6 Mart 2018 Salı

TÜRKİYE DARBELERİYLE YÜZLEŞİYOR BÖLÜM 2

TÜRKİYE DARBELERİYLE YÜZLEŞİYOR  BÖLÜM 2



<  Bu dönemleri değerlendirirken “Darbeci kimdir, nasıl hareket eder, hangi duygu dünyasıyla hareket eder?” sorularının cevaplarına da bakmak gerekiyordu.  >

Türkiye’de çok partili sisteme geçildikten hemen sonra Demokrat Parti (DP)’nin iktidara gelmesi ve uzun yıllar iktidarda kalması çok öngörülmüş bir şey değildi. DP döneminde Adnan Menderes’in ülkenin bütün dengelerini değiştirecek bir yapılanma içerisinde olmadığını incelemelerimiz sırasında gördük. Bütün kurumlarıyla, kurallarıyla işleyen bir sistem vardı. 

O döneme dair eleştiriler yapılırken Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) kökeninden gelenler “Peki, Tahkikat Komisyonları, peki, Kırşehir’in ilçeye dönüştürülmesi” gibi gerekçeleri ortaya atıyorlar. Hâlbuki bu kurulan Komisyonlar ve Parlamento o zamanlar için olağandı ve Türkiye zaten bugün anladığımız anlamda bir yargı bağımsızlığına sahip değildi. Kaldı ki, İsmet İnönü döneminde de yönetim böyleydi. Devletin kendi kodları böyle bir işlevselliğe sahipti. Herhangi bir şey değiştirilmediği halde bunun üzerine iddialar inşa edip “anti demokratik dönem” diye nitelendirilemez. 

Her darbede olduğu gibi 1960 darbesi için de bir gerekçe oluşturuldu. “Öğrenciler kıyma makinelerine atıldı, dini kurallar hayatta egemen kılınmaya 
çalışıldı” gibi iddialar o zamana özgü bir “irtica söylemi” idi. Nitekim ülkenin başbakanını, bakanlarını idam sehpasına götüren çok kanlı sonuçları oldu. 

1960 darbesini sadece idamlarla anıyoruz ama çok daha fazlası var. Bunlar Komisyon raporlarımızda da yer alıyor. Yüzbinlerce insan Demokrat Partili olduğu için fişlendi.  Bu fişlemeler darbecilerin ve darbe zihniyetinin en önemli yıkıcı geleneğidir. Bu toplum, “Siz şusunuz, siz busunuz.” diyerek fişlenir; daha sonra siz ve sizin çocuklarınız askeri okullara, polis okullarına giremez ve siz bundan haberdar dahi olamazsınız. 1960 darbesinden sonra oluşturulan vesayetçi kurumlar neticesindedir ki, 1971’de siyasetin çok daha kolay tasfiye edildiği bir müdahale dönemi yaşanmıştı. 

O dönemlerde siyasiler hedef alınır gibi gözükür ama bu siyasiler kimlerdir? Halkın temsilcileridir. Dolayısıyla hedef alınan millettir, millet iradesidir. 
Millet iradesine ise, “aslında bu toplumun cahil olduğu dolayısıyla doğru yönlendirilmediği, seçme hakkını doğru kullanamadığı” konusunda da 
itirazlar, eleştiriler vardır. Ama biz biliyoruz ki, bu millet her zaman sağduyusuyla ve izanıyla kendisini yönetmesini istediği kişileri seçmek konusunda hiçbir zaman bir sıkıntı yaşamamıştır.

