemal Göktaş 2009 yılında yazdığı “Hrant Dink Cinayeti” adlı kitapta bizim kimi yazılarımızdan hastalıklı yorumlar üretmişti...
Bu yorumlar daha sonra “Hrant” adlı kitaba aktarıldı, şimdi de “Nefret Suçları ve Nefret Söylemi” adlı kitaba...
Eleştiri konusu yazımız 15 Ekim 2005 tarihinde sütunumuzda yayımlanmış. 

Aynen şöyle:

“Ermeni asıllı yazar Hrant Dink, 6 ay cezaya çarptırılmasına, ceza tecil edilmesine rağmen üzülmüş. Ülkeyi terk etmekten söz etmiş... 
Ceza hukuk dışı güdülerle verildiyse elbet üzülünür, kınanır.
Hrant kardeş... Sen haksız bir mahkeme kararına haklı olarak üzüldün... 
Peki 70 milyonluk bir ulusu, herhangi bir yargı kararı olmadan kendisinden önce yaşanmış olaylardan dolayı ‘soykırım suçlusu’ ilan ederken bunda da bir 
haksızlık görüyor musun? Görmüyor musun?”

Bu yazıya Kemal Göktaş’ın yaptığı yoruma bakınız:

“Hiç ilgisi olmayan iki konuyu karşılaştıran Aşık’a göre Dink’e verilen ceza, Türkiye’ye yöneltilen soykırım suçlamalarına karşı bir yanıttı.”
Oysa okuma yazması ve iyi niyeti olan herkes yazıdaki şu mesajları görebilir:
“Cezanın hukuk dışı güdülerle verildiği...”
“Mahkeme kararının haksız olduğu..”
“Hrant’ın haklı olarak üzüldüğü...”
İstenen sadece Hrant’ın da Türk halkına yöneltilen soykırım suçlamasındaki haksızlığı görmesiydi.

Nitekim Hrant bu yazımıza hemen yanıt vermiş bu yanıt da sütunumuzda yayımlanmıştı. Kemal Göktaş’ın görmezden geldiği o yanıtı yarın yayımlayacağız.. 

Hrant bizim satırlarımızda nefret mi görmüştü yoksa dostça ve içten bir çağrı mı? 

Cevabı yarın, Hrant’ın mektubunun içinde...

****

Emniyet’in Özrü kabahatinden büyük!


Emniyet’in Özrü kabahatinden büyük!


Mustafa Mutlu ,
mmutlu@gazetevatan.com

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Günlerdir İkinci Ergenekon Davası’nın sanıklarından Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin başına gelenleri yazıyorum...
“Ergenekon Terör Örgütü’nün talimatıyla Hizb-ut Tahrir örgütüne sızmak”le suçlanan bu Teğmen’in telefonunu İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde kimin ya 
da kimlerin yasa dışı bir şekilde açtığını...
Rehber bölümüne aralarında Hizb-ut Tahrir üyelerinin de bulunduğu 139 kişiye ait telefon numaralarını neden yerleştirdiklerini soruyorum...
İstanbul Emniyeti, nihayet lütfetti ve dün bir açıklama yaptı.
Aslında buna açıklama değil, “durum kurtarmaya çalışma” demek daha doğru ya, neyse...
Açıklamanın detayını haber sayfalarımızdan okursunuz. Ben özetleyeyim:

1) Teğmen hakkındaki suçlamalar; şüphelinin bizzat yaptığı ve tape edilmiş telefon görüşmeleri, yapılan aramalarda elde edilen fiziki ve dijital dokümanlar 
ile Hizb-ut Tahrir örgüt üyeliğinden haklarında dava açılan Kurtça Bektaş ve Süleyman Solmaz’ın ifadelerine dayandırılmış...
2) Aralarında Hizb-ut Tahrir örgütüne üye bazı kişilerin de bulunduğu 139 kişiye ait telefonlar Hizb-ut Tahrir davası sanığı Mahmut Oğuz Kazancı’nın 
telefonundan Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin rehberine yanlışlıkla yüklenmiş...
3) Teğmen Çelebi’ye ait telefonun, 19 Eylül 2008 günü kısa bir süre için açık kalması hadisesi ise sanıktan elde edilen telefonun hafızasındaki bilgilerin 
teknik personel tarafından kopyalanması esnasında gerçekleşmiş... Kopyalama esnasında telefon yaklaşık 2 dakika açık kalmış... Bu da rutin bir işlemmiş 
ve diğer tüm şüphelilerin telefonlarına da uygulanmaktaymış...

