Mustafa Mutlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mustafa Mutlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mart 2020 Çarşamba

BANA YALAN SÖYLEYEN YILLAR., YAZI SERİSİ BÖLÜM 2

BANA YALAN SÖYLEYEN YILLAR., YAZI SERİSİ BÖLÜM 2



Gel Artık

Mustafa Mutlu

Bir yılın daha son günündeyiz, “özlem”im.
Ahmed Arif’in dediği gibi; bu yıl da aç kaldım, susuz kaldım.
Yine hayın, yine karanlıktı gece!
Can garip, can suskun, can paramparçaydı yine...
Ve ellerim hep kelepçedeydi.
Tütünsüz uykusuz kaldım, “özlem”im;
Yine de terk etmedi sevdan beni...

***
Bugün yılın son günü... Siz henüz bilmiyorsunuz ama ben her yılın son gününde sadece “özlem”imi yazarım!
İyiye, güzele, doğruya duyduğum özlemdir bu...
Ve sanırım ki yazınca özlemim bitecek...
Tecrübeyle sabit: 
Biten biz oluyoruz; özlem ise olduğu yerde duruyor!

***
“Özlem”, yaşanmışlıklara yönelik bir duygudur aslında...
Yaşamadığınız şeyi özleyemezsiniz çünkü!
Ama... Nasıl olduysa bu kurt, yıllar önce düştü içime; ben yaşamadıklarımı da özlüyorum artık!
İnsanların birbirlerini ciddiye aldıkları bir dünyayı özlüyorum örneğin!
“Açlık sınırları”nın bilinmediği...
Maden işçilerinin ekmek parası için kör kuyularda can vermediği...
Gencecik çocukların polis kurşunuyla katledilmediği  bir dünyayı...
Gazetecilerin, yazarların, akademisyenlerin, aydınların; sırf savundukları görüşler yüzünden yılbaşı gecelerini soğuk koğuşlarda hüzün içinde geçirmedikleri bir ülkeyi özlüyorum.
Terörle mücadele etmiş komutanların, yakaladıkları teröristlerin verdiği ifadelerle, “terör” suçundan içeri tıkılmadığı.. 
Dinin ve etnik kökenin siyasete ve ticarete alet edilmediği bir ülkeyi...
Yönetmenin; “bağırmak, hakaret etmek, dalga geçmek”, siyaset yapmanın ise “yalan söylemek” olmadığı bir ülkeyi...
İnsanların koltuk ve para için vücutlarını ve beyinlerini satmaya ihtiyaç duymadıkları...
Emeğin hakkının verildiği...
Çevrenin talan edilmediği...
Güçlülerin güçsüzleri ezmediği bir ülkeyi özlüyorum.

***
Kısacası... Değerleri olan bir ülkeyi özlüyorum.
Bizi biz yapan kavramların iğdiş edilmediği... 
Bu ülke için ölen atalarımızın ruhlarının yerlerde süründürülmediği...
Aşkların doyasıya yaşandığı...
Hakkını arayanların dövülmediği, işkenceden geçirilmediği; tam tersine, yüceltildiği bir ülkeyi...
Bölünmenin değil, birleşmenin kutsandığı...
Yoksulluk ve cehaletten beslenen siyasetin tarihe karıştığı...
“Kadınlara eşitlik” söyleminin bile, aslında kadınlara hakaret sayıldığı bir ülkeyi özlüyorum!
Ve bir yılı daha bu “özlem”lerle bitirirken, önümüzdeki yıl bugün yayınlanacak olan yazımda, özlemlerimin azaldığını göreceğime inanmak istiyorum.

***
Ben her yılın son gününde sadece “özlem”i yazarım!
İyiye, güzele, doğruya duyduğum özlemdir bu... Ve sanırım ki; yazınca özlemim bitecek...
Tecrübeyle sabit: 
Bitmiyor!
Mutlu yıllar...

OPERASYON! 

Nurhan Gül isimli bir ev kadını, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Akhisar mitingi sırasında, evinin balkonundan ayakkabı kutusu göstermiş!
Sen misin bunu yapan?
Bir yandan Başbakan’ın korumaları, diğer yandan Çevik Kuvvet polisleri azılı katil yakalar gibi Nurhan Hanım’ın evini basmış ve yaka paça karakola götürmüş!
Savcı, eline hırsızların listesini verecek; Başbakan’a yakınlar diye birini bile alıp adliyeye getiremeyeceksin ama... Sırf Başbakan’ı protesto ettiği için, bir kadının evine “operasyon” düzenleyeceksin!
İktidar tarafından, kendi halkına karşı “maşa” gibi kullanılan Türk polisi...
Seni, bu durumlara düşürenler utansın!

YILIN SORUSU

Yolculuk sırasında kalp krizi geçiren ve öleceğini anlayan bir kaptan, aralarında sizin de olduğunuz yolcularıyla birlikte gemisini batırmaya kalkışıyorsa... Ve onu bu kararından vazgeçiremiyorsanız... Sorum size:
Ne yaparsınız?
Allah aşkına... Bir kez de
oyları değil, ‘erdem’i sayın!
AKP Genel Sekreteri Haluk İpek, dün bir açıklama yapmış ve partilerine yönelik yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun, oylarını daha da artırdığını iddia etmiş...
İpek’e göre AKP’nin oy oranı bugün için yüzde 50’ymiş!

***
Haluk İpek’in verdiği oran doğru olabilir.
İyi de bu, Başbakan’ın, bakan çocuklarının, bakanların, bürokratların, siyasetçilerin, partiye yakın işadamlarının isimlerinin çok ciddi yolsuzluklara karıştığı gerçeğini değiştirir mi?

Haluk Bey’in partisine oy verenlerin bir bölümünün, “Başbakan’ın bilmem neresinin kılı” olduğunu biz söylemedik; kendileri meydanlarda itiraf ettiler...
Yetmedi; onun için öleceklerini bile söyler oldular.
Böyle bir “büyü” ortamında, oyların düşmemesini anlarım elbette...
Ancak Haluk Bey’in ve başta Başbakan olmak üzere AKP’nin diğer üst düzey yetkililerinin, “Biz asla yolsuzluk yapmadık” diyememelerini     anlayamam...

***
Kısacası Haluk Bey sizin için bir önemi olur mu bilmem ama...
 Önemli olan, oran değil; erdemdir!

YILIN İSYANI!

İsyanım, oğlunu “şüpheli” sıfatıyla ifade vermeye davet eden Cumhuriyet Savcısı’nı, “Dur bakalım, seninle daha işimiz var” diye tehdit eden Başbakan’a: Sen de dur bakalım; burası babanın çiftliği değil!