Dolayısıyla bu halka güvenmeyen ve biraz da “İttihatçı” diyebileceğimiz bu kafa yapısı, ülkeyi yönetme konusunda yetkisi olmayan kurumların yetkiliymiş gibi hareket etmesine ve yönetim kodlarının bu şekilde oluşturulmasına neden oldu. Gerçekte ise darbeciler, dünyadan çok kopuk, hem dünyayı okumaktan hem de kendi toplumunu tanımaktan acizdir. 1960’tan itibaren bütün darbelerde toplum iki kutba ayrıldı: 
1971’e gelindiğinde sol fraksiyonlar tehlike olarak gösterilirken, 1980’e gelindiğinde tehlike olarak gösterilen kesimler aşırı milliyetçilik, solculuk, bölücülük vs. şeklinde kodlara ayrıldı. Ben bunları, aslında toplumu tamamlayan süreçler olarak görüyorum. Her darbe bir kesimi hedef alıyormuş gibi gözükse de aslında darbeciler darbeye hazırlanılan dönemde toplumun birbirini hedef almasını sağlamaya çalışmışlardır. 
En büyük sorun budur. Bin yıldır bu coğrafyada farklı etnik yapılar, farklı inançlar, farklı mezheplere sahip bir toplum olarak yaşamayı başarmış 
ancak daha sonra bu ülke “milli birlik ve beraberlik” kavramının arkasına saklanarak hücrelerine, parçalarına, devrelerine ayrılmıştır. Alevi-Sünni 
çatışması vb. tüm olaylar yaşadığımız darbelerin karanlık yüzüdür. Bunların çözümlenememiş, aydınlığa kavuşamamış olması nedeniyle Meclis’in araştırma komisyonları kurmasını ve somut sonuçlara ulaşmasını istedik. Ama gerçekte Komisyon üyeleri olarak, milletvekili olarak algıladığımız şudur ki, bütün bu siyasi suikastlar, cinayetler vb. karanlık olayların her birisi, birtakım kozmik odalarda üretilmiş, psikolojik harbin unsurları olarak toplumda ayrıştırıcı şekilde tetiklenmiş ve kullanılmış unsurlardır. 

Bugün geldiğimiz noktada hiçbir darbenin diğerinden farklı olduğunu düşünmüyoruz. “28 Şubat sürecini daha fazla ele aldılar.” şeklinde birtakım 
eleştiriler oluyor. Açıkçası 28 Şubat dönemini takvim olarak “1999 seçimlerine kadar alalım” dediğimizde en büyük itiraz muhalefetten geldi. Önce “27 Nisan’a kadar alalım”, sonra da “Özal’ın ölümünden başlatalım.” dediler. Dolayısıyla tarihsel açıdan en uzun süreç 28 Şubat’ınki oldu. Darbe araştırmalarında tek fark dinlenen kişi sayısıdır. Onun dışında alt komisyonların ne üye sayılarında, ne uzmanlarında, ne de araştırdıkları konularda hiçbir fark yoktur. 

28 Şubat en uzun dönemi kapsamıştır. Atipik bir darbedir. Dolayısıyla toplumda tüm kesimleri hedef almıştır. Bir kısmı zaman zaman gazetelere de yansıyan - bunlar Raporumuzda da var - öyle belgeler gördük ki... 
Örneğin, bir sivil memurun evinde yapılan aramada Kuran-ı Kerim’e ve Allah yazılı bir hat yazısına el koyma kararı vardı. Kararda “Her ne kadar Kuran-ı Kerim yasak yayınlar içerisinde olmasa da, dini bilgiler ihtiva ettiğinden el konulmasına” ve devamında “Allah yazılı hattın irticai yayın kapsamında olduğundan el konulmasına” ibareleri vardı. Şimdi bir düşünün: Bu ülkede hemen herkesin evinde Kuran-ı Kerim bulunabilir. Bir memurun inancının kutsal kitabına el konulup, memuriyetinden atılmasına neden olan böyle gerekçe karşısında şok olduk. YAŞ kararları neticesinde, eşinin başörtülü olması, Atatürkçü Düşünce Derneğinin pikniğine gitmemesi ya da kızına “Rüveyda” adını koyması nedeniyle “irticai faaliyet”ten ordudan atılanların olduğu belgeleri somut olarak gördük. Bu Komisyon, hiçbir şey olmamış olsa bile bu yüzleşmelere ve açıklıklara kavuşmak açısından önemlidir. Bundan sonra hiç kimseye karşı, memuriyetten atma da dâhil, hukuk dışı kararlar verilebileceğini düşünemiyorum. 
Bunu yapmaları durumunda bir gün gelip bunun hesabının sorulacağı, bunun sorgulamasının yapılacağı endişesinin yeteri kadar caydırıcı olduğuna inanıyorum. 

Her dönemde darbecilerin en çok üstünde durdukları veya en çok itibarsızlaştır dıkları kesim siyasetçilerdir. Çoğu zaman halk da bu itibarsızlaştırma 
çalışmasından yani bu ülkede ekonomiden sanata kadar her işi askerlerin herkesten çok daha iyi bildiği iddiasından etkilenmiştir. 