***
Hani bir laf vardır ya, “Özrü kabahatinden büyük” diye... Bu açıklama, bu söze “cuk” diye oturuyor!

Neden mi? 

1) Raporlara göre telefon, bilirkişiye teslim edilmeden, yani polisin elindeyken açılmış... Çünkü kopyalama yapılıyormuş! Oysa bu kopyalamanın, telefona 
el konulduğu sırada yapılmış ve tutanağın bir örneğinin de sanığa ya da avukatına verilmiş olması gerekirdi. Ama Emniyet bunu yapmadığı gibi; askeri inzibat tarafından kendisine kapalı bir zarf içinde teslim edilen teğmenin telefonunu, bilirkişiye teslim etmeden önce açtıklarını itiraf ediyor. 
Üstelik bunun “rutin bir işlem” olduğunu, tüm şüphelilerin telefonlarına da uygulandığını altını çize çize anlatıyor!

Yani, “Biz bu suçu zaten durmadan işliyoruz” diyerek, büyük bir skandala imza atıyor!

2) Madem Emniyet’in elinde Teğmen Mehmet Ali Çelebi aleyhine yeterli delil var, o zaman bir telefona “yanlışlıkla” yerleştirilen “139 kişilik kayıt”, neden mahkeme dosyasına konuldu? Yanlış olduğu bilinen bu bilgilerden, neden medet umuldu?

3) Gelelim; 139 kişinin telefon numaralarının, Teğmen’in rehberine yüklenmesi ne... Doğrusu ben hâlâ bir sanığın telefonundaki bilgilerin, başka bir sanığın rehberine yüklenmesinin nasıl bir “teknik yanlışlık”tan kaynaklandığını anlayabilmiş değilim...

İşi; “kılı kırk yarmak ve titiz çalışmak” olan polis, böylesine büyük bir yanlışı nasıl yapabilir?

***

Kısacası... Emniyet’in açıklaması kesinlikle tatmin edici değil!
İstanbul’un Sayın Emniyet Müdürü’ne hatırlatmak isterim:
Yasalarımız, sanık ve şüphelilerin tüm haklarını sizin ve personelinizin namusuna emanet etmiştir.

Bunun bilincinde olduğunuza...

Ve teşkilat içine sızabilecek “kötü niyetli ‘başka’ örgüt mensuplarına” karşı da uyanık durduğunuza tüm kalbimle inanmak istiyorum...

***

GÜNÜN SORUSU

Başbakan’ın dün Erzurum’da “elit öğrenci temsilcileri”yle buluştuğu saatlerde, İstanbul’daki gösterici öğrenciler yine dayak yedi ve gözaltına alındı... 

Sorum Başbakan’a:

Aleyhinize yapılan protesto gösterilerine katılım için de 24 yaş sınırı getirmeyi düşünüyor musunuz?

***
Türkiye’nin en büyük sorununa çözüm, seçimden sonra geliyormuş!
Başkanlık tartışmasını yeniden gündeme getiren Başbakan Erdoğan’ın, Ankara’da yeni bir “Cumhurbaşkanlığı Köşkü” ya da “Başkanlık Sarayı” yaptırmak için harekete geçtiği iddia ediliyor...

İddiayı gündeme getiren odatv.com’a göre; Başkanlık Sarayı’nın projesi, Fransa ve ABD’deki başkanlık sarayları incelendikten sonra çizilmiş...

