KAVRAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KAVRAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Mayıs 2020 Salı

Türk Dış Politikasının Kavramsal ve Kuramsal Temellerini Yeniden Tartışmak

Türk Dış Politikasının Kavramsal ve Kuramsal Temellerini Yeniden Tartışmak 


Prof. Dr. Tayyar ARI,
14 EKİM 2019 PAZARTESİ 



    Bu çalışmada Türkiye’nin dış politikasının hangi kavramsal temellere dayandığı ve hangi teorik çerçeveye oturduğu tartışılacaktır. 

Bu konuda akademik alanda yapılan tartışmaların  iki farklı  eksende  yoğunlaştığı  dikkati  çekmektedir. Çalışmaların  bir kısmı Türk dış politikasını 
daha ziyade soft power kavramı üzerinden analiz ederek Türk  dış  politikasını  liberal  bir  çerçeveye  oturturken,  diğer  birçok  çalışmada  dış politika  güvenlik  teorileri  bağlamında  analiz  edilmekte  ve  realist  bir  söylemle ilişkilendirilmektedir.  Bu alandaki çalışmalarda soft power-hard power tartışmaları, güvenlikçi dış politika, çok  yönlülük  veya  Batıdan  uzaklaşma,  yalnızlaşma,  realist  ve  liberal  söylemler arasında denge arayışı silahlanma ve yayılma, bölgesel aktörlük ve küresel rol arayışı gibi söylem ve eylemler sıkça gündeme gelen tartışmalar olmuştur. 

Bu bağlamda 2000 sonrası döneme bakıldığında 2003-2010 arası döneme hâkim olan soft power, insani diplomasi ve sıfır sorun ve Türkiye merkezlilik söyleminin çevresinde oluşturulan dış politika neoliberal ve neoidealist bir temele oturtulmuştur. Ancak 2011 sonrasında dış politika  Arap  Baharı,  NATO  çerçevesinde  füze  savunma  sistemine  dâhil olma  ve Euro- Atlantik merkezliliğin egemen olduğu bir söyleme dönüşmüştür.   Ancak  Washington-Brüksel  hattına  dayalı  ittifak  siyaseti  aslında  Türkiye’nin  dış politikada  geleneksel  dış  politikasına  radikal  bir  dönüş  anlamına  gelmekteydi  ve kısaca yeni gelenekselcilik olarak kavramsallaştırabileceğim (iz) ve ne iç politikada ne de dış politikada hiçbir sorununun çözümüne izin  vermeyen  bir  özelliğe  sahipti.  

    Bu  dönemde  iç politikada  gezi olayları,  17/25  Aralık yargı  darbesi girişimi, 2014 Kobani  olayları  ve  2015  hendek  operasyonları  gibi  gelişmeler  yaşanırken,  dış politikada  Suriye  krizi  üzerinden  yalnızlaşması  ve  yalnızlaştırılması  söz  konusu olmaktaydı. 2016 sonrasında özellikle Davutoğlu’nun Başbakanlıktan ayrılması ve 15 Temmuz darbe  girişimi sonrasında Türkiye’nin kendisini çevreleyen tehditlerle baş etmek için ciddi bir güvenlik açığının söz konusu olduğu fark edilmiştir. 

Bu bağlamda uzun yıllar sadece soft power merkezli bir politikanın başarı şansının oldukça sınırlı olduğu gözlemlenmiştir. 

Hard power (sert  güç)  unsurlarına gereksinimi olduğunun anlaşılmasıyla  insani  diplomasinin  ve  soft  powerın  (yumuşak  gücün)  hard  power unsurlarıyla birlikte uygulanmaya koyulduğu görülmüştür. Bu aslında aynı dönemde uluslararası  ilişkiler  literatüründe  söz  konusu  olan  smart  power  (akıllı  güç) tartışmalarına da karşılık gelmekteydi.   Türkiye, bu yeni dönemde Euro-Atlantik merkezli dış politika yerine çok yönlü/ çok taraflı bir dış politikaya yönelmiştir. Bu bağlamda 2016 Aralığında Astana süreci ile başlayan çok taraflılık  ve güç dengesi siyaseti Soçi süreci olarak da adlandırılan ve ilki 22 Kasım 2017’de Soçi’de ve beşincisi  16  Eylül’de  Ankara’da gerçekleştirilen üçlü zirvelerle devam etmiştir. 

   Bu dönemde bir taraftan çok taraflı diplomasiye ağırlık verilirken  diğer taraftan  insani  diplomasi bağlamında  Türkiye,  ABD’yi  de geride bırakarak dünyada  en  fazla  insani yardım  yapan  ülke konumuna  yükselmiştir.  

Bu arada  3,6  milyonu  Suriyeli  olmak üzere  yaklaşık  5 milyon mülteciye  ev  sahipliği yaparak  sadece  güvenlikçi,  realist,  yabancı  ve  göçmen  düşmanı  bir  politika izlemekten  sakınmıştır.  

Dolayısıyla  yalnız  güvenlik  politikalarını  önceleyen  ve dolayısıyla  kurumsal  mekanizmaları  ve  diplomasiyi  önemsizleştiren  bir  realist anlayışın  dış  politikaya  hâkim  olması  söz  konusu  olmamıştır.  Bu  genel  çerçeve bağlamında  özellikle  2016  sonrası  dönemde  Türkiye, realist  ve  liberal unsurların birlikte uygulandığı ve bu bağlamada idealist realizm diye kavramlaştırabileceğimiz bir dış politika çizgisini benimsemiştir.  2003 -2010 arası Dış Politikada Neoliberal/İdealist  Dönem 11 Eylül 2001 ve 2003 Körfez krizi ile beraber ABD’nin öncülük ettiği ve dünyaya egemen olan güvenlikçi dış politika 2005 sonrasında hızını kaybetmiş ve daha liberal bir söyleme evrilmeye başlamıştır. 

Bu yıllarda uluslararası ilişkilerde sıkça gündeme gelen  tartışma  soft  power  tartışması  olmuştur.  Türkiye  ise  2003’den  itibaren güvenlikçi  dış  politika  yerine  soft  power  merkezli  bir  dış  politika  bağlamında etrafımızı düşmanlar la çevrili paradigması yerine komşularla sıfır sorun politikasına odaklanan ve bu bağlamda çok yönlü bir dış politikayı benimsemiştir. Bu dış politika bütün aktörlere eşit yakınlıkta olan ve kendini merkeze alan bir dış politika olmuş ve özellikle  de  Irak’ın  işgaline  dâhil  olmayarak  ve  2005  Hariri  suikastı  üzerinden Suriye’ye baskı uygulandığı bir dönemde bu ülkenin yanında durarak Orta Doğu’da ve dünyada  saygınlıkla  karşılanan bir  politika  yürütmüştür. 

Ancak  2006’da  Hamas liderinin  Türkiye’ye  gelmesi  ve  Türkiye’nin  yoğun  olarak  içerde  ve  dışarıda eleştirilmesine  yol  açmıştır.    

Bu  dönemde  Orta  Asya  ve  Kafkaslara  yeterince odaklanmaması  ve  Orta  Doğu  ve  İslam  dünyasını  sadece  İran-Suriye-Hamas üçgeninden  ibaret  görmesi ciddi  eleştiri konusu  olmuştur.  2009  Davos  zirvesi  ile beraber  Türkiye’nin dış  politikası  Arap  ve İslam dünyasında  en popüler  noktasına ulaşırken Batı dünyasında eleştirilmeye devam etmiştir. Ancak bu eleştiri Türkiye’nin onurlu ve bağımsız  bir dış politika izlediği ve potansiyeline uygun bir rol talebinde bulunduğu şeklinde değerlendirmeleri gölgelememiştir.   

Ancak 2010’da  İran  ile Batı arasında  nükleer  soruna çözüm  bulmak  için 17 Mayıs 2010’da  Türkiye  ve  Brezilya’nın  aracılık  ettiği  ve  1200  kg  düşük  yoğunluklu uranyuma  karşılık  nükleer  reaktörlerde  kullanılmak  için  gerekli  120  kg  yakıtın (uranyumun)  sağlanmasını  öngören  Tahran  deklerasyonu  ve  bunun  p5+1  ülkeleri tarafından kabul edilmemesi üzerine sorunun BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a geniş yaptırımları gündeme getiren 9 Haziran 2010’da oylanan 1929 sayılı karara olumsuz oy vermesi ile bir anda eksen kayması 
tartışması ve Türkiye’nin Batı’dan uzaklaştığı şeklindeki eleştiriler yoğunlaşmış tır. 

Buraya kadar Türk dış politikasının Batı’da bazı eleştiriler söz konusu olsa da genel olarak hem uluslararası toplum tarafından hem de Orta Doğu ve İslam ülkeleri tarafından başarılı bulunduğunu söylemek mümkündür. Bu arada 2009 Mayısında dışişleri bakanlığına  getirilen  Davutoğlu’nun dış politika perspektifi ilk sonucunu Tahran deklerasyonu ve BM’deki İran’a yaptırım kararının uygulanması ile vermişti. Her iki adımda aslında kendi içinde problemleri barındıran süreçlerdi. Bu durum hem Orta Doğu’da hem de Batı dünyasında ciddi endişelere yol açmıştı.  2011-2016 Dönemi ve Dış Politikada Yeni Gelenekselcilik 2010  Kasımındaki  NATO’nun  Lizbon  zirvesi  dış  politikada  bir  dönüm  noktası olmuştur. 

Davutoğlu son dönemdeki hatalarını telafi etmek hem de Batı’nın güvenini kazanmak  adına  yeni  bir  dış  politika  anlayışına  yönelmiştir.  

Bu  aynı  zamanda Davutoğlu’nun o güne kadar savunmuş olduğu değerlere ve dış politika perspektifine de tamamen aykırıydı. Bu yeni dönemin adı yeni gelenekselciliktir.    Dış  politikada bazı yeni liberal unsurlar söz konusu  olsa  da  esas  itibariyle  Batı  merkezlilik  olarak tanımlanan  Türkiye’nin  geleneksel  dış  politikasına  kararlı  bir  dönüş  anlamına gelmekteydi.  Türkiye’nin  NATO’nun  füze  savunma  sistemine  dâhil  olması  ve  Malatya’da (Kürecik’te) bir radar üssü kurulmasının kabul etmesi, çok taraflı diplomasiyi radikal biçimde  terk  ederek  Avrupa-Atlantik  merkezli  geleneksel  dış  politikaya  geri dönmesiydi.  Bu  adımdan  sonra  Türkiye’nin  Rusya  ve  İran’la  ilişkileri  hızla 
bozulmuştur. Aslında Türkiye Arap baharına bu dış politika değişikliğiyle girdiği için bölgedeki gelişmelere de ABD ve Batı’nın gözünden bakmış ve özellikle Suriye ve Libya’daki manipülasyonları görememiştir. Sonuçta Batı ile ittifak ilişkisine o kadar güvenmiştir ki Orta Doğu’da Türkiye’nin yeni bir rol üstlenmesine izin vereceklerine ve bölgenin Türkiye’nin arzusu yönünde değişeceği düşüncesine kapılmıştır. 

Bu dış politika perspektifi Suriye krizinin ilerleyen aşamalarında değişmemiş, sorunun Batı ve ABD ile işbirliği yapılarak çözülebileceğine olan inanç Davutoğlu’nun başbakan olarak kaldığı  sürece devam  etmiştir.  Bu dönemde  dış politika  her  ne kadar insani diplomasi  kavramı  ve  soft  power  merkezli  görünse  de  çok  yönlülük  ve  Türkiye merkezlilik  yerine  Avrupa-Atlantik  merkezli  geleneksel  dış  politikaya  geri dönülmüştür.  Yeni  diyebileceğimiz  kısmı  yumuşak  güce  odaklanması  ve  dış politikanın  insani  diplomasi  kavramı  etrafında  şekillenmesiydi.  Ancak  güvenlik problemlerini ve Türkiye’nin  hard power konusunda  yetersizliğini gidermek yerine sorunları  
Batı ittifakının  güvenlik yapılanması  çerçevesinde çözmeye  çalışmasıyla gelenekselcilik  daha  ağır basmaktaydı  ve Türkiye’nin hareket  alanını  
olabildiğince sınırlamıştı. Kaldı ki  sözde  yeni dış politika 80 yıldır Türkiye’nin içeride ve dışarda hiçbir sorunu çözmesine izin vermemişti. 

Aslında bu dış politika Batı’nın sadık bir müttefiki olma ve istenileni yapma anlayışına dayanırken  içeride istikrarsız bir ülke olmasına  yol  açmaktaydı.  Türkiye,  Suriye  sorununda  bütün  iç  ve  dış  aktörlerin tavrında sürekli yeni değişimler olurken, özellikle ABD ve Batı’nın Esad’ı düşürme amacının  olmadığı  daha  2012  ortasında  anlaşılmışken,  bu  değişimi  görmek istememiştir. 

Suriyeli muhaliflere ciddi bir Askeri destekte bulunmayan ve Eğit Donat politikası çerçevesinde sadece hafif silahların teminine izin veren ve muhaliflere ağır silahlar verilmesine kesinlikle karşı çıkan ABD’nin Esad’ın düşmesi yerine bu savaşın sürmesini istediği görülememiştir. 

İşte tam bu dönemde 2013 başında bazı El-Kaide unsurlarını  Irak’tan  Suriye’ye  geçtiği  haberleri  medyanın  gündemine  düşmüştür. 

Nitekim El  Kaide’nin  Irak kolu  olan Irak  İslam  devleti ile  Suriye  kolu olan Nusra cephesinin 2013 Şubatında tek çatı altında birleştikleri ancak bunun uzun sürmediği ve Nisan ayında iki örgütün bağımsız olarak yollarına devam edeceği El Kaide lideri Eyman El Zevahiri tarafından açıklanmıştır. Bu gelişme ile beraber tüm dünya Esad’ı bırakıp DEAŞ’la ilgilenmeye başlamıştır. Bu dönemde 2012 Haziranında bir Türk uçağı Lazkiye yakınlarında Suriye hava sahası dışında düşürülmüş olmasına rağmen Türkiye  buna  karşı  misilleme hakkını  kullanmamıştır. Türkiye  bu dönemde,  2012 Şubatında MİT krizini, 2013 Aralığında yargı darbe girişimini, 2014 Ocağında MİT tırlarına  operasyon  girişimini, 2014  Ekiminde Kobani  olaylarını, 2015 Eylülünden 2016 Haziranına kadar devam eden hendek operasyonlarını ve nihayet 2015 Ekimi ve 2016 Şubat-Mart aylarında Ankara’daki terör saldırılarını ve 2015 Kasımındaki Rus uçağının  düşürülmesini  yaşadı.  Türkiye  bu  dönemde  AB  ile  2015’te  geri  kabul anlaşmasını  ve  2016  Martında  da  göçmen  anlaşmasını  imzalamıştır.  Özellikle göçmen anlaşması ile Türkiye üzerinden Avrupa’ya göç engellenirken, Türkiye hızla Suriyeli göçmen deposu haline gelmiştir. Türkiye’deki Suriyeli göçmenlerin  sayısı 2014’ten  500,000  iken  2015’de yani  bir yıl  içinde  2,4  milyona çıkmıştı. Tüm bu gelişmeler Batı ile işbirliğinin içerde ve dışarıda 
yol açtığı sorunlardı veya sorunlara doğru yaklaşmanızı engellemekteydi. Türkiye bu karanlık dönemi 2014 Ağustosunda başbakanlığa getirilen  Davutoğlu’nun  darbeden birkaç  ay  önce 2016 Mayısında bu  görevden  alınması ve  Haziran  ayında  Rusya  ile temasa  geçilmesi  ile  tersine çevirecekti. Türkiye’deki bu değişiminin önü darbe girişimiyle kesilmek istenmiştir. 2016 sonrası: 

< İdealist Realizm ve Gücün Akıllı Kullanımı   2016  Aralığında  başlayan  Astana  süreci  ile  Türkiye,  Rusya  ve  İran’la  bölgesel sorunların  çözümü  konusunda  çok  yönlü  bölgesel  diplomasiyi  hayata  geçirmiştir. Ancak  Suriye’de  dengeler  oldukça  değişmişti.  2014  Ağustosuna  kadar  Suriye rejimine  dolaylı destek  veren  Rusya bu  tarihten  itibaren  elde ettiği  askeri  üslerle Suriye’de  Türkiye’nin  olası  askeri  hareketini  önleyebilecek  bir  konumda bulunuyordu. Bu  arada  Suriye’de İran’ın askeri varlığı daha görünür hale gelirken, Hizbullah da Esad yönetimi lehine Suriye’deki savaşa doğrudan dâhil olmuştu. Ayrıca Suriye’de Daeş’le  mücadele daha öncelikli görünmektey di. Dolayısıyla Suriye’deki durum 2014  öncesine göre  çok  daha  karmaşık bir  hale gelmiş,  Batı  ise kesinlikle soruna  Türkiye  ile aynı  perspektiften bakmıyor;  hatta  yoğun  şekilde  Türkiye’nin DAEŞ’e  yardım  ettiği  propagandasını  yaymaktaydı.  >

Türkiye’nin Batı  ve ABD  ile ilişkilerini  yeniden  gözden  geçirmesi  ve İran  ve  Rusya  ile yeni bir yol arayışına girmesi gerekmekteydi ve yapılan da buydu. 

Bir anlamda Türkiye yeniden çok yönlü ve  çok  taraflı  dış  politikaya  geri  dönerken  bu  yeni  politika  içerde  tüm  kesimler tarafından olumlu karşılanmaktaydı.

   Bu  dönemde iki  tane  fotoğrafa  birlikte odaklanmak  gerekir.  Silahlanmaya  ağırlık veren, Rusya’dan füze savunma sistemi satın alan, Doğu Akdeniz’de askeri varlığını daha  görünür hale  getiren, sondaj  faaliyetlerini  sürdürürken  Güney Kıbrıs’ın  bazı ülkelerle  beraber  yürüttüğü  enerji  politikasının  önünü  kesmeye  çalışan,  Katar  ve Somali’de  askeri  üsler  kuran  ayrıca  hem  yurt  içinde  hem de  sınırlarımız  dışında özellikle  Irak  ve  Suriye’de  terör  unsurlarına  karşı  askeri  operasyonlar  yürüten Türkiye’nin güvenlik merkezli realist bir politika izlediği söylenebilir ve bu anlamda Türkiye’nin soft powerdan ziyade hard powera öncelik verdiği ileri sürülebilir.  

Ancak Türkiye bir taraftan bunu yaparken diğer taraftan, 3,6 milyonu Suriyeli olmak üzere yaklaşık 5 milyon mülteciye ev sahipliği yapmasıyla ve  sınırlarının dışında yaptığı 8 milyar dolarlık insani yardımlarla, kendisinden yirmi kat daha büyük bir ekonomiye  sahip  olan ve  6,5  milyar dolar insani  yardım yapan  ABD’yi de  geride bırakarak bu alanda dünyada en fazla insani yardım yapan ülke konumuna yükselmiş ve  insani  diplomasiden  vaz  geçmediğini  ve  soft  powera  ilişkin  duruşunda  bir değişiklik  olmadığını  göstermiştir.  Türkiye aynı  zamanda Filistin  politikasında  bir değişiklik  yapmamış  ve  2017  ve  2018’de  özellikle  ABD’nin  Kudüs’ü  İsrail’in başkenti  olarak  tanıması  ve  Gazze’de  
yürüttüğü  katliamlara  karşı  İslam  İşbirliği Teşkilatı  dönem  başkanı  olarak  iki  defa  olağanüstü  toplantı  düzenlemiş  ve  bu gelişmelere en sert tepki veren ülke olmuştur. Aynı şekilde 2017’de Myanmar’da ve 2019’da Keşmir’deki  gelişmelere  en net  tepkiyi veren ülke  yine  Türkiye olmuştur. Özellikle  Myanmar’da  2017  Ağustos  ve  Eylül  aylarında  katliama  uğrayan  ve Bangladeş’e sığınan Arakan Müslümanlarının bu ülke tarafından kabul edilmesinde Türkiye’nin çok önemli rolü olmuştur.  

Bunların yanında Türkiye kurumsal ve diplomatik unsurları olabildiğince kullanmaya çalışmış  ve  tek  yanlı  politikalardan  çok  yönlü  diplomasiye  ağırlık  vermiştir.  Bu bağlamda Türkiye ve Rusya’nın öncülüğünde İran’ın sürece dâhil edilmesiyle üçlü hale gelen yeni süreci başlatmıştır. 2016 Aralığında başlayan Astana Süreci, Suriye sorununa taraf olan diğer aktörlerin de doğrudan veya dolaylı katılımıyla çok taraflı müzakerelerde ele alınmış ve sonuç vermeyen Cenevre görüşmelerine göre daha etkili hale gelmiştir.  Bu yeni politikanın  sonucunda 2016 ve 2018’de Türkiye Fırat  Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtını 
düzenleyerek güney sınırının bir terör koridoru olmasını bir ölçüde engellemiştir. 

Yine bu politikanın bir sonucu olarak 2018 Eylülünde sağlanan İdlib Mutabakatı ile büyük  bir  insani felaketin  yaşanması engellenirken, Türkiye’ye  yeni bir göç dalgasının söz konusu olmasının da önüne geçilmiştir. 

Türkiye ile Rusya ve İran’ın liderlik ettiği Astana süreci 2017 Ocağında İlki 
1. Yapılan konferanslarla devam etmiş 
2. Astana Konferansı 2017 Şubatında, 
3. Astana Konferansı 2017 Martında, 
4. Astana  Konferansı  2017  Mayısında, 
5.  Astana Konferansı  2017  Temmuzunda,  
6. Astana Konferansı 2017 Eylülünde, 
7. Astana Konferansı 2017 Ekiminde, 
8. Astana Konferansı 2017 Aralığında, 
9. Astana Konferansı 2018 Mayısında, 
10. Astana (Soçi) Konferansı 2018 Temmuzunda, 
11. Astana Konferansı 2018 Kasımında, 
12. Astana konferansı  ise  2019  Nisanında  gerçekleştirilmiştir.  

    Bunlardan  2017  Mayısında gerçekleştirilen dördüncüsü Astana Konferansında İdlib’in de aralarında bulunduğu dört bölge gerginliği 
azaltma bölgeleri olarak belirlenmişti. Diğer taraftan Türkiye, Rusya  ve  İran  arasında liderler  bazında gerçekleştirilen  üçlü zirvelerin  ise ilki  22 Kasım  2017’de  Soçi’de,  ikincisi  4  Nisan  2018’de  Ankara’da,  üçüncüsü  7  Eylül 2018’de  Tahran’da,  dördüncüsü  14  Şubat  2019’da  Soçi’de  ve  beşincisi 6 Eylül 2019’da Ankara’da gerçekleştirilmiştir. Tahran zirvesinden 10 gün sonra Soçi’de bir araya  gelen  Türkiye  ve  Rusya  İdlib’te  çatışmasızlık  bölgeleri  oluşturulması konusunda mutabık kalmışlardı. Türkiye 2016 sonrası izlemiş olduğu politika genel özellikleri itibariyle, gücün akıllı kullanımı anlamına gelen smart power merkezli bir dış politika izlediği  ileri  sürülebilir  ve bu yönüyle teorik bağlamda  idealist  realizm olarak kavramlaştırılabilir. Sonuç Sonuç olarak Türkiye’nin 2003 sonrası dış politikasının kendi içinde farklı özellikler taşıyan  farklı  evrelerden  oluştuğunu  bazı  dönemlerde  yumuşak  gücün  daha  öne çıktığını  bazı  dönemlerde  ise  sert  gücün  daha  ağırlıklı  olduğunu  ifade  etmek mümkündür.  Bununla  beraber  son  zamanlarda  özellikle  2016  darbe  girişimi sonrasında Türkiye’nin dış politikasının gücün akıllı kullanımı ya da  (akıllı güç) ya da  smart  power  merkezli  bir  dış  politika  izlendiğini  söylemek  daha  doğru  bir tanımlama olabilir. Bu dönemin bir başka özelliği çok yönlü diplomasiye ağırlık veren değişen dengelere göre hızlı intibak sağlayan ve 
uluslararası kurumsal işbirliğini göz ardı etmeyen, müttefiklerle işbirliği bağlamında  taahhütlerine  bağlılığı sürdüren bir dış politika  anlayışına  sahip olmasıdır.  Bu dönem  teorik  bağlamda idealist  realizm olarak tanımlanabilir. Çünkü, sadece güvenlikçi bir  yaklaşımın benimsendiği (Bush ve Trump  dönemi  ABD dış  politikası) ya  da sadece  idealist liberal  unsurların öne çıktığı, güvenliğin  ve askeri  unsurların göz  ardı  edildiği (Obama dönemi  ABD dış politikası) bir dış politikadan ziyade her iki unsurun da içinde yer aldığı pragmanik bir dış politikaya odaklanıldığı görülmektedir.

Academia Sayfası;

https://uludag.academia.edu/tayyarar%C4%B1


" Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası: Türkiye Orta Doğu İlişkileri: 1990-2000", Türk Dış Politikası: 1918-2008, 
Der. Haydar Çakmak, Ankara: Barış-Platin Yayınevi, 2008.

http://www.tayyarari.com/eser.html

***

19 Ağustos 2016 Cuma

Araştırmacı - yazar, Orhan Koloğlu ile Söyleşi Bölüm 2




Araştırmacı - yazar, Orhan Koloğlu ile Söyleşi,
 Bölüm 2


Mustafa Kemal, Enver Paşa’nın tam Zıddıdır



kologlu


Mustafa Kemal’in Trablusgarp’a ilk gidişi aslında 1911’den öncedir. 1909 yılındadır. Trablusgarp’taki Belediye Başkanı Karamanlı, İtalyanlardan bol para almış, İtalya yanlısı olmuş. Türkler gitsin diye kampanya yapıyor.
Daha önce Şam’da görev yaptığı ve Arapları iyi taınıdığı için Mustafa Kemal’i gönderiyorlar, resmi görevli olarak. Yumuşak bir çözüm arama yöntemi olduğu çok açık. Savaşçı değil. Şaşırtıcı bir şey.




Mustafa Kemal çok özel bir vak’a
TÜRKSOLU: Mustafa Kemal’in de İttihatçı olduğu kısa bir dönem var. Tabii daha sonra kopuyor İttihatçılardan. Halbuki İslamcı tarihçiler O’na hep İttihatçı yakıştırması yaparlar. Bu ne kadar doğru?
ORHAN KOLOĞLU: Mustafa Kemal çok özel bir vaka. Enver’i aldığımız zaman, aynı sene doğmuşlar zaten. Enver, tesadüf olarak, çabuk eğitim gördüğü için, çünkü Atatürk’ün aile meseleleri olmuş, Atatürk, Enver’den iki sene sonra mezun olmuş.
Enver mezun olur olmaz Balkanlar’a tayin edilir, Manastır’a. Komitacılarla mücadele eder. Kendini gösterme fırsatı bulur. Atatürk ise iki sene sonra subay olur, Şam’a gönderilir. Şam’da ayaklanma yok ki. Ama Atatürk’ün de Arap ne yapıyor, tetkik etme şansı oluyor.
Enver, mücadelenin içine girer ve İstanbul’u da, yani iktidarı da paylaşmak için kavga edenlerin içine girer. Dolayısıyla Enver’in psikolojisinin çok farklılaşması normaldir. İçinde yaşadığı şey topyekün bir ayaklanma ve Osmanlı’yı parçalama hareketidir. Hâlbuki Şam’a gittiğin zaman ne var? Hiçbir şey yok.
Atatürk’ün çok ilginç bir örneği var. Araplara karşı davranışındaki farklılık. 1918’de Atatürk o cephenin kumandanı Halep’te. Tam yenilmişiz, Araplar yüzünden hem de. Mesela emrinde çalışan bir Arap subay var, 1918 artık, Halep’ten tamamen çekiliyor yukarıya. Atatürk başkumandan. Gelmiş hemen “Paşam” demiş “Ben Trablusşamlıyım. Orada ailem var. İngilizler, Fransızlar geliyorlar. Onlar memleketimi işgal edecekler. Ben ailemi de kurtarmak istiyorum. Bana izin verir misiniz?”
Bozguna uğramış bir ordu kaçarken başkumandana gelip de bunu söyleyen adamı idam ederler. Atatürk şöyle yanıt verir:
“Tabii, haklısın. Git orada aileni ve milletini kurtar. Ama sonra bizimle işbirliği yaparsın bağımsızlık için.”
Demek ki, ilk Şam’a gittiğinden beri bazı şeylere hazırlanmış.
kologlu1İttihatçılık demek olayların sürüklenmesine kapılmaktır
TÜRKSOLU: Mustafa Kemal’in 1904-1905 yıllarında yaptığı bir değerlendirme var. ‘Yapmamız gereken, Türk nüfusunun ekseriyette olduğu bölgelerin güvenliğini sağlamak. Çünkü Osmanlı er ya da geç yıkılacak.’ diyor. Bunu söylediği zamana baktığımızda Türk nüfusun ekseriyette olduğu alan bugünkü Makedonya, Kosova, Batı Trakya’dan Selanik’e kadar olan bölge, Bulgaristan’ın güneyi, bugünkü Halep’le Kerkük arasına bir çizgi çizin, kuzeyi Türk nüfusunun çoğunluk olduğu yerler. Bu alanı aslında Mustafa Kemal Birinci Dünya Savaşı’nda savunuyor. Kudüs’ü savunmayalım, Halep’i savunalım diyor. Mustafa Kemal’in böyle bir stratejisi var. Bu strateji niye savunulmadı, savunulsaydı ne olurdu?
ORHAN KOLOĞLU: İttihatçılık maalesef olayların peşinde sürüklenmektir. Enver dağa çıkmış, bütün komitacılarla silahlı mücadele veriyor ve birçoğunu da yok ettiği için Osmanlıcı filan görülüyor. Bunu yaparken Meşrutiyet’in ilanını kendisi söylüyor. Bunun üzerine uluslararası bir olay olarak bütün Avrupa basını ve Türk basınında Enver’in resimleri çıkar hürriyet kahramanı diye. Tamamen palavra. Bir imparatorlukta Meşrutiyet’i getiren adam olarak bütün dünyaya ilan edilir. O Enver işte biraz sapıtır. Ondan sonra da zaten Hareket Ordusu da yok, herkes Enver’e bakar olur. Enver İttihatçılığın merkezi haline getirilir. Talat’ın bile önüne geçer.
Atatürk konusunda benim dikkatimi şu çekti. 1909’da Atatürk İttihat ve Terakki’ye giriyor. Mason olmadığı halde o locaya girip yemin ediyor. Eğitim-i Umumi üyesi falan. Önemli bir İttihatçı.
1909 İttihat ve Terakki kongresinde siyasetten orduyu çıkaralım, asker siyaset yapmasın konuşması var. Bu beyin, kafa meselesi. Enver asker olarak meşrutiyeti ilan etmiş, her şeyi yapmış, en öne fırlamış. Libya savaşı başlar. 1911’de İtalyanlar gelmiş. Subaylar gizlice katılıyorlar. Hem Atatürk hem de Enver var, hepsi geliyor. Birdenbire Enver Trablusgarp cephesinin başkomutanı ilan edilir. O dönem binbaşı olan bir adama başkumandanlık verilmesi de bir acayip.
Enver’i maalesef kabul edelim ki bütün dünya sürüklüyor. Balkanlar, Meşrutiyet’in ilanı, Trablusgarp’ta başkumandan, en sonunda da Osmanlı ordusunun başına getiriliyor.
Atatürk’ün yapısının çok acayip olduğunu kabul etmek lazım. Bütün çalışmaları, bilhassa okuduğu kitaplar incelenirse çıldırırsınız. Binlerce kitabı okuyunca ne anlar diyeceksiniz? Dünyadaki bütün tartışmaları takip ediyor ve dünyanın nereye gittiğinin farkında. Demin bahsettiğim Arap subaya söylediği lafa dikkat edin.
TÜRKSOLU: Atatürk, sizin daha önce söylediğiniz Osmanlı aydınından farklı sonuçta.
ORHAN KOLOĞLU: Müthiş. Kabul etmek gerekir ki, Allah vergisi bir şey bu.
TÜRKSOLU: Bir emperyalist ülkenin güdümüne girip ya da ondan maaş alıp, ona bağlanıp, onun sunduğu çerçeveden bakan biri değil de kendi çerçevesinden bakan biri.
ORHAN KOLOĞLU: Kesinlikle. Hatta başka bir şey diyeceğim, ben Trablusgarp’taki savaş üzerine çok çalıştım. Zaten, biliyorsunuz, babam Sadullah Koloğlu Libya’nın ilk başbakanıdır. Biz Türk’üz, ama Libya’da yaşayan Türklerden. Libya bağımsızlığını kazanınca, Türkiye’den rica ediyorlar, devletin de izni ve onayıyla babam Libya’ya gidip bir süre başbakanlık yapıyor. O yüzden Libya benim özel ilgil alanımdır. Trablusgarp Savaşı’nı da doğal olarak iyi bilirim.
Şimdi, orada sadece bahsi geçen adam Enver Paşa’dır. Öbürlerini adam yerine koymazlar. Atatürk, ama mesela, Trablusgarp’taki Alman subaylarına karşıdır.
Trablusgarp’ta Osmanlı ordusundaki Alman subaylar
Bingazi cephesinde Enver’in yanında Türk ismi taşıyan en az 5 Alman subayı bulunduğunu biliyoruz. İsim isim saptadım. Ömer Bey (V. Cumppenberg), Şükrü Efendi (Sch. Aus M. Teğmen), Kasım Efendi (Insterburg’lu Üsteğmen K.), Faik Bey (Coburg’luTeğmen B.). Ordunun ıslahı için 1883’te Osmanlı’ya gelen Von der Goltz döneminden subaylar. Atatürk ise bu Alman subaylara her daim karşıdır.
TÜRKSOLU: Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusundaki Alman subaylar bilinir ama Trablusgarp’taki direnişte de Osmanlı subayı gibi giyinmiş, kuşanmış, savaşan Alman subaylar var mıydı?
ORHAN KOLOĞLU: Tabii ki var. Hatta Teşkilat-ı Mahsusa oradan çıkar. Almanlarla bağlantılı, dikkat edin.
Bingazi cephesinde Enver’in yanında Türk ismi taşıyan en az 5 Alman subayı bulunduğunu biliyoruz. Bunları isim isim saptadım. Ömer Bey (V. Cumppenberg), Şükrü Efendi (Sch. Aus M. Teğmen), Kasım Efendi (Insterburg’lu Üsteğmen K.), Faik Bey (Coburg’luTeğmen B.).
TÜRKSOLU: Yıl 1911. Daha Birinci Dünya Savaşı yok, Osmanlı-Alman ittifakı kurulmamış. Ne işleri var Alman subayların Trablusgarp’ta?
ORHAN KOLOĞLU: Ordunun ıslahı için 1883’te Osmanlı’ya gelen Colman von der Goltz döneminden subaylar.
Atatürk bunları hiçbir şekilde sokmadı içine.
TÜRKSOLU: Yani, diyorsunuz ki, Mustafa Kemal Trablusgarp’ta bile Alman mevcudiyetine karşı çıkıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Her şeyine karşı çıkıyor. Yabancıyla fazla ilişki içerisine girilmesini istemiyor. Bu bir Allah vergisidir. Bir kafa, düşünce meselesidir ama acaba Atatürk’ü Enver Paşa gibi Manastır’da veyahut da dağlarda vuruşmaya çıkarsalardı ne olurdu? Onu bilemiyoruz. Demek ki şartlar gereği önce gidip de Şam’da etrafı görür, gelip de İttihat ve Terakki’ye katılır ama İttihat ve Terakki’nin bütün kadroları belirlenmiştir. Yedek olarak katılıyor. Öne geçemiyor.
kologlu2TÜRKSOLU: Acaba Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki kongresinde ortaya koyduğu strateji izlenseydi ve ordu siyasetten ayrılsaydı, dolayısıyla ordu bölünmeseydi belki Balkan Savaşları’ndaki o büyük hezimeti de yaşamayacaktık.
ORHAN KOLOĞLU: Bu şekilde de yorumlanabilir ama İttihat ve Terakki 1909 yılında iktidara geldi. Aslında Osmanlı ordusunun hepsi İttihat ve Terakki’ye bağlı değil. Padişahın atadığı bütün paşalar İttihat ve Terakki gelince tasfiye edildi. Onların adamları da atıldı. O atılanların hepsi de muhalefet yaptı. Ordunun içinde bölünme var. Atatürk olsaydı o bölünme olmayacak mıydı? Belki olurdu, belki olmazdı tahmin etmek güç. Ama sonuçta ordunun içinde öyle bir tasfiye oluyor ki, padişaha bağlı olanlardan hiç paşa bırakmıyorlar. İşte o zaman ister istemez bir kavga çıkıyor.
Buradaki en akıllı adam Abdülhamid’dir. Hiçbirine onay vermemiştir. Çok şaşılacak bir durum. Hepsini paralarıyla besledi besledi ama sonra hiçbirini kabul etmedi. Başka çaresi yok çünkü. Herkesi oynatıyor, ondan sonra da bütün adamlar kaçarlar. Abdülhamid’den para alanların hepsi yurtdışına kaçtı.
Mustafa Kemal’in Trablusgarp’a ilk gidişi 1911 değil 1909’dur
TÜRKSOLU: Kitaplarınızda da bahsediyorsunuz, Mustafa Kemal’in Trablusgarp’a ilk gidişi aslında 1911’den öncedir.
ORHAN KOLOĞLU: Evet, 1909 yılında. Arapların daha Osmanlı’dan ayrılışının başında Trablusgarp’taki Belediye Başkanı Karamanlı, düşünün ismi de Karamanlı, İtalya yanlısı. İtalyanlardan bol para almış, İtalya yanlısı olmuş. Türkler gitsin diye kampanya yapıyor. Böyle bir şey görülmemiştir. Atatürk gidiyor, pazarlık yapıyor, yumuşatıyor, 1909 yılında. Oradan hatta yukarıya da çıkıyor. Yukarıdaki şehirlere de çıkıyor. Ama dikkat edin, müthiş bir şey var. Resmi görevli olarak gidiyor.
TÜRKSOLU: Kim gönderiyor? Hangi iktidar zamanında?
ORHAN KOLOĞLU: 31 Mart’tan sonra gelen iktidar. Dolayısıyla gayet enteresan. Burada bir şey var. Atatürk’ün yumuşak bir çözüm arama yöntemi olduğu çok açık. Savaşçı değil. Şaşırtıcı bir şey. İstiklal Savaşı yaptı diye eleştiriliyor ama aslında Atatürk savaşçı değildir. Enver Paşa ise tam savaşçıdır. Ama belki kader bu. Adamı tutup da illa ki, Balkan dağlarında savaşa gönderirsen savaşçı olur. Sürüklenmiş yani. Bütün dünya birden dünyanın en büyük özgürlükçü adamı diye ilan ederse böyle olur. Atatürk hep düşünür. Ordunun içindeki ayrılışın çözümlenmesi, nasıl çözülecek? Ne demiştir bilmiyoruz ama İttihatçıdır kendisi de. İttihatçılığa dayalı bir çözüm üretmeye çalışmıştır.
Buna şöyle de bakabilirsiniz, İstiklal Savaşı’nı başlattığı dönemdeki taktiği düşününce, adamda taktik var. Karşıtlarını nasıl bertaraf ediyor. Hakikaten adım adım öyle bir götürüyor ki, benim en çok şaşırdığım odur, tam Fransa’yla anlaşma yapar, İnönü, Sakarya, ilk zaferler sonrası, Meclis”te “Köylü efendimizdir” lafını eder. O işte insanı aptala çeviriyor. Köylüden efendi olur mu? Osmanlı’nın tamamen reddettiği bir kesim. Demek ki toplumun tabanıyla bir harekete girişeceği fikri hâkim. Nitekim bütün devrimiyle getirdiği şeyler hep orayla ilgili. Toplumun tabanı gelişsin. Enver’in yaptığının tam zıddı. Meclis falan kuruyor.
Enver’i de şartlar itmiştir. Şartlar dâhilinde değerlendirmek gerekir. Libya’ya gidiyorsun, İtalyanları tamamen durduruyorsun. Başkumandan olmuşsun.
Mustafa Kemal daha başlangıcından itibaren arka planda tutulan bir adam. Ama kendi de giriyor. Şam’dan kendisi gidip İttihat ve Terakki’ye giriyor. Demek ki, kafasında İttihatçılığa bir bağlılık var. Onun bir çözüm olacağını düşünüyor.
Atatürk’ün en büyük farkı yabancılarla hiçbir zaman işbirliğine girmemesidir
TÜRKSOLU: Günümüzde artık İttihatçılık dendiği zaman akla gelen şey, aslında 1913 sonrası İttihatçılık. Ama o dönemde zaten Atatürk çoktan kopmuş onlardan.
ORHAN KOLOĞLU: Doğru. 1913 öncesinde Türkçülük de yok. Ondan sonra da mecburen Türkçülüğe gidiyorlar. Bir de Almanlar kısa bir süre içerisinde Orta Asya’da Ruslara karşı bunları kullanıyorlar. Dikkat edin, Atatürk hiçbir yabancıyla işbirliğine girmiyor. Ne İngiliz, ne Fransız hiçbiriyle. Fransızı yendiği halde ihtiyatlı, uzak duruyor.
Çok yanlış olarak komünist filan derler, ben bunu hem de Azerbaycan’da ve Gürcistan’da katıldığım konferanslarda öğrendim. Orada aldığım bilgilere göre İstiklal Savaşı sırasında bizim ordunun hiçbir silahı yok. Bolşeviklerden silah almak istiyorlar. Bolşevikler şart koşuyorlar bizim gibi olun diye, kabul etmiyor.
Hatta komünist partisi lideri Mustafa Suphi biliyorsunuz Trabzon’da öldürüldü filan. Hiç karıştırma filan yok ama İstiklal Savaşı’mıza gelen para yardımının %82’si Bolşeviklerdendir.
Aslında Bolşeviklerin parası değil, Orta Asya’daki Türkler gönderiyor ama Lenin izin vermezse gelmezdi. Atatürk onun karşılığında kendi komünist partisini kurduruyor. Fevzi Çakmak gibi bir iki güvendiği adamını da başkan yapıyor. Böylelikle kontrol altında tutuyor. Demek ki, çok güzel politik oluşum yeteneği var.
Enver hızla sürüklenmiş. Arkasından o kadar bağrışma var ki. Almanlara fazla bel bağlamış. Atatürk hiçbirine güvenmiyor. Ne Bolşevik’e ne Almana ne İngilize.
TÜRKSOLU: Çünkü hepsinin Osmanlı’yı parçalamak istediğini görüyor. Bir ünlü sözü var ya Birinci Dünya Savaşı’nda “Ya İngiltere bizi parçalayacaktı ya da Almanya bizi sömürecekti” diye.
ORHAN KOLOĞLU: Çok güzel saptıyor. Ondan sonra yaptığı şey, ben ona hayran kaldım, çünkü Arap kaynaklarında çok çalıştım, Şerif Hüseyin’in yaptığı şeyler, Lawrence üzerine. Arap subaya söylediğini düşünün. Bütün Şerif Hüseyin’in ve oğullarının ayaklanmalarını bilen, Faysal tarafından Suriye’den kovulan Atatürk. Ama ne diyor Arap subaya “git aileni kurtar sonra beraber olalım” diyor. Faysal’ın yaptığını da pekala biliyor. Kendisi Cumhurbaşkanı olduktan sonra hem Faysal’ı hem de Ürdün Kralı Abdullah’ı, ikisini birden Ankara’ya çağırıyor. Bu ne muazzam bir politika. Akıl hayal almıyor. Venizelos’a da aynısını yapıyor. Venizelos Nobel’e aday ilan ediyor. Demek ki, bir Allah vergisi zeka.
TÜRKSOLU: Bakıyor ki batıdan İtalyan tehdidi var, Venizelos muzdarip. Güneyden İngiliz tehdidi var. İki kral da bundan muzdarip. Esas büyük tehlikelere karşı onlarla birleşiyor.
ORHAN KOLOĞLU: İttihatçıların içinden çıkan o Ahrar Fırkası’na geçen albaydan bahsedeyim. İttihatçı adam, biliyorsunuz tam karşı düşünceye geçer, sonra da yurtdışına kaçar. Kürt Şerif Paşa, Aziz Ali var mesela. Libya’da savaşıyor mesela, sonrasına bakarsan aklın şaşar.
Önce İttihatçı sonra Arap milliyetçisi olan Aziz Ali
TÜRKSOLU: Aziz Ali’nin öyküsü Osmanlı aydınının yaşadığı bunalımın çarpıcı bir örneği. Biraz anlatır mısınız?
ORHAN KOLOĞLU: Aziz Ali, Memluk denilen, yıllarca Mısır’ı idare eden Orta Asya, Türk, Çerkez kökenlilerden. Çünkü Mısır’ın halkının büyük kısmı biliyorsunuz Hıristiyan. Bunlar hep üstte kalma mücadelesi veriyorlar. Bunun sebebi okuryazar kesimin çok az olması.
Libya Savaşına katılıyor. Verilen paraları İngiliz’e teslim ediyor, askerlerle beraber. Bu bir İttihatçı subay. Enver’ler falan Balkan Savaşı nedeniyle Libya’dan ayrılınca her şeyi buna teslim ediyorlar. O da tutup İngilizlerin safına geçiyor. Aziz Ali İstanbul’a çağırılıyor ve idama mahkum ediliyor. İngiliz Büyükelçiliğinin araya girmesiyle affediliyor. Gemiye bindirilip Mısır’a gönderiliyor.
Mısır’da büyük törenle Arap milliyetçisi olarak karşılanıyor. İngilizler gene de şüphe ediyorlar, İttihatçılıktan geldiği için milliyetçi bir tarafı var. Arap milliyetçiliği yapar diye. Bunu İspanya’ya sürüyorlar. Oradayken, çok da önemli adam, İran’dan çağırıyorlar bunu, ordumuzu kur diye.
Ondan sonra geri dönüyor ve Arap milliyetçiliğine destek oluyor. İttihatçı diye bahsedilenlerin ne olduklarına şaşırmamak mümkün değil.
Kürt Şerif Paşa bile bir zamanlar İttihatçıydı
TÜRKSOLU: Ünlü Kürtçülerden Kürt Şerif Paşa’nın da İttihatçı bir dönemi var. Kitaplarınızda bahsediyorsunuz.
ORHAN KOLOĞLU: Şerif Paşa İttihatçı subay diye bilinir ama subay değil. Babası Abdülhamidçi bir paşadır. İstanbul’da doğmuş. Ermeni Bogos Nubar Paşa ile birlikte Paris Barış Anlaşması’na Kürtler adına tezkere veren kişidir.
Kürtçü hareketten bahsedilir. Ben kitabımda bir şey belirtmeye çalıştım. Türk dediğiniz zaman Osmanlı’da ne anlaşılır? Aşiretler. Dağlarda çöllerde yaşayan insanlar. Kürtler de budur. Zaten Kürtler tarih boyunca ne devlet olmuşlardır ne de bir şey. Samimi olmak lazım. Çünkü coğrafyaları müsait değildir.
Sadece Abdülhamid değil, bütün ondan evvelki padişahlar da eski bölgenin ileri gelenlerini satın alıp “devletlü” yaparlardı. Ama artık şehirli olmuş. Kürdün hepsi dağlık aşiretidir.
Kürt Şerif Paşa dediğimiz adam ise İstanbul’da doğmuş. Babası Sadrazam olmuş, padişahın en önemli adamıdır. Fransa’ya gidip tahsil yapmış. Ailesinin doğduğu şehri, kasabayı bilmiyor. Zaten oralarda doğmamış, memleketini bilmiyor. Kürtlüğü nedir bunun? Kürtlüğün o zaman yazısı da yok.
Derken Abdülhamid’in tavladığı aile. Bunu alıp Paris’e askeri ataşe yapıyor. Abdülhamid’in bir adamı ataşe yapması ajanlaştırması demektir. Oradan da İsveç’e elçi olarak gönderiliyor. Demek ki ne kadar padişah gözdesi. Orada elçi olarak 12 yıl kalıyor.
Elçilik yaparken İttihatçı Ahmet Rıza’yla temas kuruyor, ona para yardımı yapıyor. Sonradan jurnalleri çıkıyor ki, onları padişaha haber veriyormuş. İttihatçılar iktidara gelince bu sefer de onlardan mebus olmak istiyor. Bu sefer İttihatçılar karşı çıkıyorlar.
O zamanlar İstanbul’da kurulan Kürt Teali Cemiyeti’ne katılmıyor. Paris’e gidiyor, İttihatçı karşıtlığı yapıyor. Paris’te çıkardığı derginin tamamını taradım. Oradan İttihatçılara saldırınca bu sefer Kürtler onu lider gibi göstermeye başlıyorlar. İttihat Terakki ve Enver adam yolluyor dursun diye. Suikast düzenliyorlar. Paris’te evinde öldürmeye kalkıyorlar. Yaverini vuruyorlar. Ondan sonra tamamen İttihat ve Terakki aleyhtarı oluyor ve Kürtçülüğe asıl o zaman başlıyor.
Bütün o yayımladığı dergide, İttihatçı düşmanı olmasına karşın, 1915 Ermeni Tehcirinden hiç bahis yok. Çünkü o tehcirden önce Ermeniler Van’ı basıp bütün Kürtleri de öldürmüş.
Ermeniler ve Ruslar geliyor, Doğu Anadolu’ya girerlerse kimi öldürürler? Kürtleri öldürürler. Hem bir Kürtçü olarak orada sadece Kürt var diyorsun hem de öldürülenlerden bahsetmiyorsun.
Demek istemiyorum ki, Kürdün de çok iyisi var. Onlarla işbirliği yapanı da olabilir ama adamlar önce Kürt dahil temizlemek istiyorlar. Şerif Paşa’nın dergilerinde Ermeni olayından tek satır yok. Onları söylesene. 1918-19’da bu sefer onlarla beraber bağımsızlık harekâtına başlıyor ama Ermeni’nin aşağıya indiğinin farkında değil.
İttihatçılar Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırdı
TÜRKSOLU: İttihatçıların bir duruşları yok mu?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır yok. İttihatçı dediğin ismi çok güzel, kuruluşu çok güzel. Ben Talat Paşa’ya çok da saygı duyarım ama kurdukları yapı her tarafından çözülen Osmanlı’yı yaratmıştır. Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırmışlardır. Atatürk’ün bütün karşıtlığı orada. Dikkat ederseniz Kurtuluş Savaşı’na  İttihatçıların hiçbirini sokmuyor. Haklı. Çünkü hâlâ kafalar eskide. Nereye yanaşacakları belli değil.
TÜRKSOLU: Enver Paşa yıllarca Almanlarla birlikte Ruslara karşı savaşıyor, sonra Bolşevik yanlısı oluyor. Bakü’de kurultaya katılıyor. Daha sonra da Bolşeviklere karşı Basmacı isyanına katılıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Kafa karışıklığı onlarda çok fazla. Bunda aslında İttihatçı kesimi veya İttihatçı grubu, Osmanlı’nın kafa karışıklığının belirme örneğidir. Namık Kemal’ler de İttihatçılıktan padişahçılığa geçiyorlar. İttihatçılıktan çıkıp Kürt milliyetçisi olan, Arap milliyetçisi olanlar var. Demek ki, bir çözüm olarak çok milliyetçi 1830 bildirgesiyle milliyet-i hakime, milliyet-i Rum bir kere bu başlayınca bölünme durdurulamıyor. Bunu toplarım diye Osmanlı mantığı içinde İttihatçı birleştirici yöne bakmak lazım. Çok güzel fikir. İtiraz etmiyorum. Milletleri toplayalım. Osmanlı zaten 30-40 milleti toplamış. Toplamak için bir İttihat lafı çok güzel. Ama Osmanlı’nın artık sonunu getirecek gücü yok. Tam tersine işler daha da kötü oluyor.
Enver Paşa iyi bir kumandan değildi
TÜRKSOLU: Atatürk-Enver karşılaştırmasında ilginç bir durum da Sarıkamış ve Çanakkale farklılığı. Aşağı yukarı aynı dönemde. Birinde Enver komutan, hezimet var. Diğerinde Mustafa Kemal’in büyük bir zaferi.
ORHAN KOLOĞLU: Enver’in bir savaş ustası, cephe kumandanı olmadığı ortada. Enver siyasetin içine bunalıp girmiş. Bütün hayatına dikkat ediniz, nerede savaştı dedik, bir savaşı Libya. Hareket Ordusu’nda yok mesela. Bütün işi siyaset.
Arkasından Libya’da savaşıyor. Libya’daki de kesin bir savaş değil. Çöldesin, İtalyanlara karşı Sunusiler yardım etmiş ve İtalyan sahilde tıkanmış kalmış. Savaşmamış bir adam Trablusgarp direnişinin başkumandanı yapılıyor. Halbuki Enver sadece Derne bölgesinde. Asıl savaş ise Bingazi’de, Tobruk’ta. Savaşla alakası yok. Savaşan adam değil.
Arkasından ne var? Balkan Savaşı için Libya’dan gidiyor. Edirne’yi kurtardı diyorlar. Edirne’yi o kurtarmış değil. Yunanlılarla Bulgarlar birbirine giriyor, Bulgarlar Edirne’den çekiliyor, o gidip alıyor, Edirne’yi kurtardı diyorlar. O kurtarmayla başkumandan oluyor. Kaldı ki kurtarma harekâtını yürüten de o değil. Enver cephelerde hiç yok ama başkumandan ilan edilmiş.
Buna mukabil Mustafa Kemal, cephede askerle beraber yürüyen adam. Çanakkale’de askerin önüne geçiyor. En önde giden adam, vuruluyor. Atatürk’ü Allah kurtardı diyorum.
TÜRKSOLU: Bu ilginç söyleşi ve verdiğiniz değerli bilgiler için teşekkür ediyoruz.
ORHAN KOLOĞLU: Ben teşekkür ederim. Başyazarınız Gökçe Fırat’a da hakkındaki davalar için geçmiş olsun diliyorum. Çıldırdılar resmen, eli kalem tutan herkesi Silivri’ye tıkmak istiyorlar.



Araştırmacı - yazar, Orhan Koloğlu ile Söyleşi BÖLÜM 1



Araştırmacı-yazar Orhan Koloğlu ile söyleşi,

  BÖLÜM 1


kologlu

Araştırmacı-yazar Orhan Koloğlu ile İttihatçılar ve İttihatçılık üzerine konuştuk. Röportajı gazetemizin sahibi ve sorumlu yazıişleri müdürü Özgür Erdemgerçekleştirdi.




Mustafa Kemal’den önceki Osmanlı aydınları ya devlet memuru ya da ajandı

Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı karşıtı ittifak
TÜRKSOLU: Yeni bir dünya savaşına doğru gidiliyor ve İttihatçılar Birinci Dünya Savaşı döneminde Osmanlı’nın kaderini yönetmişlerdi. Verdikleri kararlar neticesinde Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı. Başka çareleri var mıydı, bunları konuşmak gerekiyor.
İttihatçılar üzerinden konuşursak, 1908-1914 arası 6 yıllık dönemde Osmanlı İmparatorluğu üzerinde bir İngiliz-Alman mücadelesi var. Tabii Rusya’nın da ayrı bir ajandası mevcut. Fransa ise tetikte bekliyor. Emperyalistler arası çatışma açısından bakarsak, o günleri nasıl değerlendirebiliriz?
ORHAN KOLOĞLU: 19. yüzyılın ortalarına gittiğimizde, malum Kırım Savaşı, 1854’ler… İngilizler, o dönem Rus’un aşağıya inmesine karşı. Ama 1800’lerin sonlarına doğru yavaş yavaş birleşiyorlar.
1878’de Almanların Osmanlı ile Ruslar arasında yapılan Ayastefanos Antlaşması’na müdahale etmesi ve işgal edilen İstanbul’dan sonra Balkanlar’ın da iade edilmesini sağlamasından sonra Ruslar o zaman politika değiştirerek İngiltere karşıtlığını bırakıp Almanya’ya karşı İngiliz-Fransız ittifakına katılıyor.
kologluroportaj1TÜRKSOLU: O dönem II. Abdülhamid’de de bir Alman hayranlığı var.
ORHAN KOLOĞLU: II. Abdülhamid’in de Almanlardan destek alması, bilhassa ordu için Alman eğitimi başlatması, apayrı bir dönemi başlatıyor.
İlk defa zaten 1878’den itibaren Almanya’da dünya liderliği çalışmaları başlıyor. Almanlar, İngiliz-Fransız-Rus ittifakına karşı müttefik arıyor. II. Abdülhamid’i zaten yanına almış. İtalya, yavaş yavaş Almanya’ya yanaşıyor. Bir de Avusturya, tam Avrupa’nın ortası… Kısacası Rus’a karşı olanlar, Almanlar, İtalyanlar ve Avusturya-Macaristan, birleşiyor. Bu Üçlü İttifak. İngiltere-Fransa-Rusya işbirliği ise, biliyorsunuz Üçlü İtilaf. Yavaş yavaş birbirlerine karşı yarışa giriyorlar.
TÜRKSOLU: Asıl paylaşılmak istenen Osmanlı değil mi?
ORHAN KOLOĞLU: Bilhassa 1908 yılında İngiltere ve Rusya arasında Reval toplantısı var. Bu toplantı hakkında bizim İttihatçılara bilgi ulaştıranlar da İtalyan ve Almanlar. Oradan Osmanlı’nın paylaşılacağı mesajını ulaştırıyorlar. Zaten, Meşrutiyet ilanının üzerine geliyor. Aslında tamamen dünyanın paylaşılması hususunda iki grup arasında da denge farkı var. Avrupa’daki grup, Almanya-Avusturya-İtalya ufak bir grup. İlk defa ortaya çıkıyorlar. Öbürleri de dünyayı zaten paylaşmış olanlar. Rusya bütün Orta Asya’yı almış, İngiltere bütün Afrika’ya ve Amerika’ya hâkim, Fransa da öyle. Dolayısıyla biz tam paylaşma içindeyiz. Bunun içinde İttihatçıları yönlendirecek başka güç yok. Mesela şunu da söyleyeyim, Osmanlı’nın paylaşılma şekline Üçlü İtilaf karar vermiş.
Özellikle de hakikaten II. Abdülhamid politikayı çok iyi öğrenmiştir. Araplar da dâhil ne kadar alıp götürüyorlar, her şeyin çok iyi farkında. Burada ister istemez bir tercih yapmak durumu beliriyor. Bir de ordunun bütün eğitimi 1882’den itibaren hep Almanlara verilmiş. Onlar da yeni beliren kendi Alman İmparatorluklarının çıkarlarına bakıyorlar. Bakarken de kullanacağı adamları, kendi gönüllü gelmiş olanlar içerisinden seçiyor. İçinde gerçekten nereye bakacağını bilen yok.
Osmanlı’da düşünür kesimi diye bir şey yok. Biraz düşünür olanı II. Abdülhamid satın alıp devlet memuru yapıyor.
Düşünün hatta Namık Kemal gibi bir adam, özgürlükçü diyorsunuz, sonradan kaymakam olup gidiyor. Mizancı Murat, İttihatçıların lideri, sonra geliyor Padişah’a memur olup susuyor.
kologluroportaj2II. Abdülhamid aydınları satın alarak sustururdu
TÜRKSOLU: O dönemin Osmanlı aydını da bu emperyalist seçeneklerden birini seçmek durumunda kalıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Osmanlı yapısının içindeki düşünür kesimini ele alırsak, şunu belirtmek lazım, çok önemli bilgidir, Osmanlı’nın içinde düşünür kesim dediğin zaten devletin memurlarıdır. Düşünür kesimi diye bir şey yok. Biraz düşünür olanı II. Abdülhamid satın alıp devlet memuru yapıyor.
Düşünün hatta Namık Kemal gibi bir adam, özgürlükçü diyorsunuz, sonradan kaymakam olup gidiyor. Mizancı Murat, İttihatçıların lideri, sonra geliyor Padişah’a memur olup susuyor. Dolayısıyla toplumun değişmesi, 15. yüzyıldaki Avrupa’nın Rönesans yapması gibi değil. Daha başlangıçta değişim gelmiş, doğru ama nesiller istiyor. Hiçbiri yok. Dolayısıyla bunlar çok hızlı düşünen kesimler.
Bu kesim içinde hakikaten kabul etmek lazım, çok farklı düşünen bir tek Atatürk var. O apayrı. Tamamen dışında, ama ön plandaki bütün düşünürler hep memurdur. Örneğin Afgani… Arap aydınıdır. Haçlılara karşı Panislam yapalım diye çıkar, ondan sonra gelir II. Abdülhamid’in misafiri olarak İstanbul’da ölür.
Mısır ayaklanmak ister, ayaklanmak istediği zaman da Osmanlı’ya karşı olarak hemen İngiliz’e yanaşır. Demek ki bütün İslam dünyası kendi olumsuzluğunun içinden çıkamıyor. Bunun için de 1908’e geldiğiniz zaman dikkati çeken husus, bütün olayların, yani 1908’deki II. Meşrutiyet ilanını getiren olayların hepsi Balkanlar’da cereyan ediyor. Arabistan’da hazırlıklar var. İngiliz ve Fransızlar hazırlık yapıyor, o ayrı ama tam öne çıkmış gibi değil. Balkanlar’da ise özellikle Rusya’nın da hazırlıkları var.
TÜRKSOLU: Tam Meşrutiyet öncesi, Balkanlar’da da büyük bir emperyalist paylaşım mücadelesi var.
ORHAN KOLOĞLU: Müthiş bir mücadele var. Artık Türk’ü tam olarak dışarıya, Avrupa’dan çıkarma planı var. Bunun içinde tabii İstanbul var. O da hesapta.
Bir de burada kabul etmek lazım ki, hakikaten İstanbul dünyanın en önemli şehirlerinden biri. Tarihe yerleşmiş ve oraya yerleşen de dünyanın üstüne oturmuş sayılmış. Düşünün Osmanlı, Fatih gelip aldığı zaman, Roma şehri dini gücünü kaybeder. Papalık vardır ama Hıristiyanlığın merkezi değildir. İmparatorluğun merkezi ise Konstantinopolis’tir. Bütün hırsları, Haçlı Seferleri bile İstanbul’u almak içindir. Hz. Peygamber bile İstanbul’u almayı hedef gösterir. İstanbul hakikaten dünyanın en önemli şehirlerinden birisidir.
Dini şehir olarak hep Kudüs’ü biliriz. Halbuki, Kudüs için kimsenin mücadele ettiği falan yok. Gerçek mücadele İstanbul üzerinedir. İstanbul varken hepsi ama içerden cemaatleri de oluşturma mekanizması acayip bir şekilde işlemiştir.
kologlukitap1Osmanlı’da ilk Türkçe gazete bile Mısır’da çıktı
TÜRKSOLU: Bunların azınlıklar üzerindeki etkileri nasıl? Meşrutiyetin ilanı için sonuçta Rum, Ermeni, Yahudi, bütün azınlıkların da o Meşrutiyet mücadelesi içinde yeri var. Bu yüzden günümüz Abdülhamidçileri bütün Meşrutiyet’i bir emperyalist tezgah olarak gösterir. İngilizlerin, Almanların, Rusların bir parmağı var mıydı Meşrutiyet’te?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır. Şöyle almak lazım, şimdi Meşrutiyet’e varmamızın temelinde ne var? Daha 1830’larda Milliyet-i Hakime, Ermeni, Rum diye ayrım yapılması var. Milleti dikkat ediniz, Osmanlı yapısını resmi olarak milletlere bölüyor. Bu çok önemli. 1830’larda bu başlıyorsa, bu 70 senede ne gelişir?
Ne enteresan… Benim ayrı bir çalışmam olduğu için rahat söyleyeceğim, özellikle mesela Araplarda bir şey yoktur. 2007’de İslam Kültür Merkezi’nin yayımladığı Türk-Arap ilişkileri kitabında bir kayıt vardır. Osmanlı’daki Arap nüfusu 20 milyondu ama 200 kişide bir kişi okuryazardı. Arap kendisinin okuryazar olmadığını kabul ediyor. Bunu yazan Kasım adındaki Mısırlı Arap tarihçi. Eski tarihçi değil, günümüzün tarihçisi. 200’de bir.
kologlukitap2Osmanlı’da okuryazar oranı sadece %8-10. Peki, bunlar kim? Devlet memuru. Devlet memuru olduğu için devletlû oluyor. Hatta ne örneğini verdik, çok büyük özgürlükçü sayılan Namık Kemal dahi memur. Demek ki, bir toplumun gerçekten toplu şekilde bütünüyle hazırlanamadığı için tabanın, düşünür olması lazım ama yok. %8’i okuyorsa, köylüm ne biliyor? İmamının, hocasının söylediklerini biliyorlar ki, onlar da köyde hiçbir şey bilmiyorlar.
Böyle bir yapı içinde İttihat ve Terakki Meşrutiyet’i getirmek için harekete geçti. Haklılar, dünyaya uymak gerekiyor. Zaten zorlanıyor da. Burada çok enterasan Abdülhamid döneminde Türkçe basın son derece geç başlar. İstanbul’da Fransızca, Ermenice, Rumca, her türlü basın çıkmaya başlar. Türkçe çok sonradır. Her vilayette Türkçe ve o vilayetin halkının diliyle gazete çıkmaya başlıyor. Demek ki, her bölgenin insanına kendi kimliği, Türkçe-Rumca, Türkçe-Ermenice, Türkçe-Arapça vilayet gazetesi çıkıyor. Ama Türkçe gazete bile İstanbul’da başlamaz, ilk defa Mısır’da başlar. Vekayi-i Mısriyyediye Mehmet Ali Paşa başlatır. Türkçe-Arapça olarak ve Mısır halkına Türkçeyi öğreteceğim diye başlar. Osmanlı dönemi basının tamamını taradığım için rahat söylüyorum, Mısır’da 1828 yılında başlar.
kologlukitap3TÜRKSOLU: İstanbul’da ise 3 sene sonra değil mi, 1831…
ORHAN KOLOĞLU: 1831’deki resmi gazetedir. DevletTakvim-i Vekayi’yi çıkarıyor. Şimdi dikkat edin, Vekayi Mısriyye’ye karşı. Çünkü bir Türk gazete çıkarmış ve gazetenin içinde Araplara Türkçe öğretecek bir gazete var. Bunu Arap kendisi okuyamıyor. Hiçbir kesimiyle oluşmamış bir topluma yenilikler getiriyorsunuz. Ne getirirsiniz? Nitekim o tartışma da başlar.
Derken Mehmet Ali Paşa Fransızlarla işbirliği yapar, 1840’a kadar savaşlar olur. Suriye’yi almaya gider. Kütahya’ya kadar gelir. Avrupa engeller. Bu arada Millet-i Hâkime, Millet-i Yahudi, Millet-i Rum, Millet-i Ermeni kalıpları yerleşir. Şimdi siz 1908’e gelirseniz bu ortamda II. Abdülhamid bunu engeller, sansür getirir, mecburdur. Çünkü çaresi yok.
İngiltere’den Almanya’ya Siyonizm
II. Abdülhamid tabii ki diktatör ama eğer 30 sene diktatörlük yapmasaydı, Osmanlı çok daha önceden yıkılır, dağılırdı. Güçlü bir grup Almanlarla işbirliği içerisinde bulunuyor. Alman imparatoru iki defa ziyaret eder. Ama Almanların da hayali bu sefer dünya liderliğidir.
TÜRKSOLU: Almanlar da sonuçta Osmanlı’yı sömürgeye dönüştürmek istemiyor mu?
ORHAN KOLOĞLU: Tabii ki. Kontrolüne almak istiyor. Hilafeti de kullanayım diye düşünüyor. Nitekim dikkat edin 1898’de Alman İmparatoru İstanbul’dan sonra Kudüs’e gider. Nerelere sulandığı belli.
TÜRKSOLU: Siyonizmi o dönem en çok destekleyen Almanlar…
ORHAN KOLOĞLU: Herzl Almanlarla başlar ama asıl Yahudiliği savunan İngiltere’dir. Mesela o dönemin ünlü İngiliz Başbakanı Benjamin Disraeli Yahudidir. İngiltere kabul etmek gerekir ki, Yahudileri tam kontrolünde tutuyor.
Bunun için Alman geliyor Ortadoğu’ya, ama tam giremiyor. Bir türlü yerleşemiyor. Bu yüzden Osmanlı devletine giriyor, Alman subaylar Osmanlı ordusunu yeniden yaratıyor.
Öncesinde esas olarak Fransa’dan gelenler vardır. Galatasaray Lisesi’ni kurdular. Fransız kültürü… II. Abdülhamid ile birlikte bunun yerine Alman kültürü girmeye başlar. Ordu ve devlet içinde Alman eğitimi başlar, Almanların dünyaya hâkimiyet düşüncesine bağlı olarak yönlendirme yapılır.
II. Abdülhamid bağımsızlık isteyen etnik yapıların liderlerini de satın alırdı
TÜRKSOLU: Şöyle bir çelişki de var aslında. Türkiye’de bir fikir hareketi olmadığı için dönemin siyasetçileri büyük devletlere bağlı olma durumunda kalıyor. Mesela II. Abdülhamid döneminin büyük sansürü yerine daha özgürlükçü bir  fikir hayatı olsaydı Türkçülük hareketi 1870’lerde ortaya çıkmaz mıydı?
ORHAN KOLOĞLU: Olabilir. Türk lafı o dönem kesinlikle yasak.
TÜRKSOLU: Osmanlı’nın o dönem şöyle bir sorunu var. Her türlü akım var, Rumculuk, Ermenicilik gibi. Bir Türkçülük yok. Sebebi nedir? II. Abdülhamid bunun önünü açsaydı daha iyi olmaz mıydı?
ORHAN KOLOĞLU: Açamazdı. Açmadı. Bilakis uyutma politikası uygulamıştır. Afgani’yi alıyor, içerde uyutuyor. Çünkü hepsinin ayrılıkçı akımda olduğunu ve hepsinin de dışarıdan yönlendirildiğini düşünüyor.
TÜRKSOLU: Uyutmak için aşiret mektebini kullanıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Aşiret mektebinin yapılmasında özellikle Ermenilerin de etkisi var. Çünkü Ermeniler ve Gürcüler Ruslardan destek alıyorlar. Bunu durdurmanın yolu nereden geçer? Ancak kendi içinde tutarlı bir hareket kurabilirse durdurabilir. II. Abdülhamid her bir cemaatin liderini parayla satın alma yoluna gidiyor. Belki o dönemde zaten yapacak başka bir şey yok. Dikkati çeken, ne dedik, Arapları okuryazar değil. Ama şu da var, Arapça okuryazarı az dedik ama bütün sahildeki Hıristiyan Araplar da Arapça konuşuyor. Avrupa’yla ilişkiden memnun. Ticaret orada, para orada. Dikkat ediniz, İngiltere daha 1700’lerin başında Hindistan’a yerleşir ve Basra Körfezi’ndeki bütün sahil şeridini kontrolüne alır. Buradaki Şeyhlikle anlaşma yapıyor, ben sana para veririm sen bana ticaret yaptırırsın. Ama oradaki malı da alıp Avrupa’ya götürüyor. Bütün Afrika boyunca muazzam bir sistem kurmuş. Bu sayede şıkır şıkır işliyor. Hatta Fransa falan çıldırıyorlar. Arap dünyasını İngiliz’in tam ele geçirmesi böyle bir tezgahtan geçiyor.
Okuryazarlık hikâyesine dönersek, benimkiler gelecekler, nereye? II. Abdülhamid bunları durdurmak için içlerinden parayla adam satın alıyor. Nereye kadar gidebilir? Ama ordunun lüzumunun farkındadır. Almanlar da onu oluşturunca bu sefer ordudan başka mekanizma gelişir. Almanların bu tahrikinin bizim askeri kesimi etkilemesinin rolünü kabul etmek lazım. Bulgaristan, Sırbistan hepsi Rus etkisinde kalmışlar.
Ayaklanmalar, şöyle düşünelim, Enver niye büyük kahraman oldu? Edirne’den çok evvel, Balkanlar’da dağa çıktı, onlarla mücadeleye girdi ve onlarla mücadele ederken Meşrutiyet’i ilan etti. Burada bir kararname var. Biz kendi içimizdeki bir sorunla uğraşıyoruz. Hedefinde kim var? Bulgar, Sırp, Arnavut çeteler var. Bunlarla uğraşıyoruz diyorsun ama arkasında hepsinin Ruslar vs. var. Bunlara karşı kim mücadele etti? Arnavutları filan İtalyanlar ve Avusturyalılar destekliyorlar. Aslında Osmanlı’yı parçalamanın kavgasını veriyorlar.
TÜRKSOLU: O dönem Almanya’nın Osmanlı’yla dostluğu biliniyor ama 1897’de Türk-Yunan savaşında Almanya, Osmanlı’nın tarafını tutmuyor.
ORHAN KOLOĞLU: Görünüşte onlar da İngilizlerle tam hırlaşmak istemiyorlar. O restleşme Reval toplantısına kadar 1908’e kadar dengeli gider.
TÜRKSOLU: Alman dostluğu politikası II. Abdülhamid için bayağı bir hayal kırıklığı oluşturuyor öyleyse
ORHAN KOLOĞLU: Ne Almanı ne İngiliz, Fransız, Rus’u için Osmanlı’nın yaşaması gibi bir şey bahis konusu değil. Dünyada Osmanlı nasıl Asya’ya atılacak, bu tartışılıyor.
TÜRKSOLU: Aslında 1908’de durum Osmanlı için son derece çözümsüz görünüyor. Gücünüz yok, herkes paylaşmak istiyor. Bir Mustafa Kemal çözümü o dönemden mümkün değil miydi?
ORHAN KOLOĞLU: Şunu söyleyeyim. Dikkat edin II. Abdülhamid bütün basını sansüre alır, II. Abdülhamid döneminde çıkan gazete sayısı bütün ülkede diyelim ki, 100 tanedir ama devlet kontrolünde. Fransızca, İngilizce de var ama kontrol altında. Meşrutiyet’in ilanı ile beraber sayısı 700 olur. Her dilde her toplum kendi özgürlüğü için bağırmaya başlar. Bu bir şeyi anlatıyor. Nasıl hazırlanmışlar… Bir bağrışmadır gider. Zaten o yüzden 31 Mart denilen olay yaşanır. Hareket Ordusu gelir, bu sefer diktatörlük İttihatçılara geçer. Toplumun içi öyle bir hazırlanmış ki, bütün manastırlar ve kiliselerle bütün Amerikan okulları, İzmir’deki, Sivas’taki Protestanlar…
Amerikalıların Sivas gibi bir yerde ne işi var? Ermeni’yi kim götürüyor? Hatta şu var, 1909 sonu Ermeniler Adana’yı bile almaya kalkıp ayaklanıyor. Sadece Ermeni karşıtlığı gibi alınmamalı ama hepsi bunu yapıyor. Arap da yapıyor, Ermeni de, Rum da yapıyor.
31 Mart’ın lideri Derviş Vahdeti İngiliz ajanıdır
TÜRKSOLU: Doğan Avcıoğlunun “31 Mart’ta Yabancı Parmağı” diye bir kitabı vardır. 31 Mart ayaklanmasını bizzat İngilizlerin desteklediğini söyler. Sizin kitaplarınızda da buna benzer ifadeler var. Biraz bunun üzerinde durabilir misiniz?
ORHAN KOLOĞLU: 31 Mart’ta olaylara karıştırılan ajanların sayısı çok farklı. Neydi 31 Mart’ta ismi geçen adam? Derviş Vahdeti. Ben gittim Kıbrıs’ta Vahdeti’nin üzerinde çalıştım. Çok acıklı ve karmakarışık bir şey çıktı. O zamanki düşünür takımının ne kadar karmaşık kafalı olduğu ortaya çıktı. Çok saygı duyulan Namık Kemal gidip memur oluyor. Hani devrimciydin? Bu Namık Kemal’i dışlamak anlamında değil. Yapacağı bir şey yok. Ülkenin toplum şartları başka. Tek başına bağırıyor, bağırıyor sonrası açlık.
TÜRKSOLU: O dönemde İngiltere’den, Fransa’dan para alanlar da var yani…
ORHAN KOLOĞLU: Tabii. Dolayısıyla benim toplumum her şeyiyle çürümüş. Vahdeti’yi ele alacak olursak, Vahdeti çok açık bir şekilde İngiliz ajanlığı yapmıştır. Kendi makalelerini buldum. Derken II. Abdülhamid bunu tavlıyor, II. Abdülhamid’in ajanı oluyor. Adamda bir ajan olma hastalığı var. Abdülhamid adına İstanbul’da çalışırken bu sefer emrine girdiği Abdülhamid’in paşasını, istihbaratı yöneten paşayı, Abdülhamid’e jurnalliyor. Abdülhamit’in güvendiği adam falan.
En sonunda Derviş Vahdeti de İttihatçı oldu diye jurnalleniyor ve Diyarbakır’a sürülüyor! Derken Meşrutiyet ilan edilince İttihatçı olarak ortaya çıkıyor. Ben onun yayımladığı derginin, gazetenin tamamını taradım, Volkan gazetesiydi, orada tamamen Panislamizm yapalım diye yazıyor. Yine Abdülhamidçi yani… Bütün Orta Asya’ya Rusya hakim. Bütün İslam dünyasına İngiliz hâkim. Neyin Panislamizmini yapıyorsun? Sarayın kapısına kadar geliyor, Abdülhamid reddediyor.
Onun üzerine Hareket Ordusu geliyor. 100 gazete çıkan bir ülkede 700 gazete ve hepsi de özgürlükçü. Kafalar deliler gibi karışık. Birbirinin aleyhine yazmadıklarını bırakmıyorlar. Üsluplar çok sert gerçekten. Dedikodu düzeyinde yazılar falan.
TÜRKSOLU: O dönem İttihatçıların da kafası karışık. Osmanlıcılıktan Türkçülüğe savrulup duruyorlar. 
ORHAN KOLOĞLU: İttihat ve Terakki sanıldığı gibi Türkçülükle başlamaz. Osmanlı bütünlüğü esastır. İsimdeki ittihat zaten birlik demektir. İttihat ve Terakki birlikte gelişme anlamındadır. Ama bu Hareket Ordusu’yla beraber, başka çaresi yok, ayaklanma çıkmış, Abdülhamid bile reddediyor, düşünün. Yalnız bununla beraber İngiliz yanlısı kesim çok yakın bir şekilde Ahrar Partisi, daha sonraki Hürriyet ve İtilaf Fırkası filan bunlar, İttihat ve Terakki’yi Alman yanlısı ilan ederler. Hâlbuki görünüşte tam olarak öyle değil. Ama ordudan geldikleri için, elbette bir Alman yakınlığı var. Ordudaki öğretmenleri hep Alman subayları çünkü. Tabii, sonra Ordu içindeki 31 Mart yanlılarını ayıklamaya başlayınca Ordu içinde de bir ikilik çıkıyor.
TÜRKSOLU: Sonuç olarak Meşrutiyet’i devrimci bir hareket olarak nitelendiriyor musunuz?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır. Devrim, bizde ilk adımını 1730’dan önce Lale Devri’nde yapmayı düşünür, Avrupa’dan örnek alarak. Yeniçeriler, o dönem en geriler. 100 sene gecikirler. 1826’da ordu ortadan kaldırılır ama bütün tarihi ordu üzerine kurulu olan devlet için bu büyük bir travma… 1826’dan sonra bir de Mısır çıkıp da bağımsızlık hareketi yapınca ve Arap kesimini de harekete geçirince, Osmanlı’nın sömürgeleşme, çözülme dönemin başlar.
Tarihimizin ilk toplumsal devrimcisi Atatürk’tür
Tarihe baktığınız zaman büyük devletlerin en büyük devlet olması ve batmasının birkaç yüzyıl aldığını görürsünüz. Roma İmparatorluğu, 395’te filan kuruluyor. 400 sene daha ben iddialıyım diyor. Ama 400 sene sonra da yıkılıyor. İstanbul’daki Roma İmparatorluğu, 1206’daki egemenliğe kadar Katolikler gelip işgal eder. Yani yaşamak uzun sürüyor ama çözüm getirme çok daha uzun sürüyor.
Bizim devrim 1730’da yapamamışsın, 1826’da yapmışsın, açıyorsun tamam ama bir düğmeye basınca kapanıyor. Ta kaç sene sürüyor. Dolayısıyla toplumsal devrimci dediğiniz zaman, ilk Atatürk’ü anlamalıyız.
Ben Atatürk’ü sanıldığı gibi 1919’da başlar kabul etmem. 1826’da başlar. 1826’dan itibaren Osmanlı içinde eğitim başlar değil mi? Adım adım gelir Atatürk’ün aldığı eğitimde bütün o geçmişteki çağdaşlaşma hareketi var. Bunun yanında Avrupa muazzam bir hızla gider. Luther’le başlayan değişme 300 sene devam eder, 1789’da Fransız devrimiyle demokrasiye geçer, arkasından demokrasiyi kendi kendilerine bitirirler. Demek ki, değişimi nesiller istiyor. 1908’de Meşrutiyet der demez bütün toplumlar ayrılıyorsa, seninki devrim olmuyor ki.
Şimdi İttihat ve Terakki birlik mesajı veriyor ama birlik olmuyor. Hepsini susturup engelleme yoluna gidiyor. Dikkat ederseniz Türkçülük akımı ne Anadolu’da ne de İstanbul’dan başlar. Orta Asya’dan başlar. Yusuf Akçura’lardan başlar, Ruslara karşı Kırım’dan gelir. Hatta ilk konferanslarını 1906’da Mısır’da yapmışlardır. Çünkü, Abdülhamid buna izin vermemiştir.
TÜRKSOLU: Kim bu ilk Türkçü kongreyi yapanlar?
ORHAN KOLOĞLU: İttihatçılar içindeki Türkçü kesim. Hatta öyle ki, daha 1898-99’daMeşveret Cumhuriyet mesajı Kahire’deki Türk gazetesinde yayımlanıyor. Mısır gibi Arapçanın etkin olduğu bir yerde Türk gazetesi çıkıyor. İttihatçı Mizancı Murat, Mısır’dadır. Türkçülük akımı Osmanlı’da yeşeremiyor. O da dışarıdan geliyor.
TÜRKSOLU: Ermenici, Rumcu akımlar var. Her etnik yapı kendi milliyetçi gruplanmasını yapmışlar ama Türkçü yapı Osmanlı’da kurulamıyor mu?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır. Türk dediğimiz köylü demek aslında. Ama dili Türkçe. Devlet Türk ama Türk değil. O dönemde dahi ben rastladım, “ Devleti Ebed Müddet ” kavramı kullanılıyor. Hatta 1920’lerde bile. Hâlâ daha devleti ebed müddet yaşayacak anlayışı vardır. Roma İmparatorluğu’na ne kadar hayran iseler buna da o kadar hayranlar. Dolayısıyla bu adım adım böyle gider. İttihatçılar durdurmaya çalışırlar. Ama kendi içlerindeki bölünme Osmanlı içindeki bölünme sonucu iktidardan uzaklaştırılırlar 1912’de. 1913’te darbeyle gelirler. İşte Türkleşmeleri, Türkçülüğü savunmaya başlamaları o zamandır. 


http://www.turksolu.com.tr/arastirmaci-yazar-orhan-kologlu-ile-soylesi/

***