Ekonomiyi ne kadar iyi bildiklerini emeklilik dönemlerinde banka yönetim kurullarına girmeleriyle anladık elbette. Ama bu durum askerlerin iyi ekonomi bildiklerinin göstergesi miydi yoksa o batan bankaların batış süreçlerinde sermayenin el değiştirmesi miydi? “Hedef neydi?” sorusunun cevabını sonuca bakarak da görebiliriz. Bankacılık çok spesifik ve iyi uzmanlık isteyen bir alandır. Dünyanın her yerinde bankacılık yüksek güven unsuruna dayalıdır. Zira vatandaş mevduatını yatırır, mevduatı yüzde yüz devlet garantisi altındadır. 

Türkiye’de böyle bir dönemin sonunda yirmi iki banka battı. O dönemin banka sahipleri basın mensupları sorduğu zaman şunu söylediler: “Bir tek yanlışlık yaptım, banka aldım.” İnsan yanlışlıkla nasıl banka alır? “Şu komutan benim arkadaşımdı. Onu yönetim kuruluna aldım.” diyen bu kişiler bu kadar başarılıydı da bu bankalar neden battı? Ekonominin düzelmesi bu kadar uzun yıllar aldıysa, Türkiye bu kadar zaman kaybettiyse, dünyadan kopuk içine kapandığı süreçler yaşadıysa, hep bu darbelerin ve demokrasiyi işlevsiz bırakan dönemlerin eseridir.

Gerçekten demokratik sistemde siyasetçilerin tam manasıyla bu ülkeyi yönetmesine hiçbir dönemde izin verilmedi. Oluşturulan oligarşik kurumlar, vesayetçi sisteme göre kurgulanmış bir bürokratik yapı vardı. Bunların tam anlamıyla tasfiyesi gerçekleşmeden Türkiye’nin demokratik anlamda yönetilebilirliği hep bir tartışma konusu olacaktır. 

1980’de oluşturulan sistem 28 Şubat sürecini doğurmuştur. Artık askerin doğrudan yönetime el koymasına gerek yoktur, Milli Güvenlik kararlarıyla 
istediği şekilde ülkeyi yönetebilir. EMASYA Protokolü ile dönemin kuvvet komutanlarının içişleri bakanını pas geçerek valiye direkt emir verebileceği bir 
sistem kurgulanmıştır. Bugün demokratik iradeye sahip ve halkın çok yüksek oyuyla iktidara gelmiş bir siyasi parti bulunmasına ve bu parti toplumun 
bu anlamda değişimine, dönüşümüne öncülük etmiş olmasına rağmen, yapılacak çok iş var. 

Bunu Rapor’umuzda yirmi maddelik öneriler şeklinde sunduk.

Siyasetçi aslında belli dönemlerde devrede olan ve askerlerin istedikleri zaman tasfiye edebildikleri bir kitleyi temsil ediyor. Siyasetin ve siyasetçinin kalıcı olmaması, bir bakıma, sık sık darbe dönemleriyle kesintiye uğrayan ve gelişemeyen siyasi partiler yasasının sonucudur. 
Ülkemizde elli yıllık, altmış yıllık bir siyasi parti yoktur. 

Demokrasiye geçiş sürecimiz altmış yıl ama siyasi partilerimizin geçmişi on beş yıl. Var olanlar her defasında kapatılmış, önemli isimler siyasi yasaklı hale getirilmiş, herhangi bir şekilde kurumsal hafıza aktarımına engel olunmuş, siyasi partilerin mallarına el konulmuş. En gelişmiş demokrasiye sahip bir ülkede bile bütün siyasi partileri kapatıp, on yıl sonra tekrar benzeri bir şey yaparsanız o ülkede demokrasinin gelişemediğini görürsünüz. 

Demokrasinin gelişmesinin en önemli aracı siyasi partilerdir. O yüzden, siyasetçilere ve siyasi partilere güven, ülkenin demokratikleşmesinde 
en önemli unsurdur. 