Hatta Ankara’daki arazi alternatifleri bile belirlenmiş...

Bu yeni binayı da; asıl işi yoksul halkı ev sahibi yapmak olan Toplu Konut İdaresi’nin yapması düşünülüyormuş...

Projenin hayata geçirilmesi için ilk kazma ise önümüzdeki genel seçimlerden sonra vurulacakmış...

***

Tabii ya... İşte, Türkiye’nin en büyük sorunu... 

Dikelim Sarayı, olsun bitsin! 

***

Demokrasinin Son Çırpınışları!


Demokrasinin Son Çırpınışları!

Ruhat Mengi ,
rmengi@gazetevatan.com

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Türkiye “tüm geleceğini, tüm demokratik sistemini değiştirecek kadar önemli” bir süreçten geçiyor. 

Aslında “demokratik sisteme veda” sürecinin en kalıcı adımları; referanduma sunularak muhalefet partilerinin devre dışı bırakıldığı bir kurnazlıkla kotarılan 
“yüksek mahkemeleri tek başına iktidar partisine seçtirecek” anayasa değişikliği ile yapılmıştı. (Hani nerede tüm itirazlara rağmen o pakete sıkıştırılan 
aldatıcı demokratik haklar, 12 Eylül darbesi, 27 Nisan muhtırası ile hesaplaşma, vs? Ne kazanıldı acaba?)
Şu anda referandumun verdiği imkanla yüksek yargıyı tümüyle bitirecek adımlara karşı son çırpınışları duymaktayız. 
Yargıtay Başkanı, Ana Muhalefet Partisi, bilim adamları, basının ‘tarafsızlığını zor şartlar altında korumaya çalışan’ kalemleri hala son bir ümitle bu adımları 
önlemeye çalışıyor.

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Anayasa Hukuku Profesörü Süheyl Batum “Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay”a yapılmak istenenleri dün bir 
kez daha açıklamış.

“Anayasa Mahkemesi’ne (Meclis çoğunluğunun yani iktidarın çıkaracağı yasalardaki hatalarla ilgili) gelen iptal başvuruları TBMM’nin yanı sıra Başbakanlığa da sorulacağını, Anayasa Mahkemesi’nin Yargıtay ve Danıştay üzerinde bir denetim mekanizmasına dönüşeceğini, Anayasa Mahkemesi hakkında getirilen bu tasarının açıkça Anayasa’ya aykırı olduğunu” söylemiş. Artık referandumdan sonra Anayasa Mahkemesi ve HSYK’ya iktidar partisinin tek başına seçtiği yeni üyelerle zaten bu mahkemelerin denetimi ortadan kalkmış durumda..

HİTLER’DEN SONRA ÇIKTILAR

Kısacası yakında Yargıtay ve Danıştay’da iktidarın emrine girecek. CHP Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi’nin de CHP’li Komisyon üyeleriyle yaptığı 
açıklamada değindiği gibi; yüksek mahkeme denetimi olmadığı için Hitler’in hatalarının durdurulamadığı, Anayasa mahkemelerinin bu nedenle ortaya 
çıktığı hatırlanacak olursa Türkiye’de atılan adımların ciddiyeti daha iyi anlaşılır.
Nitekim bundan sonra Anayasa’nın “üniter yapının korunması, dil, vatandaşlık tanımı” gibi ilkelerin yer aldığı “değiştirilemez maddeleri” de değiştirilmek 
istense hiçbir denetim mekanizmasına takılmadan her istenen yapılabilecektir. Halk da bunu istiyor mu?

HALK SANDIKTA DİRENEBİLİR

Akif Hamzaçebi ayrıca “ Yüksek mahkemelerle ilgili tasarının tehlikelerinden” söz ederken halka “dikkatli olmalarını, yüksek yargıyı kaybetmemek için 
direnmelerini” önermiş. 

