Vural Savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Vural Savaş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 40

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 40


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Tevhid-i Tedrisat Kanunu,Zaviye ve Medreseler, İmamhatip Liseleri,




Refah- Yol Hükümeti’nin düşürülmesi sonrasında, Cumhurbaşkanı Süleyman 
Demirel Hükümeti kurma görevini ANAP lideri Mesut Yılmaz’a vermiştir. ANAP, DSP ve DTP’ den oluşan ve CHP’nin de dışarıdan destek verdiği Anasol-D Koalisyon Hükümeti kurulmuş olması ile beraber askeri kanat MEB’in ve Diyanet İşlerinden sorumlu bakanlıkların DSP’ye verilmesi arzulamış ve bu şekilde daha doğru olacağını ifade etmiştir. Çünkü ANAP içerisinde bulunan Korkut Özal, Cemil Çiçek gibi muhafazakârların 8 yıllık eğitim konusunda ki görüşleri herkesçe biliniyordu. DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit’in bu iki önemli bakanlığı istemesinde ki temel amacı ise “laik-anti laik” tartışmaları sırasında CHP’ye gittiği sanılan oy potansiyelinin yeniden sağlanması ve bu kurumların ANAP’lı yöneticilerin elinden alınmasının daha doğru olacağı düşüncesi idi. Netice itibariyle DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit amacına ulaştı ve 12 Eylül 1980 Askeri darbesinde sıkıyönetim komutanlığı yapan MGK eski sekreteri emekli korgeneral Ragıp Uluğbay’ın kardeşi Hikmet Uluğbay Milli Eğitim Bakanlığına getirilmiştir. 

Anasol-D Hükümeti’nin koalisyon protokolüne baktığımızda; ülkeyi 54’üncü 
hükümet tarafından içine düşürüldüğü rejim ve devlet bunalımından kurtarmak, 
toplumda ki gerginliği ortadan kaldırarak uzlaşmayı sağlamak, ahlaki yozlaşmayı 
durdurmak, kamu yönetiminde ki yıpranmaya son vererek temiz toplum özlemini 
gerçekleştirmek, ülke ekonomisini tekrardan üretken hale getirmek ve devletin 
saygınlığını artırmak, laik, demokratik Cumhuriyet’i güçlendirmek amaçları ile 
kurulduklarını ifade etmişlerdir. 
Protokolde ki eğitimle ilgili maddeler ise şöyleydi; “8 yıllık zorunlu ve kesintisiz 
temel eğitim uygulamaya konulacaktır. Anayasanın 24’üncü maddesine uygun olarak, temel eğitim kurumlarında zorunlu din kültürü ve ahlak öğretimine devam edilecek; bunu dışında ki din öğretimi ve eğitimi ailelerin istemesine bağlı olarak, “devletin gözetim ve denetimi” altında verilecektir. Ülkenin geleceğinin ve çağdaşlaşmanın öncüsü olan gençlerimizin eğitim ve öğrenim sorunlarına özel bir önem verilecektir. Eğitimde sadece fırsat eşitliği değil olanak eşitliği de sağlanacak tır. Eğitimin tüm kademelerinde, Atatürk ilke ve inkılaplarını özümsemiş, milli, manevi ve ahlaki değerlerimizi benimsemiş, bilimsel düşünceye yatkın, bilgi çağının gereklerini yerine getirebilecek bilgi ve becerilerle donanmış insanlar yetiştirmek temel amaç olacaktır” (Çetinkaya, 2005, s.99-100) şeklinde ifade edilmiştir. Anasol-D Hükümeti’nin göreve başlaması üzerinden daha 1 ay bile geçmemiş iken 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesi tekrardan gündeme gelmiş konu adeta kriz ve hükümet kavgasına dönüşmüştür. 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesi, 22 Temmuz 1997’de yasa tasarısı olarak meclise sunulmuş ancak öncesinde ANAP’lı bazı bakanların Bakanlar Kurulunda yasayı imzalamaması tekrardan kavganın çıkmasına sebebiyet vermiştir. Sabah saat 5’e kadar süren Bakanlar Kurulu toplantısında “8 yıllık kesintisiz eğitim meselesi” ele alınmış DSP’li Bakanlar yasa tasarısını imzalanmış ve Bakanlar Kurulundan ayrılması sonrasında yasa tasarısı ANAP’lı Bakanlar arasında uzun bir süre tartışılmıştır. Yaşanan bu kavga sonrasında çıkan krizin temel sebebi ise; DSP’li Bakanların Kur’an Kurslarının MEB’e bağlanması isteği üzerine çıkmış ve daha sonra DSP’li Bakanlara “Kur’an kursları Diyanet’te kalacak ama denetimin MEB’in yapacağı” bir ara formül iletilmiş ve bu konu üzerinde DSP’li Bakanlar ikna olunca konu uzlaşı ile çözümlenmiştir (23 Temmuz 1997), Milliyet, s.1. Anasol-D Hükümeti’nin 8 yıllık kesintisiz eğitim ve Kur’an kursları konusundaki tutumu hükümet içerisinde kavga ve kısa süreli bir kriz ortamının yaşanmasına neden olmuştur. Bu durum MGK Genel Sekreteri Org. İlhan Kılıç’ı harekete geçirmiş ve Başbakan Mesut Yılmaz’ı ziyaret eden Org. İlhan Kılıç görüşmeden ayrılırken gazetecilerin soruları karşısında; “8 yıllık kesintisiz eğitime bu yıl geçilecek” açıklamasını yapmıştır. 

MEB Hikmet Uluğbay, 8 yıllık kesintisiz eğitim yasası daha meclis gündemine 
gelmeden jet hızıyla işe koyulmuş ve illere birer genelge gönderen Bakan Uluğbay; yasanın uygulama esaslarını belirleyerek il ve ilçelerde “8 yıllık kesintisiz ilköğretimin uygulamasını izleme ve icra kurullarının” oluşturulmasını istemiştir. 
8 yıllık kesintisiz eğitim yasası mecliste görüşülürken DYP lideri Tansu Çiller 
ve eski MEB Mehmet Sağlam’ın yasa hakkındaki düşünceleri yasaya muhalefet 
olmaları bazı kesimlerin tepkisini çekmiştir. MGK’nın 31 Mayıs’ta ki toplantısının 
zabıtları kamuoyuna açıklanıyor ve o dönem içerisinde “kesintisizi” savunanların nasıl bir U dönüşü yaptıkları anlatılıyordu. Eski Bakanın yasa hakkında ret oyu kullanması ve bu durumun medyaya sızdırılması skandal haber olarak ülke gündeminde yer etmiş ve sonrasında seçim bölgesi Kahraman Maraş’ın DYP’li ilçe ve belediyelerde ki hayali kadroları sahte evraklarla bakanlığa aldığı yönündeki haberlerle eski MEB Mehmet Sağlam hakkında adeta siyasi linç girişimleri başlatılmıştı (Çetinkaya, 2005, s.101). 
28 Şubat sürecinde gerek basın ve medya organları, gerekse muhalefet 
partilerinin etkin bir konumda bulundukları bilinmekle beraber bunların üzerinde asıl önemli ve potansiyel gücün asker olduğu herkes tarafından bilinmekte idi. Bu süreç içerisinde özellikle 8 yıllık kesintisiz eğitim meselesi aylarca tartışılmış TBMM’de sabahlara kadar süren 37 saatlik çalışma sonrasında 277 milletvekilinin oyu ile 16 Ağustos 1997 tarihinde yasallaşmıştır. ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Süha Sevük üniversitenin açılış konuşmasında; “Hepimiz kabul etmeliyiz ki Türk silahlı 
kuvvetlerinin baskısı olmasaydı, parlamentomuz bu kanunu çıkaramazdı” (24 Eylül 1997), Hürriyet, s.1 şeklindeki açıklaması askeri baskı olmasaydı 8 yıllık kesintisiz eğitim kararı çıkmazdı şeklinde yorumlanmıştır (Çetinkaya, 2005, s.101). “Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim” kararının tarihi MGK’da ki serüveni 
genel olarak bu şekilde gerçekleşmiş olmakla beraber sonuç olarak 8 yıllık kesintisiz eğitim ve Kur’an kursları konusunda başarıya ulaşılmıştır. Bu bağlamda İmam Hatip liselerinin orta kısımları kapatılacak, ilköğretimi bitirmeden hiç kimse Kur’an kurslarına gidemeyecekti. 

Uzun ve mücadeleli sürecin sonunda perde arkasında fırtınaların koptuğu eğitim 
meselesinde yukarıdaki kararlar alınmış (Çetinkaya, 2005, s.102) ve Türkiye’nin 
2000’li yıllarında ki eğitim sistemi ve uygulanacak olan eğitim politikalarına olan etkisi karar sonrasında da tartışılmış ve günümüzde de hala tartışılan konular arasında yerini almıştır. 