*********

2013’ü Çok Arayacak

Emin Çölaşan .,

“Oradaki bir savcı iş takip ediyor…”
“Fatih Belediye Başkanıma iftira atıyorlar…”
“Bu iftiraları atanlar vatana ihanet içindedir…”
“Yolsuzluğu babamın oğlu yapsa izin vermeyiz…”
“Bu savcı kimin savcısı? Bu nasıl savcı? Başsavcı ondan dosyayı istedi diye feryat ediyor beyefendi… Marjinal örgütlerin militanı gibi. Daha dur bakalım savcı efendi, senle işimiz var…”
“Gezi dediler, cam çerçeve indirdiler. Şimdi de yolsuzluk şu bu diyorlar, yine cam çerçeve indirmeye gayret ediyorlar…”
“Faiz lobisi…”
“Kimin kimle işbirliği içerisinde olduğunu da deşifre edeceğiz, ortaya koyacağız…”
“Ne zaman ki çıkarları zedelendi, bize saldırı düzenlediler…”

* * *

Bir haftayı geçti, aynı sözleri ezberlemiş, papağan gibi tekrar edip duruyor. Yeni hiçbir şey yok. Bir günde bindirilmiş kıtalarıyla bazen üç miting yapıyor, ezberlediği sözleri okuyor.
Üstelik yargıyı, yargı mensuplarını tehdit ediyor.
Savcı Muammer Akkaş bu sözlerinden sonra Tayyip’e her konuşması için bir tazminat davası açsa tazminat zengini olur ve köşeyi döner.
“Bunlar milleti hiçbir zaman adam yerine koymadılar” diye bağırıyor.
Dün ak dediğine bugün kara, dün kara dediğine bugün ak diyor.
Çelişkiler içinde bocalıyor, emrindeki devlet gücünü kullanıyor.
2013 yılında ruhsal durumu iyice bozuldu.
2014’te 2013 yılını çoook arayacak.
“Meğer ben ne mutluymuşum da değerini bilmemişim” diyecek.

Kutu kutu!

Cumartesi günü Tayyip Manisa, İzmir ve Akhisar gezisinde… Yine kürsüde, yine herkese saldırıyor, tehdit ediyor.
Sağlığı ve sinir sistemi iyice bozuldu ya, bağırıp çağırarak biraz olsun rahatlamayı, yandaşlarından aferin almayı umuyor.
Akhisar’da nutuk atarken, meydanın hemen yanıbaşında bir ev… Orta yaşlı bir kadın evinin balkonuna çıkmış, eline rüşvet paralarının simgesi olan ayakkabı kutusunu almış, sallamaya başlıyor.
En doğal demokratik hakkını kullanıyor, ayakkabı kutusuyla sessiz bir gösteri yapıyor.
Aradan 10 dakika ya geçiyor ya geçmiyor, polisler ve Tayyip’in koruma ordusu, Nurhan Gül’ün evini basıyor.
Önce ev araması yapılıyor, ayakkabı kutusundan başka suç unsuru (!) bulunamıyor.
Bu durumda polisler Nurhan Hanım’ı yaka paça karakola götürüyor. Karakolda ifade vermesi isteniyor. Şunları söylüyor: (İfade tutanağından aynen.)
“Meydanda Başbakan konuşuyordu. Ben kendi ikametimde terasta oturduğum sırada yanımda bulunan boş ayakkabı kutusunu salladım ve daha sonra indirdim. Herhangi bir kelime veya söz söylemedim.
Balkonda oturduğum sırada daire kapısının önüne polisler geldi ve bana ayakkabı kutusu sallayan kişinin kim olduğunu sordular. Ben kendilerine ben olduğumu söyledim.
Ayakkabı kutusunu sallamamdaki sebep, almış olduğum 690 TL emekli maaşımın düşük olmasından dolayıdır. Buna, yolsuzun ve hırsızın peşine düşülmektense savcının ve polisin peşine düşülmesinin sebep olduğunu düşündüğüm için protesto ettim. Benim söyleyeceklerim bundan ibarettir dedi. 29 Aralık 2013 saat 13.30.”
Emekli ev kadını Nurhan Gül şimdi savcılığa sevk edilecek, savcı eylemde suç görürse hakkında dava açılacak!
İşte size Türkiye’nin durumu.
Siz siz olun elinize ayakkabı kutusu almayın, alırsanız balkondan sallamayın, ama içinde 4.5 milyon dolar varsa çaktırmadan eve götürün!

* * *
Bir başka ayakkabı kutusu olayı İstanbul’da AKP’li Beykoz Belediyesinde geçti. Belediye Zabıta Müdürlüğü tarafından zabıta memuru Mehmet Özgül’e yapılan 28 Aralık 2013 tarihli tebligat:
“23 Aralık Pazartesi günü saat 11.45 ile 12.00 saatleri arasında elinizde şeffaf ve içi görülür poşet içinde ayakkabı kutusuyla Başkanlık giriş kapısından girerek memurlar odasına geldiğiniz ve çevrenizdeki görevlilere “Biz de artık alışverişimizi, aldıklarımızı ayakkabı kutusuna koyuyoruz. Günümüzde moda buymuş” gibi sözler sarf ettiğiniz görülmüştür.
Ülkemizin gündemi olan bir soruşturmada medya tarafından partilerin siyasi amaçla kullandıkları simgeleri (ayakkabı kutularını) kamu görevi esnasında kamu binasında yaptığınız anlaşılmaktadır. (Türkçeye bakın!)
Konu ile ilgili savunmanızı 7 gün içerisinde vermeniz rica olunur.”
Sayın zabıta kardeşim Mehmet Özgül, ilk bölümde yazdıklarım senin için de geçerlidir.
Almışsın eline ayakkabı kutusunu, girmişsin belediye binasına…
Ne işin var senin ayakkabı kutusuyla? Bundan sonra seni o AKP belediyesinde biraz zor tutarlar!

* * *
Dün iki tanışımız için iki çift yılbaşı hediyesi terlik almıştım. Mağazada terlikleri iki ayrı ayakkabı kutusuna koyduklarını görünce işkillendim…
“Kutuya koymayın onları, kağıda sarıp poşete koyun!”
“Niçin efendim?”
“Eve gidene kadar yakalanırsam başıma iş açılır. Biri ihbar eder, sonra iki kutu yüzünden karakol, savcılık, mahkeme, uğraş dur!..”
Para uğruna
Pazar akşamı oynanan Fenerbahçe-Kayserispor maçında on binlerce seyirci “Hırsız vaar” diye bağırıyor, hükümeti protesto ediyor, “Hükümet istifa” sloganları atıyordu.
Maçın hemen ardından eski futbolcu Rıdvan Dilmen’in NTV Spor’da programı var, maçı yorumlarken birdenbire işi siyasete döküyor:
“Sayın başbakanımızın protesto edilmesi çok ayıptır, kendisine karşı yapılan bir saygısızlıktır. Çok ciddi hizmetleri olan ülkenin başbakanına haksızlık yapılıyor. Bu haksızlığı kınıyorum…”
Maç yorumu programında bu kadarını Hakan Şükür bile söylememişti. O halde Rıdvan bu olaya niçin soyundu?
Kendiliğinden soyunmadı.
Patronu istedi…
“Uyar şu Fenerbahçe seyircisini de bundan sonra sayın başbakanımıza saygısızlık etmesinler” dedi!
NTV ve NTV Spor kanallarının sahibi Ferit Şahenk, Tayyip döneminin yükselen yıldızı! Türkiye’nin en büyük zenginlerinden biri, Tayyip’in en başta gelen yandaşı.
NTV’nin de Aydın Doğan’ın CNN-Türk’ü gibi iktidar yağcılığına nasıl soyunduğunu bilirdik de, spor kanalına bile yandaşlık sokacağını düşünmezdik.
Bunu da yaptılar, Rıdvan’ı kullandılar. Daha doğrusu, Rıdvan o kanaldan aldığı yüksek ücret nedeniyle kendini kullandırdı.
Yazık etti.


****************

2013’ün Son Rüyası

Orhan Bursalı.,

Yılın son günü ne yazılır? Aslında o kadar çok yazılacak şey var ki... 
Mesela Yargıtay’ın İmamı üzerine Mehmet Ali Şahin’in “karar vermek için Pensilvanya’ya gönderiyorlar davayı” açıklamasını mı? Başbakan’ın artık köfte olmuş yenip bitmiş, kendini durmadan yineleyen lakırdılarını mı? Şu sıralarda Cemaat-Başbakan arasındaki üç günlük ateşkesin, enerji biriktirmeye enerji/ cephane doldurmaya yönelik niteliğini mi? Seçimlere kadar neler olabilir üzerine birtakım spekülatif görüşlerimi mi? 

Yoksa Başbakan ve adamlarının Cemaat için hazırladıkları devlet içinde illegal yapılanmaya nereden başlayacakları ve başlamaları gerektiği üzerine nesnel olayları mı?

Evet bu sonuncu çok önemli... Bu illegal yapılanma konusunda delil bulmakta hiç zorlanmazlar... Eğer isterlerse... Odatv, Balyoz, Ergenekon ve benzeri davalar, devlet içinde, Emniyet-istihbarat-savcı-özel yetkili mahkemeler arasındaki yasadışı işler çevirmek, olmayan belgeler uydurarak insanları yıllarca içeri atmak, sahte CD’ler üretmek... konusunda yüzlerce delil bulurlar...
Bu davaların neden adil görülmediği konusuna bir girseler, oooo, devlet içinde yasadışı örgütlenme, anayasayı ortadan kaldırmak, yasaları hiçe saymak, keyfi yargılama yapmak konularında bir soruşturma açmaya kalkışsalar, yeri göğü inletirler ve devlet içindeki yapılanmayı, en alttan en tepeye kadar siler süpürürler... 
Evet, yeter ki istesinler... 
Büyük çatışmalar büyük oynamayı gerektirir... 
Yoksa büyük çatışmalar kazanılamaz... 
Ama ben bu konuda yazmayacağım, yılın son günü!
Ülkemizde milyonlarca insanın gördüğü kötü rüyalardan birini, bu ülkenin yaşadığı kâbuslardan birini yazacağım...

***
Rüya gerçek. Kızım gördü. Tarih, polisin son Taksim saldırısının gecesi... 
“Bir adaya gidiyoruz, tatil vs. gibi bir zaman. Ama adaya giden bizler beyaz adamlarız. Karşı adada ise çıldırmış gibi ayin yapan, öyle sandığımız ya da ne yapıyorlarsa işte, bir kabile var.. O kadar çoklar ki bizi görünce denize atlayıp bizi yakalamaya geliyorlar... Çok hızlı yüzüyorlar... 
‘Savages on strike’ (Vahşiler) filmi gibiydi.
T. de vardı rüyada; T, her şey iyi güzel olacak korkma, filan gibi şeyler söylüyor ama vahşiler çok hızlı ve saldırganlar.. Öldürmeye geliyorlar ve ama hepsi hiç düşünmeden bıçak kullanarak sürekli adam öldürüyorlar. 
Suyun içine saklanıyorum, ölü taklidi yapıyorum, ama bir tanesi suda beni görüyor, parmağını gözüme filan batırıyor, ama ben buna rağmen renk vermiyorum ölü taklidimi sürdürüyorum... 
Yanımda iki kişi daha var taklit yapan, nefeslerimizi tutmuşuz, gıdım hava almıyoruz. 
Tansu, saldırı bitti sanıp tekneyi suya indiriyor. 
Adamlar görür görmez yeniden atlıyorlar suya. 
Ben koşarak kaçıyorum.. Bir de B’yi görüyorum, yanımda. 
Sonra kendimi bir vahşinin evinde buluyorum ve ben saklanıyorum, saçlarım kahve sarı tonunda ve uzun...
Bir masanın altına gizlenmişim, B. bana siper olmuş, evin patronu ise bir zenci kadın ve B’yi koruyor.
Kadın beni fark etmiyor. 
Gözümün önünde kaç kişi gitti, öldü, geçti... nasıl kurtulduk anımsamıyorum şimdi... 
Bir de, bir köyden geçiyoruz bir araçla, kalabalığız... O köyde ise barışçıl zenciler var, bazıları giyimli... 
Bize dua ediyorlar, arkamızdan Sünniii Sünniii diye bağırıyorlar... 
Her şey çok acayipti... 
Çok korktum ya...”

***
Kızım bu rüyayı anlattıktan sonra bize, sabah olan bitenlere baktım internet sitelerinde... 
Şu vahşeti gördüm.. Polis, makineli tüfeğiyle plastik mermi sayıyor durmadan, yürüyerek hiçbir şeye aldırmadan ve doğrudan kitleleri hedef alarak... 
Yurttaşların, ne yapıyorsun sen, ikazlarına hiç aldırmadan.. 
Şu adresten bakın: 
www.cumhuriyet.com. tr/video/23461/Polis_kendini_kaybetti_.html 
Recep Tayyip Erdoğan, ülkeye kâbuslar yaşatan ve durmadan yeni kâbuslar yaratan Başbakan’ın adı. 
Mutlu yıllar mı demeliyim?
Evet, bilinmezlik içinde yürüyorsak da, bu yıl mutlu yıllar diyeceğim okurlara ve bu kâbuslarla uyanan milletime... 
Çünkü bu kâbusların eninde sonunda sonu gelecek..
Mutlu yıllar! 
Herkes kendine iyi baksın; sevgi, mücadele azmi, umut, geleceğe güven eksik olmasın kimseden... Bunlar yoksa biz de yokuz!


*****************

2015’E BİR KALA…

Şahap Osman ARAS (*)

Pek de hayırla anamayacağımız 2013 yılını geride bıraktık. Türk Silahlı Kuvvetlerine ve özelikle de Deniz Kuvvetlerimize büyük zararlar veren davalar vatandaşlarımızı derinden üzmekte iken, yıl sonunda ortaya çıkan vahim iddialar, iktidarı oldukça sarsmış bulunmaktadır. “İleri Demokrasi” söylemiyle yola çıkan Başbakan Erdoğan, ülkemizde adeta bir korku imparatorluğu yaratmıştır. Maalesef, herkes telefonunun dinlendiğinden kuşkulu, başına gelebilecek iftiralardan korkuludur. Ancak, bu kuşku ve korkulara sebebiyet verenler, şimdi kendileri çok daha büyük kuşku ve korku içindedirler. Beş yıl önce “Ergenekon” ve “Balyoz” operasyonlarına övgüler düzenleyen yandaş medya ve iktidar, şimdi tam tersini yaparak, sövgüler yağdırmaktadır.
2013 yılında dış politikamız fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Güney komşumuz Suriye’de ateş, kan ve gözyaşı sona ermiyor. 200 binden fazla Müslüman yaşamını yitirmiş; iki milyon Suriyeli vatanlarını terk etmek zorunda kalmıştır. Bu bahtsız insanlar, İzmir-İstanbul gibi büyük şehirlerimizde merhamet dilenerek, çetin kış koşullarında hayatta kalmaya çalışıyorlar. Onları gördükçe insanın yüreği parçalanıyor. “Erdoğan-Davutoğlu” ikilisinin yanlış politikası yüzünden, Suriye’de savaş tırmandıkça tırmanmış; bir çıkış yolu arayan Esad Yönetimi, tamanen Rusya’nın nüfuzu altına girmiştir. Ortadoğu’da Rus ve Çin varlığına tahammülü olmayan AB-D siyaseti, “Erdoğan-Davutoğlu” ikilisini terk ederek, Beşer Esad’la uzlaşma yollarını aramaktadır.

Kan ve gözyaşı sadece Suriye’de değil, ne yazık ki, tüm Ortadoğu’da dinmek bilmiyor. Irak’ta her gün bombalar patlıyor. Nice masum insanlar yaşamını yitiriyor veya yaralanıyor.  Mısır’da ve Libya’da kardeş kavgası sürüp gidiyor. Batılılar Ortadoğu’daki bu felakete “Arap Baharı” diyor. Bunun neresi Arap Baharı? Müslümanlar birbirini boğazlarken, emperyalizm, petrol ve doğalgazı hortumluyor. Halen uygulanmakta olan BOP senaryosunun Ortadoğu’daki halkları olabildiğince parçalanmaya götürdüğü; böylece, emperyalizmin bölgedeki etkinliğini artırdığı ve de İsrail’i güçlendirdiği apaçık görülüyor. Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz yatakları, ABD ve Rusya arasındaki fay hattını oluşturmaktadır. Her an tetiklenerek, küresel bir bunalıma dönüşebilir. İran krizine gelince…Suriye’de beklenen sonucun kısa zamanda alınamaması, ABD ve İsrail’in “İran” operasyonunu şimdilik ertelemiş bulunmaktadır.

GELELİM 2015 YILINA

2015, Ermeni “soykırım” iftirasının 100. Yılıdır. Ermenistan ve diaspora, dünyayı başımıza sarmak için, elinden geleni yapacaktır. Bizde ise, 2014 ve 2015 “seçim yılı” olduğu için, tüm dikkatlerin iç politikada yoğunlaşması, dış politikamızı zafiyete uğratabilecektir. Bu nedenle, ”soykırım” iftirasına karşı, muhalefet ve sivil toplum kuruluşlarının hükümetle uyum içinde olarak, milli bir strateji izlemesi yararlı olacaktır. Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün önderliğinde kurulan ve 90 Yılı geride bırakan Türkiye Cumhuriyeti uluslararası antlaşmalarla kurulmuştur. Bu bağlamda, TBMM Hükümetinin imzaladığı ilk antlaşma, 2 Aralık 1920 tarihinde Ermenistan’la imzalanan Gümrü Antlaşmasıdır. Bunun ardından 16 Mart 1921’de Sovyet Rusya ile Moskova Antlaşması imzalanmıştır. Sakarya Zaferimizin ardından, Sovyetler Birliğinin önerisiyle Ermenistan, Gürcistan ve Azerbaycan ile 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşması imzalanarak; daha önce imzalanan Gümrü Antlaşması bir kez daha teyit edilmiştir. Cumhuriyetin ilanından 3 ay  önce ise, sorunlu olduğumuz bütün devletlerle 24 Temmuz 1923 günü Lozan Antlaşması imzalanmıştır. Önceki antlaşmalarla birlikte Lozan Barış Antlaşması, Çağdaş Türkiye Cumhuriyetinin küresel tapu senedidir.Yukarıda adı geçen bütün antlaşmalarda konu edilmeyip, 100 yıl sonra üzerimize yıkılmak istenen “soykırım” iddiası,  iftira değildir de nedir?

“Soykırım” kavramı ve bunun insanlığa karşı işlenen bir suç olduğu kararı Birleşmiş Milletlerde (BM) İkinci Dünya Savaşından sonra, 1948 yılında kabul edilmiştir. Yani,1915 yılındaki olaylar için, “soykırım” iddia etmenin Devletler Hukuku açısından bir dayanağı yoktur. İngiltere, ABD’nin Birinci Dünya Savaşına katılmasını sağlamak için, “Mavi Kitap (Blue Book)” adıyla bir propaganda dokümanı yayınlamıştı. Ermeni konusundaki iftiralar, ilk kez, bu dokümanda öne sürülmüştür. İtilaf Donanması 13 Kasım 1918 günü Osmanlı Başkentini denetimi altına aldıktan sonra, işgalciler kendilerine hizmet edecek ihanet mahkemeleri kurdurarak, Ermen Tehcirinden sorumlu gördüklerini tutuklattılar. Ancak, Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Beyin idamına İstanbul halkı büyük tepki gösterince; geri adım atarak, İttihat Terakki önderlerini Malta Adasına sürdüler. Ancak, orada da onları suçlayabilecek herhangi bir kanıt bulamadılar. İstanbul’daki ihanet mahkemesinde 17 Mayıs 1919 günü duruşmaya çıkarılan merhum Ziya Gökalp kendisini ve Aziz Milletimizi şu veciz ifadesiyle savunmuştur: “Milletime İftira etmeyiniz ! Türkiye’de bir Ermeni kırımı değil, Türk Ermeni vuruşması (mukatele) yaşanmıştır. Bizi arkadan vurdular, biz de onları vurduk!”

Ermenistan ve Ermenistan sınırları dışında ABD ve Fransa’da yoğunluklu olarak yaşayan Ermeni diasporası “Soykırım” konusunu, hak aramaktan ziyade bir kan davası ve  ticari kazanç kapısı olarak,  gündemde tutmaktadır. Emperyalizm ise, bu konuyu Türkiye üzerinde baskı aracı olarak kullanmaktadır.Ancak, onların bu çabalarına rağmen, sağduyulu kararlar alabilen bazı uluslararası kuruluşlar da vardır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM) 17Aralık 2013 tarihli kararı, bunun bir örneğidir. AİHM; soykırım iddialarının emperyalist bir yalan olduğunu savunduğu için, Lozan Mahkemesince cezalandırılan Sayın Doğu Perinçek’in 2008 yılında yaptığı itirazı haklı bularak, 17 Aralık 2013 günü aldığı kararla, İsviçre’yi mahkum etmiştir. AİHM’nin bu kararı, yaklaşık 6 yıldır Silivri’de tutuklu olan Sayın Perinçek için olduğu kadar, Türkiye Cumhuriyeti için de büyük önem taşımaktadır. Çünkü AİHM; “soykırım iddiasının tarihçilere bırakılmasını” önermiştir. Böylece diplomasimiz, 2015 yılında tezgahlanacak haksız ve çirkin propagandaları göğüslemek için, yeni bir hukuki avantaj daha kazanmış bulunmaktadır.


3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***

11 Ağustos 2019 Pazar

Bizi Mahvettin Çocuk!

Bizi Mahvettin Çocuk!


Mustafa Mutlu


Haziran Direnişi, bu ülkenin aydınlık yüzünü göstermişti bizlere... Gelecekten umudumuzu kestiğimiz bir anda ortaya çıkan gençler, "Bu ülke sahipsiz değil" diyerek varlarını yoklarını ortaya koymuşlardı.
Kimi canından oldu sonunda; kimi gözünden...
Sadece biber gazına maruz kalanlar ise ölen ve yaralanan arkadaşlarının acısıyla daha sıkı tutundular mücadelelerine; vazgeçmediler!
Parklarda, kendi oluşturdukları platformlarda sessiz çığlıklarını duyurmaya devam ettiler.

***
Bazı çocukların payına da sırf muhalif ya da vatansever oldukları için mahkûm edilen babalarından uzak kalmak düşmüştü. Vatanın parçalanması için elinden geleni ardına koymayan karanlık güçler, önlerindeki engelleri bir şekilde kaldırmalıydı.
Böyle başlamıştı "yurtsever aydın" avı...
Ülkesini seven, yıllarca terörle mücadele eden askerler "terörist" ya da "darbeci" suçlamalarıyla Ergenekon ve Balyoz davalarında yargılanmaya başlamışlardı. O günden bu yana, "Bu davada yöneltilen suçlar düzmecedir, bu yapılan haksızlıktır" diyerek çırpınan tutuklu asker aileleri ve avukatlarının çığlıkları görmezden gelinmiş, yok sayılmıştı...
Şimdi ise bizzat Başbakan'ın Başdanışmanı, bunun bir "komplo" olduğunu itiraf etti!

***
Gün gelecek, atılan iftiralar, kurulan komplolar tek tek ortaya çıkacak ancak neye yarar?
Dedim ya; olan çocuklarımıza oldu...
Kimi canını, kimi sağlığını, kimi özgürlüğünü kaybetti.
Kimleri de suçsuz yere tutuklanan babalarından ayrı kalarak cezalandırıldı.
Atahan da bu çocuklardan biri...
Balyoz davasında mahkûm edilen Deniz Kurmay Albay Erdinç Altıner'in oğlu...
Önceki gece Halk TV'de yayınlanan "Halk Arenası" programında tanıştık Atahan'la...
Henüz dokuz yaşında olmasına rağmen, kocaman bir yüreğe sahip o aydınlık çocukla...
Yaşına göre büyümüş de küçülmüş gibiydi konuşurken. O, bu durumu şöyle açıklıyordu:
"Bu yaşta böyle kötü bir tecrübe yaşadığım için yaşıtlarıma göre daha akıllandım."

***
Atahan; izleyenleri gözyaşına boğmakla kalmadı; resmen ders de verdi!
Küçük yaşta kendisine bu deneyimi yaşatan adaleti, "toplumsal bir sorun" olarak tanımladı. Adaletin bir gün herkese lazım olacağını düşünecek kadar bilinçliydi üstelik...
Babasıyla yaptığı telefon görüşmelerinin ona yetmediğini dile getiriyordu sıkça. Görüş gününde babasını, annesi ve babaannesiyle paylaşmak zorunda kalışına içerliyor, kendilerine verilen o iki saati dolu dolu geçirmek istiyordu.
Sadece babasıyla bütün bir günü birlikte geçirmenin hayalini kuruyordu düşlerinde...
Büyüyünce subay olmak istediğini ancak başarılı olursa kendisinin de babası gibi cezalandırılacağını düşünerek korkuya kapıldığını söylüyordu.
Korkma Atahan!
İstedikleri kadar susturmaya, ezmeye çalışsınlar başarılı olamayacaklar. Babanı mahkûm ederek susturabilirler ama seni susturabildiler mi?
Bir gün büyüdüğünde seni mahkûm etseler bile, senin çocuğunu susturabilecekler mi?

***
Nihayetinde çocuksun, küçüğüm.
Babanla en çok yapmak istediğin şeyin bir oyuncak mağazasına gitmek olduğunu söyledin...
İşte o an mahvoldum ben!
Dilerim en kısa zamanda bu hayalini gerçekleştirirsin.
Ama bu isteğin gecikecek olursa, bak buradayım... Söyle annene, "Mustafa Amcama götür beni" de yeter...
Baban kadar mutlu edemem seni elbette; ama inan, çalışırım.
Ve hiç kuşku duyma ki; benim gibi seni o oyuncak mağazasına götürmek için çırpınan on binlerce "baban" var!

***
Ne istediğini de biliyorum; bir denizci çocuğu neyi isterse onu istiyorsun sen de...
Başkaları gerçeğini alıyorlar çocuklarına ama bizim bütçemiz yetmez; sadece oyuncağını alabiliriz sana:
Küçük bir gemicik!
İdare ediver işte...


GÜNÜN SORUSU

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, iktidara yönelik yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun başladığı 17 Aralık tarihinin, kendisinin doğum günü olduğunu söylemiş... Sorum kendisine:
Ne yani; savcılar operasyonu özellikle bu tarihe denk getirerek size mesaj mı vermek istediler?
'Türk'süz Kızılay...
Tüzüğünde ismi Türkiye Kızılay Derneği olarak geçen ve kurumsal adı Türk Kızılayı olan insani yardım kuruluşu, ürettiği maden suyundan 'Türk'ü kaldırmış...
Türk Kızılayı Genel Başkanı Ahmet Lütfi Akar bir açıklama yaparak bu değişikliğin gerdekçesini şöye açıklamış:
"Türk Kızılayı maden suyunun yenilenen imajı, birçok değişikliği de beraberinde getirdi. Bizi biz yapan değerleri koruyarak, günümüz trendlerine uygun ve tüketici alışkanlıkları doğrultusunda bir değişime imza attık."
Çok merak ediyorum:
Acaba Başkan'ın "Bizi biz yapan değerler" dediği değerler arasında "Türk" olmak yok mu ki, ondan bir çırpıda vazgeçebildiler?
Günün İsyanı!
Dünyaca ünlü sosyal paylaşım sitesi Facebook'un, kullanıcıların özel mesajlarını tarayarak elde ettiği verileri reklamverenlerle paylatığı iddia ediliyor. İsyanım Facebook yetkililerine:
Böyle bir şeyi yaptıysanız, ödeyeceğiniz tazminatlara harcayacağınız parayı hiçbir reklamveren karşılayamaz!

***

19 Mayıs 2019 Pazar

Emniyet’in Özrü kabahatinden büyük!


Emniyet’in Özrü kabahatinden büyük!


Mustafa Mutlu ,
mmutlu@gazetevatan.com

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Günlerdir İkinci Ergenekon Davası’nın sanıklarından Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin başına gelenleri yazıyorum...
“Ergenekon Terör Örgütü’nün talimatıyla Hizb-ut Tahrir örgütüne sızmak”le suçlanan bu Teğmen’in telefonunu İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde kimin ya 
da kimlerin yasa dışı bir şekilde açtığını...
Rehber bölümüne aralarında Hizb-ut Tahrir üyelerinin de bulunduğu 139 kişiye ait telefon numaralarını neden yerleştirdiklerini soruyorum...
İstanbul Emniyeti, nihayet lütfetti ve dün bir açıklama yaptı.
Aslında buna açıklama değil, “durum kurtarmaya çalışma” demek daha doğru ya, neyse...
Açıklamanın detayını haber sayfalarımızdan okursunuz. Ben özetleyeyim:

1) Teğmen hakkındaki suçlamalar; şüphelinin bizzat yaptığı ve tape edilmiş telefon görüşmeleri, yapılan aramalarda elde edilen fiziki ve dijital dokümanlar 
ile Hizb-ut Tahrir örgüt üyeliğinden haklarında dava açılan Kurtça Bektaş ve Süleyman Solmaz’ın ifadelerine dayandırılmış...
2) Aralarında Hizb-ut Tahrir örgütüne üye bazı kişilerin de bulunduğu 139 kişiye ait telefonlar Hizb-ut Tahrir davası sanığı Mahmut Oğuz Kazancı’nın 
telefonundan Teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin rehberine yanlışlıkla yüklenmiş...
3) Teğmen Çelebi’ye ait telefonun, 19 Eylül 2008 günü kısa bir süre için açık kalması hadisesi ise sanıktan elde edilen telefonun hafızasındaki bilgilerin 
teknik personel tarafından kopyalanması esnasında gerçekleşmiş... Kopyalama esnasında telefon yaklaşık 2 dakika açık kalmış... Bu da rutin bir işlemmiş 
ve diğer tüm şüphelilerin telefonlarına da uygulanmaktaymış...

***
Hani bir laf vardır ya, “Özrü kabahatinden büyük” diye... Bu açıklama, bu söze “cuk” diye oturuyor!

Neden mi? 

1) Raporlara göre telefon, bilirkişiye teslim edilmeden, yani polisin elindeyken açılmış... Çünkü kopyalama yapılıyormuş! Oysa bu kopyalamanın, telefona 
el konulduğu sırada yapılmış ve tutanağın bir örneğinin de sanığa ya da avukatına verilmiş olması gerekirdi. Ama Emniyet bunu yapmadığı gibi; askeri inzibat tarafından kendisine kapalı bir zarf içinde teslim edilen teğmenin telefonunu, bilirkişiye teslim etmeden önce açtıklarını itiraf ediyor. 
Üstelik bunun “rutin bir işlem” olduğunu, tüm şüphelilerin telefonlarına da uygulandığını altını çize çize anlatıyor!

Yani, “Biz bu suçu zaten durmadan işliyoruz” diyerek, büyük bir skandala imza atıyor!

2) Madem Emniyet’in elinde Teğmen Mehmet Ali Çelebi aleyhine yeterli delil var, o zaman bir telefona “yanlışlıkla” yerleştirilen “139 kişilik kayıt”, neden mahkeme dosyasına konuldu? Yanlış olduğu bilinen bu bilgilerden, neden medet umuldu?

3) Gelelim; 139 kişinin telefon numaralarının, Teğmen’in rehberine yüklenmesi ne... Doğrusu ben hâlâ bir sanığın telefonundaki bilgilerin, başka bir sanığın rehberine yüklenmesinin nasıl bir “teknik yanlışlık”tan kaynaklandığını anlayabilmiş değilim...

İşi; “kılı kırk yarmak ve titiz çalışmak” olan polis, böylesine büyük bir yanlışı nasıl yapabilir?

***

Kısacası... Emniyet’in açıklaması kesinlikle tatmin edici değil!
İstanbul’un Sayın Emniyet Müdürü’ne hatırlatmak isterim:
Yasalarımız, sanık ve şüphelilerin tüm haklarını sizin ve personelinizin namusuna emanet etmiştir.

Bunun bilincinde olduğunuza...

Ve teşkilat içine sızabilecek “kötü niyetli ‘başka’ örgüt mensuplarına” karşı da uyanık durduğunuza tüm kalbimle inanmak istiyorum...

***

GÜNÜN SORUSU

Başbakan’ın dün Erzurum’da “elit öğrenci temsilcileri”yle buluştuğu saatlerde, İstanbul’daki gösterici öğrenciler yine dayak yedi ve gözaltına alındı... 

Sorum Başbakan’a:

Aleyhinize yapılan protesto gösterilerine katılım için de 24 yaş sınırı getirmeyi düşünüyor musunuz?

***
Türkiye’nin en büyük sorununa çözüm, seçimden sonra geliyormuş!
Başkanlık tartışmasını yeniden gündeme getiren Başbakan Erdoğan’ın, Ankara’da yeni bir “Cumhurbaşkanlığı Köşkü” ya da “Başkanlık Sarayı” yaptırmak için harekete geçtiği iddia ediliyor...

İddiayı gündeme getiren odatv.com’a göre; Başkanlık Sarayı’nın projesi, Fransa ve ABD’deki başkanlık sarayları incelendikten sonra çizilmiş...

Hatta Ankara’daki arazi alternatifleri bile belirlenmiş...

Bu yeni binayı da; asıl işi yoksul halkı ev sahibi yapmak olan Toplu Konut İdaresi’nin yapması düşünülüyormuş...

Projenin hayata geçirilmesi için ilk kazma ise önümüzdeki genel seçimlerden sonra vurulacakmış...

***

Tabii ya... İşte, Türkiye’nin en büyük sorunu... 

Dikelim Sarayı, olsun bitsin! 

***

2 Aralık 2018 Pazar

Bu Nasıl 'insani yardım' kuruluşu?

Bu Nasıl 'insani yardım' kuruluşu?

Mustafa Mutlu

Hatay İl Jandarma Komutanlığı'na gelen ihbarı değerlendiren jandarma ekiplerinin durdurduğu yardım TIR'ında silah ve mühimmat bulunmuş... İşin ilginci MİT, bu aracı jandarmaya arattırmamak için saatlerce direnmiş!
Peki; bu TIR, hangi yardım örgütüne aitmiş dersiniz?
İHH'ye...

Bu İHH'yi çok duyuyorsunuz ama çoğunuz ne olduğunu, kimler tarafından neden kurulduğunu bilmiyorsunuz...

***
Türkiye'deki ayağının açık adı, İnsan Hak ve Hürriyetleri ve İnsani Yardım Vakfı. Ancak bu dernek sadece Türkiye'de örgütlü bir dernek değil...
IHH'nın uluslararası arenadaki açılımı da Internationale Humanitaere Hilfsorganisation...
1995'de, Müslüman Bosnalılar'a yardım amacıyla kurulmuş...
Almanya'daki ve Avrupa'daki IHH'leyle Türkiye'deki İHH İnsani Yardım Vakfı her ne kadar aynı kuruluş gibi algılansa da aslında her biri ayrı tüzel kişiliklere sahip...
Yani; tıpkı Deniz Feneri Derneği ve Almanya'daki Deniz Feneri e.V gibi...

***

Peki; İHH'nin amacı ne?

Bu sorunun yanıtı kuruluşun internet sitesinde şöyle verilmiş: "Yeryüzünde adaletin hâkim olması, iyiliğin her yere yayılması ve tüm mazlumlara ihtiyaç duydukları insani yardımı ulaştırarak onurlu bir yaşam sunmak."
Ama yardımlar nedense sadece İslamcı mazlumlar için yapılıyor.

***
İHH'nin Türkiye'de etkin bir kuruluş haline gelmesinde Deniz Feneri'ne yapılan yardımların azalmasının çok büyük rolü var...
Çünkü bu kuruluş da tıpkı Deniz Feneri e.V ve Deniz Feneri dernekleri gibi Almanya'da ve Türkiye'de İslami duyarlılıkları yüksek vatandaşlarımızın yardımlarıyla ayakta duruyor. Deniz Feneri'nin yolsuzluk iddialarıyla yıpranmasının ardından, yardım toplama faaliyetinin ağırlıklı olarak İHH'ye kaydığı biliniyor.

***
İHH ile AKP arasında görünürde hiçbir ilişki bulunmuyor.
Ancak AKP yöneticilerinin çoğu Deniz Feneri Derneği yöneticileriyle nasıl yakın arkadaşlık içindeyse, bu kuruluşa da o kadar yakınlar.
Hatırlarsınız; 2010 yılında Gazze'ye insani yardım götüren İHH gemisine İsrail'in düzenlediği kalleş saldırıda çok sayıda vatandaşımız ölmüştü.
İşte; o vatandaşlarımızın önemli bir bölümü o gemiye AKP iktidarının talimatıyla "vizesiz" binmişti.
Ayrıca İHH gemilerinin Türk limanlarından usulsüz bir şekilde çıkış yapmalarına izin veren liman görevlileri hakkında da işlem yapılmamıştı.
İHH, son yıllarda ise tüm enerjisini Suriyeli muhalif gruplara yaptığı yardımlara harcamaya başladı.

***
İşte; şimdi bu İHH'nin yardım TIR'ında silah ve mühimmat bulundu...
Siz şaşırdınız mı bilmem ama...
Nedense benim içimden "şaşırmak" falan gelmiyor.

GÜNÜN SORUSU

Üç kamuoyu araştırma şirketinin ayrı ayrı yaptığı anketlere göre yolsuzluk ve rüşvet operasyonu, AKP'nin oyunda en az iki, en çok beş puanlık düşmeye neden olacakmış! Sorum bu araştırma şirketlerinin yetkililerine:
Bu sonuçla "Onlar için rüşvet de yolsuzluk da fazla önemli değil" diyerek, AKP seçmenine hakaret etmiş olmuyor musunuz?

Beş yıldızlı Metris!

Beş yıldızlı Metris! Metris, Türkiye'nin kızaran yüzüydü.
Bugüne kadar binlerce hukuk cinayeti işlenmişti bu dört duvar arasında; işkencenin en gaddarı yapılmıştı.

Analar çocuklarının yüzlerini bir saniye olsun görebilmek için aylarca kapı önlerinde bekletilmişti.
Ancak şimdi bakan çocukları, zengin işadamları, banka genel müdürleri falan konuk oldu ya...

Kurallar da değişti!

Yıllardır devrimcilere her türlü insanlık dışı muameleyi yapan cezaevi yönetimi ve savcılar; birden bire "beş yıldızlı otel yöneticisi" havasına girdiler.

***
Cezaevinin kapısından lüks makam arabaları giriyor; içinden bakanlar, bakan hanımları, milletvekilleri, sosyete mensupları çıkıyor... Getirdikleri paketler aranmıyor, içeride saatlerce kalıyorlar, oğullarıyla, eşleriyle çay kahve içip yemek yiyorlar!
Yani tüm kuralları alt üst oldu, zulmüyle bilinen Metris Cezaevi'nin!

***
Cezaevi Müdürü'ne, Cezaevi Savcısı'na soruyorum:
Bakan çocukları hani koğuşlarda ve hangi olanaklarla kalıyorlar? Örneğin masanızı, telefonunuzu kullanıyorlar mı?
İnfaz koruma memurlarına ofis boy muamelesi yapıyorlar mı?
Nasıl oluyor da onların ziyaretçilerine istedikleri zaman izin verilebiliyor?
Ve son soru:
Böyle davranmanızı sizden kim istedi? Adalet Bakanı mı?

Günün İsyanı!

Vatan Gazetesi'nde Erdoğan Demirören'in son kurbanı, beş aydır zatürre tedavisi gören usta röportajcı kardeşim Mine Şenocaklı olmuş... Mine de "Dön kardeşim" çağrılarına uymamış olacak ki işten çıkarılmış... İsyanım, emekle ve ekmekle oyuncak gibi oynayan bütün işverenlere:
Aldığınız ahlar çıkmaz mı sanıyorsunuz?

 ***

31 Ekim 2018 Çarşamba

Dün Gece Her şeyi İstediniz, bir şeyi Unuttunuz!

Dün Gece Her şeyi İstediniz, bir şeyi Unuttunuz!


Mustafa Mutlu

Dün gece tamamınıza yakınınız bir şekilde eğlenerek girmeye çalıştınız yeni yıla...
Öyle ya; yılbaşı kutlamalarını günah sayanlardan olsanız; bu gazetede, bu sütunlarda işiniz ne?
Peki; ne dilediniz yeni yıla girerken?

***
Biliyorum; öncelikle sağlık...
Hele hele sevdikleriniz arasında hasta olan varsa, bu kaçınılmaz...
Sonra mutluluk...
Aşk...
Belki de evlilik!
Ya da tam tersi:
Tekdüzeleşen bir evlilikten kurtulmak ve huzur!
Çocuk...
Başarı...
İş...
Kazasız, belasız bir yıl...
Sevdiklerinize kavuşma...
Ve elbette para... Hem de en zahmetsizinden ve bolundan!
Başka?
Seyahat örneğin! Çok kişinin aklına gelmese de "dileyen" olmuştur muhtemelen...
Ve arkadaş...
Ne dilediyseniz, hepsine ulaşırsınız umarım!

***
Bir de ülkemiz ve tüm insanlık için istediklerimiz var elbette:
Barış her şeyden önce...
Kardeş kanının dökülmemesi...
Sonra bizi yönetenlere akıl fikir ve vatan sevgisi!
Felaketsiz, depremsiz, selsiz, yangınsız, soygunsuz, rüşvetsiz, ayakkabı kutusuz, bol adaletli, demokrasili günler...

***

Peki; kaçınız kendiniz için özgürlük istedi dün gece?
İtirazları duyar gibiyim:
"Canım, ben tutsak mıyım, neden özgürlük isteyecekmişim ki?.."
Evet; içeride ya da dışarıda... Hepimiz tutsağız eninde sonunda!
Bu kapitalist sistem; öylesine sardı sarmaladı ki çevremizi, paranın esiriyiz en azından!
Kendimizi ne kadar özgür sayarsak sayalım; paramız yoksa eğer, bulunduğumuz yer koca bir zindan!
Para yoksa yol yok, seyahat yok, konaklamak yok, eğlence yok!
Ama benim tam olarak dediğim; bu değil.

***

Düşüncenize ket vuruluyorsa...
Yazmanız, konuşmanız kısıtlanıyorsa...
Ayıplar, cıslar, yasaklar, cezalar durmaksızın artıyorsa...
Devlet her yerde ve her zaman karşınıza çıkıyorsa...
Boğulacak gibi hissediyorsanız kendinizi...
Durmaksızın izlendiğinizi, dinlendiğinizi, özel hayatınızın kalmadığını düşünüyorsanız...
Ve başlayan her gün birilerine "sayım" veriyorsanız...
Birileri durmadan vıdı vıdı edip beyninizin etini yiyorsa...
Sizin de özgürlüğünüz yok aslında!
Ama benim anlatmak istediğim; bu da değil.

***

Dün herkesin yukarıda saydığım şeyleri istediği saatlerde sizin aklınıza sadece "Özgürlük" dilemek geldiyse...
Yani Balyoz'dan, Ergenekon'dan, Askeri Casusluk ve Fuhuş davası gibi uydurma davalardan içerideyseniz...
Silivri'de, Hasdal'da, İzmir'de, Maltepe'de, Kandıra'da, Sincan'daysanız...
Dışarıda girilecek bir yeni yıla hasret kalmışsanız...
Karınızın, sevgilinizin dudakları, peri masalı kadar uzak geliyorsa artık ya da ananızın saçlarınızda dolaşan o yumuşacık elleri...
İstediğiniz kapıyı açıp, dilediğiniz yere gitmek; imkânsıza dönüştüyse uzunca bir süredir...
Ve dün gece 10'dan 0'a kadar sayıldığında, yani herkesin sarıldığı, öpüştüğü o anda, sizin yalnızlığınızı paylaşan tek şey gözlerinizden süzülen birkaç damla yaş olduysa...
İşte; benim anlatmak istediğimi bir tek siz anlarsınız o zaman!

***

Özgürlüktür; hakların en anası...
Hava gibi...
Su gibi...
Ekmek gibi ihtiyaç...
Büyümek, yaşamak, ölmek kadar haktır!
Siz, siz olun; özgürlüğünüzün kıymetini bilin:
Allah, yılbaşlarında özgürlük dileyeceğimiz günleri bize yaşatmasın!
BAŞBAKANZADE!
Bu yılın ilk saatlerini cezaevinde geçirenler arasında iki de bakan çocuğu vardı.
Tamam; gündüz saatlerinde ziyaretçileri gelip gitti de gece hapishaneye dansöz soktuklarını sanmıyorum!
Rutinleri bozuldu yani, bakanzadelerin; keyifleri kaçtı!
Başbakanzade ise... Hâlâ ortada yok!
Daha bir ay önce milletvekillerine hakaret yağdırırken, şimdi günlerdir babasının konutundan çıkmıyor; iddialara göre!
Allah kimsenin çocuğunu kızartmasın, morartmasın...
Ama en önemlisi böyle yüz kızartıcı iddianamelerin muhatabı yapmasın!

YILIN İLK SORUSU

Milli Piyango'da büyük ikramiye kime ya da kimlere çıktı? Bu talihli ya da talihliler, o paranın hakkını verebilecek birikime sahip mi? Değillerse... Parayı hakkıyla yemek için yardım isterler mi?
Her b.ku bilen beyler!
Günlerdir yandaş kanalları izliyorum; bütün çokbilmiş beyler ve bayanlar hep aynı cümleyi kuruyor:
"İktidar birkaç gün içinde cemaate yönelik bir operasyon başlatacak ve medyadan, polisten, yargıdan, iş dünyasından ve bürokrasiden çok sayıda ünlü isim tutuklanacak!"
İyi de... Nereden biliyorsunuz kardeşler?
Hepiniz casus bardağında yarım kalan sudan mı içtiniz?
Hepiniz CIA'da, KGB'de, MOSSAD'da mı yetiştiniz?
Hepiniz MİT'li misiniz, bitli misiniz?
Kim, neden sizinle paylaşıyor bu çok önemli bilgileri?
Savcının sol kulağı, emniyet müdürünün dinleme aleti misiniz?

***
Kusura bakmayın ama... Hiçbirinizin bildiği bir b.k yok aslında...
Sadece biriniz uyduruyor; geri kalanınız onun dediğini tüm ülkeye yayıyorsunuz!
Bu arada kendinize esrarengiz havalar verip, yandaş kanallardan banknotları cebinize indiriyorsunuz...Doğa; sizden soracak hesabını ama... Bekleyin!
Daha zamanınız var!

YILIN İLK İSYANI!
Al işte... Her şey aynı... Yine hiçbir şey değişmemiş!

***

25 Temmuz 2018 Çarşamba

Milyonlarca kişi neden sokağa döküldü? ( &% x)+$! )

?(&% x)+$!


Mustafa Mutlu

Sanırım önce bu garip başlığın ne anlama geldiğini açıklamalıyım:

Okuyacağınız yazıda anlatılan olaylar hakkında duyduğum tepkiyi küfür ya da hakaret etmeden dile getirmek için başka bir yol bulamadım!
Gelelim konumuza:

Milyonlarca kişi neden sokağa döküldü?


Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Mustafa Sarı, Ali İsmail Korkmaz neden öldü?
Beş genç kardeşimiz neden hâlâ komada?
On bine yakın vatandaşımız neden yaralandı? Yüzlerce kişi neden tutuklandı, beş bin kişi neden gözaltına alındı?
On binler neden “duran insan” oldu? Tam 45 gündür neden eşi benzeri görülmemiş bir halk hareketi yaşanıyor?

Yanıt açık:

Taksim’deki “üç-beş” ağaç kesilmesin, yerine alışveriş merkezi ya da Topçu Kışlası adında bina dikilmesin diye!
En azından, bu maceranın başlangıç nedeni bu...

Yüz binlerce ağaç!

Biz bunlarla uğraşırken ne olmuş biliyor musunuz?

“Yavuz Sultan Selim” adı verilerek Alevi yurttaşlarımızın incinmesine neden olunan Üçüncü Boğaz Köprüsü, yanlış bir yerde yapılmaya başlanmış!
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binalı Yıldırım, durumun fark edilmesi üzerine Üçüncü Köprü’yle ilgili tüm imar planlarını iptal etmiş!
Sariyergazetesi.com’un haberine göre bu şok karar, Büyükşehir Belediyesi ile 15 ilçe belediyesine resmen bildirilmiş...
Bu minicik (!) yanlışlık yüzünden, yüz binlerce ağaç boşuna kesilmiş...
Hatanın nedeni!

Gerçek olan şu ki:

Biz Taksim’deki “üç beş ağaç” için ölürken, İstanbul’un ormanları boşu boşuna talan edilmiş!
İyi de böyle bir hatanın hesabı nasıl verilir?
Onlarca mühendis, müteahhit, uzman nasıl olur da bu büyük salaklığı yapar?
Bakanlığın ilgili birimleri, nasıl onay verir?

Ve koskoca Cumhurbaşkanı ile Başbakan, nasıl olur da “yanlış bir güzergâh” için düzenlenen şaşaalı törenlere götürülür?
Neymiş; Bakan Bey bir kararname yayınlamış, mevcut güzergâhın iptal edildiğini duyurmuş...
Oh, ne kadar basit!
İyi de yüz binlerce ağacın kesilmesinden de vazgeçtik; bu yanlışlık kaç paraya mal oldu Sayın Bakan?
Garip gurebanın, fakir fukaranın nafakasından kesilen kaç milyon dolar havaya savruldu?
Bu hatayı yapan cahil bürokratları, mühendisleri kim işe aldı? Onları işe alırken, liyakati, bilimsel donanımı falan bir kenara atıp, kim sadece “badem bıyık” kriterine baktı?
Kim; uzmanlık gerektiren bu işlere siyaseti ve yandaşlığı soktu?
Sorularımın yanıtını ben vereyim:

Siz!

Dolayısıyla, dünya inşaat tarihine geçecek böylesine büyük bir skandaldan sonra size düşen görev belediyelere değil, Başbakanlığa bir yazı yazarak istifa etmek ve neden olduğunuz skandalın hesabını yargı önünde vermektir!
Unutmayın...

Bir çift söz de sana ey sevgili okur:

Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Mustafa Sarı, Ali İsmail Korkmaz boşuna ölmediyse eğer...
Üçüncü Köprü skandalının tüm sorumluları görevden alınıncaya kadar bu konuyu sakın unutma!

Uçan Palalı! 

Geçtiğimiz cumartesi günü Taksim’de bir kadına palayla saldıran yaratık, mahkeme tarafından serbest bırakıldıktan sonra Fas’a kaçmış...
Çünkü ilk mahkeme, bu saldırganı bırakırken adli kontrole bile gerek görmemiş! Karara itiraz edilip bir üst mahkemeden tutuklama kararı çıkıncaya kadar da olanlar olmuş!

Sanık, 10 Temmuz Çarşamba günü Fas Hava Yolları’nın 16.50 uçağıyla Kazablanka’ya uçmuş...
Geciken adalet, adalet değildir deyip dururuz ya...
Alın size anlı şanlı bir örnek!

GÜNÜN SORUSU

Çok değil beş-altı yıl önce bu gazetedeki köşesinde Başbakan’ı “faşizme kaymak”la suçlayan, sonra da müthiş bir hızla dönüp bir numaralı iktidar yandaşı kesilen, bu sayede hep bol paralı koltuklarda oturan Yiğit Bulut, nihayet amacına ulaşmış ve Başbakan’a Başdanışman olmuş... Sorum size:
Ne hissediyorsunuz?

Vali Bey şaşırttı!

Başbakan tam kırk gündür katıldığı her toplantıda sözü, bebeğiyle birlikte Kabataş’ta saldırıya uğradığını öne sürdüğü “bir yakınının gelini”ne getiriyor ve bağırıyordu:
“Benim başı örtülü kızıma saldırdılar, benim başı örtülü bacıma saldırdılar...”
Sonra da bu iğrenç saldırı iddiasının “yalan” olduğunu öne sürenlere ağızlarının payını veriyor, “O görüntüleri yayınlayınca bakalım utanacak mısınız?” diye soruyordu.

O görüntüler bir türlü yayınlanmadı.

İstanbul Valisi Hüseyin Mutlu da önceki gün Ekşi Sözlük yazarlarıyla yaptığı görüşmede, “Ben öyle bir video görmedim. MOBESE kayıtlarında da böyle bir görüntüye rastlanmadı. Ancak herhangi birinin elinde cep telefonuyla çektiği bir görüntü varsa ve bunu şimdilik saklıyorsa bilemem” dedi.
Yani; “ İhtiyat payını ” koyarak Başbakan’ı açıkça yalanladı! Bakalım Başbakan, bir dediğini iki etmeyen sevgili valisinin bu ihanetini nasıl ödüllendirecek?

http://www.ilk-kursun.com/haber/151814/mustafa-mutlu-x/


***