Aslında bu endişeler doğrudur ama halk ne yazık ki “direnmesi gereken tek yer” olan sandıkta görevini yapacak kadar olayları anlayamıyor.
Aynen “ülkeyi tehlikelere sürükleyen” referandum sonucunda görüldüğü gibi, seçim öncesinde verilecek vaadler, ekonomi ile göz boyamalar, din-inanç 
konusunda yapılacak provokasyonlar ve ‘dini sahiplenme’lerle, seçim rüşvetleriyle aldanabiliyor. Ona “bu seçimin ülkesinin bütünlüğünü, özgürlüğünü ve diğer haklarını koruması için kalan son şansı olduğu” nasıl anlatılacak? Gazete ve TV’lerin çoğu sadece iktidarın duymak istediklerini söyleyecek hale 
getirilmişken, tüm devlet, belediye imkanları iktidara çalışırken nasıl?
Onun için, “farklı görüşlerin ve diğer partilerin fırsat eşitliğinin tümüyle ortadan kalktığı” bu ortamda artık seçim veya referandum sonuçlarını “eşit şartlar varmış gibi” sunmak budalalıktan başka bir şey değildir. Ve bu durumda ülkenin aydın insanları ne kadar çırpınsa gidişi durdurmak çok zorlaşmıştır.

Biz haftalarca uyardığımızda dinlemeyenler “Yetmez ama Evet”le nerelere varılıyormuş şimdi anladılar mı acaba? 
Milletin tartışmasından kaçmak! 

Başbakan Erdoğan, CHP’de farklı görüşler açıklayan milletvekilleri için “CHP’de kimin eli kimin cebinde belli değil” gibi garip bir söz söylemiş. CHP Genel 
Başkanı Kılıçdaroğlu da “Onların eli hep birilerinin cebinde. Vatandaşın cebinde. Bizde herkes düşüncesini özgürce söylüyor” cevabını vermiş. 
Onlar çekişiyorlar ama AKP’de konuşabilen iki üç isim (Cumhurbaşkanı da içinde) arasında da bu cep meselesi mevcut.

NESİ DOĞRU?

Bakın Erdoğan’ın istediği “başkanlık sistemi” için Cumhurbaşkanı ve Meclis Başkanı “doğru bulmadıklarını” söylerken Başbakan Yardımcısı Arınç
 “Başbakan’la aynı görüşte olduğunu” bildirmiş. Hukukçu Arınç’a “nesini doğru buluyorsunuz” diye sormak lazım. Başbakan “ABD’deki ve diğer ülkelerdeki 
uygulamaları” örnek gösteriyor. 
Oysa ABD’de eyalet sistemi olduğu, valilerin de birer başkan gibi bağımsız davranabildiği, bunun ortaya çıkabilecek diktatörce baskıları önlediği, ayrıca 
“çok güçlü bir bağımsız yargı”sının olduğu defalarca yazıldı.ABD dışında tüm ülkelerde diktatörlükle sonuçlandığı da.. Aynı şekilde yarı başkanlık sistemi 
tüm yetkiyi cumhurbaşkanı ile başbakan arasında paylaştıracağı için, “yargının da iktidarın elinde olduğu” bir ülke için son derece sakıncalı. 
(Bakınız Anayasa Hukukçusu Ekrem Ali Akartürk’ün kitapları.. En net açıklamalarla.)

DEMOKRATLIĞA TERS Mİ?

Ama bunu ancak ‘iyi hukukçular, iyi siyaset bilimciler ve konuyu özel olarak araştıranlar’ anlayabilir. Bu durumda Başbakan Erdoğan’ın 
(aynen referandumda “neye oy verdiğini bilmeyen milyonlara en teknik anayasa konularını oylatma” yanlışı gibi)şimdi de “halkım başkanlık sistemini bilmeli” 
demesinin anlamı var mı? 
Ama sonunda bu da olur. Cumhurbaşkanı olmak isteyen Erdoğan, kendi yetkilerini mutlaka başbakan yetkilerinin üstüne çıkarır.
Ben Başbakan’ın “Milletin tartışmasından kaçmak, çekinmek demokratlığa ters” sözüne de takıldım. Mesele böyleyse, TRT başta olmak üzere iktidara 
yakın medyaya sınırsız özgürlük varken, en taraflı sohbetler tam gaz sürerken milletin medyasında sorgulayan, tartışan gazetecilerin yazıları veya 
programları neden devam edemiyor? Eylemle söylem arasında ciddi sorun var değil mi? 