Bu dönem dinlemeleri, izlemeleri araştırırken, milletvekili arkadaşlarımız dahi şunu soruyorlardı: “Peki, siyasetçilerimizin hiç mi suçu yok?” Tek başına bu 
soru bile, antidemokratik kodların halen bazı zihinlerde nasıl hareket ettiğini, o zihinleri nasıl ele geçirdiğini gösteriyor. 

1980 darbesine giden süreçte bütün o sokak eylemleri, gençlerin ölümü elbette çok kaotikti ama hepimiz bir süre sonra şunu sormadık mı? “ Bir günde ne 
oldu da silahlar sustu? Bu nasıl oldu?” 

Bu toplumun tamamı bundan kuşku duydu. Evet, toplum “İyi ki geldiler, çocuklarımız okula gittiler, can güvenliği geldi.” dedi ama “Bu nasıl oldu?” sorusunu da sordu. Bu soruya cevap bulup topluma bunu tam anlamıyla izah ettiğimiz zaman toplum artık “Asker gelsin, bizi kurtarsın.” demeyecektir. 

Askere eklemlenmiş vesayetçi kurumlar dediğimde sadece devletin kurumları aklınıza gelmesin. Basın, sermaye kesimi ve toplumun “aydın kesimi” de dâhil 
olmak üzere üniversiteler de bunun içinde yer almaktadır. Gelişmiş sermayeye sahip olmamamız, devlete eklemlenmiş, devletten beslenen, dolayısıyla kendi 
çıkarlarını çoğu zaman devletin çıkarları gibi sunan bir ekonomik kitle vardı. 28 Şubat süreci biraz da Anadolu sermayesinin büyümeye başladığı döneme 
yönelik olduğu için, ekonomik bir çıkar kavgasının çok belirgin bir şekilde “irtica” kisvesi altında saklandığını gördük. 

Darbe gerekçeleri arasında dikkatimi en çok çekenlerden biri şuydu: 1980 darbesine giderken “Parlamento cumhurbaşkanını seçemiyor. Bilmem ne kadar tur yapılmıştı. Mecburen…” dendiğini görüyoruz.  Parlamento’nun cumhurbaşkanını seçemiyor olması bir ülkede darbe yapılıp, darbecinin cumhurbaşkanı yapılması mıdır? 
Çözüm bu mudur? Demokratik bir ülkede zihinler şöyle düşünür: “Bu parlamentoda cumhurbaşkanı seçimlerine ilişkin kurallar ve kanun yanlış.” 
Avrupa parlamentolarında on kişi gelse kanun geçer. 

Önemli olan toplantı yeter sayısıdır. 

Aslında bütün bunlar, cumhurbaşkanı seçimini kurgulayan iradenin kim olacağına, cumhurbaşkanını kimin seçeceğine karar vermenin kavgasıdır. 
1971 muhtırası niye oldu?” sorusuna Süleyman Demirel “Solcular yaptı çünkü Faruk Gürler’i cumhurbaşkanı seçmek istiyorlardı.” dedi. 

Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı seçimi her zaman bu ülkenin meselesi olmuştur. 27 Nisan süreci, 1960’dan başlayarak 1971 muhtırası, 1980 darbesi vs. benzeri bir senaryonun farklı şekilde, roller değişerek oynandığı bir dönemdir. 
Bundan önce üç defa aynı yöntemlerle seçim yapılmış, aynı oylamalarla Ahmet Necdet Sezer seçilmiş, Süleyman Demirel seçilmiş ama Abdullah Gül’ün 
Cumhurbaşkanı seçilmesi söz konusu olduğunda “Hayır efendim, 367 kişinin toplantıda bulunması gerekir.” kuralını Anayasa Mahkemesi icat etmiştir. 

< Gerçekten demokratik sistemde siyasetçilerin tam manasıyla bu ülkeyi yönetmesine hiçbir dönemde izin verilmedi. >

Komisyon çalışmaları sırasında hukuk kurumlarımıza ve hukukçularımıza ilişkin tartışmaları da açtık. Hukukçularımız ne kadar demokrat? 
Darbeler tarihine baktığımızda, hukukçuların en yüz karası tutumu aldıklarını görüyoruz. 1960 darbesinden sonra Ankara’ya gelen ve 1961 Anayasasını hazırlamak üzere görevlendirilen İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi hocaları 1980’de tekrar uçaklara binip Ankara’ya anayasa yapmak üzere gelmişlerdi. Hatta o tarihte Anayasa Mahkemesi üyeleri Kenan Evren’in huzuruna çıkıp “Bizi lağvettiniz, sağ olun Paşam.” demişti. Yargının kendi mekanizmalarını hukuk mekanizmaları içerisinde değil, işaretle aldığı merkezlere göre hareket ettirmesinin zirvesi ise 28 Şubat döneminde yaşandı. Başlarında onbaşıyla cemselere doldurulan yüksek yargı mensupları Genelkurmay’a brifinge götürüldüler. Hiç değişmeyen bir tablo var karşımızda. 

