12 Mayıs 2020 Salı

Türk Dış Politikasının Kavramsal ve Kuramsal Temellerini Yeniden Tartışmak

Türk Dış Politikasının Kavramsal ve Kuramsal Temellerini Yeniden Tartışmak 


Prof. Dr. Tayyar ARI,
14 EKİM 2019 PAZARTESİ 



    Bu çalışmada Türkiye’nin dış politikasının hangi kavramsal temellere dayandığı ve hangi teorik çerçeveye oturduğu tartışılacaktır. 

Bu konuda akademik alanda yapılan tartışmaların  iki farklı  eksende  yoğunlaştığı  dikkati  çekmektedir. Çalışmaların  bir kısmı Türk dış politikasını 
daha ziyade soft power kavramı üzerinden analiz ederek Türk  dış  politikasını  liberal  bir  çerçeveye  oturturken,  diğer  birçok  çalışmada  dış politika  güvenlik  teorileri  bağlamında  analiz  edilmekte  ve  realist  bir  söylemle ilişkilendirilmektedir.  Bu alandaki çalışmalarda soft power-hard power tartışmaları, güvenlikçi dış politika, çok  yönlülük  veya  Batıdan  uzaklaşma,  yalnızlaşma,  realist  ve  liberal  söylemler arasında denge arayışı silahlanma ve yayılma, bölgesel aktörlük ve küresel rol arayışı gibi söylem ve eylemler sıkça gündeme gelen tartışmalar olmuştur. 

Bu bağlamda 2000 sonrası döneme bakıldığında 2003-2010 arası döneme hâkim olan soft power, insani diplomasi ve sıfır sorun ve Türkiye merkezlilik söyleminin çevresinde oluşturulan dış politika neoliberal ve neoidealist bir temele oturtulmuştur. Ancak 2011 sonrasında dış politika  Arap  Baharı,  NATO  çerçevesinde  füze  savunma  sistemine  dâhil olma  ve Euro- Atlantik merkezliliğin egemen olduğu bir söyleme dönüşmüştür.   Ancak  Washington-Brüksel  hattına  dayalı  ittifak  siyaseti  aslında  Türkiye’nin  dış politikada  geleneksel  dış  politikasına  radikal  bir  dönüş  anlamına  gelmekteydi  ve kısaca yeni gelenekselcilik olarak kavramsallaştırabileceğim (iz) ve ne iç politikada ne de dış politikada hiçbir sorununun çözümüne izin  vermeyen  bir  özelliğe  sahipti.  

    Bu  dönemde  iç politikada  gezi olayları,  17/25  Aralık yargı  darbesi girişimi, 2014 Kobani  olayları  ve  2015  hendek  operasyonları  gibi  gelişmeler  yaşanırken,  dış politikada  Suriye  krizi  üzerinden  yalnızlaşması  ve  yalnızlaştırılması  söz  konusu olmaktaydı. 2016 sonrasında özellikle Davutoğlu’nun Başbakanlıktan ayrılması ve 15 Temmuz darbe  girişimi sonrasında Türkiye’nin kendisini çevreleyen tehditlerle baş etmek için ciddi bir güvenlik açığının söz konusu olduğu fark edilmiştir. 

Bu bağlamda uzun yıllar sadece soft power merkezli bir politikanın başarı şansının oldukça sınırlı olduğu gözlemlenmiştir. 

Hard power (sert  güç)  unsurlarına gereksinimi olduğunun anlaşılmasıyla  insani  diplomasinin  ve  soft  powerın  (yumuşak  gücün)  hard  power unsurlarıyla birlikte uygulanmaya koyulduğu görülmüştür. Bu aslında aynı dönemde uluslararası  ilişkiler  literatüründe  söz  konusu  olan  smart  power  (akıllı  güç) tartışmalarına da karşılık gelmekteydi.   Türkiye, bu yeni dönemde Euro-Atlantik merkezli dış politika yerine çok yönlü/ çok taraflı bir dış politikaya yönelmiştir. Bu bağlamda 2016 Aralığında Astana süreci ile başlayan çok taraflılık  ve güç dengesi siyaseti Soçi süreci olarak da adlandırılan ve ilki 22 Kasım 2017’de Soçi’de ve beşincisi  16  Eylül’de  Ankara’da gerçekleştirilen üçlü zirvelerle devam etmiştir. 