***

Yahudi Düşmanlığı artarken....


Yahudi Düşmanlığı artarken....


Rıza Zelyut,

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Dün; 2. Dünya Savaşı'nda ve öncesinde Almanların yaptığı Yahudi soykırımı anıldı. Naziler; kamplara doldurduğu 6 milyon Yahudi'yi buralardaki gaz 
odalarında yok etmişlerdi. Bu kamplardan birisi de Polonya'daki Auschwitz idi, burası soykırım (holokost) kurbanlarının sembolü oldu. Auschwitz Kampı, 
27 Ocak 1945’te, Sovyet askerleri tarafından ele geçirilip kalanlar kurtarılmıştı. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, bu tarihi, Yahudi Soykırımını Anma Günü 
kabul etti. Dün; Türkiye'de de Neva Şalom Sinagogu'nda bir anma toplantısı vardı.
Ama haberlere baktığımda bu önemli günden ve ülkemizdeki durumdan hiç söz edilmediğini gördüm.
İnsanlığın ortak belleğinin dışına düştüğümüzü bundan iyi ne gösterir ki...
Milyonlarca insanın katledilmesini hatırlamayan bir toplumsal bellek; hasta bir bellektir.
O günlerde Türkiye; sırtına Alman silahı dayanmış olmasına karşın; Yahudilere kucak açmıştır.

Peki şimdi kimden korkuyoruz?

İSRAİL'DEN VURMAK

Şu sözde aydınlar; sözde insan hakları savunucuları görmek istemese bile, biz insanlık vicdanının sesi olarak yazacağız: 
AKP iktidarları zamanında Türkiye'de Yahudi düşmanlığı hızla yaygınlaştırıldı. Bu düşmanlık; halkın içinden gelen bir duygu değildir. Bu düşmanlık; 
halka dayatılan siyasi düşmanlıktır. 
İktidar partisi; İsrail hükümetinin yanlışlarını kullanarak; Müslüman halkın önemli bir bölümünü Yahudi düşmanı yapıp kendi partisinin gönüllü oy deposu 
haline getiriyor. Başbakan Erdoğan'ın İsrail ile yürüttüğü çatışma politikası; alt tabakaların bilinç altında var olan Yahudi karşıtlığını depreştiriyor. 

Böylece; iktidara bağlı bir seçmen kitlesi ortaya çıkartılıyor.
Van minüt çıkışı... Çatışma olacağı belli iken, bu hükümetin o malum vakfa sattığı Mavi Marmara gemisinin Gazze'ye yollanması... 
İsrail ile gerilimin en tepede tutulması... Müslümanları savunmak için değil; içerideki seçmeni politize edip AKP'ye yapıştırmak taktiğinin bir yansıması oldu. 
Öyle olmasa ABD'nin Irak'ta, Afganistan'da yüz binlerce Müslümanı katletmesine de bir tepki gösterirdi hükümet. Hiç ağzını açıyor mu bu konuda 
Başbakan Erdoğan...
Başbakan'ın İsrail'e yaptığı politik çıkışları; cami cemaatine derhal Yahudi karşıtlığı olarak yansıyor. Gidin, aralarına girip biraz sohbet edin; doğan fanatik 
havayı hemen anlarsınız... 
Giderek büyüyen ve AKP'nin yeminli seçmeni gibi davranan Yahudi düşmanı seçmen profili, Türkiye'nin geleceğini de tehdit ediyor. 

Ülkemiz; bu tür fanatikleştirme yoluyla çağdaş yaşam tarzından kopartılıyor. 
Bakın ülkemizdeki Yahudilere; gerçeği görün...
Bu insanlar; susmuş durumdalar; nefes almaktan bile çekiniyorlar.
Bu Türkiye midir çağdaşlaşan Türkiye?

DÜNYAYI TANIMAK İÇİN

Kemal Atatürk; 'Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli; kültürdür' derken; cehalete karşı yürüttüğü savaşı özetlemişti. Cumhuriyet kurulurken okumuş insan 
sayısı yüzde bir kadardı. Eğitime verilen önemle; yeni bir toplum ve yeni bir devlet yaratıldı. Cumhuriyet insanı kitap okuyarak modernleşmeyi yakaladı. 
Ben de ailelere; çocuklarına ve kendilerine kitap almalarını öneriyorum. Bırakın televizyonu, interneti. Orası beyninizi çürütür ama kitap sizi yeniden yaratır.
Son zamanlarda okuduğum kitaplardan birkaçı şöyle:
*Erol Sarıal'ın çalışması olan 

KÜRESEL SÜRTÜKLER (Kripto Yayınları)

Bu kitap; Türkiye'nin yaşadığı çalkantıların nedenini, niçinini ortaya koyuyor. İçeride ve dışarıda cumhuriyet rejimine kurulan tuzakların üstündeki örtüyü 
kaldırıyor Erol Sarıal.

*Vural Savaş'ın hazırladığı KİM BU HAİNLER (Bilgi Yayınevi)
Bu çalışma da büyük hukukçumuz Vural Savaş'ın belgeleri konuşturduğu bir eser. Sayın Savaş; bilgileri, haberleri derleyerek kendi bakış açısıyla sunuyor. 
Böylece; dünyayı daha doğru bir gözle görmenizi sağlıyor.
*Kenan Demirkol'dan GDO: ÇAĞDAŞ ESARET ( Kaynak Yayınları)
Beslenmede karşı karşıya olduğumuz büyük tehlikeyi de bu çalışmadan öğreniyorum.

****

Herkesin Cumhurbaşkanı Olmak!

Herkesin Cumhurbaşkanı Olmak!


Özcan YENİÇERİ,

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül Strasbourg’a gitmişti. Akşam gazetesinden İsmail Küçükkaya’nın yazdığına göre yanında liberal ağırlıklı 
gazeteciler varmış. Bunlar Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Ali Bayramoğlu, Ergun Babahan, Hasan Bülent Kahraman vb. Bunların dışında Sedat Ergin, 
Ekrem Dumanlı, Muharrem Sarıkaya ve Nuh Albayrak da varmış. 
Bu bir tercih yahut Türkiye’nin en yüce makamının takdiridir. Liberal gazeteciler öncelikli!

Liberal ağırlıklı bu gazeteciler Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün hemen her iç/dış ziyaretinde ve toplantılarında yanı başında görülüyor. Cumhurbaşkanı, 
bu seyahatler sırasında onlarla sohbet eder, ülke gündemini konuşur ve önemli sorunlara ilişkin görüşlerini paylaşır.
Cumhurbaşkanı’nın bu tercihi konjonktürel değildir. Son zamanlarda liberaller ile AKP’nin arasının açık olmasıyla ilgili olduğu da söylenemez. 
Çünkü liberal gazeteciler her konuda Köşkün müdavimleridir. Dolayısıyla ortada bilinçli olarak yapılmış bir tercih vardır.Bu tercih ve takdir ise, bize sağlam bir tespit yapma imkânı veriyor: Türkiye’nin en yüce makamı liberal, muhafazakâr kısmen de olsa sola mütemayil gazetecileri muhatap alıyor, bunun dışındakileri ise yok sayıyor. Sözgelimi devleti kuran irade olan milliyetçiliğin bir manada temsilcisi olan gazeteciler bu bağlamda Köşk tarafından yok sayılmaktadır. 

TRT bir başka âlem!

Yalnız Cumhurbaşkanlığının tercihleri değil, TRT’nin tercihleri de dikkatlerden kaçmayacak biçimde yanlı ve ilginçtir. Bugün Türkiye’nin Radyo ve 
Televizyon Kurumunun kapısı ancak belirli düşünceleri savunan gazetelere, gazetecilere ve düşünürlere açıktır. TRT iktidarın politikalarının ne denli haklı 
ve gerekli olduğunu gören ve gösteren bir yayın organı haline gelmiştir.
Örneğin TRT’de hemen bütün ulusal gazeteler yer bulurken bazı gazeteler görülmezlikten gelmektedir. Bunlardan birisi de Yeniçağ gazetesidir. 

Yeniçağ adlı milliyetçi/muhafazakâr çizgide yayın yapan bir gazetenin ekranlara getirilmesi bile TRT yönetimi tarafından uygun görülmemektedir. 

Pekiyi Yeniçağ gazetesi ne yapıyor? 

Bu gazetenin ülkenin birliği, milletin bütünlüğü ve devletin bölünmezliğini esas alan bir yayın politikası var. Buna rağmen bu gazetenin tirajında olmayan gazeteler, hatta servislerin operasyon gazeteleri bile bu anlamda en ince ayrıntısına kadar TRT ekranlarından kendisine yer bulabilmektedir. 

Yeniçağ gazetesine ise TRT ekranları ketum davranmaktadır.

Bütün bunları yakınmak için değil, bir tespit için söylüyorum. İşaret ettiklerimiz Türkiye’de muhalif yayın, duruş ve tavır ortaya koymanın ne denli zor 
olduğunu gösteren küçük bir örnektir. “İlelebet kalacak değiliz!” 

Çeşitli toplum kesimleri, farklı düşünceler ve çıkar gurupları arasında ülkenin tepesinde olanlar bir denge kurma gereğini duymamaktadır. 

Bütün bu gerçekler orta yerde durur iken Cumhurbaşkanı, “Ülkenin bekası için yeni bir anayasaya herkes katkı vermeli. Katılım önemli”  diyor. 

Katılımdan millî düşünceye sahip olanlar da bu tartışmalara katılsın anlamını çıkarmak gerekiyor. Sayın Cumhurbaşkanı, katılımdan, muhtemelen 
liberallerin tamamının bu tartışmalara katılması gerektiği yolundaki beklentisini dile getirmiş oluyor.Yeni anayasa taslağını da Prof. Özbudun başkanlığında tamamı liberal olan bir ekip hazırladığını unutmamak gerekiyor. 

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, birden Ahmet Necdet Sezer’i hatırlamış gibi şu sözleri de konuşmasına eklemiş:  “İlelebet kalacak değiliz!”. 

Cumhurbaşkanı doğru söylüyor. Fâniler ilelebet kalmıyor ama Türk tarihinde devlet ve millet için söylenmiş bir  “ebed müddet”  kavramı da var. 
Yani gidenler devleti götüremiyor. 

Galiba sorun da buradadır.

****

Başkanlık bizi Kesmez, bize ‘Sultanlık’ yaraşır


Başkanlık bizi Kesmez, bize ‘Sultanlık’ yaraşır


Israfil K. Kumbasar

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Adamı nezarete çek, cep telefonuna ‘şaibeli’ bir takım insanların numaralarını yükle. Ardından kocaman bir ‘dosya’ eşliğinde doğru kodese.
Adamı ‘koltuğundan’ et, yargıya gitsin. Yargı bir değil, iki değil ‘tam 12 kez’ göreve iade etsin, sen 13’üncü kez “Kalk o koltuktan” diye bir kez daha 
yakasına yapış.

Adamı hiçbir somut delile  ‘darbeci’diye damgala, meydan meydan dolaşıp hakaretler yağdır, hâkim dosyaya bir bakıp, “Bunda ne var yahu, suç bile sayılmaz” diyerek dosyayı rafa kaldırsın.
Adamı ‘zanlı’ yap, dava dosyasını ‘avukatından’ bile gizle, ama ‘işbirlikçi kalemlere’ sızdır, ertesi gün çarşaf çarşaf ‘yandaş medyada’ yer alsın. 
Kadın yürek yangınıyla  “Bu referanduma evet demek, gaflettir, ihanettir”  desin, bu kez onun sözleri ‘suç’sayılsın ve tazminata mahkum edilsin.
Hepsi son bir haftanın ‘hukuk’ harikaları.

Dikkat buyurun, bu harikaların bir ayağında ‘polis’, bir ayağında ‘yargı’, diğer ayağında ise ‘medya’ var. ‘Şeytan üçgeni’ yoksa böyle bir şey midir?..

***
Yukarıdaki manzaraya bakıp da hâlâ yargıdan dert yananların, ‘nasıl bir hukuk sistemi’ istedikleri, ‘nasıl bir yapılanma’ peşinde oldukları doğrusu 
şâyan-ı dikkattir.

Anayasa Mahkemesi’nden tutun, HSYK’na kadar tüm hukuk aygıtlarına köklü bir ‘format’ atmaya and içtikleri belli. Zaten açık açık itiraf ettikleri gibi, 
‘ipe sapa gelmez’ yasal düzenlemelerle de bu isteklerini hayata geçiriyorlar.
Ama insan anlamakta zorluk çekiyor. ‘Tayinler’, ‘terfiler’, ‘şaibeli kararlar’ ortadayken, ikide bir ‘kuyruğuna basılmış’kedi gibi miyavlamak neyin nesi olur?
Demek ki yapılanlar ‘yeterli’ bulunmuyor. Güya ‘hukuk’ adı altında, kindar bir hesaplaşma, bir ‘sindirme operasyonu’ almış başını gidiyor.
Hani bir parça samimiyet taşısalar, ‘paşa’ yapmaya niyetlendikleri İmralı canisinin durumunu da irdeler ve en azından ‘halkın önüne’ çıktıklarında 
hicap duyarlar.

Nerede? Binbir pişkinlikle  “O devletin işi” deyip, topu taca atmaya çalışıyorlar.
Sırra kadem basan Hizbullah militanları için de aynı yaygarayı basmadılar mı?

***
Vatandaşın tek dayanağı olan ‘hukukî yapı’ bu durumdayken...Köşk sakini tutup ‘Başkanlık sistemi’ konusunu yeniden tartışmaya açtı. 

Amiyane tabiriyle ‘her kuşu’ öptük, bir ‘leylek’ kaldı.

Hiç hesaba katmıyor ki, zat-ı âlilerinin görev süresi bile meçhul. Yarın kaldırın telefonu, “Ne kadar daha oradasınız?” diye sorun bakalım. 
Yemin billah kendisi bile bilmiyor orada ne kadar kalacağını. 
Ortada somut bir yığın hukuk ihlali varken millete yeniden ‘cambaza bak’ deniliyor.
Yeni dönemde ‘sıfır bir anayasa’ yapılmalıymış, ‘başkanlık sistemi’ bazı sakıncalar taşıyormuş.
Peki ya nezarette telefona girilen kayıtlar.
Sırra kadem basan Hizbullahçılar.
‘Devlete yön verme’ iddiasında haftalık demeçler yayınlayan İmralı’daki bebek katili.

Onlara dair bir görüşünüz var mı?

- “Tabiî Türkiye bir hukuk ülkesi canım. Bu meseleleri soğukkanlılıkla...” 
Yedik gitti biz de, aynen buyurduğunuz gibi.

***
Aslında ‘hukuk üzerine’çevrilen bunca fırıldağa bakınca, Çankaya’daki gül yüzlü mübarek zata vermek hak elzem oluyor.
‘Başkanlık sistemi’ kesmez, sakıncaları var.

Yoksa Orta Doğu’daki bazı akl-ı evvellerin dillerine doladığı gibi, ‘Sultanlık’ sisteminde mi karar kılsak. Ülkedeki ‘fiilî’ duruma daha uygun düşmez mi?
Ne dersiniz?

****