Dolayısıyla hukuk ve hukukçular demokratik sistemde çözüm üretecek bir hukuk mekanizmasını çalıştırmak yerine, zihinsel olarak, her zaman ve her zeminde darbecilerle birlikte hareket etme yönünde hizalanmışlar dır. Bu ülkenin demokratikleşmesi sadece tek tek bireylerin demokratikleşmesi anlamında olduğu kadar demokrasi içerisinde aktive olmuş bütün bu birimlerin - basınından ekonomik sınıflara, üniversitelerden hukukçularına kadar - böyle dönemlerde söyleyecek sözü olmalı ve bir şekilde bu mekanizma dışında, gerçek bir demokrat olarak hukuk devletinden ve işleyen bir demokrasiden yana tutum almalıdırlar. 

Darbeler tarihi çok kapsamlı ve çok uzun bir konu. Konuşmamı burada bitiriyorum ama sizlerin sorularıyla, merak ettiğiniz hususlarda, bu konuyu soru-cevap kısmında biraz daha açabilirim. Rapor’un sonuç ve öneriler kısmını herkesin, vakti olan öğrencilerin ise tamamını okuma şansı bulurlarsa bundan sonra bu konuda yapılacak araştırmalara ışık tutacağına inanıyorum. Çok teşekkür ediyorum. 

Hatem Ete: 
Biz teşekkür ederiz. Buyurun Avni Bey. 15 dakika ile konuşmalarımızı sınırlandırsak dinleyicilerimize de soruları için zaman ayırabiliriz. 

Avni Özgürel: 
Öncelikle davetiniz için teşekkür ederim. Burada sizlerle birlikte olmaktan dolayı fevkalade mutluyum. Rapor’unu tartıştığımız Komisyon, Türkiye’nin yakın tarihinin, hatta Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli meselesinin kapağını açan bir Komisyon olması dolayısıyla fevkalade önemli. Zaten Sayın Baş da, muhtelif televizyon konuşmalarında “Biz Pandoranın kutusunun kapağını açtık.” dedi. Hakikaten bu bir kapak açıştı. Bu son derece önemli bir girişim. Bu nedenle Komisyon’un bütün üyelerine ve tabiatıyla Sayın Baş’a teşekkür ediyoruz. 
Kendisinin hukukçu kimliği, Komisyon’un Rapor’unun bu kadar kısa bir süre içerisinde doğru düzgün bir şekilde ortaya çıkmasını sağladı. 

Dinlemek üzere davet edilen kişiler ve onların beyanatlarının değerlendirilmesi göz önüne alındığında, Komisyon’un çalışmasının fevkalade zor ve zahmetli bir iş olduğu görülür. 

Baktığımızda zaten genel çerçevesi itibariyle hepimizin görebileceği bir olgu şudur: Türk tarihi bütün Orta Asya’dan itibaren aslında bir darbeler tarihidir. Mete Han babası Timuçin’i devirip yerine geçmiş. Oradan başlamışız bu tarafa doğru gelmişiz. Anadolu’ya baktığınızda kardeşler, şehzadeler arasında taht mücadeleleri görürsünüz. Şehzadeler esasında partidir. Lalalar vb. hepsi ayrı bir misyonu, ayrı bir siyasi pozisyonu temsil ederler. Bir örnek vereyim: Fatih öldüğünde “Yerine Cem mi geçecek, Beyazıt mı geçecek.” diye tartışıldı. Fatih’in arzusu örnek metinlere göreoğlu Cem’in tahta geçmesiydi. Cem’in adı geçer. 

Neden? Çünkü Cem Sultan “Ben babamın siyasetini takip edeceğim.” diyordu. Bu ilk bakışta iyi hoş bir şey gibi gözüküyor ama Osmanlı asker ve bürokrasisi, “Sırtımız yatak görmedi.” diyordu. 

Enflasyon yüzde 15 idi. “Bu siyasi tutum mümkün değil. Bize yerinde oturan adam lazım.” dediler. 

Kim o? Beyazıt. Onu başa getirdiler.

Darbe ya da müdahale süreçlerinin çok akılcı gerekçeleri olabilir. Biz “ordu milletiz” denir. Öyleyiz. İstanbul’da bir vesileyle sohbet ederken Nimet Hanım’a da söylemiştim: “Tarihte Türkler” dediğimizde aslında askerlerden söz ediyoruz: Askerlerin hanımları, babaları, yaşlı askerler, sakat askerler, askerleri eğlendiren ozanlar, askerlere silah yapan araç gereç yapan zanaatkârlar. Bu orduya bir vatan lazım olmuş, gelmiş almış; bir devlet lazım olmuş, gelmiş kurmuş. Şimdi “Sivil toplum, demokrasi” diyoruz; adam “siz nerden çıktınız” diyor. Onun için kolay değil. İçinde yaşadığımız ve sorguladığımız süreç son dönem itibariyle tam bir buçuk asırlıktır. Düşünün, bir grup iktidarda, bir başka grup iktidarı ele geçirmek istiyor. Bunların arasında askerler var, siviller var. Sokakta üniversite öğrencilerini harekete geçiriyorlar. Bazı suikast girişimleri başlıyor ve 
arkasından bir darbe geliyor. Bu hikâye sanki yakın dönemdeki bir şey gibi görünüyor. Hâlbuki değil. Mithat Paşa’nın organize ettiği, Sultan Aziz’i tahtan indiren süreci anlattım. Sonuç itibariyle oyunun nasıl oynandığı tarih içinde çok fazla değişmemiş. 


<   Avni Özgürel: “Türk tarihi bütün Orta Asya’dan itibaren aslında bir darbeler tarihidir.“  >

Almanya’da “Karases” diye birisi vardı yakın tarihte. Yaşı olanlar hatırlarlar. Bu adamcağızın hikâyesi söyle: Adana’da “Süleymancılık” diye bir dini akım yoğun. Bunlarla mücadele için bir din adamı buluyorlar ve kendisini müftü tayin ediyorlar. Bu adam da mücadelede bayağı başarılı oluyor. Sonra bunu Almanya’ya tayin ediyorlar. “Karases” dediğimiz kişi odur. Sonra bu kişi Almanya’da kontrolden çıkıyor ve kendi dergâhını kuruyor. Cemaati “Kaplan Ocağı”. Hürriyet gazetesinde “Uçaklar 10 Kasım’da gelecek, Anıtkabir’e çakılacak.” şeklinde bir manşet vardı. 

Buna ilişkin bir plan yapıldığı yazıyor. Hâlbuki bunun hiçbir gerçekliği yok. Karases hocanın da bu işten haberi yok. Kendisi daha sonra hakkında açılan davadan beraat etti fakat zamanında böyle bir darbe projesi hazırlanmış. 
Bu plan, İstanbul 1. Ordu Komutanlığının eline geçince, Balyoz planını hazırlayan kişi “Ankara’da Anıtkabir, İstanbul’da ne yapacağız?” diyor. Fatih Camiinin bombalanması o zaman ortaya atılıyor. Planda Anıtkabir’i çıkarıp yerine Fatih Camiini koyuyorlar. Herkese göre ayrı bir plan yapacak halleri de yok. 

Nimet Hanım az önce konuşurken Anayasa Mahkemesinden bahsetti. Şu anda Anayasa Mahkemesinin internet sitesine “nasıl kuruldu” diye bir göz atarsınız şunu göreceksiniz: “1961’e kadar hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindi. 1961’den sonra bu kural sona ermiştir” diyor. 

Açık açık, bir perva da yok. 1961’den sonra egemenliğin kullanılmasında Anayasa Mahkemesi birinci derecede söz sahibidir. Bu vesayet kurumları 
dediğimiz kurumlardan biri. 
Aslında Rapor’u üzerinde konuştuğumuz Komisyon’un çalışması çok önemli çünkü bizde devlet vatandaşın herhangi bir şey bilmemesi üzerine, bilmesine gerek olmadığı üzerine kurulu. Bu süreçte İttihatçılıktan söz edildi. İttihatçılık hakikaten önemli bir gelenek. Nitekim Talat Aydemir gibi 27 Mayıs sonrasının önemli bir aktörünün hatıralarında yer alan bir vaka var: 27 Mayıs 1960 darbesi için ilk toplantıyı İstanbul’da “Mahmut Şevket Paşa’nın evinde yapalım” diyorlar ve ilk toplantıyı “tarihsel bir anlamı var” diye orada yapıyorlar. 

İşte İttihatçı gelenek dediğimiz bu. Yani manen de kendilerini oraya hep bağlı hissetmişler.

Bizim Genelkurmay bünyesinde kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu gibi birtakım yapılanmalar, daha önce Kore’de denenmiştir. Kore’ye subay gönderilmesinin bir amacı da, psikolojik savaş dersidir. Derslerini aldılar fakat tatbikatı Kore’de yaptılar. Orada öğrendiklerini uygulamaya Türkiye’de önce Seferberlik Tetkik Kurulu’nu, akabinde 1958’de Kıbrıs Muvakkat Teşkilatı’nın altyapısını oluşturarak başladılar. Daha sonra darbeler sürecini destekleyen bu omurgaları oluşturdular. 

Türkiye’ de bugüne kadar milli savunma bakanlarının dâhil olmadığı bir darbe yoktur. Buna 28 Şubat darbesi ve 27 Nisan bildirisi de dâhildir: “Dâhil” dediğim haberdar olmadıkları kastında. Yakın zamana kadar Türkiye’ye ABD Dışişleri Bakanı gibi bir yabancı devlet yetkilisi geldiğinde Genelkurmay Başkanıyla görüşür ve o işi bitirirdi. Yani Türkiye’nin yönetim sorumlusu kimse, gider onunla konuşurdu. Siyasetçiyle görüşmesi ise, formalite icabıydı. Buna bir örnek, 12 Mart döneminde yaşandı. İhsan Sabri Çağlayangil’in hatıralarında vardır. 
Dönemin ABD Büyükelçisi Çağlayangil’e gelip “Bizim için bu haşhaş meselesi çok önemli, yasaklayın.” diyor. 

Çağlayangil “Bu benim görevim değil; ben Dışişleri Bakanıyım. Başbakana bir söyleyeyim” cevabını veriyor. Çağlayangil bir hafta sonra Büyükelçiye 
“Başbakana söyledim; kabul etmiyor.” mesajını iletince Büyükelçi “Randevu alıp bir de ben söyleyeyim.” diyor. Başbakan Demirel görüşmede “Bizde ‘Afyon’ diye vilayet var. Nasıl yasaklarız? Mümkün değil” diyerek talebi reddediyor. Çıkışta ABD Büyükelçisi Çağlayangil’e “Sizin için üzülürüm. Bu Adalet Partisi’nden istifa edin.” uyarısı yapıyor. Çağlayangil “Nezaketli adam. Bu kadarını söyledi. 
Ne bileyim bir ay sonra darbenin geleceğini.” diyor. 

<  Komisyon’un çalışması çok önemli çünkü bizde devlet vatandaşın herhangi bir şey bilmemesi üzerine, bilmesine gerek olmadığı 
üzerine kurulu.  >

Ben bu Komisyon’un bir tek eksiğini gördüm. Daha doğrusu, bu kısa zamanda tabiatıyla ancak bu kadarını kotarabildiler. 28 Şubat önemli bir süreç ama 28 Şubat’ın hemen akabinde, Türkiye’nin Başbakanının öldüğü ancak bunun kamuoyuna açıklanmadığı şeklinde haberlerin gazetelerde yayınlandığı 
bir dönemi yaşadık: Bülent Ecevit’in Başbakanlığı dönemi. Komisyon gayet haklı bir şekilde “Hangi birini soruşturacağız?” diyebilir ancak ben Bülent Ecevit’in hastalığı ve onun öldüğü sürecin de sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Bunu fevkalade önemsediğimi de belirteyim. 
dönemde yazılan haberleri, konuşulanları, bir Başbakanın nasıl derdest edildiğini, makamından karga tulumba nasıl kaldırıldığını gördüm. O bakımdan 
bu konuda ileride inşallah bu Komisyon’un paraleli bir komisyon kurulur. Teşekkür ederim. 

Nimet Baş: Sayın Özgürel’in konuşmasının son kısmına iki cümleyle katkı sağlamak isterim. Bülent Ecevit’in Başbakanlığı dönemi açıkçası önemsediğimiz ve ele almak istediğimiz hususlardan bir tanesiydi. 
Rahşan Ecevit’i Komisyon’umuza bilgi vermek üzere davet ettik. Ancak 
o kabul etmedi. Yazılı olarak soru sormamızı da kabul etmedi ve bu konuya ilişkin herhangi bir açıklama yapmayacağını söyledi. İnceleyeceğimiz husus tamamen sağlığı üzerine odaklanmış konular olduğu için hekimleriyle görüşmemiz söz konusuydu fakat Komisyon olarak yürümekte olan ve kamuoyunun çok yakından takip ettiği iki davadan özellikle imtina ettik. Bunlardan bir tanesi Ergenekon, diğeri Balyoz davası idi. Doktorlarının 
şu anda bir tanesinin Ergenekon sanığı olarak cezaevinde bulunması, diğer doktorunun da onun aleyhine ifade vermiş olması ve bu konudaki 
açıklamaların yanı sıra, tıbbi bir meselenin aydınlatılması konusunda Komisyon’umuzun yeterli olmaması - açıkçası uzman bir hekim de bulunmadığı için – söz konusu idi. Siyaseten içinden çıkılamaz ve sonuçlandırılamaz bir mesele haline gelebilecek bu konu hukuki açıdan muğlaktı ve böyle bir olayın aydınlatılması Komisyon’un hem görevi değildi hem de aydınlatabilecek mekanizmalara sahip değildi. 

Biz yine de en azından bu konunun döneme ilişkin tanıklarını dinlemek istedik ancak böyle bir retle karşılaştık. 

Bunu da söylemiş olayım.

Avni Özgürel: Ben bu konuyu şunun için gündeme getirdim: Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu benim çok eski bir arkadaşımdı. Vefatından yaklaşık 20-25 gün önce İstanbul’da bir sabah kahvaltısında beraberdik. O zaman bana çok tedirgin bir şekilde, İstanbul’daki bazı savcı arkadaşlarının Rahşan Hanım’ı arayıp Bülent Ecevit’in vefatı sürecini soruşturmak istediklerini ancak kendisinin bundan rahatsız olup olmayacağını bilememekten dolayı da tereddüt geçirdiklerini, Rahşan Hanım’ın savcılarla temas etmesinin iyi olacağını söylediğini ifade etti. Hiç şüphesiz ki Muhsin Yazıcıoğlu’nun söylediği doğrudur. Nitekim hayatını kaybettiği kazadan sonra, Koalisyon oluşumu safhasında, MHP’lilere “eli kanlı katiller” diyen Rahşan Ecevit - Muhsin Yazıcıoğlu bir dönem Ülkü Ocakları Başkanıydı - Yazıcıoğlu’nun cenazesinde en öndeydi. Ben bütün bunların önemli olduğunu düşünüyorum. Nimet Hanım’ın tabiatıyla bir gayretinin olduğundan, olacağından şüphem etmem. Ancak bu konu ileride soruşturulmalı.

Nimet Baş: Katılıyorum. İleride kesinlikle komisyonlarda incelenmeli.

Hatem Ete: Rahşan Hanım’ın engel olmak isteyişinin de altını çizmiş olduk böylece.

Avni Özgürel: Hayır. Birincisi, kendisinin bazı tereddütleri vardı. İkincisi, bu Komisyon’un bir yaptırımı yoktu. Rahşan Hanım Başbakanın kendisini 
aramasını bekledi. Ben bunu biliyorum. 

Başbakan arasaydı veya farklı bir şey söylenseydi tavrı farklı olabilirdi. Komisyon’un bu Rapor’uyla hukuki bir gelişme olacağını sanmıyorum.

Hatem Ete: Tam da bu gelişme olmadığı için bu durum acaba yürüyen siyasi sürece bir direncin yansıması mıdır? 

Avni Özgürel: Olabilir.

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder