Nimet BAŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nimet BAŞ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Mart 2018 Salı

Nimet Baş Siyasi cinayetler kozmik odalarda planlandı,

Nimet Baş Siyasi cinayetler kozmik odalarda planlandı,



14.12.2012 GÜNCEL

Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Başkanı Nimet Baş, darbe dönemleriyle ilgili yaptıkları incelemelerde önemli ayrıntılara ulaştıklarını, yaşanan siyasi cinayetlerinde kozmik odalarda üretilen psikolojik harbin unsurları olduğunu söyledi.

Baş, 1960 darbesi ve sonrasındaki olayların hâlâ aydınlatılmadığını, bu konuların gün yüzüne çıkarılması için yeni bir araştırma komisyonu kurmayı planladıklarını ifade etti.

Zaman gazetesinden Bayram Kaya'nın haberine göre, yaptıkları incelemelerde önemli ayrıntılara ulaştıklarını ifade eden Komisyon Başkanı Baş, 'Algıladığımız odur ki, kesinlikle bütün bu olanlar, siyasi suikastlar, cinayetler ve karanlık olayların her biri, birtakım kozmik odalarda üretilen psikolojik harbin unsurlarıdır. Toplumda ayrıştırıcı şekilde tetiklenmiş ve kullanılmıştır' dedi.

Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’nın (SETA) 'Türkiye Darbeleriyle Yüzleşiyor' başlıklı paneline katılan Nimet Baş, darbelerin hepsinin ortak bir temeli olduğunu vurguladı. 'Her dönemde Alevi-Sünni çatışmasından başlayarak toplumun kutuplaşmasına sebep olan karanlık olaylar yaşanmış ve  aydınlanmamış' diye konuştu.

1960’tan 28 Şubat sürecine kadar bütün darbeleri mercek altına aldıklarını ve özellikle 28 Şubat’ın en uzun dönemi kapsayan tipik bir darbe olduğunu vurgulayan Baş,  bu süreçte yüz binlerce kişinin, belli odaklar tarafından bilfiil fişlendiğini dile getirdi.

Komisyon raporunun, yaptırım ve zorlayıcı bir gücünün olmadığını  belirten Baş ' Yaptığımız araştırmalarda dabelerin hepsinin ortak bir temeli olduğunu görüyoruz. Alevi-Sünni çatışmaları gibi olaylar  toplumun kutuplaşmasına sebep olan olaylar' dedi.

Bu karanlık olayların çözülmediğini ve aydınlanamadığına dikkat çeken Baş, 'Bu konuda biz Meclis’in oluşturduğu bir komisyon ‘böyle olmuştur, şöyle olmuştur’ demek için çok daha fazla bilgi ve belgeye ihtiyacımız olduğu için yeni bir araştırma komisyonu kurulması ve sonuçlara ulaşmasını istedik. Ama gerçekte bizim komisyon üyeleri ve milletvekili olarak algıladığımız odur ki, kesinlikle bütün bu olanlar, siyasî suikastlar, cinayetler ve karanlık olayların her birisi birtakım kozmik odalarda üretilen psikolojik harbin unsurlarıdır' diye konuştu.

http://www.agos.com.tr/tr/yazi/3616/nimet-bas-siyasi-cinayetler-kozmik-odalarda-planlandi

TÜRKİYE DARBELERİYLE YÜZLEŞİYOR BÖLÜM 4

TÜRKİYE DARBELERİYLE YÜZLEŞİYOR  BÖLÜM 4


Hatem Ete: Teşekkür ederiz. Kısaca cevaplayalım sonra birkaç soru daha alırız.

Nimet Baş: Gürsel Bey’le başlayacağım. “Bürokrasi de darbecilerle işbirliği içinde idi. Ama biz Dışişleri temsilcileri olarak bundan çok daha ariydik ya da dışındaydık. Her darbe döneminde bulunduğumuz ülkelerde çok sıkıntı çektik.” dediniz. Elbette ülkemizi dışarda temsil edenler en çok zor durumda kalanlar olmuştur, özellikle de gelişmiş demokratik ülkelerde Türkiye’yi temsil edenler açısından. Gürsel Bey siz çok iyi niyetli ve insan hakları duyarlılığı olan birisiniz. Şahsen de sizi tanıyorum ama araştırmalarımız esnasında gördük ki, Dışişleri bürokrasisi çok da böyle hizalanamamıştır. Birkaç örnek vermek istiyorum. 1960 darbesinden sonraki yazışmalarda şunu gördük: Uluslararası arenada tepki meselesi olduğu zaman Dışişleri Bakanlığı kendi mensuplarını darbeyi nasıl anlatacakları, nasıl bir hürriyet bayramı olduğu, ülkenin geçmişte ne kadar anti 
demokratik, kaotik bir uygulamaya maruz kaldığı, dolayısıyla bunları ortadan kaldırmak için aslında gerçek bir demokrasi inşa edileceği konusunda ikna ediyor. Yani bütün büyükelçilerimiz bu konuda eğitiliyorlar ve gittikleri her yerde de bunları söylüyorlar. “Ülkemizde darbe oldu ve bu çok kötü bir şeydir” diyen olmadığı gibi - bu sizi her ne kadar utandırmış olsa da - uygulamada Dışişleri mensupları, bulundukları ülkelerde darbeleri savunmuşlardır. Bizde de bunların kayıtları var. 1960’ta, 1980’de, her darbe döneminde bu görevlendirmeler Dışişleri mensuplarınca kabul edilmiştir. “Görev icabı” diyorsunuz ama “Ben böyle anti demokratik bir şeyi dünyaya nasıl anlatırım, anlatamam.” dememişlerdir, anlatmışlardır. O mekanizmaların nasıl kurulduğunu da biliyoruz. 

Darbeciler Dışişlerine hemen kriptoları gönderip “Bunu böyle anlatın.” demişler. Sizin içinde olmadığınız bir husus olabilir ama işin içinde olanlar böyle rol oynamışlardır. Dünyayı bu darbenin ne kadar iyi bir şey olduğu konusunda ikna etmeye çalışmışlardır. Hem bürokraside hem medyada demokratik sisteme geçmek için çabalayan bireyler oldu. Bu kişileri ayrı tutuyorum ama genel olarak durum bu.

“Askeri çevrelerden bir tepki aldınız mı?” diye sordunuz. Biz bir tepki almadık. Çok bağımsız ve rahat çalıştık. “Neye göre hareket ederiz? 
Bize ne derler?” kaygısı ile hareket etmedik. Bağımsız ve kendi siyasal kimliklerimize uygun bir şekilde, bu meselenin Türkiye’nin önüne çıkmış 
önemli bir tarihi fırsat olduğunu düşündük. Ama bazı durumlarda, yanlış değerlendirme yapmamamız adına, kamuoyunda yer alan bilgiler söz konusu olduğunda bilgi vermek istediler. “Hangi konular?” derseniz onu şimdi paylaşmayayım ama “Burada biz de şöyle bir çalışma yapıyoruz; bu da yanlış; böyle geçerse daha doğru olur.” dedikleri hususlar oldu. Bir baskı olmadı. Sonuç ve önerilerimiz yirmi maddeden oluşuyor. 

Sivil ve demokratik bir anayasa ile başlıyor. Araştırma komisyonları kurulması, faili meçhuller, karanlık suikastların araştırılmasından tutun da Meclis’in işlevselleştirilmesinden Siyasi Partiler Kanunu’nda değişikliğe kadar bir dizi çok kapsamlı öneriler var. Komisyon’un Rapor’u birkaç güne kadar tamamlanırsa başlıklar net bir biçimde kesinleşir. 

Sayın Antalyalı “NATO’ya üye olduktan sonra darbeler döneminin başladığını ve Amerikan çıkarlarına ters düşen bir dış politika izlendiği dönemlerde darbelerin geldiğini” söyledi. Açıkçası bu sav, Komisyon’da belki de en çok tartıştığımız konulardan bir tanesiydi. Bütün siyasi partiler neredeyse iman etmiş gibi “Bu işin arkasında Amerika ve NATO var.” görüşünde hem fikirdiler. Çünkü bu neredeyse herkesin zihninde kesinleşmiş bir kanaatti. Türkiye’nin Birleşmiş Milletler ve NATO’ya üye olma süreci, Avrupa Ekonomik Topluluğuna üye olma girişimleri, 
uluslararası sisteme entegre olduğu dönemlerdir. 

“Bu iyi olmuştur, kötü olmuştur.” şeklinde tartışılabilir. Ama bir ülke uluslararası sisteme entegre olmuşsa o sistemin mekanizmaları dışında hareket edemez. Bir kere bunun ön kabulüyle başlayalım işe. “Bu doğrudur, yanlıştır.” diye sorgulamadan önce burada olmanın getirdiği sadece fikri değil, ekonomik ve siyasal bir maliyet de vardır. NATO, siyasal açıdan kutuplaşmış bir dünyada kendisine üye ülkeleri bir kutupta toplama fonksiyonu icra etmiştir. Çok kapsamlı, konsepti çok geniş bir savunma işbirliği örgütüdür. Sadece Rusya karşıtlığından ibaret değildir. 

Bir siyasi düşüncenin yanı sıra, aynı zamanda, ekonomik sistemi ve bir siyasal öngörüyü de içine almaktadır. 1960 darbesine giden süreçte, 1957’den sonra, Menderes’in daha farklı, bağımsız bir dış politika izlemeye çalıştığını, darbeden çok kısa bir süre önce Rusya ile dokuz büyük ticari anlaşma yaptığını, Moskova’ya gittiğini, bu konuda çok ciddi tepkiler aldığını biliyoruz. Dışişleri Bakanlığımız 1960 darbesine ilişkin belgeleri bize Pazartesi günü gönderdi. Bu döneme ait kriptolar vs. binlerce sayfa. Biz Salı günü sonuç ve önerileri tartıştık, Çarşamba günü Rapor’u teslim ettik. 1970 ve 1980 de daha sonra gelecek. 

Bir hukukçu olarak, dinlediğimiz tanıklardan, bazı belgelerden, bilgilerden yola çıkarak somut bir kanaat olarak şunu söyleyebilirim: 

Türkiye’de darbelerin uluslararası sistemin isteği ve desteği ile değilse de, onların bir şekilde göz yummasıyla ve yeni sisteme entegre olmasıyla olduğu 
kesindir. Öbür türlü olduğuna ilişkin iman etmem için bu konuda bilgi ve belgeye ulaşmam lazımdı. Dolayısıyla “Amerika bu işlerin arkasındadır.” gibi bir yorum yapmak takdir edersiniz ki, Meclis’teki bir komisyonun vakarına ve ciddiyetine uygun değil. Kanaatimi dışarıda bir siyasi olarak paylaşabilirim ama bir raporda somut olarak bunu kullanmamız mümkün değildir. NATO çerçevesindeki güvenlik konseptli savunma politikalarının üye ülkelerde şekillendirdiği, darbelerle ilişkisini açıklayabileceğimiz en belirgin özelliği, gladyo tipi, kontrgerilla tipi yapılanmalardır. 

Rapor’da da çok geniş bir şekilde buna yer verdik. Somuta indirgediğimiz ve netice itibariyle yorum yapabileceğimiz en belirgin alan bir psikolojik harekât yürütmek, o ülkelerde bir komünizm tehlikesi, tehdidi varmış gibi algılatmak, buna yönelik çalışmalar yapmak, ülke içerisinde bu tür grupları gerçekte olmayan grupları varmış gibi desteklemek, bunlara istihbarat elemanlarını yerleştirmek, yıllarca beslemek vb. Yani kapsamlı bir şekilde ele aldığımız husus budur. 

“Vesayet Sistemi tamamen bitti mi?” dediniz. Bu durum vesayet sistemini kurgulayan bütün yasal zeminin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Rapor’da “Darbe dönemi mevzuatı incelensin ve darbe dönemi mevzuatına ilişkin her husus kaldırılsın. Buna ilişkin bir komisyon kurulsun.” önerisi de yer aldı. Vesayet sisteminin tamamen temizlendiğini söylemek mümkün değil. Kurumların demokrat olması veya demokratikleşmesi kanunlarla gerçekleşmez. Darbeler, İç Hizmet Kanununun 35. maddesine dayanarak gerçekleştirilmesine rağmen darbecilerin bir kanun maddesine ihtiyacı yoktur. Darbe yaptıktan sonra zaten anayasa dâhil her türlü hukuku kendiniz oluşturuyorsunuz. Bütün mevzuatı bir 
günde ortadan kaldırma ve sıfırdan bir hukuk yapma imkânınız var. Dolayısıyla hukuk aslında iyi niyetli kişileri bağlar. Konu o maddeyi - Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak görevini - nasıl yorumladığınızla, nasıl değerlendirdiğinizle ilgilidir. En kötü kanunlara da sahip olsanız demokratik yorumları yapmanız durumunda başka türlü bir sonuç alabilirsiniz. Değişti mi bilmiyorum ama – Mithat Hocam belki hatırlar - İspanya Anayasasının 9.maddesinde “darbe yapılabileceğini, ordunun böyle bir yetkisi olduğunu” belirten düzenleme kaldırılmamıştır. 

Ama İspanya darbeleriyle hesaplaşmıştır, yüzleşmiştir, yargılamıştır. Sonuç olarak, çok da böyle mevzuat odaklı gitmeyelim. Kanunlar veya kanuni 
düzenlemeler bu işin çok sonunda yer alır.

Hatem Ete: Son tur sorularını alalım. Buyurun. 

Dinleyici: İsmim Arife Köse. Önce Nimet Hanım’a bir soru sormak istiyorum: Komisyon çalışmaları sırasında talep ettiğiniz belgeleri göndermek 
istemeyen kurumlar oldu mu? Olduysa hangi belgeler gönderilmedi? 

Bu belgelerin gönderilmemesineyin ortaya çıkmasını engelledi? 

İkinci sorum da Mithat Sancar’a olacak. Arjantin örneğini anlattınız. 
Siz kabaca özetlediniz ama ayrıntıları hem yargılama hem de komisyonun çalışmaları açısından bizim için çok önemli derslerle dolu. Arjantin’de hem “darbeciler yargılansın” deniyor ve 1983’te yargılamalar başlıyor ama sonrasında altı tane af çıkıyor. Yani mükemmel bir darbelerle yüzleşme süreci gerçekleş miyor. Yargılamanın başlamasından darbecilerin hapse atılmasına kadar süreçte ciddi bir toplumsal mücadele süreci var. Afla serbest bırakılanlar tekrar içeri alınıyorlar vs. Dolayısıyla bu sürece toplumun katılımı,yani darbelerin asıl mağdurları olan kesimin katılımı nasıl oldu? 
Kayıp annelerinin yargılama süreçlerine etkisi ne oldu? Bunu şunun için soruyorum: Türkiye’de 12 Eylül, 28 Şubat, Ergenekon, Balyoz vb. davalar 
var. Birilerini yargılıyoruz ama sanki bir miktar da izliyoruz bunları. Daha fazla müdahil olmak için nasıl bir mekanizma kurmak lazım? 
Toplumun bir üyesi olarak, bu sürecin içerisinde olmamız, biraz bunun üzerine kafa yormamız gerektiğini, bunun önemli bir şey olduğunu düşünüyorum. 

Çok teşekkür ediyorum. 

Dinleyici: İsmim Taner Zorbay, ODTÜ Tarih Bölümündenim. Bugün 13 Aralık: Erdal Eren’in yaşının küçültülüp idam edildiği gün. Mithat Bey’e sormak istiyorum: Türkiye, Şili’den ya da sedyede mahkemeye Mübarek’i getiren Mısır’dan daha mı az cesur ki, Kenan Evren’i sadece video yoluyla izledik? Teşekkür ediyorum. 

Dinleyici: İsmim Mustafa Öztiryaki. Gazi Üniversitesinde öğrenciyim. Benim sorum Nimet Hanım’a olacak. ABD tarafından kurulan Özel Harp Dairesinin darbeler üzerinde etkisi olup olmadığını sormak istiyorum. Başbakan Bülent Ecevit’in Özel Harp Dairesinden ilk olarak 1977’de, örtülü ödenekten bu Daire için bir milyon lira istendiğinde haberi oldu. Özel Harp Dairesinin varlığını topluma açıklamak istediğini duyurunca da yanılmıyorsam Denizli’deki bir mitinginde kendisine suikast girişiminde bulunuldu. Komisyon çalışmalarında Özel Harp Dairesinin yapılan darbelerde bir etkisine rastladınız mı? 

Hatem Ete: 
Teşekkür ederim. Son iki sorumuzu alalım. 

Dinleyici: İsmim İsmail Özkan. Sorum Sayın Bakanıma: Sayın Bakanım, Nimet Baş olarak sizi halkın seçtiğine inanıyor musunuz? 

Teşekkür ederim. 

Dinleyici: İsmim Saim Atik. Polis Akademisi Başkanlığı Güvenlik Bilimleri Enstitüsündenim. Uzun ve yoğun bir süreç sonucu titiz bir çalışma ile Türkiye’de demokrasiyi darbelere karşı koruma ve güçlendirme amaçlı öneriler içeren ciddi bir rapor hazırlandı. Hiç şüphe yok ki, bu Rapor’la TBMM itibarını yükseltecek bir başarıya imza attı, demokrasiye ve halkın iradesine sahip çıktı. Bir anlamda darbelerin ve darbecilerin röntgenini çekerek görünenlerin ötesine geçerken, aynı zamanda, darbeciliğin de henüz yok edilmemiş olduğunu tekrar görmemizi sağladı. Darbeciliğin kökünü kazımak için de isabetli öneriler geliştirdiniz. Şu gerçeği unutmamak gerekir ki, Türkiye bir darbeler ülkesidir. Dolayısıyla darbeciliğin kökleri çok derinlere yerleşmiştir. 8-10 yıldır hükümetin iyi niyetli fakat eksik, yetersiz bir reform süreciyle bu ağır sorunun çözülmesini beklemenin, hayal kurmaktan başka bir anlamı olamaz. 

Siyasi iktidarın, Türk Silahlı Kuvvetlerinin üst düzey yöneticileriyle iyi insani ilişkiler geliştirmesi ve uyumlu çalışması bu problemi çözmeye fazla hizmet etmeyeceği gibi, siyasi iktidarın “işin halledildiği ve daha fazla reforma gerek olmadığı” yanılgısına düşmesine de sebep olur. 

Hâlihazırda böyle bir dönemden geçiyoruz. Yapısal reformlar arasında yer alan, İçişleri Bakanlığının “İç Güvenlik Sektörünün Geliştirilmesi” projesi kapsamında hazırladığı “Kolluk Yönetim Komisyonunun Kurulması Hakkındaki Kanun Tasarısı” Jandarma’nın yoğun baskısı sonucu Genel Kurul’a bir türlü gelemedi. Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz? Teşekkür ederim. 

Hatem Ete: Teşekkür ederiz. Mithat Hocam, sizinle başlayalım. 

Mithat Sancar: Zaman sınırlı olduğu için pek çok ayrıntıyı atlamak zorunda kalıyoruz. Darbelerle hesaplaşma konusunda Arjantin örneği önemli. Türkiye ile nasıl kıyaslanabilir? Tabii zor. Şöyle kıyaslanabilecek yanlar var: Türkiye dünyada bu açıdan tek ülkedir, örneği yok. 50 yıl içinde 2 doğrudan, 1 yarı-doğrudan, 1 post-modern ve 1 sanal darbe şeklinde bu kadar darbenin yaşandığı ve hiçbiriyle sonrasında kurumsal, yargısal hesaplaşmanın olmadığı bir ülkeyiz. 27 Mayıs darbesiyle kurumsal anlamda yargısal ve sivil herhangi bir hesaplaşma yapılamadı. 
Elbette anılar yayınlandı, insanlar o dönemi anlattılar, tatbik ettiler. Ama sistematik bir çalışma, bir Rapor hazırlanması, bir Hakikat Komisyonu 
kurulması ve bir yargılama süreci olmadı. 12 Mart ve 12 Eylül ile de ilgili olarak, daha yeni yeni mahkemeler devreye giriyor. 

Bütün bunlar birikmişken Türkiye’de ne oluyor? En büyük sıkıntılardan biri darbelerle ilişkiyi zayıflatacak bir mesafe almak. Darbelerle araya bir mesafe koyma sıkıntısı yaşanıyor. Türkiye bunu yeni yeni aşmaya başladı. Şöyle bir örnekle bunun neden önemli olduğunu anlatmaya çalışayım. Uzun sürmüş cunta dönemleriyle hesaplaşma yapılamıyor. Örneğin, Portekiz bu işin üstünü kapatıyor. 48 yıl sürüyor darbe yönetimi. Üstelik bir askeri isyanla sona eriyor. “Kırmızı karanfiller” denilen şey de ordunun içindendir. Brezilya’da da durum aynı. Bu iki ülke, darbeyle kurumsal bir hesaplaşmaya girişemiyor, girişmiyor. Benim çalışmalarımda vardığım sonucu bir cümleyle özetleyeyim: Darbe yönetimi uzun sürdükçe, askeri cuntanın ihlallerine, yolsuzluklarına, ahlaksızlıklarına bulaşmamış, ortak olmamış çok az insan kalıyor. O kadar uzun dönemde bir şekilde bir parçası oluyorsunuz. Toplumun büyük bir kısmında “Kim, kimden hesap soracak?” sorusu başlıyor. Ben sinema üzerinden de bu hesaplaşmayı araştırmaya çalıştım. Portekiz sinemasında darbe/cunta dönemiyle ilgili “hesaplaşma filmi” diyebileceğimiz, bir sinema değeri, uluslararası 
gösterim değeri olan en fazla 2 ya da 3 film bulabilirsiniz. Aynı şey Brezilya için de geçerli. Arjantin ise dünyada hesaplaşma sinemasının motoru, öncüsü, en zengin kaynağı nerede ise. 

Niye orada hesaplaşma yapılıyor da burada yapılmıyor? Türkiye’de her darbeye kendini yakın hisseden bir siyasal kesim var. 27 Mayıs sol, Kemalist vs. kesimlerin darbesi, diğeri şunun darbesi vb. Böyle bir özdeşleşme ya da kendine ait sayma konusunda o bağı koparmak için biraz zaman gerekti ki aslında bu zamanı şimdi, 2000’lerde yaşıyoruz. 

Bu da kolay olmadı. 2000’lerin ilk yarısında da darbe isteyenler, darbeyi açıkça çağıranlar oldu. Ama şimdi kimse bunu açıkça yapamıyor artık. Hesaplaşma esasen bunun için, öncelikle ve özellikle bunun için önemlidir. Kimsenin hiçbir darbeyi açıkça savunamayacağı bir kamusal etik yaratıyorsunuz. Bu Rapor, bu kamusal etiğe bir hafıza temeli, bir yüzleşme malzemesi sunduğu için önemli. Yoksa “eksiği şu, gediği bu” diye oradan eleştirmeye başlarsanız, değersiz leştirmeye çalışırsanız bu doğru bir yaklaşım olmaz. Bütün bu çalışmalar eleştirilebilir. 

Arjantin Raporu’nu da – ki, ne kadar önemliydi? - bir sürü insan beğenmedi. 

Arjantin’de darbeye karşı mücadele, abartısız, darbenin ertesi günü başladı. Kayıplar başladığı anda anneler Plaza de Mayo’ya, yani başkanlık sarayının 
bulunduğu meydana çıktılar. İlk zamanlar birkaç anne çıktı, itelendi, kakalandı, hırpalandı ama vazgeçmediler. Bütün cunta boyunca, yedi yıl, orada durdular. Sayıları arttı. Beyaz başörtüsü bağladılar, sembol oldular. Cunta doğrudan saldıramıyor du çünkü ciddi tepki alıyordu. 

Sonra 78 Dünya Kupası’nın da yardımıyla dünyaya mal oldular ve dünya kamuoyunun da onları fark etmesi dolayısıyla bir güvenceleri yani bir güvenlik hattı halesi oluştu. Onlar da bunu iyi değerlendirdiler ve bugüne kadar çalışmaları devam etti. Cunta devri bitinceye kadar da hep kayıtlar tuttular, birbirlerine sordular: “Senin çocuğun ne zaman gitti? Senin kardeşin ne zaman gitti? Nereden alındı? Kim vardı yanında?” 
Kendileri hafıza çalışması, kayıt çalışması yaptılar. Tanıklıklar kaybolmasın diye birbirleriyle yoğun temaslar yürüttüler. Şili’de de böyleydi. 
Şili’de çok ağır bir cunta yönetimi olduğu için yerli kadınlar - Kızılderili diye bildiğimiz geniş bir topluluk – kayıpların, işkence olaylarının, faili meçhullerin ortaya çıkarılması için tanıklıklarını geliştirdikleri kilim motifleriyle birbirlerine ilettiler. Bir ülkenin bir ucundan öbür ucuna giden kilimlerin dili vardı. Sonuçta Arjantin’de cuntanın yıkılması çok iyi bilinmez. “Falkland Savaşı’nın sonucu” gibi düşünülür. Ama ondan önce zaten sendikalar, işçi kesimi mücadele yürütüyor du. 

Çok büyük bir ekonomik kriz vardı. Ciddi bir mücadele vardı ve sonrasında da devam etti. Zamanımız azalıyor. 

Başka zaman daha ayrıntılı konuşuruz. 

Teşekkür ederim.

Hatem Ete: Sağ olun. Avni Bey, bir şey eklemek ister misiniz?

Avni Özgürel: Yok hayır.

Hatem Ete: Sayın Baş, buyurun.

Nimet Baş: Arife Hanım “Komisyon’a belge göndermeyen kurumlar oldu mu?” diye sordu. Kurumları yönetenlerin kişisel tutumlarını ben çok önemsiyorum şu safhada. Kurumlar kendi kanunları gereği göndermemeleri gereken belgeleri bile gönderdiler. Birçok kurumun Komisyon’a çok cömert davrandığı bir dönemde eleştirel bir dil kullanmayı doğru bulmuyorum. Kendi kanunları çerçevesinde, onları çok sınırlandıran düzenlemeler nedeniyle göndermedikleri belgeler oldu ama çok açıklıkla söyleyebilirim ki, gönderilenler bizim bu konuda bir değerlendirme yapmamıza yeterli düzeydeydi. Taner Bey Erdal Eren’den bahsetti. Raporumuzda da değindik. Erdal Eren 1980 darbesinin en sembol isimlerinden biridir. Her şeyden önce bir çocuktur. 

O dönemde 50 gencimiz idam edilerek hayatını kaybetmiştir. Ben bütün bölümlerde yeteri kadar özetle bu acılara yoğunlaştığımızı ve değerlendirdiği mizi düşünüyorum. Mustafa Bey Özel Harp Dairesi konusuna girdi. Bu da Rapor’da çok kapsamlı olarak ele aldığımız bir husus. İlk Seferberlik Tetkik Dairesini Avni Bey anlattı. 
Türkiye’de bu çerçevede bir yapılanma söz konusu. Bu yapılanmayı dönemin iki genelkurmay başkanına, başbakanlarına, Cumhurbaşkanlarına sorduk. Sayın Ecevit yaşamıyor ama daha önce vermiş olduğu bilgileri aldık ve Rapor’a yazdık. Süleyman Demirel bu konuyla ilgili olarak “Ben nasıl öğrenebilirim? Genelkurmay Başkanını çağırırım, MİT Başkanını çağırırım. Onlar ‘yok’ diyorsa yoktur. Ben gidip kendim arayıp bulacak değilim.” dedi. Dolayısıyla, eğer bu oluşum var idiyse ve bu bize söylenmediyse “yok” diyenler kabahatlidir. Onları bulun. 

Hatem Ete: Sizi bu paradoksa soktu yani?

Nimet Baş: Evet. Genelkurmay Başkanları Yaşar Büyükanıt ve Hilmi Özkök “Bu yasal bir kurumdur. Özel Harp Dairesi Genelkurmay Başkanlığının bir birimidir. Zamanında siyasilerin söylediği gibi, böyle işlerle meşgul bir birim değildir. İddialar farazidir.” dediler. Bu kurumun durumunun netleşmesi açısından özel bir komisyonun kurulması gerektiğini düşünüyoruz. Bunu da önerdik. Yetkileri geniş, süresi geniş. adı her neyse (Gladyo, Seferberlik Tetkik Dairesi, Özel Harp Dairesi, Kontrgerilla vs.), çeşitli dönemlerde, çeşitli isimler almış bu birimlerin söylendiği kadar hiçbir bağı olmadığını düşünmüyoruz. Olduğu kadarını yansıttık. Emin olmadığımız hususlarla ilgili de çok kapsamlı yorum yapmadık. 

“Sizi halkın seçtiğine inanıyor musunuz?” sorusu geldi. Bu Siyasi Partiler Yasası’na ilişkin, çok açık olarak katıldığım bir eleştiri. Uzun yıllardır 
siyasette bulunan birisi olarak seçmenin tercihi ile seçilenler arasındaki bağın daha güçlü olması gerektiğine inanıyorum. Rapor’umuzda “12 Eylül 
yasalarının en belirginlerinden bir tanesinin Siyasi Partiler Yasası olduğu ve değişmesi gerektiği” hususunda önerimiz var. Ama bu “Ben hiçbir şekilde 
halkın seçtiği birisi değilim.” anlamına da gelmiyor. O kadar da kopuk bir algı oluşsun istemem. Ama nihayetinde seçmen tercihlerinin seçilen kişiler 
üzerinde doğrudan etkili olabileceği bir sistem daha gelişmiş bir demokratik sistemdir. Bu konuda sizin gibi düşünüyorum. 

Son olarak, Saim Bey jandarma ve güvenliğe ilişkin çok kapsamlı değerlendirmeler yaptı. Biz Raporu’muzda jandarmanın bir güvenlik biriminden 
kır polisine dönüştürülmesini, İçişleri Bakanlığına devrini, profesyonel olarak güvenlik hizmetlerinin daha farklı olarak icra edilmesini önerdik. Bu konuda sanıyorum Jandarma Genel Komutanlığı da bir çalışma yürütüyor. Meclis’te de yasa çalışmaları var. Umarım bunlar kısa sürede sonuçlanır ve bu reformlar devam eder. Ben bir kez daha katılan, dinleyen herkese, SETA’ya da bu güzel toplantıya ev sahipliği için bir kez daha teşekkür ediyorum.

Hatem Ete: Biz de hepinize çok teşekkür ederiz katılımınız ve katkılarınız için.

Sonuçları itibariyle insanlığa karşı işlenmiş bir suç olan darbeler, Türkiye’de son yarım asırda sadece demokrasiye darbe vurmakla, meşru yönetimi alaşağı etmek ve devlet yönetimine el koymakla kalmamış, vatandaşların vatandaşlık aidiyetlerini de sakatlayarak toplumun psikolojisi üzerinde telafisi zor yaralar açmıştır. Demokratik seçimlere, toplumsal dönüşüme, insan hak ve hürriyetleri alanındaki hukuk reformlarına ve evrensel kriterlere dönük bütün çabalara rağmen, Türkiye’de yaşanan askeri darbeler öyle derin yaralar açmıştır ki, toplumun bir kesimi için 27 Mayıs, başka bir kesimi için 12 Mart, başka 
bir kesim için 12 Eylül, başka bir kesim için 28 Şubat devam etmiştir. 

11 Nisan 2012’de TBMM Genel Kurulunda, iktidar ve muhalefet partilerinin ortak önergeleriyle ülkemizin en hayati meselesi olan darbeleri “birlikte” araştırması ve sorgulaması için bir Meclis Araştırma Komisyonu kuruldu. Komisyon, Kasım 2012’de çalışmalarını tamamlayarak raporunu TBMM Başkanlığına sundu. 

Söz konusu Rapor ve ele aldığı konular 13 Aralık 2012 tarihinde SETA Vakfı tarafından SETA Siyaset Araştırmaları Direktörü Hatem Ete’nin moderatör  lüğünde düzenlenen ve TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Başkanı Nimet Baş, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mithat Sancar ve Radikal Gazetesi Yazarı Avni Özgürel’in konuşmacı olarak katıldığı “Türkiye Darbeleriyle Yüzleşiyor” panelinde tartışıldı.

...

SETA | Washington D.C. 
1025 Connecticut Avenue, N.W., Suite 1106 
Washington, D.C., 20036 USA
Tel: 202-223-9885 | Faks: 202-223-6099
www.setadc.org | info@setadc.org | @setadc

SETA | SİYASET, EKONOMİ VE TOPLUM ARAŞTIRMALARI VAKFI
Nenehatun Caddesi No: 66 GOP Çankaya 06700 Ankara TÜRKİYE
Tel:+90 312.551 21 00 | Faks :+90 312.551 21 90
www.setav.org | info@setav.org | @setavakfi

SETA | Kahire
21 Fahmi Street Bab al Luq Abdeen 
Flat No 19 Kahire MISIR
Tel: 00202 279 56866 | 00202 279 56985 | @setakahire

***

TÜRKİYE DARBELERİYLE YÜZLEŞİYOR BÖLÜM 3

TÜRKİYE DARBELERİYLE YÜZLEŞİYOR  BÖLÜM 3






Hatem Ete: Peki. Son konuşmacımıza geçiyoruz. Buyurun Mithat hocam.

Mithat Sancar: Teşekkürler. 
Önce SETA Vakfına böyle güzel bir panel düzenlediği ve bizleri de davet ettiği için teşekkür ediyorum. Ama asıl büyük teşekkürü tabii ki, Komisyon hak ediyor. 
Başta Nimet Hanım olmak üzere Komisyon çalışanlarının tümünü, bir kez daha burada açıkça tebrik etmek ve kendilerine teşekkür etmek isterim. 
Çok değerli bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Neden değerli olduğuna dair dünyadan birkaç bilgiyle fikirlerimi aktarmak istiyorum. 
Darbelerle yüzleşme adına neler yapılıyor dünyada? 

Bizde neler yapılıyor ve bu Rapor nereye oturuyor? Bu tür karşılaştırmalar zihin açar, fikir verir. İçerideki kısır tartışmaları yapısını biraz aşmayı da mümkün kılar. O nedenle de birkaç ülkeden derli toplu örneklerle Komisyon’un Rapor’ unun değerini ele almak istiyorum. 

Darbelerden sonra niye bir yüzleşme ihtiyacı doğar? Her darbeden sonra böyle bir ihtiyaç doğmuş mudur? Doğmuşsa, nasıl doğmuştur? Bu soruların hepsine, darbenin türüne ve toplumun yapısına göre farklı cevaplar verilir. Yakın tarihte darbe yaşamış iki önemli ülke var: Şili ve Arjantin. 
Şüphesiz bir sürü başka askeri darbe var: 1967-74 arası Yunanistan, bir askeri darbe olarak çok tuhaf bir yerde duran Portekiz, bir darbeden sonra 41 yıl askeri bir yönetimin sürdüğü İspanya vs. Ancak yönetime el koyma örneği bakımından en açık bir şekilde bizimle karşılaştırılabilir darbeler Arjantin’de ve Şili’de olmuştur. 

Peki, darbeler nasıl bitiyor, o dönemler nasıl geçiyor? Bunlar hep değişik faktörlere bağlı olarak gerçekleşiyor. Mesela Arjantin’de, cunta ayakta kalmak, içeride tepkileri yumuşatmak ya da dikkatleri başka yöne saptırmak için Falkland Adaları’nı işgal etmeye kalktı. 
Ancak Birleşik Krallık’n sert tepkisini hesaplayamadı. Sonuçta ağır bir askeri yenilgiyle Falkland’dan çekildi. Bir darbe, yönetimden yenilgiyle çekilince, çekilmek mecburiyetinde kalınca onunla hesaplaşmanın yöntemleri de farklı oluyor; en azından daha kolay hesaplaşılabiliyor.

Hesaplaşma dediğimiz şey de birkaç boyuttan oluşuyor. Bir tanesi yargılamadır. Sanıkları, darbenin liderlerini ve darbe yönetimini insan hakları ihlallerinin ve işlenen suçların faili olarak yargılamaktır. Arjantin bunu hemen yapabildi çünkü Cunta, yönetimi kendi eliyle gidip teslim etmemişti, gitmek zorunda kalmıştı. Darbe döneminde ne olup bittiğini aydınlığa kavuşturmak için imkân varsa mutlaka yargılama yöntemi işletilmelidir. İmkânlar da zorlanmalıdır. Ama yargılamanın bir sürü handikabı, yargılamayı hesaplaşmanın esası olarak görmenin birçok sakıncası vardır. “Yargılama olursa her şey aydınlanır ve darbeyle hesaplaşılmış olur” gibi bir kabul, bir sürü yanılgıyı beraberinde getirir. Mahkemelerin ulaşabilecekleri bilgiler sınırlıdır. Yargılama yöntemlerinin sınırlılıkları vardır. Ayrıca mağdurların hepsinin mahkeme önünde konuşması 
mümkün değildir. Ancak bir sıfatla, bir statüyle konuşabiliyorsunuz; ya tanık ya da mağdur olarak. O da mahkemenin takdirine bağlı.

Arjantin’in büyük bir ihtilal geçmişi, sicili var. En önemlisi binlerce kayıp var. Dünya tarihine orijinal bir insan hakları ihlali, bir insanlık suçu türü - tabiri ne kadar caiz olur bilmiyorum ama - Arjantin cuntası tarafından armağan edilmiştir. 

Onların eliyle bu tarihe yazılmıştır. Cuntanın beş lideri hemen mahkeme önüne çıkarıldı. Ancak bütün ihlaller bu yargılamayla ortaya çıkarılamıyor. 

O zaman, “Ne yapalım başka? Nasıl aydınlatacağız? Darbe nedir? Ne yaptı? Niye yaptı?” Bu ve benzeri hususları aydınlatabilmek için bir komisyon kurdular. “Hakikat Komisyonu” diye bilinen Arjantin Hakikat Komisyonu. Ama onun tam adı Kayıpları Araştırma Komisyonu’dur. Sırf kayıp vakalarını aydınlatmak için kurulmuş bu tür komisyonlar ile bizim “darbeler komisyonu” diye bildiğimiz komisyonlar arasında büyük bir fark var. Çeşitli ülkelerde, geçmişte yaşanmış ihtilaller ve insanlık suçlarıyla ilgili araştırma yapmak isteyen yönetimler, en kolay meclis komisyonlarını işletiyorlar. Meclis komisyonlarına o nedenle hakikat komisyonları içinde yer verilmiyor. Literatür, dünya örnekleri çerçevesinde, onları hakikat komisyonundan ayrı bir kurum olarak değerlendiriyor. 

Ama önemli çalışmalar yapan meclis komisyonları da var. Meclis komisyonlarının temel sıkıntıları, 

- Nimet Hanım da söyledi - yetkilerinin, çalışma sürelerinin sınırlı olması ve yaptırım güçlerinin olmaması. Ancak buna rağmen, çok önemli işler yapabilirler. Bizim Komisyon’umuzun da böyle önemli bir iş yaptığı kanısındayım.

Meclis komisyonuna alternatif yöntem Arjantin’de ilk örneğini gördüğümüz hakikat komisyonudur. Arjantin başkanlık sistemiyle yönetildiği için, Hakikat Komisyonu başkanlık kararnamesiyle kurulmuştur. Bizatihi başkanın kendi kararnamesiyle ve her türlü yetkiyle donatılmıştır. 

İstediği her belgenin devlet kurumları tarafından kendisine verilmesi zorunludur. Çağırdığı herkesin “mahkemenin çağrısına uyma mecburiyeti” 
gibi gelme mecburiyeti vardır. Elbette gelip susabilir, anlatmayabilir ama “ben gelmiyorum” diyemez. Bu Komisyon bağımsız kişilerden oluşuyordu. 
Başına da, daha sonra Güney Afrika’da gördüğümüz gibi, önemli ve muteber bir şahsiyet getirildi: Ernesto Sabato. Sabato Latin Amerika ve dünya Arjantin edebiyatının en önemli isimlerinden biridir. Komisyon’a seçilen diğer kişiler de toplumda “tarafsız” diye bilinen, güvenilen isimlerdir. Hepsi sivildir. Komisyon üyeleri devlet memuru, meclis mensubu değildir fakat Komisyon devlet başkanı kararnamesiyle kurulduğu için kamu gücünü arkasına almıştır.

Arjantin, bu tür komisyonların neler yapabileceğine dair hakikaten iyi bir örnektir. Dokuz ay çalıştılar. Dokuz ay içinde binlerce insanı dinlediler. 
Arjantin’deki kayıplar konusu aydınlatılması kolay bir olay değil. Neden mi? Arjantin’de darbe 1976’da yapıldı. 1978’de dünya kupası var ve organizasyon Arjantin’de yapılacak. Cuntacıların tüm muhalefeti sindirmek ve toplumu kesin bir kontrol altına almak için 1,5 yılı var. Çünkü dünya kupası başlamadan birkaç ay önce ülke mecburen dünya basınının karşısına çıkacak. 

Bunu engelleyemezsiniz. Zaten “Arjantin’de yapılsın – yapılmasın” diye çok uzun tartışmalar, aleyhte kampanyalar vardı. Örneğin Federal Almanya takımının gidip gitmeyeceği son anda belli olmuştu. Alman milli takımının önemli efsanevi 
isimlerinden Breitner - benim kuşağım iyi hatırlar - solcu kimliğini ve komünist olduğunu açıkça ilan etmişti ve Arjantin’e gitmedi. 

Darbeciler bu nedenle işlerini bir an önce halletmek istiyorlardı. 

    Mithat Sancar: 

“Çeşitli ülkelerde, geçmişte yaşanmış ihtilaller ve insanlık suçlarıyla ilgili araştırma yapmak isteyen yönetimler, en kolay meclis komisyonlarını işletiyorlar.“

Ne kadar çok insanı susturur ya da yok ederlerse o kadar rahat edeceklerdi. Hapishaneler vardı ancak doldurmak istemediler. Yargılamalarla darbeyi 
yine dünya kamuoyunun gözü önüne getirmek istemiyorlardı. Yargılama başladı mı bunu saklayamazsınız. Bu nedenle, gözaltına alınanların çok büyük bir kısmını uyuşturarak kargo uçaklarına bindirip okyanusun ortasına attılar.

Bunların hepsi “Nunca Más” diye bilinen Komisyon Raporu’nda çok sağlam delillerle, anlatımlarla, itiraflarla kanıtlandı. Komisyon çok titiz çalıştı. 
Sadece Arjantin’de çalışma yapmakla kalmadı. Arjantin’in dünyadaki bütün büyükelçiliklerini, konsolosluklarını ifade vermek isteyenlere açtı. Önemli merkezlere Arjantin’den adam gönderildi. Tarafsızlığına inandığı kişilere “Gelin, ne biliyorsanız anlatın bize.” diyerek çağrı yaptı. Sonuçta, Nunca Más başlıklı Rapor yayınlandı. Nunca Más “bir daha asla” demektir ve bu başlık darbelerle mücadelenin sloganı haline geldi. Türkçe’ye çevrilmedi ama sanırım 20 dile çevrildi. Bir dönem Arjantin’de en çok satan kitaplar listesinde birinciydi. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde de çok yüksek satış miktarlarına ulaştı. 

Çok ilgi gördü çünkü dünyada ilk defa böyle bir şeyle karşılaşıldı. Vardığı sonuçlar çok önemliydi. 9900 kayıp vakasının bu yöntemle kanıtlandığı 
belirtiliyor Rapor’da. Bununla birlikte, sayının bu rakamın en az üç katı olduğunun kuvvetle tahmin edildiği, araştırmaların devam etmesi halinde 
bu sayının otuz bine çıkmasının çok muhtemel olduğu da ifade ediliyor. Rapor’da anlatımlar, belgeler, itiraflar vb. pek çok şey var. Buna rağmen Komisyon bazılarını tatmin etmedi. Şimdi Türkiye’deki bu Komisyon’un Rapor’unun eleştirildiği gibi eleştirildi ama dünya tarihinde o kadar önemli bir yeri olduğu sonra hemen herkes tarafından teslim edildi. Bazı şeyler o ilk anda, sıcak ortam içerisinde çok fark edilemiyor; anlamı, değeri çok teslim edilemiyor; zaman geçince daha iyi anlaşılıyor. 

Arjantin raporu nelere yol açtı? Bu konunun takip edilmesine. Sadece kayıplar vakasının değil, diğer ihlallerin de mahkemeler ve diğer sivil toplum örgütleri tarafından araştırılmasına vesile oldu. Hiç kimse darbe döneminde bu tür ihlallerin yaşanmadığını iddia etme imkânını bulamadı. Yani inkârı bitirdi: “ Bunlar olmuştur. 

Kim yapmıştır? 

Devletin şu birimleri yapmıştır vs.” Şimdi buna benzer raporun birisi Şili’de var. Onun da alanı sınırlı. Bizim darbe komisyonunun önerdiği hakikat komisyonu modeli Arjantin, Şili ve Güney Afrika’ya kadar uzanıyor. 

Güney Afrika modelini, orada yapılanları şimdilik bir kenara bırakalım. Peki, bizim Meclis Komisyonu ne yaptı? Bu Komisyon çok zor bir işi, çok kısa bir sürede, bana göre oldukça iyi bir tarzda gerçekleştirdi. Çok yoğun emek var. Yüzleşme sağlaması önemlidir. Pek çok insanla birebir görüştü. Asla kamuoyunun önüne çıkmayacağını düşünen, bir yere ifade vermeyeceğine inanan insanları gelip konuşmaya mecbur etti. Zorlama yetkisi yok ama gelmemek de bir tavırdır ve gelmemenin de nasıl bir tavır olduğu kamuoyunca bilinecektir. Gelmemenin kendisi zaten bir tür itiraf olacağı ve bu kişiler kamu vicdanında böyle bir yer edinmek istemedikleri için Komisyon’a konuştular. O yüzleşmelerin tarihi önemi vardır. Ben darbelerle ilgili araştırmalarda Türkiye’de bunun bir örneği olduğunu bilmiyorum. Ne mahkemelerde bu tür yüzleşmelere 
açıkça imkân tanınmıştır ne de başka ortamlarda. Komisyon’a ifade veren, açıklama yapmak zorunda kalanların bir kısmı kötü bir şey yapmadığını, 
bugün olsa yine aynısını yapacağını söylüyor ama çok büyük bir kısmının yüzünde bir utanç var. Bu utanç bir iç utanç olmayabilir ama yüzleşmenin 
yarattığı çok değerli bir şey de budur zaten. Yani yüzleşme çok karanlık bir odaya birden bire böyle ışık tutma, aydınlatma gibidir. Herkes bir yüzüyle kamuoyunun önündedir. Önce görünmezken ve köşelerde saklanabiliyorken kamuoyunun önüne çıkmakla beraber, o kişinin kendisiyle kamuoyu arasındaki duvarlar kalkıyor. 

Bir ayna ile karşı karşıya kalıyor. 

Kabul ederse savunmak zorunda kalacak. Neden kabul ediyorsun? Neden doğru yaptığını söylüyorsun? Bunu anlatmak zorunda kalacak ama büyük bir kısmı 
öyle yapmadı. Tekrar söylüyorum: Bunlar kendi utançlarının, pişmanlıklarının sonucu. O hicabı, o mahcubiyeti duymuş olmayabilirler. Büyük ihtimalle 
büyük bir kısmı da öyle bir iç pişmanlık sonucu utanç duymuş değildir. Ama yüzleşme ve kamunun önüne çıkma, bir günahı, bir ayıbı, bir suçu açıkça 
savunmayı da çok zorlaştırır. Zaten yüzleşme bu tür şeylere tevessül edenlerin ileride bu utançla birlikte yaşamak zorunda olacaklarını bilmelerini sağlar. 

Bu Büyük bir Arşivdir.

Yüzleşme ile ilgili en önemli konulardan birisi ‘hafıza’dır. Hafıza sadece tekil bireylere terk edilecek, çeşitli kurumların arşivlerine bırakılacak bir şey değildir. Meclis bu konuda kamuoyunun hem hafızası hem vicdanı olarak çalışabilecek en önemli kurumdur. Bir süre sonra belki yitip gidecek pek çok tanıklık, itiraf ve belge şimdi kayıt altındadır. Darbelerle ilgili bizim hafızamızın bütün kayıtları bütün unsurları elbette bu Rapor’da yoktur ama çok büyük bir bölümü en azından buraya girmiştir. 
Bu önemli kısmı ve onlar üzerinden takip edilebilecekleri ve daha sonra buraya 
girebilecekleri de hesaba kattığımızda büyük bir kısmı burada yer almaktadır. Buradan, bunu duyanlar da gitme imkânına erişmiştir. Yüzleşme için, hesaplaşma için böyle bir hafıza son derece değerlidir. Tek tek yüzleşmeler ve kamu önünde konuşma mecburiyetinin oluşturduğu o basınç, o utanç çok değerli bir aşamadır. Ben Rapor’un büyük bir bölümünü okudum. Akademik açıdan da, üslup olarak da, arşiv kaydı olarak da olağanüstü bir çalışma ortaya çıkarmışlar. Bu Rapor pek çok başka çalışmaya, akademik çalışmaya, gazetecilerin araştırma çalışmalarına kaynaklık edecektir. O açıdan da çok değerli buluyorum ve Komisyon üyelerine tekrar tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum. 

Avni Özgürel: Ben bir şey ekleyeyim. Az önce Rahşan Hanım’la ilgili “Bu Komisyon’un yaptırım gücü yok” dedim. Bu aslında bir bakıma bu Komisyon’un dezavantajı olduğu gibi bir bakımdan da avantajı. Çünkü birçok insan rahatça, nasıl olsa bir hukuki sonuç doğurmayacağı için rahatça konuşmuş. Yoksa Yaşar Büyükanıt gibilerini başka türlü getirip dinlemenin imkânı yok. Ki bana göre bu Komisyon’da Yaşar Büyükanıt samimi konuşmuş, ne sorulmuşsa cevap vermiş. Mahkeme huzurunda aynı sorular sorulsaydı cevap verir miydi, ondan emin değilim. O bakımdan bu tarz bir yöntemle, Türkiye’nin hakikati ortaya çıkarma imkânının daha geniş olacağını düşünüyorum. İkincisi, ileride hatıratlara bu işi 
bırakmamak lazım. Falih Rıfkı Atay diyor ki: 

“Türkiye’de hatırat yazılamaz. ‘Hatıralarım’ denilenler söylemek istediklerimdir. ‘İtiraflarım’ deyince söylemek zorunda kaldıklarım demek yazılır. 

‘İfşaat’ deyince söylemeye mecbur kaldıklarım dır. Eğer hakiki hatırat yazılacak olsa bunu matbaaya değil savcılığa vermek lazım.” Bu konuyla ilgili akademik çalışmalar da yapılacaktır ama esas bu Komisyon’da çalışanların - en başta tabii Nimet Hanım – topladıkları bu kadar belgenin üstüne kitap çalışmalarıyla yeni birtakım kanallara çıkacaklarını düşünüyorum, bekliyorum. Üniversiteler de çalışacaktır ama Komisyon üyeleri bir yığın insanı dinlediler. En azından işaret taşları koyacaklardır. 

<  Hafıza sadece tekil bireylere terk edilecek, çeşitli kurumların arşivlerine bırakılacak bir şey değildir. Meclis bu konuda kamuoyunun hem hafızası hem vicdanı olarak çalışabilecek en önemli kurumdur.  >

Hatem Ete: Nimet Hanım, belgelerin tamamını yayınlamadınız. Arşivde tamamı açık mı?

Nimet Baş: Arşivde tamamı açık olacak. Bazı belgeler gizli olmasına rağmen, gizliliğine ilişkin kararlar kaldırılmak suretiyle gönderildi. Bazıları da gizlilik kararı muhafaza edilmek suretiyle Komisyon’un bilgisine sunulmak, araştırmalarına yardımcı olmak üzere gönderildi. 

Gizlilik kararı kaldırılmamış belgelerden onlara atıf yapmadan yararlandık. Bir yerde yaptığımız bir değerlendirme, aslında bizim bir bilgiye, belgeye dayalı 
bilgi ifşasıdır ama onun orada nasıl değerlendirdiğimiz bölüm bölüm geçti. Komisyon üyeleri olarak son gün sonuç ve önerilerini tartışıp karara bağlarken 
iki kararı birlikte aldık: Bütün belgelerin - öncelikle bize gizli gelenlerin de kapalı kalması söz konusuydu - gizlilik kararını kaldırmak suretiyle yayımlanması ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığının dijital ortamına aktarıp web ortamında yayınlamasını karar altına aldık. Bundan sonraki süreç Meclis Başkanlığında. Ulaşılamayacak belgelerin sayısı çok az. Gizlilik ibareleri olan kararlara ilişkin hukuken yapabileceğimiz bir şey yoktu ama çok geniş bir kesiminden istifade edilebilecek çok belge var zaten. 

Mithat Sancar: Ben bir şey soracağım. Komisyon’a konuşanların görüntü ya da ses kaydı var mı? Çünkü her bir ifade ayrı bir çalışmanın konusu olabilir bazıları için.

Nimet Baş: Görüntü kaydı yok. Ses kayıtları var ancak saklanmıyor. Ses kayıtları bir süre saklanıyor, ondan sonra sadece tutanaklar muhafaza ediliyor. Hiçbir şekilde kayıtlardan çıkmıyor bu. Yaklaşık 4000 sayfayı aşkın dinleme tutanakları var. Bunlar hem bant çözümü hem de stenografların paralel tuttukları resmi kayıtlar.

SORU-CEVAP

Hatem Ete: Soru-cevap kısmına geçebiliriz. 

Önce soruları alacağız, ondan sonra konuklarımız topluca cevap verecek.

Dinleyici: İsmim Cemil Antalyalı. Sayın Bakan’a yönelteceğim iki soru olacak. Öncelikle Rapor’u kamuoyuna sunduğunuz için çok teşekkür ediyoruz. Türk darbe tarihiyle ilgili olarak çok enteresan istatistikler de var. Bu istatistiklerden birisi, hemen hemen her birinin on yıllık periyodlarla devam etmesi ve darbelerin NATO’ya üye olunduktan sonra başlamış olması. Bunun yanı sıra, her darbe öncesi Türk siyasi hayatında, Türk dış politikasında bazı kırılmalar yaşanmış ve siyasi iktidarın genelde ABD’nin politikalarına aykırı tavırları ön plana çıkmış. Bütün darbelere baktığımız zaman, bunların her birinin arkasında Türk siyasetinin veya yöneticilerinin ABD menfaatine aykırı davranışlarıyla bir ortak 
paralellik tespit ettiniz mi? Buna yönelik bir değerlendirmeniz oldu mu? İkincisi, mevcut vesayet sisteminin bir daha geri gelmeyeceği şekilde yasal düzenlemelerin yapıldığına inanıyor musunuz? 

“Artık bir daha böyle bir şey yaşanmaz” diyebiliyor musunuz? Teşekkür ederim.

Hatem Ete: Teşekkür ederiz, buyurun.

Dinleyici: Gürsel Demirok. Emekli diplomat ve Eski Başbakanlık İnsan Hakları Üst Kurulu Sekreter Başkanıyım. Yani iki şapkamla gözlemlerimi ifade etmek istiyorum. Bürokrasinin darbecilerle işbirliği içinde olduğu söylendi. Bu geniş ölçüde doğru. Ama ben Dışişleri Bakanlığı olarak şunu ifade edeyim: Darbe dönemlerinde yurtdışından, özellikle Avrupa Birliği ülkelerinden yoğun tepkiler geldi. Bu tepkileri karşılamak durumunda olan Dışişleri Bakanlığıydı. Darbecilere bir an önce sivil yönetime geçilmesi hususunda telkinlerde bulunanlar da, daha ileriki yıllarda demokrasinin güçlendirilmesi hususunda telkinlerde bulunanlar da Dışişleri Bakanlığı oldu. İkinci husus, ben İnsan Hakları Üst Kurulu Sekretaryası Grup Başkanı’yken 2000 yılında Kopenhag Kriterleriyle ilgili “demokrasinin ve insan haklarının güçlendirilmesine ilişkin” bir rapor hazırlamıştık. 200’e yakın yasal, anayasal ve idari öneriler yer alıyordu bu Rapor’da. Bu önerilerin büyük bir kısmı 2002’den sonraki dönemde gerçekleşti. Hala gerçekleşmeyenler var ama o dönem yaşadıklarımı bir ben bilirim, bir de Başbakanlık Arşivi. Belirli çevrelerden Rapor’a tepkiler geldi ve ben görevimden istifa etmek zorunda kaldım. Sorum şu olacak: Rapor’la ilgili olarak askeri çevrelerden size herhangi bir görüş, öneri veya teklif geldi mi? 

Bir de sonuç ve öneriler hakkında biraz bilgi verir misiniz?

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

TÜRKİYE DARBELERİYLE YÜZLEŞİYOR BÖLÜM 2

TÜRKİYE DARBELERİYLE YÜZLEŞİYOR  BÖLÜM 2



<  Bu dönemleri değerlendirirken “Darbeci kimdir, nasıl hareket eder, hangi duygu dünyasıyla hareket eder?” sorularının cevaplarına da bakmak gerekiyordu.  >

Türkiye’de çok partili sisteme geçildikten hemen sonra Demokrat Parti (DP)’nin iktidara gelmesi ve uzun yıllar iktidarda kalması çok öngörülmüş bir şey değildi. DP döneminde Adnan Menderes’in ülkenin bütün dengelerini değiştirecek bir yapılanma içerisinde olmadığını incelemelerimiz sırasında gördük. Bütün kurumlarıyla, kurallarıyla işleyen bir sistem vardı. 

O döneme dair eleştiriler yapılırken Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) kökeninden gelenler “Peki, Tahkikat Komisyonları, peki, Kırşehir’in ilçeye dönüştürülmesi” gibi gerekçeleri ortaya atıyorlar. Hâlbuki bu kurulan Komisyonlar ve Parlamento o zamanlar için olağandı ve Türkiye zaten bugün anladığımız anlamda bir yargı bağımsızlığına sahip değildi. Kaldı ki, İsmet İnönü döneminde de yönetim böyleydi. Devletin kendi kodları böyle bir işlevselliğe sahipti. Herhangi bir şey değiştirilmediği halde bunun üzerine iddialar inşa edip “anti demokratik dönem” diye nitelendirilemez. 

Her darbede olduğu gibi 1960 darbesi için de bir gerekçe oluşturuldu. “Öğrenciler kıyma makinelerine atıldı, dini kurallar hayatta egemen kılınmaya 
çalışıldı” gibi iddialar o zamana özgü bir “irtica söylemi” idi. Nitekim ülkenin başbakanını, bakanlarını idam sehpasına götüren çok kanlı sonuçları oldu. 

1960 darbesini sadece idamlarla anıyoruz ama çok daha fazlası var. Bunlar Komisyon raporlarımızda da yer alıyor. Yüzbinlerce insan Demokrat Partili olduğu için fişlendi.  Bu fişlemeler darbecilerin ve darbe zihniyetinin en önemli yıkıcı geleneğidir. Bu toplum, “Siz şusunuz, siz busunuz.” diyerek fişlenir; daha sonra siz ve sizin çocuklarınız askeri okullara, polis okullarına giremez ve siz bundan haberdar dahi olamazsınız. 1960 darbesinden sonra oluşturulan vesayetçi kurumlar neticesindedir ki, 1971’de siyasetin çok daha kolay tasfiye edildiği bir müdahale dönemi yaşanmıştı. 

O dönemlerde siyasiler hedef alınır gibi gözükür ama bu siyasiler kimlerdir? Halkın temsilcileridir. Dolayısıyla hedef alınan millettir, millet iradesidir. 
Millet iradesine ise, “aslında bu toplumun cahil olduğu dolayısıyla doğru yönlendirilmediği, seçme hakkını doğru kullanamadığı” konusunda da 
itirazlar, eleştiriler vardır. Ama biz biliyoruz ki, bu millet her zaman sağduyusuyla ve izanıyla kendisini yönetmesini istediği kişileri seçmek konusunda hiçbir zaman bir sıkıntı yaşamamıştır.

Dolayısıyla bu halka güvenmeyen ve biraz da “İttihatçı” diyebileceğimiz bu kafa yapısı, ülkeyi yönetme konusunda yetkisi olmayan kurumların yetkiliymiş gibi hareket etmesine ve yönetim kodlarının bu şekilde oluşturulmasına neden oldu. Gerçekte ise darbeciler, dünyadan çok kopuk, hem dünyayı okumaktan hem de kendi toplumunu tanımaktan acizdir. 1960’tan itibaren bütün darbelerde toplum iki kutba ayrıldı: 
1971’e gelindiğinde sol fraksiyonlar tehlike olarak gösterilirken, 1980’e gelindiğinde tehlike olarak gösterilen kesimler aşırı milliyetçilik, solculuk, bölücülük vs. şeklinde kodlara ayrıldı. Ben bunları, aslında toplumu tamamlayan süreçler olarak görüyorum. Her darbe bir kesimi hedef alıyormuş gibi gözükse de aslında darbeciler darbeye hazırlanılan dönemde toplumun birbirini hedef almasını sağlamaya çalışmışlardır. 
En büyük sorun budur. Bin yıldır bu coğrafyada farklı etnik yapılar, farklı inançlar, farklı mezheplere sahip bir toplum olarak yaşamayı başarmış 
ancak daha sonra bu ülke “milli birlik ve beraberlik” kavramının arkasına saklanarak hücrelerine, parçalarına, devrelerine ayrılmıştır. Alevi-Sünni 
çatışması vb. tüm olaylar yaşadığımız darbelerin karanlık yüzüdür. Bunların çözümlenememiş, aydınlığa kavuşamamış olması nedeniyle Meclis’in araştırma komisyonları kurmasını ve somut sonuçlara ulaşmasını istedik. Ama gerçekte Komisyon üyeleri olarak, milletvekili olarak algıladığımız şudur ki, bütün bu siyasi suikastlar, cinayetler vb. karanlık olayların her birisi, birtakım kozmik odalarda üretilmiş, psikolojik harbin unsurları olarak toplumda ayrıştırıcı şekilde tetiklenmiş ve kullanılmış unsurlardır. 

Bugün geldiğimiz noktada hiçbir darbenin diğerinden farklı olduğunu düşünmüyoruz. “28 Şubat sürecini daha fazla ele aldılar.” şeklinde birtakım 
eleştiriler oluyor. Açıkçası 28 Şubat dönemini takvim olarak “1999 seçimlerine kadar alalım” dediğimizde en büyük itiraz muhalefetten geldi. Önce “27 Nisan’a kadar alalım”, sonra da “Özal’ın ölümünden başlatalım.” dediler. Dolayısıyla tarihsel açıdan en uzun süreç 28 Şubat’ınki oldu. Darbe araştırmalarında tek fark dinlenen kişi sayısıdır. Onun dışında alt komisyonların ne üye sayılarında, ne uzmanlarında, ne de araştırdıkları konularda hiçbir fark yoktur. 

28 Şubat en uzun dönemi kapsamıştır. Atipik bir darbedir. Dolayısıyla toplumda tüm kesimleri hedef almıştır. Bir kısmı zaman zaman gazetelere de yansıyan - bunlar Raporumuzda da var - öyle belgeler gördük ki... 
Örneğin, bir sivil memurun evinde yapılan aramada Kuran-ı Kerim’e ve Allah yazılı bir hat yazısına el koyma kararı vardı. Kararda “Her ne kadar Kuran-ı Kerim yasak yayınlar içerisinde olmasa da, dini bilgiler ihtiva ettiğinden el konulmasına” ve devamında “Allah yazılı hattın irticai yayın kapsamında olduğundan el konulmasına” ibareleri vardı. Şimdi bir düşünün: Bu ülkede hemen herkesin evinde Kuran-ı Kerim bulunabilir. Bir memurun inancının kutsal kitabına el konulup, memuriyetinden atılmasına neden olan böyle gerekçe karşısında şok olduk. YAŞ kararları neticesinde, eşinin başörtülü olması, Atatürkçü Düşünce Derneğinin pikniğine gitmemesi ya da kızına “Rüveyda” adını koyması nedeniyle “irticai faaliyet”ten ordudan atılanların olduğu belgeleri somut olarak gördük. Bu Komisyon, hiçbir şey olmamış olsa bile bu yüzleşmelere ve açıklıklara kavuşmak açısından önemlidir. Bundan sonra hiç kimseye karşı, memuriyetten atma da dâhil, hukuk dışı kararlar verilebileceğini düşünemiyorum. 
Bunu yapmaları durumunda bir gün gelip bunun hesabının sorulacağı, bunun sorgulamasının yapılacağı endişesinin yeteri kadar caydırıcı olduğuna inanıyorum. 

Her dönemde darbecilerin en çok üstünde durdukları veya en çok itibarsızlaştır dıkları kesim siyasetçilerdir. Çoğu zaman halk da bu itibarsızlaştırma 
çalışmasından yani bu ülkede ekonomiden sanata kadar her işi askerlerin herkesten çok daha iyi bildiği iddiasından etkilenmiştir. 

Ekonomiyi ne kadar iyi bildiklerini emeklilik dönemlerinde banka yönetim kurullarına girmeleriyle anladık elbette. Ama bu durum askerlerin iyi ekonomi bildiklerinin göstergesi miydi yoksa o batan bankaların batış süreçlerinde sermayenin el değiştirmesi miydi? “Hedef neydi?” sorusunun cevabını sonuca bakarak da görebiliriz. Bankacılık çok spesifik ve iyi uzmanlık isteyen bir alandır. Dünyanın her yerinde bankacılık yüksek güven unsuruna dayalıdır. Zira vatandaş mevduatını yatırır, mevduatı yüzde yüz devlet garantisi altındadır. 

Türkiye’de böyle bir dönemin sonunda yirmi iki banka battı. O dönemin banka sahipleri basın mensupları sorduğu zaman şunu söylediler: “Bir tek yanlışlık yaptım, banka aldım.” İnsan yanlışlıkla nasıl banka alır? “Şu komutan benim arkadaşımdı. Onu yönetim kuruluna aldım.” diyen bu kişiler bu kadar başarılıydı da bu bankalar neden battı? Ekonominin düzelmesi bu kadar uzun yıllar aldıysa, Türkiye bu kadar zaman kaybettiyse, dünyadan kopuk içine kapandığı süreçler yaşadıysa, hep bu darbelerin ve demokrasiyi işlevsiz bırakan dönemlerin eseridir.

Gerçekten demokratik sistemde siyasetçilerin tam manasıyla bu ülkeyi yönetmesine hiçbir dönemde izin verilmedi. Oluşturulan oligarşik kurumlar, vesayetçi sisteme göre kurgulanmış bir bürokratik yapı vardı. Bunların tam anlamıyla tasfiyesi gerçekleşmeden Türkiye’nin demokratik anlamda yönetilebilirliği hep bir tartışma konusu olacaktır. 

1980’de oluşturulan sistem 28 Şubat sürecini doğurmuştur. Artık askerin doğrudan yönetime el koymasına gerek yoktur, Milli Güvenlik kararlarıyla 
istediği şekilde ülkeyi yönetebilir. EMASYA Protokolü ile dönemin kuvvet komutanlarının içişleri bakanını pas geçerek valiye direkt emir verebileceği bir 
sistem kurgulanmıştır. Bugün demokratik iradeye sahip ve halkın çok yüksek oyuyla iktidara gelmiş bir siyasi parti bulunmasına ve bu parti toplumun 
bu anlamda değişimine, dönüşümüne öncülük etmiş olmasına rağmen, yapılacak çok iş var. 

Bunu Rapor’umuzda yirmi maddelik öneriler şeklinde sunduk.

Siyasetçi aslında belli dönemlerde devrede olan ve askerlerin istedikleri zaman tasfiye edebildikleri bir kitleyi temsil ediyor. Siyasetin ve siyasetçinin kalıcı olmaması, bir bakıma, sık sık darbe dönemleriyle kesintiye uğrayan ve gelişemeyen siyasi partiler yasasının sonucudur. 
Ülkemizde elli yıllık, altmış yıllık bir siyasi parti yoktur. 

Demokrasiye geçiş sürecimiz altmış yıl ama siyasi partilerimizin geçmişi on beş yıl. Var olanlar her defasında kapatılmış, önemli isimler siyasi yasaklı hale getirilmiş, herhangi bir şekilde kurumsal hafıza aktarımına engel olunmuş, siyasi partilerin mallarına el konulmuş. En gelişmiş demokrasiye sahip bir ülkede bile bütün siyasi partileri kapatıp, on yıl sonra tekrar benzeri bir şey yaparsanız o ülkede demokrasinin gelişemediğini görürsünüz. 

Demokrasinin gelişmesinin en önemli aracı siyasi partilerdir. O yüzden, siyasetçilere ve siyasi partilere güven, ülkenin demokratikleşmesinde 
en önemli unsurdur. 

Bu dönem dinlemeleri, izlemeleri araştırırken, milletvekili arkadaşlarımız dahi şunu soruyorlardı: “Peki, siyasetçilerimizin hiç mi suçu yok?” Tek başına bu 
soru bile, antidemokratik kodların halen bazı zihinlerde nasıl hareket ettiğini, o zihinleri nasıl ele geçirdiğini gösteriyor. 

1980 darbesine giden süreçte bütün o sokak eylemleri, gençlerin ölümü elbette çok kaotikti ama hepimiz bir süre sonra şunu sormadık mı? “ Bir günde ne 
oldu da silahlar sustu? Bu nasıl oldu?” 

Bu toplumun tamamı bundan kuşku duydu. Evet, toplum “İyi ki geldiler, çocuklarımız okula gittiler, can güvenliği geldi.” dedi ama “Bu nasıl oldu?” sorusunu da sordu. Bu soruya cevap bulup topluma bunu tam anlamıyla izah ettiğimiz zaman toplum artık “Asker gelsin, bizi kurtarsın.” demeyecektir. 

Askere eklemlenmiş vesayetçi kurumlar dediğimde sadece devletin kurumları aklınıza gelmesin. Basın, sermaye kesimi ve toplumun “aydın kesimi” de dâhil 
olmak üzere üniversiteler de bunun içinde yer almaktadır. Gelişmiş sermayeye sahip olmamamız, devlete eklemlenmiş, devletten beslenen, dolayısıyla kendi 
çıkarlarını çoğu zaman devletin çıkarları gibi sunan bir ekonomik kitle vardı. 28 Şubat süreci biraz da Anadolu sermayesinin büyümeye başladığı döneme 
yönelik olduğu için, ekonomik bir çıkar kavgasının çok belirgin bir şekilde “irtica” kisvesi altında saklandığını gördük. 

Darbe gerekçeleri arasında dikkatimi en çok çekenlerden biri şuydu: 1980 darbesine giderken “Parlamento cumhurbaşkanını seçemiyor. Bilmem ne kadar tur yapılmıştı. Mecburen…” dendiğini görüyoruz.  Parlamento’nun cumhurbaşkanını seçemiyor olması bir ülkede darbe yapılıp, darbecinin cumhurbaşkanı yapılması mıdır? 
Çözüm bu mudur? Demokratik bir ülkede zihinler şöyle düşünür: “Bu parlamentoda cumhurbaşkanı seçimlerine ilişkin kurallar ve kanun yanlış.” 
Avrupa parlamentolarında on kişi gelse kanun geçer. 

Önemli olan toplantı yeter sayısıdır. 

Aslında bütün bunlar, cumhurbaşkanı seçimini kurgulayan iradenin kim olacağına, cumhurbaşkanını kimin seçeceğine karar vermenin kavgasıdır. 
1971 muhtırası niye oldu?” sorusuna Süleyman Demirel “Solcular yaptı çünkü Faruk Gürler’i cumhurbaşkanı seçmek istiyorlardı.” dedi. 

Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı seçimi her zaman bu ülkenin meselesi olmuştur. 27 Nisan süreci, 1960’dan başlayarak 1971 muhtırası, 1980 darbesi vs. benzeri bir senaryonun farklı şekilde, roller değişerek oynandığı bir dönemdir. 
Bundan önce üç defa aynı yöntemlerle seçim yapılmış, aynı oylamalarla Ahmet Necdet Sezer seçilmiş, Süleyman Demirel seçilmiş ama Abdullah Gül’ün 
Cumhurbaşkanı seçilmesi söz konusu olduğunda “Hayır efendim, 367 kişinin toplantıda bulunması gerekir.” kuralını Anayasa Mahkemesi icat etmiştir. 

< Gerçekten demokratik sistemde siyasetçilerin tam manasıyla bu ülkeyi yönetmesine hiçbir dönemde izin verilmedi. >

Komisyon çalışmaları sırasında hukuk kurumlarımıza ve hukukçularımıza ilişkin tartışmaları da açtık. Hukukçularımız ne kadar demokrat? 
Darbeler tarihine baktığımızda, hukukçuların en yüz karası tutumu aldıklarını görüyoruz. 1960 darbesinden sonra Ankara’ya gelen ve 1961 Anayasasını hazırlamak üzere görevlendirilen İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi hocaları 1980’de tekrar uçaklara binip Ankara’ya anayasa yapmak üzere gelmişlerdi. Hatta o tarihte Anayasa Mahkemesi üyeleri Kenan Evren’in huzuruna çıkıp “Bizi lağvettiniz, sağ olun Paşam.” demişti. Yargının kendi mekanizmalarını hukuk mekanizmaları içerisinde değil, işaretle aldığı merkezlere göre hareket ettirmesinin zirvesi ise 28 Şubat döneminde yaşandı. Başlarında onbaşıyla cemselere doldurulan yüksek yargı mensupları Genelkurmay’a brifinge götürüldüler. Hiç değişmeyen bir tablo var karşımızda. 

Dolayısıyla hukuk ve hukukçular demokratik sistemde çözüm üretecek bir hukuk mekanizmasını çalıştırmak yerine, zihinsel olarak, her zaman ve her zeminde darbecilerle birlikte hareket etme yönünde hizalanmışlar dır. Bu ülkenin demokratikleşmesi sadece tek tek bireylerin demokratikleşmesi anlamında olduğu kadar demokrasi içerisinde aktive olmuş bütün bu birimlerin - basınından ekonomik sınıflara, üniversitelerden hukukçularına kadar - böyle dönemlerde söyleyecek sözü olmalı ve bir şekilde bu mekanizma dışında, gerçek bir demokrat olarak hukuk devletinden ve işleyen bir demokrasiden yana tutum almalıdırlar. 

Darbeler tarihi çok kapsamlı ve çok uzun bir konu. Konuşmamı burada bitiriyorum ama sizlerin sorularıyla, merak ettiğiniz hususlarda, bu konuyu soru-cevap kısmında biraz daha açabilirim. Rapor’un sonuç ve öneriler kısmını herkesin, vakti olan öğrencilerin ise tamamını okuma şansı bulurlarsa bundan sonra bu konuda yapılacak araştırmalara ışık tutacağına inanıyorum. Çok teşekkür ediyorum. 

Hatem Ete: 
Biz teşekkür ederiz. Buyurun Avni Bey. 15 dakika ile konuşmalarımızı sınırlandırsak dinleyicilerimize de soruları için zaman ayırabiliriz. 

Avni Özgürel: 
Öncelikle davetiniz için teşekkür ederim. Burada sizlerle birlikte olmaktan dolayı fevkalade mutluyum. Rapor’unu tartıştığımız Komisyon, Türkiye’nin yakın tarihinin, hatta Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli meselesinin kapağını açan bir Komisyon olması dolayısıyla fevkalade önemli. Zaten Sayın Baş da, muhtelif televizyon konuşmalarında “Biz Pandoranın kutusunun kapağını açtık.” dedi. Hakikaten bu bir kapak açıştı. Bu son derece önemli bir girişim. Bu nedenle Komisyon’un bütün üyelerine ve tabiatıyla Sayın Baş’a teşekkür ediyoruz. 
Kendisinin hukukçu kimliği, Komisyon’un Rapor’unun bu kadar kısa bir süre içerisinde doğru düzgün bir şekilde ortaya çıkmasını sağladı. 

Dinlemek üzere davet edilen kişiler ve onların beyanatlarının değerlendirilmesi göz önüne alındığında, Komisyon’un çalışmasının fevkalade zor ve zahmetli bir iş olduğu görülür. 

Baktığımızda zaten genel çerçevesi itibariyle hepimizin görebileceği bir olgu şudur: Türk tarihi bütün Orta Asya’dan itibaren aslında bir darbeler tarihidir. Mete Han babası Timuçin’i devirip yerine geçmiş. Oradan başlamışız bu tarafa doğru gelmişiz. Anadolu’ya baktığınızda kardeşler, şehzadeler arasında taht mücadeleleri görürsünüz. Şehzadeler esasında partidir. Lalalar vb. hepsi ayrı bir misyonu, ayrı bir siyasi pozisyonu temsil ederler. Bir örnek vereyim: Fatih öldüğünde “Yerine Cem mi geçecek, Beyazıt mı geçecek.” diye tartışıldı. Fatih’in arzusu örnek metinlere göreoğlu Cem’in tahta geçmesiydi. Cem’in adı geçer. 

Neden? Çünkü Cem Sultan “Ben babamın siyasetini takip edeceğim.” diyordu. Bu ilk bakışta iyi hoş bir şey gibi gözüküyor ama Osmanlı asker ve bürokrasisi, “Sırtımız yatak görmedi.” diyordu. 

Enflasyon yüzde 15 idi. “Bu siyasi tutum mümkün değil. Bize yerinde oturan adam lazım.” dediler. 

Kim o? Beyazıt. Onu başa getirdiler.

Darbe ya da müdahale süreçlerinin çok akılcı gerekçeleri olabilir. Biz “ordu milletiz” denir. Öyleyiz. İstanbul’da bir vesileyle sohbet ederken Nimet Hanım’a da söylemiştim: “Tarihte Türkler” dediğimizde aslında askerlerden söz ediyoruz: Askerlerin hanımları, babaları, yaşlı askerler, sakat askerler, askerleri eğlendiren ozanlar, askerlere silah yapan araç gereç yapan zanaatkârlar. Bu orduya bir vatan lazım olmuş, gelmiş almış; bir devlet lazım olmuş, gelmiş kurmuş. Şimdi “Sivil toplum, demokrasi” diyoruz; adam “siz nerden çıktınız” diyor. Onun için kolay değil. İçinde yaşadığımız ve sorguladığımız süreç son dönem itibariyle tam bir buçuk asırlıktır. Düşünün, bir grup iktidarda, bir başka grup iktidarı ele geçirmek istiyor. Bunların arasında askerler var, siviller var. Sokakta üniversite öğrencilerini harekete geçiriyorlar. Bazı suikast girişimleri başlıyor ve 
arkasından bir darbe geliyor. Bu hikâye sanki yakın dönemdeki bir şey gibi görünüyor. Hâlbuki değil. Mithat Paşa’nın organize ettiği, Sultan Aziz’i tahtan indiren süreci anlattım. Sonuç itibariyle oyunun nasıl oynandığı tarih içinde çok fazla değişmemiş. 


<   Avni Özgürel: “Türk tarihi bütün Orta Asya’dan itibaren aslında bir darbeler tarihidir.“  >

Almanya’da “Karases” diye birisi vardı yakın tarihte. Yaşı olanlar hatırlarlar. Bu adamcağızın hikâyesi söyle: Adana’da “Süleymancılık” diye bir dini akım yoğun. Bunlarla mücadele için bir din adamı buluyorlar ve kendisini müftü tayin ediyorlar. Bu adam da mücadelede bayağı başarılı oluyor. Sonra bunu Almanya’ya tayin ediyorlar. “Karases” dediğimiz kişi odur. Sonra bu kişi Almanya’da kontrolden çıkıyor ve kendi dergâhını kuruyor. Cemaati “Kaplan Ocağı”. Hürriyet gazetesinde “Uçaklar 10 Kasım’da gelecek, Anıtkabir’e çakılacak.” şeklinde bir manşet vardı. 

Buna ilişkin bir plan yapıldığı yazıyor. Hâlbuki bunun hiçbir gerçekliği yok. Karases hocanın da bu işten haberi yok. Kendisi daha sonra hakkında açılan davadan beraat etti fakat zamanında böyle bir darbe projesi hazırlanmış. 
Bu plan, İstanbul 1. Ordu Komutanlığının eline geçince, Balyoz planını hazırlayan kişi “Ankara’da Anıtkabir, İstanbul’da ne yapacağız?” diyor. Fatih Camiinin bombalanması o zaman ortaya atılıyor. Planda Anıtkabir’i çıkarıp yerine Fatih Camiini koyuyorlar. Herkese göre ayrı bir plan yapacak halleri de yok. 

Nimet Hanım az önce konuşurken Anayasa Mahkemesinden bahsetti. Şu anda Anayasa Mahkemesinin internet sitesine “nasıl kuruldu” diye bir göz atarsınız şunu göreceksiniz: “1961’e kadar hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindi. 1961’den sonra bu kural sona ermiştir” diyor. 

Açık açık, bir perva da yok. 1961’den sonra egemenliğin kullanılmasında Anayasa Mahkemesi birinci derecede söz sahibidir. Bu vesayet kurumları 
dediğimiz kurumlardan biri. 
Aslında Rapor’u üzerinde konuştuğumuz Komisyon’un çalışması çok önemli çünkü bizde devlet vatandaşın herhangi bir şey bilmemesi üzerine, bilmesine gerek olmadığı üzerine kurulu. Bu süreçte İttihatçılıktan söz edildi. İttihatçılık hakikaten önemli bir gelenek. Nitekim Talat Aydemir gibi 27 Mayıs sonrasının önemli bir aktörünün hatıralarında yer alan bir vaka var: 27 Mayıs 1960 darbesi için ilk toplantıyı İstanbul’da “Mahmut Şevket Paşa’nın evinde yapalım” diyorlar ve ilk toplantıyı “tarihsel bir anlamı var” diye orada yapıyorlar. 

İşte İttihatçı gelenek dediğimiz bu. Yani manen de kendilerini oraya hep bağlı hissetmişler.

Bizim Genelkurmay bünyesinde kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu gibi birtakım yapılanmalar, daha önce Kore’de denenmiştir. Kore’ye subay gönderilmesinin bir amacı da, psikolojik savaş dersidir. Derslerini aldılar fakat tatbikatı Kore’de yaptılar. Orada öğrendiklerini uygulamaya Türkiye’de önce Seferberlik Tetkik Kurulu’nu, akabinde 1958’de Kıbrıs Muvakkat Teşkilatı’nın altyapısını oluşturarak başladılar. Daha sonra darbeler sürecini destekleyen bu omurgaları oluşturdular. 

Türkiye’ de bugüne kadar milli savunma bakanlarının dâhil olmadığı bir darbe yoktur. Buna 28 Şubat darbesi ve 27 Nisan bildirisi de dâhildir: “Dâhil” dediğim haberdar olmadıkları kastında. Yakın zamana kadar Türkiye’ye ABD Dışişleri Bakanı gibi bir yabancı devlet yetkilisi geldiğinde Genelkurmay Başkanıyla görüşür ve o işi bitirirdi. Yani Türkiye’nin yönetim sorumlusu kimse, gider onunla konuşurdu. Siyasetçiyle görüşmesi ise, formalite icabıydı. Buna bir örnek, 12 Mart döneminde yaşandı. İhsan Sabri Çağlayangil’in hatıralarında vardır. 
Dönemin ABD Büyükelçisi Çağlayangil’e gelip “Bizim için bu haşhaş meselesi çok önemli, yasaklayın.” diyor. 

Çağlayangil “Bu benim görevim değil; ben Dışişleri Bakanıyım. Başbakana bir söyleyeyim” cevabını veriyor. Çağlayangil bir hafta sonra Büyükelçiye 
“Başbakana söyledim; kabul etmiyor.” mesajını iletince Büyükelçi “Randevu alıp bir de ben söyleyeyim.” diyor. Başbakan Demirel görüşmede “Bizde ‘Afyon’ diye vilayet var. Nasıl yasaklarız? Mümkün değil” diyerek talebi reddediyor. Çıkışta ABD Büyükelçisi Çağlayangil’e “Sizin için üzülürüm. Bu Adalet Partisi’nden istifa edin.” uyarısı yapıyor. Çağlayangil “Nezaketli adam. Bu kadarını söyledi. 
Ne bileyim bir ay sonra darbenin geleceğini.” diyor. 

<  Komisyon’un çalışması çok önemli çünkü bizde devlet vatandaşın herhangi bir şey bilmemesi üzerine, bilmesine gerek olmadığı 
üzerine kurulu.  >

Ben bu Komisyon’un bir tek eksiğini gördüm. Daha doğrusu, bu kısa zamanda tabiatıyla ancak bu kadarını kotarabildiler. 28 Şubat önemli bir süreç ama 28 Şubat’ın hemen akabinde, Türkiye’nin Başbakanının öldüğü ancak bunun kamuoyuna açıklanmadığı şeklinde haberlerin gazetelerde yayınlandığı 
bir dönemi yaşadık: Bülent Ecevit’in Başbakanlığı dönemi. Komisyon gayet haklı bir şekilde “Hangi birini soruşturacağız?” diyebilir ancak ben Bülent Ecevit’in hastalığı ve onun öldüğü sürecin de sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Bunu fevkalade önemsediğimi de belirteyim. 
dönemde yazılan haberleri, konuşulanları, bir Başbakanın nasıl derdest edildiğini, makamından karga tulumba nasıl kaldırıldığını gördüm. O bakımdan 
bu konuda ileride inşallah bu Komisyon’un paraleli bir komisyon kurulur. Teşekkür ederim. 

Nimet Baş: Sayın Özgürel’in konuşmasının son kısmına iki cümleyle katkı sağlamak isterim. Bülent Ecevit’in Başbakanlığı dönemi açıkçası önemsediğimiz ve ele almak istediğimiz hususlardan bir tanesiydi. 
Rahşan Ecevit’i Komisyon’umuza bilgi vermek üzere davet ettik. Ancak 
o kabul etmedi. Yazılı olarak soru sormamızı da kabul etmedi ve bu konuya ilişkin herhangi bir açıklama yapmayacağını söyledi. İnceleyeceğimiz husus tamamen sağlığı üzerine odaklanmış konular olduğu için hekimleriyle görüşmemiz söz konusuydu fakat Komisyon olarak yürümekte olan ve kamuoyunun çok yakından takip ettiği iki davadan özellikle imtina ettik. Bunlardan bir tanesi Ergenekon, diğeri Balyoz davası idi. Doktorlarının 
şu anda bir tanesinin Ergenekon sanığı olarak cezaevinde bulunması, diğer doktorunun da onun aleyhine ifade vermiş olması ve bu konudaki 
açıklamaların yanı sıra, tıbbi bir meselenin aydınlatılması konusunda Komisyon’umuzun yeterli olmaması - açıkçası uzman bir hekim de bulunmadığı için – söz konusu idi. Siyaseten içinden çıkılamaz ve sonuçlandırılamaz bir mesele haline gelebilecek bu konu hukuki açıdan muğlaktı ve böyle bir olayın aydınlatılması Komisyon’un hem görevi değildi hem de aydınlatabilecek mekanizmalara sahip değildi. 

Biz yine de en azından bu konunun döneme ilişkin tanıklarını dinlemek istedik ancak böyle bir retle karşılaştık. 

Bunu da söylemiş olayım.

Avni Özgürel: Ben bu konuyu şunun için gündeme getirdim: Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu benim çok eski bir arkadaşımdı. Vefatından yaklaşık 20-25 gün önce İstanbul’da bir sabah kahvaltısında beraberdik. O zaman bana çok tedirgin bir şekilde, İstanbul’daki bazı savcı arkadaşlarının Rahşan Hanım’ı arayıp Bülent Ecevit’in vefatı sürecini soruşturmak istediklerini ancak kendisinin bundan rahatsız olup olmayacağını bilememekten dolayı da tereddüt geçirdiklerini, Rahşan Hanım’ın savcılarla temas etmesinin iyi olacağını söylediğini ifade etti. Hiç şüphesiz ki Muhsin Yazıcıoğlu’nun söylediği doğrudur. Nitekim hayatını kaybettiği kazadan sonra, Koalisyon oluşumu safhasında, MHP’lilere “eli kanlı katiller” diyen Rahşan Ecevit - Muhsin Yazıcıoğlu bir dönem Ülkü Ocakları Başkanıydı - Yazıcıoğlu’nun cenazesinde en öndeydi. Ben bütün bunların önemli olduğunu düşünüyorum. Nimet Hanım’ın tabiatıyla bir gayretinin olduğundan, olacağından şüphem etmem. Ancak bu konu ileride soruşturulmalı.

Nimet Baş: Katılıyorum. İleride kesinlikle komisyonlarda incelenmeli.

Hatem Ete: Rahşan Hanım’ın engel olmak isteyişinin de altını çizmiş olduk böylece.

Avni Özgürel: Hayır. Birincisi, kendisinin bazı tereddütleri vardı. İkincisi, bu Komisyon’un bir yaptırımı yoktu. Rahşan Hanım Başbakanın kendisini 
aramasını bekledi. Ben bunu biliyorum. 

Başbakan arasaydı veya farklı bir şey söylenseydi tavrı farklı olabilirdi. Komisyon’un bu Rapor’uyla hukuki bir gelişme olacağını sanmıyorum.

Hatem Ete: Tam da bu gelişme olmadığı için bu durum acaba yürüyen siyasi sürece bir direncin yansıması mıdır? 

Avni Özgürel: Olabilir.

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***