5.1.6.1. Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim tartışmaları 

Cumhuriyet dönemiyle birlikte başlayan eğitim alanında ki reform hareketleri 
daha sonraki süreçlerde de devam etmiştir. Özellikle Tevhid-i Tedrisat (Eğitim-
Öğretim Birliği) yasası, yeni Türk alfabesinin kabulü, 1961 yılında çıkarılan 222 sayılı ilköğretim kanunu ve bununla beraber 1973 yılında çıkarılan 1739 sayılı “Milli Eğitim Temel Kanunu” ile eğitimde önemli reform hareketleri sağlanmıştır. 
Türkiye’de 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısı ile başlayan süreçte meydana 
gelen siyasal iktidar değişimi ve uygulamaları demokrasi açısından hala 
sorgulanmaktadır. “28 Şubat süreci” ile başlayan dönemde uygulamaya konulan 
zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılmasına dair uygulamanın, İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapanması ve Kur’an Kursları bağlamındaki bir tartışma alanına hapsedilmiş olması uygulamanın geniş ölçekli yansımalarının görülememesi ne neden olmuştur (Şimşek, 2012, s.177). 28 Şubat sürecinde, toplumun önemli bir kesiminden tepki almasına rağmen -aslında İmam Hatip liselerinin ortaokul kısmı hedef alınarak- kesintisiz olarak uygulama konulan zorunlu eğitim, ilköğretim müfredatında ve okulların mekânsal yapısında bir değişiklik gerektirdiği için uzun süre millî eğitim planlamasını alt üst etti (Özoğlu, 2012, s.32). 
Türkiye’de zorunlu eğitim süresinin, 14.06.1973 tarihli ve 1739 sayılı “Millî 
Eğitim Temel Kanunu’nun” 24. Maddesinde değişiklik yapılarak 18.08.1997 tarih ve 23084 sayılı Resmi Gazete ’de yayınlanması sonrasında, zorunlu eğitim süresi 8 yıla çıkarılmıştır. 24. Madde ile yapılan değişiklik “Bütün İlköğretim kurumları sekiz yıllık okullardan oluşur. Bu okullarda kesintisiz eğitim yapılır ve bitirenlere ilköğretim diploması verilir” şeklinde düzenlenerek yürürlüğe girmiştir (Resmi Gazete, nr: 23084, 1997,s.3). 
1973 tarihli 1739 sayılı “Millî Eğitim Temel Kanunu’nun” 24. Maddesinde 
yapılan bu değişiklik ile beraber “Zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıl olarak 
düzenlenmesi ve İmam-Hatip Okulları da dâhil olmak üzere tüm meslek liselerinin orta kısımlarının kapatılmasına” neden olunmuştur. Bununla beraber, 22 Temmuz 1999 yılında yürürlüğe giren 633 sayılı kanunun Ek 3. maddesinde “İlk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri dışında, Kur’an-ı Kerim ve mealini öğrenmek, hafızlık yapmak ve dini bilgiler almak isteyenlerden ilköğretimi bitirenler için Diyanet İşleri Başkanlığınca Kuran Kursları açılır. Bu kurslardaki din eğitim ve öğretimi kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanuni temsilcilerinin talebine bağlıdır. Ayrıca ilköğretimin 5’inci sınıfını bitirenler için tatillerde ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın denetim ve gözetiminde yaz Kuran Kursları açılır. Kuran Kurslarının açılış, eğitim öğretim ve denetimleriyle bu kurslarda okuyan öğrencilerin barındığı yurt veya pansiyonların açılış ve çalışmalarına dair hususlar yönetmelikle düzenlenir.” hükmü yer almaktadır (Şimşek, 2012, s.178). 
28 Şubat süreci ve sonrasında eğitim alanında yapılan uygulamalar genel olarak 
yukarıdaki kanun değişiklikleri ile sağlanmış olmakla beraber 1739 Sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu “8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimi” benimsemesi, ancak geçici bir maddeyle ortaokul bu zorunluluk dışında tutulması, 1973 yılından 1997 yılına kadar Türkiye zorunlu eğitimin süresinin artırılmasına yönelik uzun vadeli ve sistemli bir çalışma yapmadan uluslararası ve iç politikalardaki gelişmeler sonucu 8 yıllık zorunlu eğitim gündeme gelmiş ve aniden plansız bir şekilde 16.08.1997 tarihinde 4306 sayılı yasayla sekiz yıllık zorunlu ilköğretim uygulamasına geçilmiştir. Oysa 8 yıllık zorunlu eğitim uygulamasına geçiş çalışmaları 1973 yılında sistemli ve planlı bir şekilde başlasaydı, belki de bugün zorunlu eğitime geçiş sorunlarının birçoğunu tartışır durumda olmayacaktı (Kıran, 2000, s.1). 
Yaşanan bu gelişmeler ile beraber, zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla 
çıkarılmasından sonraki süreçte 1998 yılında MEB tarafından hazırlanan 
“Cumhuriyet’in 75. Yılında Gelişmeler ve Hedefler: Milli Eğitim” isimli yayınında 
(MEB,1998, s.9) zorunlu eğitim sürecinin örgün eğitim sınıflaması içerisinde en önemli bölümünü meydana getirdiğini ifade edilmiştir. Bununla beraber, zorunlu eğitim süreci ile öğrencilerin iyi insan, iyi yurttaş olarak yetiştirilmeleri, kendileri ve toplum yaşamları için gerekli genel bilgi, tavır, tutum ve davranışlar ile ekonomik anlamda üretkenlik kazanmalarının amaçlandığı ifade edilmiştir (Şimşek, 2012, s.179). 
Zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılmasını destek verenler ve 
Türkiye’de 28 Şubat sürecinde 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçilmesinden dolayı İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapatılmasını olumlu bir gelişme olduğunu ifade etmektedir. 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimle birlikte velilerin uyandığını, İmam-Hatip Okulları’na yapılan kayıtlarının %50 oranında düştüğünü ve bu okullardan mezun olanların devam edebilecekleri yükseköğretim programlarının sadece din eğitimi ile ilgili programlarla sınırlandırılmasıyla da din eğitimi konusunda olması gerekenin gerçekleşeceğini ifade etmektedir. Türkiye’de din görevlisi yetiştirilmesine yönelik kurulan İmam-Hatip Meslek Okulları’nın yerine Tevhid-i Tedrisat Kanunu delinerek kurulan ve şeriat telkini yapan din liselerinin kurulmasıyla başlayan sorunlu süreç, Türkiye’de ihtiyaç duyulan dini hizmetlere yönelik din görevlilerinin yetiştirilmesi için din meslek okullarına dönülmesiyle bu durumların son bulacağını ifade etmiştir (İlhan, 1999, s.282). 
Türkiye’de zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılması ve eğitim 
alanında yaşanan bu tartışmalı sürecin tarihsel temelleri bulunmaktadır. 
Zorunlu eğitim süresinin kesintisiz 8 yıla çıkarılması tartışmaları ilk defa 12 Mart 1971 askeri muhtırası ile gündeme gelmiş olmakla beraber söz konusu bu uygulama konusunda 28 Şubat 1997 post-modern Askeri darbesiyle demokratik yollarla iktidara gelmiş bir hükümetin düşürülüp baskı ve dayatmalarla yeni bir ara rejim hükümetinin kurulmasına kadar 
herhangi bir adımın atılmadığı bilinmektedir. 
28 Şubat sürecinde çokça dile getirilen “irtica tehdidi ve şeriat” kavramının aslında o dönemde Türkiye’de siyasi düşünce ve tercihlerdeki farklılaşmaları ve pozitivist-materyalist tek parti ideolojisi olan Kemalizm’in ve ona dayalı devlet anlayışının gerilemesi içerisinde olduğunu ifade eden Dursun; irtica tehdidi ve şeriatın bedelinin İmam-Hatip Okulları’na ve Kur’an Kurslarına ödetilerek halkın arkasında durduğu bu kurumların önünün kesilmesi adına 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimin araçsallaştırıldığını ifade etmesi bakımından oldukça önemlidir. 
Bununla beraber yaşanan 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim uygulaması eğitimle ilgili herhangi bir iyileştirme çabası veya eğitimle ilgili bir kaygı neticesinde  uygulamaya konulmamıştır. Bu uygulama her zaman olduğu gibi Türk siyasetine 
egemen dayatmacı ve totaliter karar alıcıların, toplumdaki siyasi değişmelerin, 
farklılaşmaların, yeni talep ve yönelişlerin önünü kesmeye yönelik bir proje olduğunu ve 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimin amacının siyasi temelli olduğu ve topluma mal edilemeyen ideoloji ve değerlerin devlet eliyle yaşatılmak istenmesi çabası şeklinde yorumlamıştır (Dursun, s.1999, s.222-230). 

28 Şubat 1997’de MGK’da zorunlu eğitim-öğretim süresinin 8 yıla çıkarılması 
yönünde görüş belirtilmesinin teknik bir konu olmasına rağmen, kendisine yüklenen farklı anlamlardan dolayı konu siyasal bir olay haline gelmiştir. Bu dönemde 8 yıllık zorunlu eğitim fikrine karşı çıkanların da, uygulamaya destek olanların da aslında nesillerin nitelikli yetişmeleri kaygısından ziyade, kendi ideolojilerine göre eğitim sisteminin nasıl şekilleneceğinin kavgasını verdiklerini, ağacı yaşken kendilerine göre eğmek istediklerini göstermesi açısından oldukça önemlidir. Bu bağlamda eğitimin devletin tekelinde olmasına karşı çıkmakla beraber 8 yıllık eğitimle öğrencilerin devletin resmi ideolojisine daha çok maruz kalarak entelektüel bir kişilik geliştiremeyecekleri öngörüsünde bulunmuştur (Erdoğan, 1999, s.55-59). 
28 Şubat sürecinde post-modern darbeyi yapanlar tarafından 8 yıllık zorunlu 
kesintisiz eğitimin olmazsa olmaz hedef haline getirildiği ve bu hedefin gerçekleşmesi adına dönemin Refah-Yol Hükümeti’nin yıkılmasının sebebinin Türkiye’nin eğitim ile ilgili ihtiyaçlarının gözetilmesinin olmadığı; bu adımın altında yatan temel sebebin ideolojik tahrikler neticesinde laikçi-sekülarist çevrelerde gelişen din sendromu olduğunu dile getirmiştir. Dönemin hükümet ortağı olan RP’nin oylarını artırmasını İmam-Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri ve Kur’an Kursu mezunlarının sayısal olarak artmasına bağladığına dair iddiaların bu tür eğitim kurumlarının karşısında duran laikçi-sekülarist çevrelerde din eğitimi sendromunu meydana getirdiğini bu dönemde 2005 yılında RP tabanının desteklediği siyasal partinin %65 oyla tek başına iktidara geleceğine dair hesaplamaların yapılması da bu eğitim kurumlarının önünün kesilmesine yönelik 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitime geçiş sürecini hızlandırmıştır. 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitimin ana amacı İmam-Hatip Okulları’nın ve Kur’an Kursları’nın budanmasıdır. 8 yıllık kesintisiz zorunlu eğitim yasasının uygulanmasının 
hemen akabinde İmam-Hatip Okulları’nın orta kısımlarının kapandığını, Kur’an 
Kurslarına zorunlu eğitimin 8 yıla çıkarılmasından dolayı öğrenci alınamaz hale 
gelindiğini ve YÖK tarafından İmam-Hatip Okulu mezunlarının devam edebilecekleri yükseköğrenim alanların sınırlandırılması neticesinde 1997-1998 eğitim öğretim senesinde İmam-Hatip okullarının öğrenci kayıtlarının yarı yarıya düştüğünü ifade etmektedir (Kocabaş, 1999, s.178-179). 
1997 yılında, 2005 yılına dair seçim sonuçları üzerinden iktidar sahiplerinin 
düşünce üretmeleri her ne kadar normal kabul edilebilse de, üretilen düşüncelerin hayata geçirilmesinde eğitimin en önemli bileşen olarak ele alınması dikkat çekicidir. 1997 yılında Türkiye’de iktidarda bulunan hükümetin bir ortağının (Refah Partisi) seçim başarısını bazı eğitim kurumlarına bağladığı doğru kabul edilerek ilgili partinin eğitimi siyasetin malzemesi haline getirmesi gibi bir durum ne kadar kabul edilemezse, yine eğitim kurumları üzerinde, insan merkezli düşünceden uzaklaşılarak, sırf iktidar hesaplarına binaen bazı tasarruflarda bulunulması o kadar kabul edilemez. Bu süreçte istemediği halde devletin yasal zorunluluk olarak bireylerin önüne koyduğu ve evrensel insan hakları bakımından da izahı güç yasaklar neticesinde bireylerin yaşadıkları psikolojik, ekonomik, toplumsal ve kültürel çıkmazların Türkiye’ye ve Türkiye’de yaşayan insanlara zarar verdiği ise tartışılan konular arasında yerini almıştır (Şimşek, 2012, s.183). 

5.1.6.2. Zorunlu eğitimin tanımı, amacı ve nedenleri 

Zorunlu Eğitim; “Milli Eğitim Temel Kanunda ve Anayasada tüm vatandaşlara bir hak olarak verilen ilköğretimin, bireylerin kendi isteğine, keyfiyetine bırakılmaksızın herkesin kullanması gereken zorunlu bir haktır şeklinde ifade edilmiş ve bireyin bunu kullanma ve kullanmama hakkı sınırlı tutulmuştur. Bu bakımdan eğitim, özellikle ilköğretim bir hak olmaktan çok, bir zorunluluktur” (Kıran, 2000, s.1) şeklinde ifade edilimiştir. 

Zorunlu Eğitim, bireyin belli bir yaşa geldiğinde eğitime başlamasını zorunlu kılan bir kavram olmasının yanında devletin vatandaşı yükümlü kıldığı, vatandaşın da bu ödevi yerine getirme yükümlülüğü olduğu bir eğitim sistemini ifade etmektedir. Temel eğitimin zorunlu eğitimden farkı ise, zamanının ve sabit bir mekânın olmamasıdır. Yani, temel eğitim kavramı zorunlu eğitimden daha 
kapsamlı bir niteliğe sahiptir (Öztürk, 2001, s.89). Temel Eğitim, “Her yurttaşa yaşamında karşılaştığı ve karşılaşacağı kişisel ve toplumsal sorunları çözmede; toplumun değerlerine, düzenlemelerine uyum sağlamada; üretken ve tutumlu olmada temel yeterlilikleri, alışkanlıkları kazandıran bir eğitim türüdür. Temel eğitim; ülkelerin daha ileri eğitim ve öğretim düzeylerini ve türlerini, sistemlerini bir biçimde oluşturacakları, yaşam boyu sürecek bir öğrenmenin ve insan 
gelişiminin temelini teşkil etmektedir” (Kol, 2003, s.9). 

Zorunlu Eğitim, temel eğitim, ilköğretim, 8 yıllık okul adı verilen 7-14 yaş grubunda ki çocukların devam etmeleri gereken ilköğretim okullarında 
yapılan eğitimi ifade etmektedir (Taymaz,1993, s.59). 
“Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim”, 16.08.1997 tarihinde yürürlüğe giren 
4306 sayılı kanun kapsamında Türkiye’de uygulanmaya başlanan temel eğitim 
modelinin adıdır ve 6-14 yaş arasındaki öğrencilerin eğitim ve öğrenim sürecini 
kapsamaktadır. “Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim” kavramında yer alan “sekiz yıl”-“kesintisiz” ve “zorunlu” sözcüklerinin Cumhuriyet öncesi dönemden günümüze eğitim alanındaki gelişmeleri ve eğitim politikalarını izlemeye imkân veren bir hikâyesi vardır. Bu hikâye, salt eğitim politikalarının gelişimi ile sınırlı değildir, aynı zamanda ulusal ve uluslararası ölçekte toplumsal, sosyal ve ekonomik gelişmeleri de kapsamaktadır. 

Zorunlu Eğitim; “Sekiz yıllık kesintisiz zorunlu eğitim” kavramında, her 
öğrencinin sekiz yıl eğitim almaya mecbur olduğu “zorunlu” sözcüğü ile ifade 
edilmiştir ve bu yeni bir olgu değildir, aksine 19.yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’na kadar uzanır. II. Mahmut Dönemi’nde 1824 yılında yayınlanan bir ferman ile zorunlu 
ilköğretim kavramı dile getirilmiş, kaç yıl olduğu kesin olarak belirtilmese de 
çocukların ergenlik çağına kadar eğitim almalarının zorunlu olduğu ve bu hükme 
uymayanların cezalandırılacağı bildirilmiştir 1876 Anayasası ile birlikte ilköğretimin 
“ Zorunlu ” hale getirilmesi yasallaşmıştır (Çınar, Çizmeci, Akdemir, 2007, s.190). 
Eğitimin amaçları toplumsal beklentileri karşılayacak şekilde düzenlenmelidir. 
Beş yıllık bir süreci ifade eden temel eğitim, zaman içerisinde toplumsal beklentileri karşılayamadığı için sekiz yıllık zorunlu kesintisiz eğitime geçmeyi zorunlu kılmıştır. 
Zorunlu eğitimin temelinde ise, eğitimi yaygınlaştırmak, eğitimin niteliğini yükseltmek, maliyeti azaltmak vb. nedenler etkili olmuştur (Baş, 2001, s.3). 
Zorunlu Eğitimin temel amacı; meslek becerisi kazandırmak, mesleki bilgi ve 
beceri öğretmek değil, mesleki yatkınlığı ortaya çıkarmak olmalı, seçimlilik dersler ve ders dışı etkinlikler bu anlayışla düzenlenmelidir (Baş, 2001, s.20). Sekiz yıllık zorunlu eğitim sistemi, beş yıllık eğitim sisteminin yetersiz kalması ve beklentilere cevap vermemesinden dolayı ortaya çıkan bir eğitim sistemidir. Bütün bu gelişmeler ile beraber eğitim ve öğretim faaliyetleri devlet gözetim ve denetimi altına alınmış olmakla beraber; Anayasanın 42. Maddesinde: “Kimse eğitim ve öğretim hakkından mahrum bırakılamaz” şeklinde ifade edilmiştir. Bu yasa ile beraber, eğitim hakkı devlet ve yasa güvencesi altına alınmıştır. Zorunlu eğitim ile beş yıl olan zorunlu eğitim süresi, sekiz yıla çıkmış; aynı zamanda, pansiyonlu ve yatılı ilköğretim olmak üzere üç türlü eğitim verilmeye başlanmıştır (Yabancı, 2004, s.17). 
Zorunlu Eğitim kavramı, bazı ülkelerde sadece ilköğretimi kapsarken, bazı 
ülkelerde ise ilköğretim ile sınırlı kalmayıp, orta öğretimi ve daha uzun bir zaman 
dilimini kapsamış olmakla beraber bu durum Türkiye’de ise ortalama sekiz yıl olarak ifade edilmiş ve gelişmiş ülkelerde ise bu süre 10-12 yılı bulmaktadır (Öztürk, 2001, s.17). 

Zorunlu Eğitimin amacı genel olarak; toplumsal refahı yükseltmek, eğitimde kaliteyi sağlamak, bireyin zihinsel, psikolojik sosyal ve ekonomik yönden ileri bir 
seviyeye yükseltmektir. Bununla beraber zorunlu eğitim sosyal açıdan şu gerekçelere dayandırılabilir; 
. Bireyin meslek kazanımını daha erken bir süre içerisinde sağlayıp kalifiyeli elemanlar yetiştirmek, 
. Bireyin sosyal uyumunu sağlamak ve toplum bilinç oluşturmak, 
. İlköğretim çağındaki çocuklara toplumsal rol ve görevlerin öğretilmesini sağlamak. Bu sayede farklı ortamlara giren çocukların uyum sorunun ortadan 
kaldırmak ve sosyalleşmesini sağlamak, 
. Zorunlu eğitimin ülke genelinde uygulanması ile devletin fırsat ve imkân eşitliğini sağlamasına bağlı olarak devlete olan güvenin artması. Bu sayede 
devletin itibarını artırmak, devlete karşı işlenen suçları engellemek ve azaltmak, 
. Türkiye’nin fiziki ve coğrafi şartlarından kaynaklanan gelir düzeyi ve eğitim düzeyleri arasındaki farkı en aza indirmek. Toplumda ki eşitsizliği kaldırıp 
toplumsal barışı sağlamak, 
. Küçük yaşta evlenmelerin önüne geçmek ve erken yaşta doğuma bağlı olarak oluşan, bebek ve anne ölümlerini en az seviyeye indirmek ve nüfusun kontrol 
altına alınmasını sağlamak. 
. Küçük yaşta çocuk işçiliğinin önüne geçmek, çocuklara gereğinden fazla sorumluluk verilmesini engellemek, 
. Çocuk suçluluğunu en az seviyeye indirmek, töre suçlarında çocukların suç işlemesini engellemek. Çocukların işlediği suçların önüne geçmek. Çocuk 
işçiliğinin ve zorla yaptırılan; dilencilik, mendil satma gibi kabul edilmeyen davranışların önüne geçmek. 
Zorunlu Eğitimin tanımı ve nedenleri yukarıdaki ifade edilmiş olmakla beraber özellikle “İlköğretim Kurumları Yönetmeliği” incelendiği zaman 
ilköğretimin amaçları, Türk Milli Eğitimin genel amaçları ve temel ilkeleri doğrultusunda baktığımızda; 
. Öğrencileri ilgi, istidat ve kabiliyetleri istikametinde yetiştirerek hayata ve üst öğrenim kurumlarına hazırlamak, 
. Öğrenciye, Atatürk ilkelerine ve inkılaplarına Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na ve demokrasinin ilkelerine uygun olarak haklarını kullanabilme, 
görevlerini yapabilme ve sorumluluklarını yüklenebilme bilincini kazandırmak, 
. Öğrencinin milli kültür değerlerini tanımasını, takdir etmesini, çevrede benimsemesini ve kazanmasını sağlamak. 
. Öğrenciyi toplum içindeki rollerini yapan, başkaları ile iyi ilişkiler kuran, iş birliği içinde çalışabilen, uyum sağlayabilen iyi ve mutlu bir vatandaş 
olarak yetiştirmek, 
. Bulundukları çevrede yapacakları eğitim, kültür ve sosyal etkinliklerde milli kültürün benimsenmesine ve yayılmasına yardımcı olmak, 
. Öğrenciye fert ve toplum meselelerini tanıma, çözüm arama alışkanlığı kazandırma, 
. Öğrenciye sağlıklı yaşamak, ailesinin ve toplumun sağlığı ile çevreyi korumak için gereken bilgi ve alışkanlıkları kazandırmak, 
. Öğrencinin el becerisi ile zihni çalışmasını birleştirerek çok yönlü çalışmasını sağlamak, 
. Öğrencilerin araç ve gereç kullanmasını sağlama yoluyla sistemli düşünmesini, çalışma alışkanlığı kazanmasını, estetik duyguların gelişmesini, 
hayal ve yaratıcılık gücünün artmasını sağlamak, 
. Öğrencinin mesleki ve ilgi yeteneklerinin ortaya çıkmasını sağlayarak gelecekteki mesleğini seçmesini kolaylaştırmak, 
. Öğrenciye üretici olarak geçimini sağlaması ve ekonomik kalkınmaya katkıda bulunması için bir mesleğin ön hazırlığını yaptıracak, mesleğe girişini 
kolaylaştıracak ve uyumunu sağlayacak davranışları kazandırmak (Yabancı, 2004, s.18-20). 

Yukarıda izah edilen açıklamalar ile beraber ilköğretim temel amacı bireyin sosyal yaşamında başarılı olmasını sağlamak, içinde bulunduğu topluma uyumunu 
sağlamakla beraber, kültürel yönden gelişmesini sağlamak, sosyal, psikolojik ve ekonomik olarak gelişmesini sağlayıp topluma sağlıklı bireyler kazandırmaktır. 

41. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 34

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 34


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Tevhid-i Tedrisat Kanunu,



5.1.3.13. Eğitim kampüsleri ve okul ile ailenin işbirliği 

Madde 16 – Aynı alan içinde birden fazla örgün ve/veya yaygın eğitim kurumunun bir arada bulunması halinde eğitim kampüsü kurulabilir ve bunların ortak 
ihtiyaçlarını karşılamak üzere eğitim kampüsü yönetimi oluşturulabilir. 
Eğitim kampüsü bünyesindeki ortak açık alan, kantin, salon ve benzeri 
yerlerin işlettirilmesi veya işletilmesi kampüs yönetimince yerine getirilir. 
Bu şekilde elde edilen gelirler, kampüsün ortak giderlerinde kullanılır. 
Eğitim kampüslerinin kuruluşu, yönetiminin oluşumu, gelirlerinin 
harcanması ve denetlenmesi ile bu fıkrada belirtilen diğer hususlar Maliye 
Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığınca müştereken hazırlanan yönetmelikle 
düzenlenir. 
Eğitim kurumlarının amaçlarının gerçekleştirilmesine katkıda bulunmak için 
okul ile aile arasında işbirliği sağlanır. Bu amaçla okullarda okul-aile birlikleri 
kurulur. Okul-aile birlikleri, okulların eğitim ve öğretim hizmetlerine etkinlik ve 
verimlilik kazandırmak, okulların ve maddi imkânlardan yoksun öğrencilerin zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak üzere; aynî ve nakdî bağışları kabul edebilir, maddi katkı sağlamak amacıyla sosyal ve kültürel etkinlikler ve kampanyalar düzenleyebilir, okulların bünyesinde bulunan açık alan, kantin, salon ve benzeri yerleri işlettirebilir veya işletebilirler. Öğrenci velileri hiçbir surette bağış yapmaya zorlanamaz. 
Okul-aile birliklerinin kuruluş ve işleyişi, birlik organlarının oluşturulması ve seçim şekilleri, sosyal ve kültürel etkinliklerden sağlanan maddi katkılar, bağışların kabulü, harcanması ve denetlenmesi ile açık alan, kantin, salon ve benzeri yerlerin işlettirilmesi veya işletilmesinden sağlanan gelirlerin dağıtım yerleri ve oranları, harcanması ve denetlenmesine dair usul ve esaslar, Maliye Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığınca müştereken hazırlanan yönetmelikle düzenlenir. 
   Milli Eğitim Bakanlığınca belirlenecek usul ve esaslar çerçevesinde, gerekli 
görülen hallerde il milli eğitim müdürlükleri; il sınırları içerisinde bulunan bir veya 
birden fazla eğitim kampüsü yönetiminin veya okul-aile birliğinin işlettirebileceği veya işletebileceği yerlere ilişkin ihaleleri bunlar adına yapmaya yetkilidir. 
 Eğitim kampüsleri ve okul-aile birliklerinin gelirleri, genel bütçe gelirleri ile 
ilişkilendirilmeksizin eğitim kampüsü yönetimi ve okul-aile birliği adına bankalarda açılan özel hesaplarda tutulur. 
 Eğitim kampüsü yönetimleri ve okul-aile birlikleri, bu madde kapsamında 
yapacakları işlemler ve düzenlenen kâğıtlar yönünden damga vergisi ve harçlardan muaf; bunlara ve bunlar tarafından yapılan bağış ve yardımlar ise veraset ve intikal vergisinden müstesnadır. 

5.1.3.14. Her yerde Eğitim 

Madde 17- Millî Eğitimin amaçları yalnız resmî ve özel eğitim kurumlarında değil, aynı zamanda evde, çevrede, iş yerlerinde, her yerde ve her fırsatta gerçekleştirilmeye çalışılır. 3 
Resmî, özel ve gönüllü her kuruluşun eğitimle ilgili faaliyetleri, Millî Eğitim amaçlarına uygunluğu bakımından Millî Eğitim Bakanlığının denetimine tâbidir 4. 


5.1.3.15. Türk Eğitim Sisteminin dayandığı temel ilkeler 

. T.C. Anayasası, 
. Eğitim ve Öğretimi Düzenleyen Yasalar, 
. Hükümet Programları, 
. Kalkınma Plânları, 
. Millî Eğitim Şuraları, 
. Ulusal Program esas alınarak düzenlenmektedir. 
Bu Esaslara göre eğitimin ilkeleri; 
. Eğitim millî ve cumhuriyetçi olacaktır, 
. Eğitim lâiklik esasına ve bilimsel temellere dayalı olacaktır, 
. Eğitimde genellik ve eşitlik olacaktır, 
. Eğitim fonksiyonel ve çağdaş olacaktır. 5 


3 http//www.meb.gov.tr/kanunlar/25.12.2013 
4 Kanun No: 1739 Kabul Tarihi: 14/06/1973 Yayımlandığı Resmi Gazete Tarihi:       24/06/1973 Sayısı: 14574 
5 http://www.meb.gov.tr/25.12.2013 Türk Eğitim Sisteminin Dayandığı Temel İlkeleri yukarıdaki şekilde ifade edilmiştir. 

5.1.4. 28 Şubat ve Eğitim Alanında Yapılan Çalışmalar 

5.1.4.1. Anayasaya göre bireylerin eğitim hakkı 

Eğitim kavramı, Türkiye modernleşmesinin en önemli ve en özgün yanlarından 
birisini oluşturmaktadır. Eğitim, toplumsal anlamda yeniden üretimin sağlandığı, 
bireylerin çeşitli rolleri ve becerileri kazandığı, toplumsal eşitsizliklerin kuşaklar 
arasında aktarıldığı/pekiştirildiği bir alan olması açısından oldukça önemlidir. 
Eğitim bir devletin ideal vatandaşlarını yetiştirmede kullandığı en önemli 
araçlardan birisidir. İstenilen vatandaş tipine eğitim ile ulaşılabilir. Bireylere 
kazandırılması amaçlanan davranışlar ve verilmek istenilen ideolojiler okullardaki 
eğitim-öğretim faaliyetleri sayesinde gerçekleştirilir (Aktaş, 2011, s.203). 
1739 sayılı 14.06.1973 tarihinde kabul edilen “Milli Eğitim Temel Kanunu’na” 
baktığımızda bireylerin anayasaya göre “Eğitim Hakkı” aşağıdaki gibi ifade edilmiştir; 
“Madde 7- İlköğretim görmek her Türk vatandaşının hakkıdır. İlköğretim 
kurumlarından sonraki eğitim kurumlarından vatandaşlar ilgi, istidat ve kabiliyetleri ölçüsünde yararlanırlar.” 
Türkiye’de eğitim sisteminin yasal dayanağı anayasanın 42. Maddesi ile 
belirlenmiştir: “Eğitim ve Öğretim, Atatürk ve İnkılâpları doğrultusunda çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, devletin gözetim ve denetimi altında yapılır... Özel ilk ve orta dereceli okulların bağlı olduğu esaslar, devlet okulları ile erişilmek istenen seviyeye uygun olarak kanunla düzenlenir...” Görüldüğü gibi Anayasa eğitim sistemini hem çağdaş bilginin hem de devlet ideolojisinin (Atatürkçülük) aktarılmasının bir yolu olarak görmekte ve devlete eğitim hizmetini gözetleme ve denetleme görevini vermektedir. Bu görev, en üst düzeyde Milli Eğitim Bakanlığı ve Yüksek Öğretim Kurulu Başkanlığı tarafından yerine getirilmektedir (Çokgezen, Terzi, 2008, s.7). Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında “Eğitim ve Öğretim”Anayasal güvence altına alınmış olmakla beraber eğitim, Atatürk ilke ve İnkılapları çerçevesinde, daha çağdaş, bilimsel, laik, demokratik ve milli eğitim temel esaslarına göre devletin denetim ve gözetimi altına alınmıştır. Anayasaya göre, eğitim hakkı güvence altına alınmış olmakla beraber, eğitim ve öğretim bireylerin hem hak hem de ödevi olarak ifade edilmiştir. Anayasada eğitim hakkı; “İlköğretim görmek her Türk vatandaşının temel hakkı olmakla beraber, daha sonraki süreçlerde ise bireylerin ilgi, istek, istidat ve kabiliyetlerine göre bir üst eğitim kurumlarından yararlanırlar” şeklinde ifade edilmiş ve 1982 Anayasası’nın 42. Maddesi “Eğitim Hakkı ve Ödevi” başlıklı olup, “Kimsenin eğitim ve öğretimden yoksun bırakılamayacağını” ifade etmiştir. 

Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir. 
“Eğitim ve Öğretim” anayasal güvence altına alınmış olmakla beraber eğitim, 
Atatürk ilke ve İnkılapları çerçevesinde, daha çağdaş, bilimsel, laik, demokratik ve milli eğitim temel esaslarına göre devletin gözetimi ve denetim altına alınmıştır Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. 
Eğitim ve öğretim hürriyeti, Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz. 
İlköğretim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve Devlet okullarında parasızdır. 
Özel, ilk ve orta dereceli okulların bağlı olduğu esaslar, Devlet okulları ile 
erişilmek istenen seviyeye uygun olarak, kanunla düzenlenir. 
Devlet, maddî imkânlardan yoksun başarılı öğrencilerin, öğrenimlerini 
sürdürebilmeleri amacı ile burslar ve başka yollarla gerekli yardımları yapar. Devlet, durumları sebebiyle özel eğitime ihtiyacı olanları topluma yararlı kılacak tedbirleri alır. 
Eğitim ve öğretim kurumlarında sadece eğitim, öğretim, araştırma ve inceleme 
ile ilgili faaliyetler yürütülür. Bu faaliyetler her ne suretle olursa olsun engellenemez. 
Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına 
ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez. Eğitim ve öğretim kurumlarında 
okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tâbi 
olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası antlaşma hükümleri saklıdır.” 
ifadeleri ile açıklamaktadır (Aktaş, 2011, 230-231). 1973 tarihli ve 1739 sayılı “Milli Eğitim Temel Kanunu” ile beraber yukarıda ifade edilen kararlarla beraber ilköğretimin zorunlu kılındığı anlaşılmaktadır. Eğitim ve öğretim Anayasal güvence altına alınmış olmakla beraber, bireyler tarafından birer hak, devlet tarafından ise en temel ödev olarak ifade edilmiştir. Anayasa ile güvence altına alınmış olan eğitim ve öğretim hakkı ve ödevleri ise bizzat devletin görevleri arasında sayılmıştır. 

Anlaşılacağı üzere bireylerin, eğitim ve öğretim hak ve ödevleri belirli esaslar 
üzerine bina edilmiş olmakla beraber devletin denetimi ile anayasal güvence altına alınmıştır. Devletin bu hak ve ödevler üzerindeki etkin konumundan dolayı dönem dönem geçmişten gelen bir aşinalık ile devletin eğitim ve öğretim faaliyetlerine müdahale ettiğini görmekteyiz. Bu nedenle eğitim politikaları dönemin hükümetleri tarafından şekillendirilmiş ve eğitime yön verilmiştir. 

Bu müdahaleler ve hükümetlerin eğitime yön veren politikaları neticesinde, başta eğitim programları ve müfredatları olmak üzere amaçlar, işleniş yöntemleri ve ders kitapları (Aktaş, 2011, s.231) gibi temel 
eğitim unsurlarında değişikliğe gidilmiştir. 27 Mayıs 1960 Askeri darbesi, 12 Mart 1971 
muhtırası, 12 Eylül 1980 Askeri darbesi ve 28 Şubat 1997 Askeri müdahaleleri 
sonrasında eğitim ve öğretim hayatında yeni düzenlemeler gerçekleşmiş olmakla 
beraber askeri kanat ya da sivil hükümetlerin eğitime müdahaleleri olmuştur. 
Eğitim, bütün bireylerin toplumsal ve sosyal olarak birlikte yaşamaya başlaması 
ile beraber her ortamda, her alanda insanlar için vazgeçilmez en önemli unsurların başında gelmiş olmakla beraber bütün bireyler arasında sosyal ve kültürel mirasın yaşatılması, yeni nesillerin yetiştirilmesi için daima önemli bir unsur olarak görülmüştür. Bununla beraber eğitim ve öğretim faaliyetleri hemen hemen her toplumda devletin en önemli görevleri arasında sayılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile beraber eğitim ve öğretim faaliyetleri devlet tarafından daima desteklenmiş ve koruma altına alınmıştır. Eğitim ve öğretim faaliyetleri devlet denetiminde ve devlet tarafından uygulanma görevini üstlenmiştir. 

“Eğitim tarihimizde hemen her zaman kâğıt üzerinde parlak ilkeler, amaçlar, 
programlar, yasal metinler hazırlandığı, şekle ve gösterişe önem verildiği, fakat 
uygulamada aynı çaba, ciddiyet ve istikrar gösterilmediği dikkate çarpan bir konudur” 
(Akyüz, 1997, s.377-382). Bu ilkeli ve parlak kararların alınmış olduğu “Eğitim 
Şûraları”, Türk Eğitim Tarihi içerisinde önemli bir yere sahiptir. Millî Eğitim 
Bakanlığı’nın ve Türk Millî Eğitim Sistemi’nin en yüksek danışma organı olan 
Şûralara; Millî Eğitimle ilgili politikaların çizilmesinde, yol gösterici rolü verilmiştir. 
Türkiye’de yıllardır eğitim sorunlarının ağırlığından, eğitimin çıkmazda olduğundan söz edilmektedir. Eğitimle doğrudan ilişkili olanlar da, dolaylı ilişkide olanlar da, yani, toplumun bütün kesimleri eğitim sorunlarının çözülmesini, Türkiye’de çağdaş bir eğitim sistemi kurulmasını ve geliştirilmesini arzularlar. 
Bu yolda çaba harcarlar. Sonunda; sorunlar yumağının artarak sürmekte olduğunu görürler. Millî Eğitim Şûraları da Türkiye’nin eğitim sorunlarını çözebilecek, Türk eğitim sistemini geliştirecek ve iyileştirecek kararlar almıştır. Ancak, uygulamaya aktarma konusunda gerekli adımlar atılmadığı/atılamadığı için, eğitim sorunları çözülememiştir. Şûra kararlarının önemli bölümü, ya hiç uygulanmamış, ya alınan kararın uygulamaya aktarılması 20-30 yıl gibi gecikmeli olmuş, ya da bir iki yıllık uygulamadan sonra uygulama terkedilmiş, bazen de alınan kararın tersi yönde uygulamalar olmuştur (Deniz, 2001, s. 2-8). 

Çalışmamızda; konumuz ile ilgili olarak XV. Milli Eğitim Şûrası “Amaç, Gündem, Alınan Kararlar, Sonuç ve Uygulamalar” ele alınacak ve konu ile sınırlı kalınacaktır. 

35. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..


***

19 Mayıs 2019 Pazar

Yahudi Düşmanlığı artarken....


Yahudi Düşmanlığı artarken....


Rıza Zelyut,

28 OCAK 2011 KÖŞE YAZARLARI YAZILARI.,


Dün; 2. Dünya Savaşı'nda ve öncesinde Almanların yaptığı Yahudi soykırımı anıldı. Naziler; kamplara doldurduğu 6 milyon Yahudi'yi buralardaki gaz 
odalarında yok etmişlerdi. Bu kamplardan birisi de Polonya'daki Auschwitz idi, burası soykırım (holokost) kurbanlarının sembolü oldu. Auschwitz Kampı, 
27 Ocak 1945’te, Sovyet askerleri tarafından ele geçirilip kalanlar kurtarılmıştı. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, bu tarihi, Yahudi Soykırımını Anma Günü 
kabul etti. Dün; Türkiye'de de Neva Şalom Sinagogu'nda bir anma toplantısı vardı.
Ama haberlere baktığımda bu önemli günden ve ülkemizdeki durumdan hiç söz edilmediğini gördüm.
İnsanlığın ortak belleğinin dışına düştüğümüzü bundan iyi ne gösterir ki...
Milyonlarca insanın katledilmesini hatırlamayan bir toplumsal bellek; hasta bir bellektir.
O günlerde Türkiye; sırtına Alman silahı dayanmış olmasına karşın; Yahudilere kucak açmıştır.

Peki şimdi kimden korkuyoruz?

İSRAİL'DEN VURMAK

Şu sözde aydınlar; sözde insan hakları savunucuları görmek istemese bile, biz insanlık vicdanının sesi olarak yazacağız: 
AKP iktidarları zamanında Türkiye'de Yahudi düşmanlığı hızla yaygınlaştırıldı. Bu düşmanlık; halkın içinden gelen bir duygu değildir. Bu düşmanlık; 
halka dayatılan siyasi düşmanlıktır. 
İktidar partisi; İsrail hükümetinin yanlışlarını kullanarak; Müslüman halkın önemli bir bölümünü Yahudi düşmanı yapıp kendi partisinin gönüllü oy deposu 
haline getiriyor. Başbakan Erdoğan'ın İsrail ile yürüttüğü çatışma politikası; alt tabakaların bilinç altında var olan Yahudi karşıtlığını depreştiriyor. 

Böylece; iktidara bağlı bir seçmen kitlesi ortaya çıkartılıyor.
Van minüt çıkışı... Çatışma olacağı belli iken, bu hükümetin o malum vakfa sattığı Mavi Marmara gemisinin Gazze'ye yollanması... 
İsrail ile gerilimin en tepede tutulması... Müslümanları savunmak için değil; içerideki seçmeni politize edip AKP'ye yapıştırmak taktiğinin bir yansıması oldu. 
Öyle olmasa ABD'nin Irak'ta, Afganistan'da yüz binlerce Müslümanı katletmesine de bir tepki gösterirdi hükümet. Hiç ağzını açıyor mu bu konuda 
Başbakan Erdoğan...
Başbakan'ın İsrail'e yaptığı politik çıkışları; cami cemaatine derhal Yahudi karşıtlığı olarak yansıyor. Gidin, aralarına girip biraz sohbet edin; doğan fanatik 
havayı hemen anlarsınız... 
Giderek büyüyen ve AKP'nin yeminli seçmeni gibi davranan Yahudi düşmanı seçmen profili, Türkiye'nin geleceğini de tehdit ediyor. 

Ülkemiz; bu tür fanatikleştirme yoluyla çağdaş yaşam tarzından kopartılıyor. 
Bakın ülkemizdeki Yahudilere; gerçeği görün...
Bu insanlar; susmuş durumdalar; nefes almaktan bile çekiniyorlar.
Bu Türkiye midir çağdaşlaşan Türkiye?

DÜNYAYI TANIMAK İÇİN

Kemal Atatürk; 'Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli; kültürdür' derken; cehalete karşı yürüttüğü savaşı özetlemişti. Cumhuriyet kurulurken okumuş insan 
sayısı yüzde bir kadardı. Eğitime verilen önemle; yeni bir toplum ve yeni bir devlet yaratıldı. Cumhuriyet insanı kitap okuyarak modernleşmeyi yakaladı. 
Ben de ailelere; çocuklarına ve kendilerine kitap almalarını öneriyorum. Bırakın televizyonu, interneti. Orası beyninizi çürütür ama kitap sizi yeniden yaratır.
Son zamanlarda okuduğum kitaplardan birkaçı şöyle:
*Erol Sarıal'ın çalışması olan 

KÜRESEL SÜRTÜKLER (Kripto Yayınları)

Bu kitap; Türkiye'nin yaşadığı çalkantıların nedenini, niçinini ortaya koyuyor. İçeride ve dışarıda cumhuriyet rejimine kurulan tuzakların üstündeki örtüyü 
kaldırıyor Erol Sarıal.

*Vural Savaş'ın hazırladığı KİM BU HAİNLER (Bilgi Yayınevi)
Bu çalışma da büyük hukukçumuz Vural Savaş'ın belgeleri konuşturduğu bir eser. Sayın Savaş; bilgileri, haberleri derleyerek kendi bakış açısıyla sunuyor. 
Böylece; dünyayı daha doğru bir gözle görmenizi sağlıyor.
*Kenan Demirkol'dan GDO: ÇAĞDAŞ ESARET ( Kaynak Yayınları)
Beslenmede karşı karşıya olduğumuz büyük tehlikeyi de bu çalışmadan öğreniyorum.

****

10 Aralık 2018 Pazartesi

İrtica ve Bölücülüğe Karşı Militan Demokrasi

 İrtica ve Bölücülüğe Karşı Militan Demokrasi,



KİTABIN ÖZETİ


KİTABIN    ADI              :  İrtica ve Bölücülüğe Karşı Militan Demokrasi
KİTABIN  YAZARI           :  Vural SAVAŞ
YAYIN EVİ                     :  BİLGİ YAYINEVİ
BASIM YILI                    :  2000
  
1) KİTABIN KONUSU

Gelişen dünya düzeninde hızla kendine bir yer edinmeye çalışan Türkiye’nin, kuruluşundan günümüze geçirdiği sosyopsikolojik olayların etkisi 
altında varlığını koruyup geliştirme çabası yanında bunlara engel teşkil eden iç ve dış güçlere karşı sergilenecek tavırda demokrasinin ne anlam taşıdığı 
anlatılmaktadır.


2) KİTABIN ÖZETİ


Vural SAVAŞ,yani eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı görev yaptığı yıllarda pek çok dava ile ilgilenmiş, günümüz Türkiyesi’ni meşgul etmekte 
olan pek çok konuyu açıklığa kavuşturmuştur.Emekli olmasının ardından da görev süresince söylemek isteyipte kanunların izin vermediği pek çok anısını 
değişik belgelerle ortaya koymuştur.
 Kitapta çarpıcı örneklerin yanısıra ülkenin bir çok kurumuna kadar sızmayı becermiş amaçları,laik ve demokratik anlayış yerine kendi arzuları olan sistemi 
yani kanun dedikleri çağdaş anlayışla hiç bir noktada bağdaştıramayacağımız ilkellik kokan şer’i  anlayış sistemi çerçevesinde özlemledikleri günümüz 
Afganistan’ nı getirmek isteyen grupları da anlatmaktadır.
İrticanın yanı sıra ülkenin bağımsız bütünlüğünü de tehdit eden bölücü örgütlerden(DHKPC,PKK) de bahsetmektedir.Yine buna bağlı olarak pek 
çok Avrupa ülkesi sinin insan hakları kisvesi altında gelişen Türk medeniyetine sekte vurmak amacıyla nasıl evlerimize kadar sızıp televizyon başında 
bizleri körelttikleri,okullarımıza, üniversitelerimize girip yardım adı altında fikir babalığı yaptığı, yine ülkenin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayan 
halkın eğitimsizlik zaafını kullanarak kendi çıkar ve amaçları doğrultusunda kullandıkları anlatılmaktadır.
Her şeyden daha mühim olanı Yüce Önder ATAÜRK’ün bizleri seksen yıl evvel uyarmasına rağmen kendi milli meclisimizde milletin kürsüsünde 
vatanı satanların nasılda halk tarafından sevilip sayıldığı ,milletin açlık ve sefalet çektiği bir ortamda nasıl da altlarında son model arabalar zevki sefa 
içinde keyif sürdükleri bir utanç tablosu olarak ortaya konulmuştur.


3) KİTABIN ANA FİKRİ

Demokrasi;demokrasinin uygulanış zorluğu ve Türkiye üzerine oynanan gizli oyunlar.


4) KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

Kitap belge niteliğinde olduğu için belli olaylar ve şahıslar etrafında toplanmamış tır. Değişik yer ve zamanlarda yaşanmış hukuksal bir takım olaylar pek çok şahsın katılımı ve ön görüleri ile düzenlenmiş bir anlatımla karşımıza çıkmaktadır.


5) KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER

Yetişen yeni neslin daha temiz bir toplumla karşılaşması açısından günümüz Türkiyesi’nin ;yani uyuyan devin uyanması amacını güden idealist 
bir eserdir.

6) KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ

Vural Savaş, 1 Ağustos 1938'de Antalya'da doğdu. 

Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden 1969 yılında mezun olduktan sonra, Ankara Hakim Adayı olarak mesleğe başlayan Savaş, sırasıyla Aralık ve 
Gülnar Hakimliği ile Yargıtay Tetkik Hakimliği görevlerinde bulundu. 
7 Kasım 1987 tarihinde Yargıtay Üyeliğine seçilen Vural Savaş, Birinci Ceza Dairesi Üyesi iken, Yargıtay Büyük Genel Kurulu'nca 24 Aralık 1996'da 
yapılan seçimlerde en çok ikinci oyu alarak (93) Mater Kaban'ın (101 oy) ardından beş aday arasına girdi. 

Savaş, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından 17 Ocak 1997'de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na seçildi. 
Savaş, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı görevi süresince "laiklikten ödün vermez tutumu" ile tanındı. 
Vural Savaş, 21 Mayıs 1997 tarihinde Refah Partisi’nin(RP) temelli kapatılması için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. RP, 16 Ocak 1998 tarihinde kapatıldı. 
Savaş, 7 Mayıs 1999 tarihinde de Fazilet Partisi(FP) hakkında kapatma davası açtı. 
Vural Savaş, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'ndaki 4 yıllık görev süresini 21 Ocak 2001 tarihinde tamamladı.. 
Savaş, Yargıtay Genel Kurulu'nun 18 Aralık 2000 tarihindeki aday belirleme seçiminde 153 oy aldı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, aynı gün, 
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na, Yargıtay'daki seçimde 104 oy alarak ikinci aday olan 11. Ceza Dairesi Başkanı Sabih Kanadoğlu'nu seçti. 
Savaş, 19 Aralık 2000 tarihinde, görev süresinin sona ermesinden sonra emekliye ayrıldı.
Evli ve üç çocuk babası Savaş'ın, "Türk Ceza Kanununun Yorumu", "Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun Yorumu" ve "İrtica ve bölücülüğe karşı 
Militan Demokrasi" adlı yayınlanmış eserleri bulunuyor.



***

7 Nisan 2018 Cumartesi

SABİH KANADOĞLU NEDEN GÖZALTINA ALINMADI?


SABİH KANADOĞLU NEDEN GÖZALTINA ALINMADI?





Yargıtay Onursal Başsacısı Vural Savaş Odatv'ye konuştu;

08.01.2009


Bilindiği gibi; Ergenekon Soruşturması çerçevesinde dün sabah erken saatlerde yine arama ve gözaltılar yaşandı.
Milli Güvenlik Kurulu Eski Genel Sekreteri Emekli Orgeneral Tuncer Kılınç, emekli Orgeneral Kemal Yavuz, Susurluk sanığı İbrahim Şahin ve Prof. Dr. Yalçın Küçük’ün evinde arama yapıldıktan sonra gözaltına alındılar.
Ayrıca Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun Ankara Çayyolu'ndaki evinde arama yapıldı.

Fakat aramadan sonra Sabih Kanadoğlu’nun gözaltına alınmadığı açıklandı.

Odatv.com olarak Kanadoğlu’nun gözaltına alınmayışının nedenlerini Yargıtay Onursal Başsavcısı olan Vural Savaş’a sorduk. Amaç sadece evinde arama yapmak mıydı, yoksa başka bir amaç mı söz konusuydu?

İşte Yargıtay Onursal Başsavcısı Vural Savaş’ın açıklamaları:

“Bütün aydınların, bütün vatansever insanların, bütün medyanın sindirilmesi, söz konusu Tabi arama yapılması Sabih Kanadoğlu hakkında utanç verici bir şeydir. 
Cumhuriyet'e bomba atılmış, Danıştay'a saldırı yapılmış... Efendim, böyle bir talebi kabul edecek hakimlerimiz var. Şu anda ben Yargıtay’da bir cenazeden geliyorum. Bütün Yargıtay üyeleri infial halinde. Nasıl olur da bir başsavcı, evinde bomba yakalanan ne olduğu belirsiz kişilerle aynı kefeye konarak uygulama yapılır?
Şu mesaj verilmek isteniyor İşte ordu komutanı da olsanız, başsavcı da olsanız göz altına da alınabilirsiniz, evinizde aramalar da yapılabilir. Hatta hatta tutuklanabilirsiniz. Yıllarca hapis yatabilirsiniz. Şu anda Türkiye’yi bir korku imparatorluğu haline getirdiler. Şu anda Türkiye artık bir hukuk devleti olmaktan çıkmıştır. Bu Ergenekon soruşturmasıyla yapılan soruşturmalar, Mc Carthy zamanında Amerika’da yapılan uygulamaları geçmiştir. Cumhuriyetimize vatandaşlarımızın sahip çıkmasının tam zamanıdır.

Böyle bakan, böyle iktidar, dış güdümlü basın, üniversite mensupları olan bir ülkede, eğer anayasa değişiklikleri de yapılıp Türkiye’de yasal olarak, ama hukuk dışı bir düzen kurulursa, biz bu insanları bir daha başımızdan atamayız. Eleştiri yasak, konuşma yasak. Ergenekon konuşmalarını benim gibi yasa dışı olduğunu en iyi vurgulayan hukukçulardan biridir, Sabih Kanadoğlu.

Aklı sıra Sabih Bey’e gözdağı verebileceklerini zannediyorlar Sabih Bey de Yargıtay Başsavcılığı yapmış kişi, ben de öyle. Vural Savaş’a da bir göz dağı gibidir. Bunlar bize vız gelir. Bin tane Vural Savaş bu memlekete feda olsun. Zaten serçeden korkan darı ekmez ,fakat tekrar ediyorum artık şu aşikar şekilde ortaya çıkmıştır: Türkiye Cumhuriyeti’ndeki bu üniversitelerimizdeki, yargıdaki özellikle tasfiye edilmedikten sonra biz, hukuk devleti olarak yaşayamayız. Bu ülkede paramparça olmamızı engelleyemeyiz. Hiçbir şekilde ekonomimiz de düzelmez. Sabih Bey kadar pırıl pırıl yaşamış, hayatı boyunca hiçbir hukuk dışı işlem yapmamış, daima hukuk devletini savunmuş bir insanın, gelmişler evine Fazıl Say’a ait CD'leri götürmüşler. Bir savcı, hakim ne kadar yanlı olursa olsun, hatta Fethullah Gülen’in kendisi hakim olsa, hiçbir delil olmadan bir insanı nasıl göz altında tutacaksınız? Arkasından tutup cezaevine göndermek için de en küçük bir emare lazım. Bu kararlar da itiraza tabi. 
Sabih Kanadoğlu gibi bir kişinin, bütün hayatı göz önünde olan bir şeref bayrağı gibi yaşamış, hiçbir hukuk dışı işe şimdiye kadar karışmamış bir insanın evinde, arama yapma talimatının çıkartılması bile yargının ne hale geldiğinin bir delili. Şu anda hakikaten kısmi bir başarı sağladılar. Kuvvet komutanları dahil, ki onların hepsi antiemperyalist, ulusalcı, Atatürk’ün askerleri olduğunu tüm hayatları boyunca ispat etmiş kişiler, işte bunların ve başsavcının mutlaka göz altına alınması şart değil efendim. Arama yapılması bir felaket. Ne demek? Esas ben size söyleyeyim. Bütün darbeler, ülkemizde de, Ortadoğu’da da, Latin Amerika’da da, Amerika’nın tezgahlanmasıyla yapılmıştır.
Dikkat edin, Ergenekon soruşturmasını destekleyen bütün insanlar, Emperyalist güçlerin uşaklarıdır. Bu ABD Politikalarının, gerek Türkiye’de, gerek bütün dünyada uygulanmasının destekçiliğini yapmış kişilerdir. Bunun darbe önlemekle  hiçbir alakası yok. Esasında Türkiye’de bir karşı devrim tezgahlanıyor. Bir takım devlet görevlileri de maşa olarak kullanılıyor.”

https://odatv.com/sabih-kanadoglu-neden-gozaltina-alinmadi-0801091200.html


***********

18 Ocak 2018 Perşembe

SHP, HEP, BİRLEŞMESİ SODEP TÜRK SİYASETİNE NE GETİRDİ,


SHP, HEP, BİRLEŞMESİ SODEP TÜRK SİYASETİNE NE GETİRDİ,



    Son günlerin moda konusu CHP-BDP ittifakı. Her ne kadar CHP lideri Kılıçdaroğlu son grup toplantısında “Bir ittifaktır tutturmuşlar. Ne ittifakı? Kim konuşuyor bunları? Böyle bir şey yok diyoruz, yine tartışıyorlar” diyerek bu iddiayı net bir dille yalanlasa da basında bu yöndeki yayın ve yorumlar aynı hızla devam ediyor.

Geçtiğimiz günlerde, “ CHP BDP ile ittifak yaparsa iktidar olur ” diyen bir genel başkan yardımcısının (Taraf, 22 Kasım 2010) yanı sıra Pollmark gibi AKP’ye yakınlığı ile bilinen bir kamuoyu araştırma şirketi yetkilisi söz konusu ittifakın CHP’ye 6,5 puan getireceğini dahi söyledi. (A.Aydıntaşbaş, Milliyet, 22 Kasım 2010) Bunlara ek olarak gazetelerde ve televizyonlarda yapılan yüzlerce yayın da cabası. 
Partinin resmi ağızlarından çıkan aksi yöndeki ifadelere rağmen siyaset kulislerinde ve basında CHP’ye yönelik bir psikolojik harekâtın yürütüldüğü açık bir gerçek…
Geçtiğimiz haftadan bu yana devam eden bu tartışmalar içerisinde sıkça 1991’deki SHP deneyimine atıfta bulunulduğuna şahit oluyoruz. CHP liderinin “Yeni CHP” söylemini kullanan çevreler, Kılıçdaroğlu’na SHP örneğini sunuyorlar. BDP Muş milletvekili Sırrı Sakık bile “ İktidar olmak için SHP Ruhu ”ndan bahsediyor bugünlerde! (Amberin Zaman, Habertürk, 19 Kasım 2010) Pek çok konuda olduğu gibi SHP ve 1991 deneyimi konusunda da herkes işin kendilerine yarayan tarafından tutup gerisini boş veriyor…
Şimdi gelin 1991’de SHP ile HEP arasındaki işbirliği nasıl sağlandı, o dönemde neler yaşandı, SHP söz konusu ittifaktan ne elde etti sorularına yanıt aramaya çalışalım…

İNÖNÜ’NÜN ALDIĞI RİSK

SHP açısından 1987 seçimlerinde sergilenen performans hayati önem taşımıştır. 1983’te iktidara gelen Turgut Özal’ın ANAP’ına karşı girilen 1987 genel seçiminden Erdal İnönü’nün SHP’si ülke genelinde %24,7 oy alarak ikinci parti olarak çıkmıştır. TBMM’de elde ettiği 99 milletvekili ile ana muhalefet partisi konumuna yükselen SHP bu çıkışını genel seçimlerden iki yıl sonra yapılan yerel seçimlerde de devam ettirmiştir.
1987 Genel Seçimi’nde ikinci parti olan SHP, 1989’da yapılan yerel seçimlerden net bir zaferle ayrılmış; iktidardaki ANAP’a tam 7 puan fark atarak seçimlerin galibi olmuştu. Yerel seçim sonuçlarında genel seçime dair önemli bir veri kaynağı olarak kabul edilen il genel meclisi oylarında ise %28,6’ya ulaşan SHP iki yıl önceki genel seçimlere göre oylarını 4 puan artırmıştı. 
1989’da başta Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Gaziantep ve Kayseri olmak üzere toplam 39 ilin belediye başkanlıklarını kazanan SHP 1991 seçimleri için umutlanmaya başlamıştı…
1991 seçimlerine giden süreçte SHP’nin bugünkü BDP’nin “atası” sayılabilecek olan HEP ile işbirliği gündeme gelmişti. Bugün pek hatırlanmasa da SHP o dönemde-bir tür solda birlik projesi olarak-Ocak 1991’de kurulan Sadun Aren’in Sosyalist Birlik Partisi ile de işbirliği yapmak istemiş ancak anlaşma sağlanamamıştı. (H.B.Kahraman, Sosyal Demokrasi-Türkiye ve Partileri, 1993, s. 88-89)
İnönü o günlerde kimsenin cesaret edemeyeceği bir siyasi riski üstleniyor; reel politiğin aksine büyük bir idealizmin peşine düşüyordu: HEP ile işbirliği yaparak hem Kürt siyasetinin temsilcilerine TBMM çatısı altında meşru siyaset yapma fırsatını sağlayarak “ulusal birliği” sağlayacak hem de partisinin Güneydoğu’daki varlığını güçlendirecekti. İnönü bu siyasetçilerin dışlanmasının aynı zamanda bölgenin ve sorunlarının da dışlanması anlamına geldiğine inanıyordu. 

Bu girişimle HEP’li vekillerin SHP çatısı altında bölgenin meselelerini ülkenin ve siyasetin gündemine taşımasına fırsat tanınacağına inanıyordu. 

O dönem Fehmi Işıklar liderliğindeki HEP ile SHP arasında yapılan görüşmeler sırasında bir protokol üzerinde anlaşmaya varılmıştı. Buna göre Hakkâri, Bitlis, Van, Mardin, Batman, Muş, Diyarbakır, Adıyaman, Şanlıurfa ve Mardin gibi Güneydoğu illerinde SHP’nin milletvekili adayları HEP tarafından belirlenecekti. Buna ek olarak, İstanbul ve İzmir’de de HEP’li adaylara yer ayrılacaktı. (V.Savaş, Atatürk’ün Kemiklerini Sızlatan Parti CHP, 2003, s. 19)

VE SONUÇLAR

SHP içinde ise özellikle Deniz Baykal’ın başını çektiği bir grubun başından beri HEP ile işbirliğine olumsuz baktığı bilinen bir gerçekti. Terör örgütü ile oldukça içli dışlı bir görüntü veren bu hareketin partiye zarar vereceğine, oy kaybına neden olacağına inanıyorlardı. Bu anlamda SHP içinde parti liderliği ile Baykal grubu arasında bir gerilim yaşanmaktaydı. Yine de genel başkan olarak İnönü’nün istediği yolda ilerlenmiş; SHP 1991 seçimlerine HEP ile ittifak yaparak girmişti…

Ve sonuçlar…

1987’de elde ettiği %24,7’yi 1989 yerel seçimi il genel meclisinde %28,6’ya yükselten SHP, 1991 genel seçiminde %20,7’ye düşmüş; seçimden DYP ve ANAP’ın ardından üçüncü çıkmıştı.
Parti Türkiye çapında 74 ilden 44’ünde milletvekili çıkaramamıştı! (Milliyet, 21 Ekim 1991)
1987 seçimine oranla dört puanlık bir düşüş ve yaklaşık bir milyonluk oy kaybı yaşayan SHP bunun sonucu olarak 11 sandalye kaybederek TBMM’deki 99 olan milletvekili sayısını 88’e düşürmüştü…
Seçim sonucu ortaya çıkan Türkiye haritası ise HEP ile yapılan işbirliği bakımından yorumlandığında SHP açısından çok şey ifade ediyordu… 
İşbirliği bir noktada işe yaramış, İnönü’nün beklentisi doğru çıkmış; SHP Güneydoğu Anadolu’da oy oranını %35’e yükseltmişti. 1987 seçiminde hiç vekil çıkaramadığı Van, Siirt, Muş, Erzincan, Adıyaman gibi illerde neredeyse tulum çıkaran SHP, Diyarbakır’daki vekil sayısını 4’ten 7’ye; Mardin ve Gaziantep’te ise 2’den 5’e çıkarıyordu. Bunların yanında bölgenin diğer illerinden de en az birer vekil çıkaran SHP, Mersin ve Hatay gibi güney illerinde de bir iki istisna dışında bütün vekillikleri kazanmıştı. Bu bölgeden milletvekili çıkarmayı başaramadığı tek il ise 1987’de olduğu gibi 1991’de de Şanlıurfa olmuştu…
Güneydoğu’da işler SHP açısından yolunda giderken Karadeniz, Marmara ve Ege’de ise tam tersi istikamette tezahür etmişti. (Emre Kongar, 21. Yüzyılda Türkiye, 2002, s. 227)
Amasya ve Tokat’tan alınan birer vekillik dışında SHP Karadeniz’de silinmişti…
Marmara’da ise özellikle Trakya bölgesinde büyük bir oy kaybı yaşanmıştı. Daha önce ikişer milletvekili çıkardığı Edirne ve Tekirdağ’da “sıfır çeken” SHP, Kırklareli’nde 2’den 1’e düşmüştü! İstanbul’da ise 1987’deki 14 vekilin yerini 1991’de sadece 5 vekil alabilmişti!
Ege’ye bakıldığında da durum aynıydı…
İzmir’de 1987’de elde edilen 10 milletvekili 1991’de 4’e düşmüştü! Bir önceki seçimin aksine Balıkesir, Aydın ve Manisa’da “sıfır çeken” SHP, kalesi olarak gördüğü Muğla’dan da ancak 1 milletvekili çıkarabilmişti…
Hiç şüphe yok ki bu sonuçlar 1987 ile karşılaştırıldığında SHP için büyük bir başarısızlıktı. Partinin muhalefette iken böyle bir yenilgi yaşaması dönemin basınında 91 seçiminin asıl mağlubu olarak ANAP yerine SHP’nin gösterilmesine neden olmuştu…
Parti içinde ise zaten var olan gerilim ortamı bu aşamadan sonra tamamen bir parti içi mücadeleye dönüşecek; İnönü-Baykal kurultayları başlayacaktı…
Bu süreçte 91 seçimlerine yönelik en çok tartışılan konu HEP ile yapılan işbirliği olmuştu. Pek çok kişiye göre ortaya çıkan seçim sonuçları söz konusu ittifakın SHP’ye Güneydoğu Anadolu dışında büyük bir oy kaybı yaşattığını gösteriyordu. Özellikle Ege, Marmara ve Karadenizli seçmen söz konusu işbirliğine büyük tepki göstermişti! 
Partinin yetkili isimleri tarafından HEP ile yapılan ittifak seçmene doğru dürüst izah edilememiş; rakip partilerin bu konuyu kendi kampanyalarında kolayca istismar etmelerine müsaade edilmişti partiye yakın çevrelere göre…

ECEVİT OLAYI

Bu konuda SHP’ye en büyük muhalefeti yapan ve sonuçta ciddi bir oy kaybı yaşamasına neden olan ise hiç kuşku yok ki Ecevit ve DSP olmuştu. 1989’dan itibaren SHP ile HEP arasındaki yakınlaşmaya muhalefet eden Ecevit, bu yakınlaşma 1991’de işbirliğine dönüşünce sesini yükseltmeye başlamıştı. Ecevit’e göre, SHP “bölücülük” yapıyor; bir etnik harekete destek oluyordu. Seçim kampanyasında bunu ustalıkla kullanan Ecevit’e SHP’nin tek yanıtı ise “Ecevit’in solcu olmadığı” idi. (Ercan Yavuz, Yumruksuz Sol: DSP, 2004, S. 61-65) 
Ancak görünen o ki, seçmeni etkilemeyi başaran Ecevit olmuştu…

1987 seçimlerine göre 1991’de SHP’nin oy kaybı yaşadığı her ilde DSP’nin yükselişi göze çarpıyordu. Hatta Edirne gibi illerde SHP silinirken, yerinin DSP tarafından ele geçirildiği gözleniyordu. Bunların da etkisiyle DSP 1987’ye oranla 1991’de ülke genelinde 600 bin oy daha fazla kazanıyor; barajı geçerek TBMM’ye girmeyi başarıyordu! 

SHP’ye göre ise Ecevit bir kez daha “bir bölen” olmuş; sol oyları bölerek Demirel’in DYP’sine iktidar yolunu açmıştı!
Değerli okurlar,
1991 ve SHP deneyimi bugüne ışık tutacak pek çok veriyi barındırıyor. Cumhuriyet tarihinin en önemli seçimi olarak tanımlanabilecek Haziran 2011 seçimlerine giden yolda atılacak her adımın büyük bir önemi olacaktır. Dikkatli ve uyanık olmakta, yakın tarihin tecrübelerini göz ardı etmemekte büyük fayda vardır…

Ali Bilgenoğlu
Odatv.com

https://odatv.com/shp-hep-ittifaki-sosyal-demokratlara-ne-getirdi--2511101200.html

***