   Bu dönemde bir taraftan çok taraflı diplomasiye ağırlık verilirken  diğer taraftan  insani  diplomasi bağlamında  Türkiye,  ABD’yi  de geride bırakarak dünyada  en  fazla  insani yardım  yapan  ülke konumuna  yükselmiştir.  

Bu arada  3,6  milyonu  Suriyeli  olmak üzere  yaklaşık  5 milyon mülteciye  ev  sahipliği yaparak  sadece  güvenlikçi,  realist,  yabancı  ve  göçmen  düşmanı  bir  politika izlemekten  sakınmıştır.  

Dolayısıyla  yalnız  güvenlik  politikalarını  önceleyen  ve dolayısıyla  kurumsal  mekanizmaları  ve  diplomasiyi  önemsizleştiren  bir  realist anlayışın  dış  politikaya  hâkim  olması  söz  konusu  olmamıştır.  Bu  genel  çerçeve bağlamında  özellikle  2016  sonrası  dönemde  Türkiye, realist  ve  liberal unsurların birlikte uygulandığı ve bu bağlamada idealist realizm diye kavramlaştırabileceğimiz bir dış politika çizgisini benimsemiştir.  2003 -2010 arası Dış Politikada Neoliberal/İdealist  Dönem 11 Eylül 2001 ve 2003 Körfez krizi ile beraber ABD’nin öncülük ettiği ve dünyaya egemen olan güvenlikçi dış politika 2005 sonrasında hızını kaybetmiş ve daha liberal bir söyleme evrilmeye başlamıştır. 

Bu yıllarda uluslararası ilişkilerde sıkça gündeme gelen  tartışma  soft  power  tartışması  olmuştur.  Türkiye  ise  2003’den  itibaren güvenlikçi  dış  politika  yerine  soft  power  merkezli  bir  dış  politika  bağlamında etrafımızı düşmanlar la çevrili paradigması yerine komşularla sıfır sorun politikasına odaklanan ve bu bağlamda çok yönlü bir dış politikayı benimsemiştir. Bu dış politika bütün aktörlere eşit yakınlıkta olan ve kendini merkeze alan bir dış politika olmuş ve özellikle  de  Irak’ın  işgaline  dâhil  olmayarak  ve  2005  Hariri  suikastı  üzerinden Suriye’ye baskı uygulandığı bir dönemde bu ülkenin yanında durarak Orta Doğu’da ve dünyada  saygınlıkla  karşılanan bir  politika  yürütmüştür. 

Ancak  2006’da  Hamas liderinin  Türkiye’ye  gelmesi  ve  Türkiye’nin  yoğun  olarak  içerde  ve  dışarıda eleştirilmesine  yol  açmıştır.    

Bu  dönemde  Orta  Asya  ve  Kafkaslara  yeterince odaklanmaması  ve  Orta  Doğu  ve  İslam  dünyasını  sadece  İran-Suriye-Hamas üçgeninden  ibaret  görmesi ciddi  eleştiri konusu  olmuştur.  2009  Davos  zirvesi  ile beraber  Türkiye’nin dış  politikası  Arap  ve İslam dünyasında  en popüler  noktasına ulaşırken Batı dünyasında eleştirilmeye devam etmiştir. Ancak bu eleştiri Türkiye’nin onurlu ve bağımsız  bir dış politika izlediği ve potansiyeline uygun bir rol talebinde bulunduğu şeklinde değerlendirmeleri gölgelememiştir.   

Ancak 2010’da  İran  ile Batı arasında  nükleer  soruna çözüm  bulmak  için 17 Mayıs 2010’da  Türkiye  ve  Brezilya’nın  aracılık  ettiği  ve  1200  kg  düşük  yoğunluklu uranyuma  karşılık  nükleer  reaktörlerde  kullanılmak  için  gerekli  120  kg  yakıtın (uranyumun)  sağlanmasını  öngören  Tahran  deklerasyonu  ve  bunun  p5+1  ülkeleri tarafından kabul edilmemesi üzerine sorunun BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a geniş yaptırımları gündeme getiren 9 Haziran 2010’da oylanan 1929 sayılı karara olumsuz oy vermesi ile bir anda eksen kayması 
tartışması ve Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştığı şeklindeki eleştiriler yoğunlaşmış tır. 

Buraya kadar Türk dış politikasının Batı’da bazı eleştiriler söz konusu olsa da genel olarak hem uluslararası toplum tarafından hem de Orta Doğu ve İslam ülkeleri tarafından başarılı bulunduğunu söylemek mümkündür. Bu arada 2009 Mayısında dışişleri bakanlığına  getirilen  Davutoğlu’nun dış politika perspektifi ilk sonucunu Tahran deklerasyonu ve BM’deki İran’a yaptırım kararının uygulanması ile vermişti. Her iki adımda aslında kendi içinde problemleri barındıran süreçlerdi. Bu durum hem Orta Doğu’da hem de Batı dünyasında ciddi endişelere yol açmıştı.  2011-2016 Dönemi ve Dış Politikada Yeni Gelenekselcilik 2010  Kasımındaki  NATO’nun  Lizbon  zirvesi  dış  politikada  bir  dönüm  noktası olmuştur. 

Davutoğlu son dönemdeki hatalarını telafi etmek hem de Batı’nın güvenini kazanmak  adına  yeni  bir  dış  politika  anlayışına  yönelmiştir.  

Bu  aynı  zamanda Davutoğlu’nun o güne kadar savunmuş olduğu değerlere ve dış politika perspektifine de tamamen aykırıydı. Bu yeni dönemin adı yeni gelenekselciliktir.    Dış  politikada bazı yeni liberal unsurlar söz konusu  olsa  da  esas  itibariyle  Batı  merkezlilik  olarak tanımlanan  Türkiye’nin  geleneksel  dış  politikasına  kararlı  bir  dönüş  anlamına gelmekteydi.  Türkiye’nin  NATO’nun  füze  savunma  sistemine  dâhil  olması  ve  Malatya’da (Kürecik’te) bir radar üssü kurulmasının kabul etmesi, çok taraflı diplomasiyi radikal biçimde  terk  ederek  Avrupa-Atlantik  merkezli  geleneksel  dış  politikaya  geri dönmesiydi.  Bu  adımdan  sonra  Türkiye’nin  Rusya  ve  İran’la  ilişkileri  hızla 
bozulmuştur. Aslında Türkiye Arap baharına bu dış politika değişikliğiyle girdiği için bölgedeki gelişmelere de ABD ve Batı’nın gözünden bakmış ve özellikle Suriye ve Libya’daki manipülasyonları görememiştir. Sonuçta Batı ile ittifak ilişkisine o kadar güvenmiştir ki Orta Doğu’da Türkiye’nin yeni bir rol üstlenmesine izin vereceklerine ve bölgenin Türkiye’nin arzusu yönünde değişeceği düşüncesine kapılmıştır. 

Bu dış politika perspektifi Suriye krizinin ilerleyen aşamalarında değişmemiş, sorunun Batı ve ABD ile işbirliği yapılarak çözülebileceğine olan inanç Davutoğlu’nun başbakan olarak kaldığı  sürece devam  etmiştir.  Bu dönemde  dış politika  her  ne kadar insani diplomasi  kavramı  ve  soft  power  merkezli  görünse  de  çok  yönlülük  ve  Türkiye merkezlilik  yerine  Avrupa-Atlantik  merkezli  geleneksel  dış  politikaya  geri dönülmüştür.  Yeni  diyebileceğimiz  kısmı  yumuşak  güce  odaklanması  ve  dış politikanın  insani  diplomasi  kavramı  etrafında  şekillenmesiydi.  Ancak  güvenlik problemlerini ve Türkiye’nin  hard power konusunda  yetersizliğini gidermek yerine sorunları  
Batı ittifakının  güvenlik yapılanması  çerçevesinde çözmeye  çalışmasıyla gelenekselcilik  daha  ağır basmaktaydı  ve Türkiye’nin hareket  alanını  
olabildiğince sınırlamıştı. Kaldı ki  sözde  yeni dış politika 80 yıldır Türkiye’nin içeride ve dışarda hiçbir sorunu çözmesine izin vermemişti. 

Aslında bu dış politika Batı’nın sadık bir müttefiki olma ve istenileni yapma anlayışına dayanırken  içeride istikrarsız bir ülke olmasına  yol  açmaktaydı.  Türkiye,  Suriye  sorununda  bütün  iç  ve  dış  aktörlerin tavrında sürekli yeni değişimler olurken, özellikle ABD ve Batı’nın Esad’ı düşürme amacının  olmadığı  daha  2012  ortasında  anlaşılmışken,  bu  değişimi  görmek istememiştir. 

Suriyeli muhaliflere ciddi bir Askeri destekte bulunmayan ve Eğit Donat politikası çerçevesinde sadece hafif silahların teminine izin veren ve muhaliflere ağır silahlar verilmesine kesinlikle karşı çıkan ABD’nin Esad’ın düşmesi yerine bu savaşın sürmesini istediği görülememiştir. 

İşte tam bu dönemde 2013 başında bazı El-Kaide unsurlarını  Irak’tan  Suriye’ye  geçtiği  haberleri  medyanın  gündemine  düşmüştür. 

Nitekim El  Kaide’nin  Irak kolu  olan Irak  İslam  devleti ile  Suriye  kolu olan Nusra cephesinin 2013 Şubatında tek çatı altında birleştikleri ancak bunun uzun sürmediği ve Nisan ayında iki örgütün bağımsız olarak yollarına devam edeceği El Kaide lideri Eyman El Zevahiri tarafından açıklanmıştır. Bu gelişme ile beraber tüm dünya Esad’ı bırakıp DEAŞ’la ilgilenmeye başlamıştır. Bu dönemde 2012 Haziranında bir Türk uçağı Lazkiye yakınlarında Suriye hava sahası dışında düşürülmüş olmasına rağmen Türkiye  buna  karşı  misilleme hakkını  kullanmamıştır. Türkiye  bu dönemde,  2012 Şubatında MİT krizini, 2013 Aralığında yargı darbe girişimini, 2014 Ocağında MİT tırlarına  operasyon  girişimini, 2014  Ekiminde Kobani  olaylarını, 2015 Eylülünden 2016 Haziranına kadar devam eden hendek operasyonlarını ve nihayet 2015 Ekimi ve 2016 Şubat-Mart aylarında Ankara’daki terör saldırılarını ve 2015 Kasımındaki Rus uçağının  düşürülmesini  yaşadı.  Türkiye  bu  dönemde  AB  ile  2015’te  geri  kabul anlaşmasını  ve  2016  Martında  da  göçmen  anlaşmasını  imzalamıştır.  Özellikle göçmen anlaşması ile Türkiye üzerinden Avrupa’ya göç engellenirken, Türkiye hızla Suriyeli göçmen deposu haline gelmiştir. Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin  sayısı 2014’ten  500,000  iken  2015’de yani  bir yıl  içinde  2,4  milyona çıkmıştı. Tüm bu gelişmeler Batı ile işbirliğinin içerde ve dışarıda 
yol açtığı sorunlardı veya sorunlara doğru yaklaşmanızı engellemekteydi. Türkiye bu karanlık dönemi 2014 Ağustosunda başbakanlığa getirilen  Davutoğlu’nun  darbeden birkaç  ay  önce 2016 Mayısında bu  görevden  alınması ve  Haziran  ayında  Rusya  ile temasa  geçilmesi  ile  tersine çevirecekti. Türkiye’deki bu değişiminin önü darbe girişimiyle kesilmek istenmiştir. 2016 sonrası: 

< İdealist Realizm ve Gücün Akıllı Kullanımı   2016  Aralığında  başlayan  Astana  süreci  ile  Türkiye,  Rusya  ve  İran’la  bölgesel sorunların  çözümü  konusunda  çok  yönlü  bölgesel  diplomasiyi  hayata  geçirmiştir. Ancak  Suriye’de  dengeler  oldukça  değişmişti.  2014  Ağustosuna  kadar  Suriye rejimine  dolaylı destek  veren  Rusya bu  tarihten  itibaren  elde ettiği  askeri  üslerle Suriye’de  Türkiye’nin  olası  askeri  hareketini  önleyebilecek  bir  konumda bulunuyordu. Bu  arada  Suriye’de İran’ın askeri varlığı daha görünür hale gelirken, Hizbullah da Esad yönetimi lehine Suriye’deki savaşa doğrudan dâhil olmuştu. Ayrıca Suriye’de Daeş’le  mücadele daha öncelikli görünmektey di. Dolayısıyla Suriye’deki durum 2014  öncesine göre  çok  daha  karmaşık bir  hale gelmiş,  Batı  ise kesinlikle soruna  Türkiye  ile aynı  perspektiften bakmıyor;  hatta  yoğun  şekilde  Türkiye’nin DAEŞ’e  yardım  ettiği  propagandasını  yaymaktaydı.  >

Türkiye’nin Batı  ve ABD  ile ilişkilerini  yeniden  gözden  geçirmesi  ve İran  ve  Rusya  ile yeni bir yol arayışına girmesi gerekmekteydi ve yapılan da buydu. 

Bir anlamda Türkiye yeniden çok yönlü ve  çok  taraflı  dış  politikaya  geri  dönerken  bu  yeni  politika  içerde  tüm  kesimler tarafından olumlu karşılanmaktaydı.

   Bu  dönemde iki  tane  fotoğrafa  birlikte odaklanmak  gerekir.  Silahlanmaya  ağırlık veren, Rusya’dan füze savunma sistemi satın alan, Doğu Akdeniz’de askeri varlığını daha  görünür hale  getiren, sondaj  faaliyetlerini  sürdürürken  Güney Kıbrıs’ın  bazı ülkelerle  beraber  yürüttüğü  enerji  politikasının  önünü  kesmeye  çalışan,  Katar  ve Somali’de  askeri  üsler  kuran  ayrıca  hem  yurt  içinde  hem de  sınırlarımız  dışında özellikle  Irak  ve  Suriye’de  terör  unsurlarına  karşı  askeri  operasyonlar  yürüten Türkiye’nin güvenlik merkezli realist bir politika izlediği söylenebilir ve bu anlamda Türkiye’nin soft powerdan ziyade hard powera öncelik verdiği ileri sürülebilir.  

Ancak Türkiye bir taraftan bunu yaparken diğer taraftan, 3,6 milyonu Suriyeli olmak üzere yaklaşık 5 milyon mülteciye ev sahipliği yapmasıyla ve  sınırlarının dışında yaptığı 8 milyar dolarlık insani yardımlarla, kendisinden yirmi kat daha büyük bir ekonomiye  sahip  olan ve  6,5  milyar dolar insani  yardım yapan  ABD’yi de  geride bırakarak bu alanda dünyada en fazla insani yardım yapan ülke konumuna yükselmiş ve  insani  diplomasiden  vaz  geçmediğini  ve  soft  powera  ilişkin  duruşunda  bir değişiklik  olmadığını  göstermiştir.  Türkiye aynı  zamanda Filistin  politikasında  bir değişiklik  yapmamış  ve  2017  ve  2018’de  özellikle  ABD’nin  Kudüs’ü  İsrail’in başkenti  olarak  tanıması  ve  Gazze’de  
yürüttüğü  katliamlara  karşı  İslam  İşbirliği Teşkilatı  dönem  başkanı  olarak  iki  defa  olağanüstü  toplantı  düzenlemiş  ve  bu gelişmelere en sert tepki veren ülke olmuştur. Aynı şekilde 2017’de Myanmar’da ve 2019’da Keşmir’deki  gelişmelere  en net  tepkiyi veren ülke  yine  Türkiye olmuştur. Özellikle  Myanmar’da  2017  Ağustos  ve  Eylül  aylarında  katliama  uğrayan  ve Bangladeş’e sığınan Arakan Müslümanlarının bu ülke tarafından kabul edilmesinde Türkiye’nin çok önemli rolü olmuştur.  

Bunların yanında Türkiye kurumsal ve diplomatik unsurları olabildiğince kullanmaya çalışmış  ve  tek  yanlı  politikalardan  çok  yönlü  diplomasiye  ağırlık  vermiştir.  Bu bağlamda Türkiye ve Rusya’nın öncülüğünde İran’ın sürece dâhil edilmesiyle üçlü hale gelen yeni süreci başlatmıştır. 2016 Aralığında başlayan Astana Süreci, Suriye sorununa taraf olan diğer aktörlerin de doğrudan veya dolaylı katılımıyla çok taraflı müzakerelerde ele alınmış ve sonuç vermeyen Cenevre görüşmelerine göre daha etkili hale gelmiştir.  Bu yeni politikanın  sonucunda 2016 ve 2018’de Türkiye Fırat  Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtını 
düzenleyerek güney sınırının bir terör koridoru olmasını bir ölçüde engellemiştir. 

Yine bu politikanın bir sonucu olarak 2018 Eylülünde sağlanan İdlib Mutabakatı ile büyük  bir  insani felaketin  yaşanması engellenirken, Türkiye’ye  yeni bir göç dalgasının söz konusu olmasının da önüne geçilmiştir. 

Türkiye ile Rusya ve İran’ın liderlik ettiği Astana süreci 2017 Ocağında İlki 
1. Yapılan konferanslarla devam etmiş 
2. Astana Konferansı 2017 Şubatında, 
3. Astana Konferansı 2017 Martında, 
4. Astana  Konferansı  2017  Mayısında, 
5.  Astana Konferansı  2017  Temmuzunda,  
6. Astana Konferansı 2017 Eylülünde, 
7. Astana Konferansı 2017 Ekiminde, 
8. Astana Konferansı 2017 Aralığında, 
9. Astana Konferansı 2018 Mayısında, 
10. Astana (Soçi) Konferansı 2018 Temmuzunda, 
11. Astana Konferansı 2018 Kasımında, 
12. Astana konferansı  ise  2019  Nisanında  gerçekleştirilmiştir.  

    Bunlardan  2017  Mayısında gerçekleştirilen dördüncüsü Astana Konferansında İdlib’in de aralarında bulunduğu dört bölge gerginliği 
azaltma bölgeleri olarak belirlenmişti. Diğer taraftan Türkiye, Rusya  ve  İran  arasında liderler  bazında gerçekleştirilen  üçlü zirvelerin  ise ilki  22 Kasım  2017’de  Soçi’de,  ikincisi  4  Nisan  2018’de  Ankara’da,  üçüncüsü  7  Eylül 2018’de  Tahran’da,  dördüncüsü  14  Şubat  2019’da  Soçi’de  ve  beşincisi 6 Eylül 2019’da Ankara’da gerçekleştirilmiştir. Tahran zirvesinden 10 gün sonra Soçi’de bir araya  gelen  Türkiye  ve  Rusya  İdlib’te  çatışmasızlık  bölgeleri  oluşturulması konusunda mutabık kalmışlardı. Türkiye 2016 sonrası izlemiş olduğu politika genel özellikleri itibariyle, gücün akıllı kullanımı anlamına gelen smart power merkezli bir dış politika izlediği  ileri  sürülebilir  ve bu yönüyle teorik bağlamda  idealist  realizm olarak kavramlaştırılabilir. Sonuç Sonuç olarak Türkiye’nin 2003 sonrası dış politikasının kendi içinde farklı özellikler taşıyan  farklı  evrelerden  oluştuğunu  bazı  dönemlerde  yumuşak  gücün  daha  öne çıktığını  bazı  dönemlerde  ise  sert  gücün  daha  ağırlıklı  olduğunu  ifade  etmek mümkündür.  Bununla  beraber  son  zamanlarda  özellikle  2016  darbe  girişimi sonrasında Türkiye’nin dış politikasının gücün akıllı kullanımı ya da  (akıllı güç) ya da  smart  power  merkezli  bir  dış  politika  izlendiğini  söylemek  daha  doğru  bir tanımlama olabilir. Bu dönemin bir başka özelliği çok yönlü diplomasiye ağırlık veren değişen dengelere göre hızlı intibak sağlayan ve 
uluslararası kurumsal işbirliğini göz ardı etmeyen, müttefiklerle işbirliği bağlamında  taahhütlerine  bağlılığı sürdüren bir dış politika  anlayışına  sahip olmasıdır.  Bu dönem  teorik  bağlamda idealist  realizm olarak tanımlanabilir. Çünkü, sadece güvenlikçi bir  yaklaşımın benimsendiği (Bush ve Trump  dönemi  ABD dış  politikası) ya  da sadece  idealist liberal  unsurların öne çıktığı, güvenliğin  ve askeri  unsurların göz  ardı  edildiği (Obama dönemi  ABD dış politikası) bir dış politikadan ziyade her iki unsurun da içinde yer aldığı pragmanik bir dış politikaya odaklanıldığı görülmektedir.

Academia Sayfası;

https://uludag.academia.edu/tayyarar%C4%B1


" Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası: Türkiye Orta Doğu İlişkileri: 1990-2000", Türk Dış Politikası: 1918-2008, 
Der. Haydar Çakmak, Ankara: Barış-Platin Yayınevi, 2008.

http://www.tayyarari.com/eser.html

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder